İSLÂm prensipleri ansiklopediSİ



Yüklə 13,72 Mb.
səhifə138/169
tarix15.01.2018
ölçüsü13,72 Mb.
#38491
1   ...   134   135   136   137   138   139   140   141   ...   169

3394- “İnkılablar neticesinde, her iki taraf arasında geniş geniş dereler husule geliyor. O dereler üstünde her iki âlemle münasebettar köprüler lâ­zımdır ki, her iki âlem arasında gidiş geliş olsun. Lakin o köprülerin inkılabat cinslerine göre şekilleri, mahiyetleri mütebayin; isimleri mütenevvi olur.

Meselâ uyku âlemi, yakaza ile âlem-i misal arasında bir köprüdür. Ber­zah, dünya ile âhiret arasında ayrı bir köprüdür. Ve misal, âlem-i cismanî ile âlem-i ruhanî arasında köprüdür. Bahar, kış ile yaz arasında ayrı bir nevi köprüdür. Kıyamette ise, inkılab bir değildir. Pek çok ve büyük inkılablar olacağından, köprüsü de pek garib, acib olması lâzım gelir.” (M.N. 225)



3395- Sual: “Cennet ve Cehennem pek çok uzaktırlar. Haydi ehl-i Cen­net, lütf-u İlahî ile berk ve burak gibi uçarak haşirden geçerler, Cennet’e gi­derler. fakat ehl-i Cehennem, sakil cisimleri ve büyük ve ağır günahların yükleri altında nasıl gidecekler? Hangi vasıta ile?

İşte hatıra gelen şudur: Nasılki meselâ Amerika’da bütün milletler umumi bir kongreye davet edilse, her millet büyük gemisine biner, oraya gi­der. Öyle de bahr-i muhit-i kâinatta, bir senede yirmibeş bin senelik uzun bir seyahata alışan Küre-i Arz, ahalisini alır gider mahşer meydanına boşaltır.

Hem her otuzüç metrede bir derece-i hararet tezayüd ettiği delaletiyle, merkez-i Arz’da bulunan Cehennem ateşinin hadisçe beyan olunan derece-i hararetine muvafık ikiyüz bin derece-i harareti taşıyan ve hadisin rivayatına göre, dünyada ve berzahta büyük Cehennem’in bazı vazifelerini gören ate­şini Cehennem’e döker; sonra emr-i İlahî ile daha güzel ve baki bir surete tebeddül eder; âhiret âleminden bir menzil olur.” (M.17) (Bak: Ebvab-ı Sema, Sekal)

3396- Müslim 1. Kitab-ül İman’da 302. hadis ve İbn-i Mace 37. Kitab-üz Zühd 33. bab, 4280. hadiste de müteşabih olarak, Sırat Köprüsü bahsi geçer. Kıyamet günü Sırat Köprüsü üstüne veya Cennet ve Cehennem arasına ölüm bir koç şeklinde getirilip boğazlanır ve böylece ölüm öldürülür, diye ehadis-i müteşabihe ile bildirilir. Ezcümle: İ.M. 4327. hadis, S.M. 51. kitab 40, 43. hadisler ve Buhari 65. kitab (19. sure) 1. bab ile 81. kitab 51. bab ör­nek verilebilir.

Hadis lisanında “Cehennem Köprüsü” manasında olan “Cisrü Cehen­nem” ifadesi: Buharî rikak/52, tevhid/24; Müslim iman/203, 216; Ebu Davud edeb/36; Tirmizî cum’a/17, tefsir-i sure 39/5; İbn-i Mace ikame/88; İbn-i Hanbel 2/275, 534; 3/25,26,345,383,441; 5/159. 6/110, 117. hadisle­rinde geçer.



3397- qqSİHR hE, : (Sihir) Büyü, gözbağcılık, büyücülük, hilekârlık. Aldatmak. Haktan uzaklaşmak. Batıl şeyi hak diye göstermek. *Latif ve rakik olan şey. Büyü kadar tesiri olan şey. Şiir ve güzel söz söyleme gibi insanı meftun eden hüner. (Buna sihr-i helal da denir.)

İki atıf notu:

-Süleyman (A.S.)’ın ervah-ı habiseyi teshir etmesi, bak: 599, 600. p.lar

-Münafığın zararlı olan cerbeze-i lisaniyesi, bak: 760/1. p.

3398- “İbn-i Ömer Radıyallahü Anhüma’nın beyanına göre, bir kere Re­sul-i Ekrem’in huzuruna giren iki kişiden birisi talakat-ı beyan ile orada bu­lunanları teshir ettiğinden Resul-i Ekrem bazı beyanların teshir edici oldu­ğunu ifade eden: ~«h²E¬K«7 ¬–_«[«A²7~ «w¬8 Å–¬~ buyurmuştur. (286)

Ömer İbn-i Abdülaziz, kişinin talakat-ı beyan ile eda-yı hakikat etmesine sihr-i helal demiştir. Müşarünileyh hazretleri, bir kere huzurunda kemal-i ta­lakatla icra-yı hitabet eden birisinin beliğ sözlerinden mütehayyir olarak ­Ä«Ÿ«E²7~­h²E¬±K7~ ¬yÁV7~«—~«g«; demiştir. Şu halde sihr-i haramın mahiyetini su-i maksadla sebeb-i hafi ve hud’akârlık teşkil ediyor. Ve bu itibar ile hakkı izhar eden beyan-ı beliğ sihr-i helaldır. Hakkı batıl, batılı hak suretinde tasvir eden beyan-ı beliğ de bir sihr-i haramdır...



3399- Sihir ve sehhar tarihi, beşeriyet tarihinin en kadim medeniyetini te’sis eden Gildanîler zamanına kadar yükselir. Babil diyarında, yani Irak-ı Arab’da ikamet eden Gildanîler, hey’et ve nücum ilimlerinde çok terakki göstermişlerdi. Kevakibi, sabite ve seyyare kısımlarına ayıran ve seyyarelerin harekâtıyla buruc-u semayı tayin eden Glidanîlerdir. Bu kavmin ecram-ı se­maviye ile derin iştigalleri, onları ecrama ve bilhassa kevakib-i seb’aya taabbüd derecesine götürmüştü. Kur’an-ı Mübin’de, Sâbie namıyla anılan (Bak: Kur’an 2:62 5:69 22:17) Gildanîler, bütün hâdisat-ı âlemi kevakibin eser-i fiili olduğunu iddia ederler. Hayr ü şerrin, menfaat ve mazarratın, saa­det ve nühusetin ecramdan suduruna zahib olurlardı. Bu kanaatla yıldızlar­dan herbiri namına putlar yapılıyordu, heykeller rekzediliyordu...

Bu sehharlar memleketinde güneşten kinaye olan Ba’l Mabuduna mah­sus Babil kulesi ve Babil’in mamuriyeti hakkındaki rivayetler efsanevî bir halde çoktur...



3400- Sihirler, sahirler tarihinin ikinci bir faslını da Mısır’da Fir’avunun sihirbazları ile Musa Peygamber arasında geçen vak’a teşkil eder. Mısır sihir­bazları da A’raf Suresi’nin 116’ncı âyetinde ¬‰_ÅX7~«w­[²2«~~—­h«E«, (7:116) ve Taha Suresi’nin 66’ncı âyetinde de |«Q²K«# _«ZÅ9«~ ²v¬;¬h²E¬, ²w¬8 ¬y²[«7¬~ ­u¬±[«F­< (20:66) kavl-i şeriflerinde beyan olunduğu üzere Mısır sihirbazları da halka karşı esrarengiz bir surette gözbağcılık ederler ve hayalî şeyleri hakikat şek­linde gösterirlerdi.

Bunların bu şarlatanlıklarını meydana koymak ve halkı bunların iğfalle­rinden kurtarıp doğru yola irşad etmek için Cenab-ı Hak, Musa Eleyhisselâm’ı asa ve yed-i beyza gibi mu’cizat ile gönderdi. Hazret-i Musa tarafından bütün bunların hiyel ve desaisi ortaya konuldu.

Kur’an-ı Mübin’de, A’raf ve Taha Surelerinde sahare-i Fir’avunun, asa-yı Musa mu’cizesini ibtal ve hükümsüz bırakmak maksadıyla, içleri civa dolu iplerini ve sopalarını ortaya attıklarında Musa Aleyhisselâm tarafından asası atılmış ve büyük bir ejder haline gelen asa-yı Musa, hararet-i şems ile ortada dönen içi civa dolu ipleri, sopaları, yakalayıp yutmuştu. Bu hakikat-ı âliyeyi gözler ile müşahede eden sahare-i Fir’avun hemen secdeye kapanıp iman etmişlerdi. Ferâine devri geçip tevhidin şirke galebesi üzerine, Mısır sihir­bazları da ortadan kalkmıştır... (Bak: 2625. p.) Süleyman Aleyhisselâm zama­nında da sihirbazlık çok ileri gitmişti.” (S.B.M. ci: 8, sh. 260-265)

3401- Müfessir Elmalılı Hamdi Yazır, sihir ve sair yollarla Hz. Süley­man’ın (A.S.) aleyhinde çalışanları bildiren (2:101, 102) âyetlerinin -kısmen alınan- izahında şöyle diyor:

“ ²v­Z«Q«8 _«W¬7 °»¬±f«M­8 ¬yÁV7~ ¬f²X¬2 ²w¬8 °ÄY­,«‡ ²v­Z«¶<_«% _ÅW«7«—

Allah tarafından bunlara beraberlerindeki kitabı tasdik ü te’yid eden gözledikleri bir resül gelince «_«B¬U²7~~Y­#—­~«w<¬gÅ7~«w¬8°s<¬h«4 «g«A«9 ehl-i kitab olan­lardan bir fırka –Y­W«V²Q«<«ž ²v­ZÅ9«_«6 ²v¬;¬‡Y­Z­1 «š~«‡«— ¬yÁV7~ «_«B¬6

Allah’ın ellerindeki kitabı sanki bilmiyorlarmış gibi büsbütün arkalarına attılar da «–_«W²[«V­, ¬t²V­8 |«V«2 ­w[¬0_«[ÅL7~ ~Y­V²B«#_«8 ~Y­Q«AÅ#~«— mülk-i Süleyman yani Süleyman Aleyhisselâm’ın hükümet ve devleti aleyhine şeytanların takib ettiği şeytanetlere, kezalik şeytanların okuya geldiği efsun ve efsane kitablarına uydular ve onun arkasına düştüler. (Bak: Süleyman (A.S.) âyet notu)



3402- Bu şeytanlar nasıl şeytanlardı ve takib ettikleri şeyler nelerdi? Bunlar hem cin şeytanı ve ervah-ı habise denilen gizli şeytanlara, hem de in­san şeytanlarına şamildir. Zira gizli şeytanların eserleri de insan şeytanları üzerinde zuhur eder. Ve zahirdeki insan şeytanları o ervah-ı habiseden al­dıkları şeytanetlerle icra-yı şeytanet ederler. Ekser-i müfessirînin hasıl-ı riva­yetlerine göre Süleyman Eleyhisselâm’ın mülkünde fitne zuhur edip hükü­metini zayi ettiği zaman ins ü cin şeytanları pek azıtmış, dinsizlik ileri git­mişti. Fitneyi çıkaran ve bilahare Süleyman Aleyhisselâm’a mağlub ve musahhar olan bu şeytanlar...

Kur’anda (38:37) «w<¬h«'³~«— ¯‹~ÅY«3«— ¯š_ÅX«" namıyla üç sınıf gösterilmişler­dir... Demek bunların içinde bir takım dessas sanatkârlar da vardır. İşte bü­tün düşman ve menba-ı vahiyden uzak olan bu şeytanlar vukuat-ı cariye ve âtiye hakkında kulak hırsızlığı ile bir takım malumat edinirler ve bunun bi­rine yüzlerce yalan ve eracif karıştırarak gizli gizli neşriyatta bulunurlar. Ve buna vasıta olmak için kâhinleri intihab ederler ve onlara telkinat yaparlardı. Bazı haberleri doğru çıktıkça kâhinler bunlara güvenir, bunun yanında bin­lerce eracif de neşrederlerdi. Bu kâhinler bunları tedvin ettiler. Cin celbi ve gönül teshiri hakkında türlü türlü sihr ü efsun kitabları yazdılar... Zaten Mı­sır’dan beri Benî İsrail arasında sihir, hokkabazlık meçhul değildi, fakat bu kere başka bir renk almıştı. Bir taraftan siyasî, içtimaî entrikalarla Süleyman Aleyhisselâm’ın devleti aleyhinde ta’kib edilmiş, diğer tarafan onun dünyayı teshir eden ilmi diye yine onun namına iftira ile tervic edilmek istenilmiştir. O derece ki, sonraki Benî İsrail, müşarün-ileyhe bir Peygamber değil, sehhar bir hükümdar nazarı ile bakarlarmış ve bunun için Benî İsrail bilhassa hü­kümetlerini zayi ettikten sonra millet arasında gizli yollarla bu kabil neşriyatı terviçten ve hüner şeklinde sihirbazlıktan halî kalmıyorlardı. Vakta ki asl-ı Tevrat mucebince bekledikleri Hatem-ül Enbiya Efendimiz geldi ve Tevrat’ı mevzu-u bahs etti. O zaman dönüp bununla mücadeleye başladılar.

“Nübüvvet yoluyla buna muaraza edemiyeceğiz, biz ne yapsak Cibril ona haber veriyor” dediler ve Cibril’e düşman oldular. Tevrat’ı da büsbütün ar­kalarına atarak sihr ü tezvir yoluna saptılar. Bu şeytanî eserlere ittiba ile “Sü­leyman, Muhammed’in dediği gibi bir peygamber değil idi, sâhir bir hüküm­dar idi; sihirlerini mu’cize gibi gösterirdi, diye iftiralar ettiler. Buna nazaran Hazret-i Süleyman’ın haşa kâfir olması lâzım geliyordu; çünki sihrin bu de­recesi küfür olduğunda şüphe yoktur.

Halbuki: (6:102) «–_W²[«V­, «h«S«6 _«8«— Süleyman kâfir değildi.

~—­h«S«6 «w[¬0_«[ÅL7~ Åw¬U«7«— Velâkin evvel ü âhir ona sâhir deyen şeytanlar küfrettiler... «h²E¬±K7~ «‰_ÅX7~ «–Y­W¬±V«Q­< ki nasa sihir talim ediyorlardı, halkı iğva ve idlal eyliyor ve bunu öğretiyorlardı. Nassın bu fıkrası talim-i sihrin küfr olduğunu göstermektir.

3403- Sihir nedir? Esas-ı lügatte sihir, ne olursa olsun sebebi hafi olan ince şey demektir. Örf-i şer’îde sihir, sebebi hafi olmakla hakikatın hilafına tahayyül olunan yaldızcılık, şarlatanlık, hud’akârlık yolunda cereyan eden her hangi birşey demektir...

3404- Maamafih mukayyed olarak memduh olan ve izhar-ı hak için kul­lanılan latif hususata dahi istimal olunduğu vardır.

~®h²E¬K«7 ¬–_«[«A²7~ «w¬8 Å–¬~ (*) gibi ki buna sihr-i helal de denilir ve mücazdır. Demek ki esrarengiz sebeb-i hafi ile incelik, cazibe-i zahiriye, hud’a, su-i makasıd sihrin mahiyetini teşkil eder. Binaenaleyh sihir evvela nefsinde bir hârika değildir. Yani esbab-ı muttaride hilafına olarak bizzat irade-i İlahiye ile zuhura gelen hâdisattan değildir. Onun herhalde teşebbüs olunabilecek bir sebeb-i mahsusu veya muttaridi vardır. Şu kadar ki o sebeb, herkes için ma’lum olmadığından hârika tahayyül olunur. Bunun içindir ki sebebi herkes için ma’lum olmıyan herhangi bir hakikat dahi, âlemi iğfal için kullanıldığı zaman bir sihir olur. Bu sebebin binnazariye izah edilebilir bir halde bulun­ması şart da değildir. Az çok taklidî bir halde ika edilebilmesi de kâfidir. Hil­katte sabebi ilmen izah edilemeyen muttarid veya gayr-ı muttarid bir takım hâdisat-ı garibe ihdas etmek alel-ıtlak sihir olmaz. Lakin bunlardan insanları aldatmak için istifadeye kalkışıldığı ve bu surette kulûbe icra-yı te’sir edip dolandırılcılık yapılmak istenildiği zaman bunlar sihir mahiyetini iktisab ederler. Bunun için imansızlık, ahlâksızlık, sihrin köküdür. Sâhirler ulûmdan, sanayiden, edebiyattan, felsefeden, garaib-i hilkattan su-i istimal ile istifade etmesini bilirler; bu surette hakkı gizlemek için yazılmış nice felsefeler, nice romanlar, nice tarih kılıklı ürcufeler vardır...

Bundan anlaşılır ki, sihrin envaını tayin etmek kolay değildir. Maamafih Fahruddin-i Razi tefsirinde sekiz kısma kadar saymıştır...

3405- ²h­S²U«# «Ÿ«4 °}«X²B¬4 ­w²E«9 _«WÅ9¬~ «žY­T«< |ÅB«& ¯f«&«~²w¬8 «–Y­W¬±V«Q­<_«8 «— 6:102) Harut ve Marut bunu talim edecekleri zaman, “Biz bir fitneyiz, yani bizim bellediğimiz şeyler fitneye müsaiddir ve su-i istimali küfürdür. Binaenaleyh sakın sen bunu belleyip de küfre girme” demedikçe ve bu yolda nasihat et­medikçe onları bir kemseye ta’lim etmezlerdi; gelişi güzel herkese bellet­mezler, su-i istimalden, küfürden, sihirden men ederlerdi. Bu şeytanlar ise böyle yapmadılar da bilakis bunlarla herkese sihir ta’lim ediyorlar.

Bu iki melek ve bunların talimatı hakkında birçok sözler söylenmiş, ba­hisler yapılmıştır. Bütün bunları mütalaadan sonra bizim âyetten anladığımız şudur: Malumdur ki, meleklerin insanlara talimi ya vahiy ya ilham demektir. Harut ve Marut’un, Cibril gibi vahiy melaikesinden olduklarına delil yoktur. Bilakis âyet bunları ibtida münzelünbih değil, münzelünaleyh gösterdiğin­den, nüzulde mertebei taliye meleklerinden oldukları zahirdir. Binaenaleyh talimleri de enbiyaya olan vahiy derecesinde olmayıp, ilhamat kabilinden ol­mak mütebadirdir. İlham ise herkese olabilir. Demek oluyor ki eski bir mer­kez-i medeniyet olan Babil şehri ahalisinden bir takım kimseler, iki suretle böyle iki İlahî kuvvet ile mazhar-ı ilham olmuşlar, bu sayede esrar-ı hilkatten bazı havarik ü garaib öğrenmişler ve öğrenirken bunların şerre de müsaid olduğunu ve binaenaleyh su-i istimali küfr olacağını da öğrenmişlerdir. O halde bu iki meleğe inzal kılınan ve Babil halkına ilham tarikiyle talim olunan bu şeyler hadd-i zatında sihir değil idi. Lakin sihir halinde kullanılabilir ve böyle kullanılması mahz-ı küfr olurdu. Bunun için âyette bunun hadd-i za­tında sihir olduğu ifade edilmiştir...



3406- (6:102) ¬y¬%²—«ˆ«— ¬š²h«W²7~ «w²[«" ¬y¬" «–Y­5¬±h«S­< _«W­Z²X¬8 «–Y­WÅV«Q«B«[«4

Kitabullah’ı arkalarına alıp Süleyman’a karşı o şeytanların takib ettikleri şeylere ittiba eden bu fırka-i ehl-i kitab, bu zümre-i Yehud, bu kâfir şeytanla­rın takib ve talim ettiği bu iki nevi sihir kitablarından koca ile karısı arasını ayıracak şeyler öğreniyorlar. Bu tabir, sihrin azami tesirini ifham içindir. Yani bunlar bu tarik ile karı ile koca beynini bile ayırabilecek fesadlar çeviriyor­lar... Binaenaleyh sihrin aslı yoktur diye aldanmamalıdır. Ve böyle sâhirlerden sakınmalıdır.



3407- (6:102) ¬yÁV7~ ¬–²†¬_¬" ެ~ ¯f«&«~ ²w¬8 ¬y¬" «w<¬±‡_«N¬" ²v­; _«8«— Ve maamafih bunları yapanlar ne sihirde, ne sâhirde, ne tabiatta, ne ruhda, ne semada, ne arzda, ne şeytanda, ne melektedir. Müessir-i Hakiki ancak Allah’dır. Menfaat ü zarar da ancak O’nun izniyle olur. O halde herşeyden evvel Allah’dan korkmalı ve Allah’ın vikayesine girmelidir ve bunlara karşı koymak için de Kitabullah’a sarılmalıdır.” (E.T. 438-450)

3408- Süleyman (A.S.) ın saltanatı aleyhinde sihirbazlığa teşebbüs eden müfsidlerin yaptığı gibi, Resulullah’ın (A.S.M.) aleyhinde de sihir yapılmıştır.

“Nakl-i sahih-i kat’i ile, muzır bir sâhir olan Lebid-i Yahudi; Resul-i Ek­rem Aleyhissalatü Vesselâm’ı rencide etmek için acib ve müessir bir sihir yapmış. Bir tarağa saçları sarmış, üstünde sihir yapmış, bir kuyuya atmış. Re­sul-i Ekrem Aleyhissalatü Vesselâm, Hazret-i Ali’ye ve Sahabelere ferman etmiş: “Gidiniz, filan kuyuda bu çeşit sihir âletlerini bulup getiriniz!”

Gitmişler, aynen öyle bulup getirmişler. Her bir ipi açıldıkça, Resul-i Ek­rem Aleyhissalatü Vesselâm dahi rahatsızlığından hiffet buluyordu.” (287) (M.110)

3409- Sihir, ferdler aleyhinde yapıldığı gibi, aldatıcı, şeytanetli ve cerbe­zeli sözlerle, saltanattan halk tabakalarına ve umumi ifsadata kadar sihrin envaı ve dereceleri vardır. Evet Süleyman Aleyhisselâm’ın saltanatı aleyhinde çalışan bir Yahudi cereyanın takib ettiği siyasi sihirbazlığının asrımızda bir nümunesi mahiyetinde ve asrımızın şart ve imkânlarına göre yaptıkları ifsadat, Şualar Mecmuasında şöyle ifade ediliyor:

“Meselâ: (113:4) ¬f«T­Q²7~|¬4 ¬€_«$_ÅSÅX7~ cümlesi -şeddeler sayılmaz- bin üçyüz yirmisekiz (1328); eğer şeddedeki (lam) sayılsa, bin üçyüz ellisekiz (1358) adediyle bu umumi harpleri yapan ecnebi gaddarların, hırs ve hased ile bizdeki Hürriyet İnkılabı’nın Kur’an lehindeki neticelerini bozmak fikri ile tebeddül-ü saltanat ve Balkan ve İtalyan Harbleri ve Birinci Harb-i Umumi’nin patlamasıyla maddi ve manevi şerlerin, siyasi diplomatların radyo diliyle herkesin kafalarında sihirbaz ve zehirli üflemeleriyle ve mukad­deratı beşerin düğme ve ukdelerine gizli planlarını telkin etmeleriyle bin se­nelik medeniyet terakkiyatını vahşiyane mahveden şerlerin vücuda gelmeye hazırlanmaları tarihine tevafuk ederek, ¬f«T­Q²7~|¬4 ¬€_«$_ÅSÅX7~ in tam manasına tetabuk eder.” (Ş.267)



3410- İslâmiyetin lehinde olan hâdiseleri aleyhte, aleyhte olan hâdiseleri de lehte gösteren neşriyat organlarıyla yapılan mezkûr ifsadat ve sihirli pro­pagandalarla, (siyasetle meşgul olmaları sebebiyle) bir kısım halkın sihirlen­mişçesine tesirine kapılıp aldandığını ve maddî-manevî zararlara düştüğünü anlatan Bediüzzaman şöyle diyor:

“Bu zamanda merak ile, radyo vasıtasıyla, ciddi alâkadarane küre-i arz­daki boğuşmalara merak edip bakanlar, dikkat edenler, maddi ve manevi pek çok zararları vardır. Ya aklını dağıtır manevi bir divane olur, ya kalbini dağı­tır manevi bir dinsiz olur, ya fikrini dağıtır manevi bir ecnebi olur. Evet ben kendim gördüm: Lüzumsuz bir merak ile, mütedeyyin iken ami bir adam -beride ilme mensubiyeti varken- eskidenberi İslâm düşmanı olan bir kâfirin mağlubiyetiyle ağlamak derecesinde bir mahzuniyet; ve Âl-i Beytten Seyyidler Cemaatinin bir kâfire karşı mağlubiyetinden mesruriyetini gördüm. Böyle ami bir adamın, alâkasız bir geniş daire-i siyaset hatırı için, böyle kâfir bir düşmanı, mücahid bir seyyide tercih etmek, acaba divaneliğin ve aklı dağıtmaklığın en acib bir misali değil midir?

Evet haricî siyaset me’murları ve erkân-ı harbler ve kumandanlara bir derece vazifece münasebeti bulunan siyasetin geniş dairelerine ait mesaili, basit fikirli ve idare-i ruhiye ve diniyesine ve şahsiyesine ve beytiyesine ve karyesine ait lüzumlu vazifesini geri bıraktırmakla, onları meraklandırıp ruh­larını serseri, akıllarını geveze ve kalblerini de hakaik-i imaniye ve İslâmiyeye ait zevklerini, şevklerini kırıp havalandırmak ve o kalbleri serseri etmek ve manen öldürmek ile dinsizliğe yer ihzar etmek tarzında, kemal-i merak ile onlara göre malayani ve lüzumsuz mesail-i siyasiyeyi radyo ile ders verip dinlettirmek, hayat-ı içtimaiye-i İslâmiyeye öyle bir zarardır ki; ileride vere­ceği neticeleri düşündükçe tüyler ürperir.

Evet herbir adam vatanıyla, milletiyle, hükümetiyle, alâkadardır. Fakat bu alâkadarlık, muvakkat cereyanlara kapılıp millet ve vatanını ve hükümetin menfaatini bazı şahısların muvakkat siyasetlerine tabi etmek, belki aynını te­lakki etmek çok yanlış olmakla beraber; o vatanperverlik, milletperverlik his­sinden ve vazifesinden herkese düşen vazife bir ise, kendi kalb ve ruhundan, idare-i şahsiye ve beytiye ve diniye ve hakeza çok dairelerde hakiki vazifedar olduğu hizmet ve alâka ve merak on, yirmi belki yüz’dür. Bu ciddi ve lü­zumlu bu kadar çok alâkaların zararına olarak, o bir tek lüzumsuz ve ona göre malayani olan siyaset cereyanlarına feda etmek, divanelik değil de ne­dir? “ (K.L. 37-38)

Daha bunlar gibi, edebî eserler perdesi altında efkâr ve hayalleri teshir tarzında teşviş eden ve ahlâk-ı umumiyeyi bozan nice roman ve sinemalar ve emsali neşriyat dahi pek çok kimseleri menfi yollara itmesi de endişe edile­cek bir mes’eledir...

3411- Sihir hakkında âyetlerden birkaç not:

-Hz.İsa’nın (A.S.) mu’cizelerine, inanmayanların sihir isnad etmeleri: (5:110)

-İnanmaya niyeti olmayanlar, Kur’anı yazılı olarak gökten indiğini görseler yine inanmazlardı: (6:7) (7:132) Ve bunlar mu’cizelere karşı inanmak istemediklerin­den, daima sihir isnadı yoluna sapmışlardır: (10:2, 76, 77) (11:7) (27:13) (28:36,48) (34:43) (37:15) (43:30) (46:7) (61:6) (Bak: 3702. p. ta âyet notları)

-Resulullah’a (A.S.M.) münkirlerin (reculen meshur) isnad ile, dönülmesi güç olan dalalete sapmaları: (17:47,48) (25:8). Sâhirun kezzab iftirası: (38:4)

-Fir’avunun Musa (A.S.)’a “Seni mezhur zannediyorum” demesi: (17:101) “Sâhirun kezzab” iftirası: (40:24) “Sâhirun ev mecnun” iftirası: (51:39, 52)

-Müşriklerin bazan sihir, bazan rüya, bazan şiir isnadıyla hakkı kabul etmeme­leri: (21:3,5)

Salih (A.S.)’a ve Şuayb (A.S.)’a münkirler, büyülenmişlerdensiniz dediler: (26: 153, 185)

-Azabdan kurtulmak için Firavun kavmi, (Ya eyyühessâhiru) diye Musa (A.S.)’dan dua istediler: (43:49)

-Münkirlerin Kur’ana “sihrun yü’ser” (devam edegelen veya diğerlerinden üstün si­hir) deyip inkâr etmeleri: (74:24)

3412- qqSİRKAT }5h, : Hırsızlık. *İslâmiyette mülkiyet hakkı ve bu hakkın korunması üzerinde ehemmiyetle durulmuş ve Kur’an (2: 188) (4: 2, 29) (5: 38) gibi âyetlerde hırsızlık ve geniş manasıyla, gayrın hakkını batıl yollarla kendine maletmek şiddetle yasaklanmış ve İslâm hukukunda şiddetli cezalar konmuştur.

3413- “Sirkat: Lügatta, gayrın malını hufyeten (gizlenerek) almaktır ki, li­sanımızda hırsızlık tabir olunur...

Hudud, her vecihle kat’î ve yakinî ve şübhe ile sakıt olduğundan, eli ke­silecek hırsıza tam manasıyla şübhesiz olarak sârık veya sârıka denilebilmek için nisab ve hırz (mal sahibinin malını âdet üzere muhafazası) herhalde şart olmalıdır...

Cumhur-u fukaha bunda müttefiktirler. Ancak nisabın miktarında ihtilaf etmişlerdir. Bir kerre rub’-u dinar veya üç dirhemden aşağısına itibar eden olmamış ve İmam-ı A’zam Ebu Hanife Hazretleri, madrub olmak üzere on dirhem gümüş akça kıymetine baliğ olmayana itibar edilmeyeceğini, yani bu­nun madununda ta’zir yapılırsa da had lâzım gelmiyeceğini göstermiştir.” (E.T. 1671)

H.i. 3.cild, 7. Kitab, 2. Bölüm, 5. Mebhas, sh. 276 sirkat hakkındadır. Bülûğ-ul Meram Tercümesi, 4. cild, 41. sahife ve İbn-i Mace 20. Kitab, 22. babı, hadd-i sirkate dairdir. (Bak: Hadd maddesinde 1098-1102. p.lar)



3414- qqSİYASET },_[, : Memleket idare etme ilim ve san’atı. Devlet idare tarzı. Diplomatlık, politika. * Dünya ve âhirette necatlarına sebep ola­cak bir yola irşad ile, beşeriyetin salahına çalışmak. * “Umur-ı raiyenin tan­zimi için hikmet-i hükümet iktizasından olan icraat” (Kamus-u Türkî’den) * Seyislik, at idaresi işleri ile uğraşmak. (Bak: Biat, Emanet, Hilafet, Ulu-l Emr)

3414/1- Rububiyet-i İlahiyenin beşer âlemindeki hâkimiyetin lâzımı olan İlahî talim ve terbiye kaidelerine istinaden insanları iyiye ve kemale tevcih etmek; adalet ve asayiş içinde hayat-ı içtimaiyenin hüsn-ü cereyanını temin etmek için gerekli olan icraatı yapmak mana-yı eammiyle siyaset-i İslâmiyeyi ele alan İmam-ı Gazali Hazretleri, siyaseti dört mertebeye ayırır. Veraset-i Nübüvvet makamında, yani müceddidlik vasfında bulunan dinî şahsiyetlerin, zahirî siyasete girmediklerini ve daha çok münevver sınıfı yani keyfiyetli dar daireyi irşad edeceklerini beyan eder.

İmam-ı Gazali Hazretleri aynen şöyle diyor:

“Beşeriyeti ıslah ile dünya ve âhirette selâmete ulaştıracak doğru yolu gösteren siyaset dört mertebedir:

Birinci ve en üstün mertebe: Peygamberlerin siyaseti, sevk ve idaresi olup, avam ve havass bütün insanların zahir ve batınlarına hükmetmeleridir.

İkinci mertebe: Halife, melik ve sultanların siyaseti ve her sınıf insanlara hükmetmeleridir. Fakat bunlar yalnız zahire hükmeder, batına tesir edemez­ler.

Üçüncü mertebe: Allahu Teala’yı ve dinini bilen, peygamberlerin vârisi olan âlimlerin siyasetidir ki, bunlar hiçbir sınıfın zahirî işlerine karışmayıp kimseyi zecr ve men’edemiyecekleri gibi, umum insanlar da kendilerinden istifade edemez. Ancak münevver tabakanın batınına hitab edebilirler.

Dördüncü mertebe: Vaizlerin siyasetidir. Bunlar da ancak insanların avam kısımlarının batınına hitab ederler. “ (İ.U. ci: l sh: 40)

İslâm siyasetinin mezkûr tarifine göre, insan anlayışı ve tercihlerine da­yanan ve his ve heyecanların mücadele sahası olan siyaset-i beşeriyenin bil­hassa asrımızdaki makam, menfaat, tarafgirlik ve ideolojik mücadeleleri ci­hetiyle asıl vasfı siyaset olamaz. Hatta hadis lisanında bu tarz boğuşmalar, âhirzaman fitnesi olarak vasıflanır.

Gazali Hazretleri, siyasetin her işten üstün ve ilim ve fazilete dayanan bir meslek olduğunu da kaydeder.


Yüklə 13,72 Mb.

Dostları ilə paylaş:
1   ...   134   135   136   137   138   139   140   141   ...   169




Verilənlər bazası müəlliflik hüququ ilə müdafiə olunur ©muhaz.org 2024
rəhbərliyinə müraciət

gir | qeydiyyatdan keç
    Ana səhifə


yükləyin