İSLÂm prensipleri ansiklopediSİ



Yüklə 13,72 Mb.
səhifə136/169
tarix15.01.2018
ölçüsü13,72 Mb.
#38491
1   ...   132   133   134   135   136   137   138   139   ...   169

Bir atıf notu:

-Resulullah’a (A.S.M) salât ü selâm getirmenin hikmeti, bak: 3282.p.

3329- Hadis kitablarında şeairin mühimlerinden olan “selâm”a hayli yer verilmiştir. Ezcümle: Sahih-i Buhari 79. Kitab, l ilâ 9. ve 13, 15,16,18,19,20,21,22. babları ve S.M. 39. kitab ile 5. kitabda 34,36,37,38. ha­disler ve İbn-i Mace, 6. kitab, l. babda 1435. hadis ve 33. kitab, 12,13,14. bablar, selâmlaşmak ve selâm’a ait meseleler hakkındadır.

3330- qqSELEF-İ SALİHÎN w[E7_. ¬rV, : Ehl-i Sünnet ve Cemaatin ilk rehberleri ve Tabiîn ile ashabın ileri gelenleri ve Tebe-i Tabiînden olan müslümanlar. Diğer bir ifade ile Hicretten sonra ilk üçasır içinde yaşamış olan müslümanlar ki, en faziletli zatlardır. Kelâm ilmi üleması, bu devreyi beşinci asra kadar kabul ederler . (Bak: Sabıkîn-i İslâm, Sahabe ve T.T.ci:5 shf: 432’de 2. bölüm)

3331- “Millet-i İslâm üçyüz seneye kadar mümtaz ve serfiraz ve beşyüz seneye kadar filcümle mazhar-ı kemaldir.”(Mu. 30)

“Malum olduğu üzere; her yüz seneye bir karn, bir asır denir. Hicret-i Nebeviyyeden itibaren zamanımıza kadar geçen müddet, on dört karn = asır teşkil etmektedir. Bu karnların en hayırlısı, -bir hadis-i şeriften müstefad ol­duğu üzere- birinci karndır, sonra ikinci ve daha sonra üçüncü karndır. Bunlara “Kurun-u Selase” denilir. Birinci karnda ashab-ı kiram bulunmuş­tur. Sahabe-i kiramdan en son vefat eden Ebuttufeyl Amir’dir ki, vefatı 100 senesine müsadiftir. İkinci karnda tabiîn yani ashab-ı kirama mülaki olmuş olan müslümanlar bulunmuşlardır. Tabiînden en son vefat eden zat da Halef İbn-i Halife’dir ki, vefatı 180 senesine müsadiftir. Üçüncü karnda da tebe-i tabiîn, yani tabiîni görmüş olan ehl-i İslâm bulunmuşlardır. Bu üç karnda sıdk ve adl, salah-ı hal galib bulunmuştur. Bu üç asırda İslâm hukuku, büyük inkişaflar göstermiş, bunlarda büyük müçtehidler yetişmiş, İslâm hukuku başlıca bir ilim halinde tedvin edilmiştir. Sahabe-i kiramdan bir çoklarına mülaki olan müslümanlara “kibar-ı tabiîn” bilahare dünyaya gelip pek azına mülaki olan müslümanlara da “sıgar-ı tabiîn” ünvanı verilmiştir.” (H.İ.ci: l, shf:332)

İbn-i Mace, 36. Kitab-ül Fiten, 28. bab, 4058. hadis, ümmetin beş tabaka olduğunu kaydeder.

3332- qqSELEFİYE y[SV, : İtikadca Ehl-i Sünnet mezhebi üzerinde olan Sahabe ve Tabiîn’in gittikleri yol. Ve bu yolda giden fakihler, muhad­disler ve bu mezhebden olanlar.*Cenab-ı Hakk’ın varlığında ve diğer husus­larda Kur’an-ı Kerim âşikar ne söylemiş ise aynen kabul edenler. Bunlara “Eseriyye” de denir.

3333- Sonradan hak mezheblerin ortaya çıkması, Selefiye yolunu terketmek manasına gelmediği gibi, aksine Ehl-i Sünnet mezhebleri Selefiye yolunu tesbit ve muhafaza etmişlerdir. Zira Hulefa-yı Erbaa’dan sonra git­tikçe genişleyen fikir ihtilafları karşısında, Selefiye yolunun tesbit ve muhafa­zası gerekli idi ve bu, tam sağlam bir şekilde de yapılmıştır. Ehl-i Sünnet ve Cemaat içinde bulunmayan ve doğrudan doğruya Kur’an’a bağlılıkla Selefiye yolundayız diye iddia eden bazı mezhebler de ortaya çıkmıştır. Bunlarla , Ehl-i Sünnet mezheblerini karıştırmamak gerektir. (Bak: Mezheb)

3333/1- qqSELMAN-İ FARİSÎ z,‡_4 –_WV, : İran’ın İsfahan şehrinde doğmuş olan büyük bir sahabe. Evvelce ateşperestti, sonra Hristiyan oldu. Daha sonra papazların nasihatıyla İslâmiyetin geleceğini anlamıştı ve arı­yordu. Yeni Peygamber’e (A.S.M.) kavuşmak için Şam’dan Hicaz’a geldi ve orada kendisini köle yaptılar. Peygamber (A.S.M.) Medine’ye geldiğinde müslüman oldu ve Resulullah onu satın alıp azad etti. İslâmiyete çok hiz­metleri vardır. (R.A.) (Hi.35) tarihinde Medayin’de vefat etmiştir.

3334- qqSEMAVAT €~YW, : (Sema c.) Gökler. Her şeyin sakfı. Gölge­lik. Bulut ve emsali örtü. (Bak: Burc, Ebvab-ı Sema, Kâinat, Yıldız) (Bu mev­zuda fennî malumatın verilmemesinin sebebi, 4003.p.da belirtilmiştir, oraya bakınız)

“Gök kelimesinden de yükseklik anlar isek de, bu kelimenin iştikakı renk manasına olan göklükle alâkadar olduğu ve sema ise mutlak yükseklik mana­sına olan sümüv’den müştak bulunduğu için gök tabirinde tecsim, sema tabi­rinde yükseklik manaları daha bariz olduğundan, gök demek her zaman sema demenin yerini tutmaz.” (E.T. 5234)



3335- Semavatta herbiri birer ayrı âlemin arşı olan sema tabakaları var­dır. “Evet en küçük tabakat-ı mahlukattan olan zerrattan; ta semavata ve semavatın birinci tabakasından, ta arş-ı azama kadar birbiri üstünde teşkilat var. Her bir sema, bir ayrı âlemin damı ve rububiyet için bir arş ve tasarrufat-ı İlahiye için bir merkez hükmündedir.

O dairelerde ve o tabakatta çendan ehadiyet itibariyle bütün esma bulu­nabilir. Bütün ünvanlarla tecelli eder. Fakat nasılki adliyede hâkim-i âdil ünvanı asıldır, hâkimdir. Sair ünvanlar orada onun emrine bakar, ona tabidir.



Öyle de herbir tabakat-ı mahlukatta, herbir semada bir isim, bir ünvan-ı İlahî hâkimdir. Sair ünvanlar da onun zımnındadır. Meselâ: İsm-i Kadir’e mazhar Hazret-i İsa Aleyhisselâm, hangi semada Peygamber Aleyhissalatü Vesselâm ile görüştü ise; işte o sema dairesinde Cenab-ı Hak Kadir ünvanıyla bizzat orada mütecellidir. Meselâ: Hazret-i Musa Aleyhisselâm’ın makamı olan sema dairesinde en ziyade hükümferma, Hazret-i Musa Aleyhisselâm’ın mazhar olduğu “Mütekellim” ünvanıdır ve hakeza..” (S.564)

3336- Ve keza “feza-yı ulvi, bilittifak “esir”ile doludur. Ziya, elektrik ha­raret gibi sair seyyalat-ı latife, o fezayı dolduran bir maddenin vücuduna de­lalet eder. Meyveler ağacını, çiçekler çimenlerini, sünbüller tarlalarını, balıklar denizini bilbedehahe gösterdiği gibi; şu yıldızlar dahi bizzarure menşe’lerini, tarlasını, denizini, çimengâhının vücudunu, aklın gözüne sokuyorlar. Madem âlem-i ulvide muhtelif teşkilat var. Muhtelif vaziyetlerde muhtelif ahkâmlar görünüyor. Öyle ise, o ahkâmların menşe’leri olan semavat, muhtelif­tir.İnsanda cisimden başka nasıl akıl, kalb, ruh, hayat hafıza gibi menavi vü­cutlarda var. Elbette insanı Ekber olan alemde ve şu insan meyvesinin şece­resi olan kâinatta âlem-i cismaniyetten başka âlemler var. Hem âlem-i arz­dan, ta Cennet âlemine kadar herbir âlemin, birer seması vardır.” (S.569)

3337- “Elhasıl: Esirden yapılmış elektrik, ziya, hararet, cazibe gibi seyyalat-ı latifenin medarı olmuş ve hadiste °¿Y­S²U«8 °‚²Y«8 ­š_«WÅK7«~ (284) işare­tiyle, seyyarat ve nücumun harekâtına müsait olmuş ve Samanyolu denilen š_«WÅK7~­?Åh«D«8 dan ta en yakın seyyareye kadar, muhtelif vaziyet ve teşekkülde yedi tabaka, herbir tabaka âlem-i Arz’dan, ta âlem-i berzaha, âlem-i misale; ta âlem-i âhirete kadar birer âlemin damı hükmünde birer semanın bulunması, hikmeten, aklen iktiza eder.” (S.569)

3338- Semavatın sekenelerinden “melaike için deriz ki: Seyyarat içinde mutavassıt ve yıldızlar içinde küçük ve kesif olan küre-i arz, mvcudat içinde en kıymetdar ve nurani olan hayat ve şuur, hesabsız bir surette onda bulu­nuyorlar Elbette karanlık bir hane hükmünde olan şu arza nisbeten müzey­yen kasırlar, mükemmel saraylar hükmünde olan yıldızlar ve yıldızların de­nizleri olan gökler; zişuur ve zihayat ve pek kesretli ve muhtelif-ül ecnas olan melaike ve ruhanilerin meskenleridir.” (S. 569)

3339- Ve keza, yeryüzündeki mahlukat ve masnuatın manevi tezgahları ve küllî kanunları, ulvi âlemler olan semavatta olduğu gibi; netaic ve semeratının mahzenleri de oradadır. (Bak: 548.p.)

3340- “Seb’a semavat” hakkında âyetlerden birkaç not:

-”Seb’a semavat” ifadesi, yani semavatın yedi tabaka olarak yaratılmış olduğu: (2:29 (67:3) (71:15)

-Yedi sema ve yer ve içindekilerin Allah’ı tesbih etmeleri: (17:44)

-”Rabb-üs Semavat-is Seb’i” ifadesi: (23:86) ¬w²[«8²Y«< |¬4 ¯€~«Y«W«, «p²A«, ifadesi : (41:12)

-Yedi tabaka, yedi yol, yedi sistem (manzume, meslek) manalarında

¬s¬¶<~«h«0 «p²A«, tabiri: (23:17)

3341- “Semavatın dokuz tabakadan ibaret olduğu, eski hikmetin hurafe­lerinden biridir. Onların o hurafevari fikirleri, efkâr-ı ammeyi istila etmişti. Hatta bazı müfessirler, bazı âyetlerin zahirini onların mezheblerine meylet­tirmişlerdir. Hikmet-i cedide ise, feza denilen şu boşlukta yalnız yıldızların muallak bir vaziyette durmakta olduklarına kaildir. Bunların mezhebinden semavatın inkârı çıkıyor. Ve bu iki hikmetin birisi ifrata varmışsa da ötekisi tefritte kalmıştır. Şeriat ise, Cenab-ı Hakk’ın yedi tabakadan ibaret semavatı halketmiş olduğuna hâkimdir ve yıldızların da balık gibi o semalar denizle­rinde yüzmekte olduklarına kaildir. Hadis ise semanın °¿Y­S²U«8 °‚²Y«8 (*) den ibaret bulunduğunu emrediyor. Şu hak olan mezhebin, “Altı Mukaddeme” ile tahkikatını yapacağız:

3342- Birinci Mukaddeme: Şu geniş boşluğun “esir” ile dolu olduğu, fennen ve hikmetten sabittir.

İkinci Mukaddeme: Ecram-ı ulviyenin kanunlarını rabteden ve ziya ve hararetin emsalini neşr ve nakleden fezayı doldurmuş bir madde mevcuddur.

Üçüncü Mukaddeme: Madde-i esiriyenin, yine esir olarak kalmak şartıyla, sair maddeler gibi muhtelif teşekkülatı ve ayrı ayrı nevi’leri vardır. Buhar ile su ve buzun teşekkülatları gibi

3343- Dördüncü Mukaddeme: Ecram-ı ulviyeye dikkat edilirse, tabaka­ları arasında muhalefet görünür. Evet yeni teşekküle ve in’ikada başlamış milyarlarca yıldızlardan ibaret Kehkeşan ile anılan tabaka-i esiriye, sabit yıl­dızların tabakasına muhaliftir. Bu da, manzume-i şemsiyenin tabakasına ve hakeza yedi tabakaya kadar birbirine muhalif tabakalar vardır.

3344- Beşinci Mukaddeme: Araştırmalar neticesinde sabit olmuştur ki: Bir maddede teşkil, tanzim, tesviyeler vaki olursa, birbirine muhalif tabakalar husule gelir. Bir madenden, kül, kömür, elmas meydana gelir; ateşten alev, duman husule gelir. Müvellidülma’ ile müvellidülhumuzanın imtizacından su, buz, buhar tevellüd eder.

Altıncı Mukaddeme: Şu müteaddid emarelerden anlaşıldı ki; semavat, müteaddiddir, şeriat sahibi de, yedidir demiştir; öyle ise yedidir. Maahaza yedi, yetmiş, yediyüz sayıları Arab üslublarında kesret için kullanılır.



3345- Arkadaş! Pek geniş bulunan Kur’an-ı Kerim’in hitablarına, mana­larına, işaretlerine dikkat edilmekle bir amiden tut bir veliye kadar bütün tabakat-ı nâsa ve umum efkâr-ı ammeye olan müraatları, okşamaları fevka­lâde hayrete, taaccübe mucibdir.

Meselâ: ¯€~«Y«W«, «p²A«, kelimesinden bazı insanlar hava-i nesimiyenin ta­bakalarını fehmetmiştir; öbür bazı da, arzımız ile arkadaşları olan hayattar küreleri ihata eden nesimî küreleri fehmetmiştir; bir kısmı da, seyyarat-ı seb’ayı fehmetmiştir; bir kısım da manzume-i şemsiye içinde esirin yedi ta­bakasını fehmetmiştir. Bir kısmıda şu bildiğimiz manzume-i şemsiye ile be­raber altı tane daha manzume-i şemsiyeyi fehmetmiştir; bir kısım da esirin teşekkülatı yedi tabakaya inkısam ettiğini fehmetmiştir.

Hülasa: Herbir kısım insanlar, istidadlarına göre feyz-i Kur’andan hisse­lerini almışlardır. Evet Kur’an-ı Kerim bütün şu mefhumlara şamildir diye­biliriz.” (İ.İ.189)

3346- Mevzumuzla alâkalı diğer bir mesele: “Semavat gibi Arz’ın da yedi tabaka olmasıdır. Şu mes’ele, yeni zamanın feylesoflarına hakikatsız görünü­yor. Onların arza ve semavata dair olan fenleri kabul etmiyor. Bunu vasıta ederek bazı hakaik-ı Kur’aniyeye itiraz ediyorlar. Buna dair muhtasaran bir kaç işaret yazacağız.

Birincisi: Evvela: Âyetin manası ayrıdır ve o manaların efradı ve masadakları ayrıdır. İşte o külli mananın müteaddit efradından bir ferdi bu­lunmazsa, o mana inkâr edilmez. Semavatın yedi tabakasına ve arzın yedi katına dair mana-yı küllisinin çok efradından yedi masadak zahiren görünü­yor. Saniyen: Âyetin sarahatında “yedi kat arz” dememiş.

(65:12) Åw­Z«V²C¬8 ¬Œ²‡«ž²~«w¬8«— ¯€~«Y«W«, «p²A«, «s«V«'>¬gÅ7~ ­yÁV7«~ ilâahir. Âyetin za­hiri diyor ki: “Arzı da o seb’a semavat gibi halketmiş ve mahlukatına mesken ittihaz etmiş.” Yedi tabaka olarak halkettim, demiyor. Misliyet ise, mahlukıyet ve mahlukata meskeniyet cihetiyle bir teşbihtir.

3347- İkincisi: Küre-i Arz her ne kadar semavata nisbeten çok küçüktür, fakat hadsiz masnuat-ı İlahiyenin meşheri, mazharı, mahşeri, merkezi hük­münde olduğundan; kalb cesede mukabil geldiği gibi, Küre-i Arz dahi, koca hadsiz semavata karşı bir kalb ve manevi bir merkez hükmünde olarak mu­kabil gelir. Onun için zeminin küçük mikyasta eskidenberi yedi iklimi; hem Avrupa, Afrika, Okyanusya, İki Asya, iki Amerika namlarıyla maruf yedi kıt’ası; hem denizle beraber Şark, Garb, Şimal, Cenub, bu yüzdeki ve Yeni Dünya yüzündeki malum yedi kıt’ası; hem merkezinden ta kışr-ı zahirîye ka­dar hikmeten, fennen sabit olan muttasıl ve mütenevvi yedi tabakası, hem zihayat için medar-ı hayat olmuş yetmiş basit ve cüz’î unsurları tazammun edip ve “yedi kat” tabir edilen meşhur yedi nevi külli unsuru; hem dört un­sur denilen su, hava nar, toprak (türab) ile beraber, “mevalid-i selase” deni­len maadin, nebatat ve hayvanatın yedi tabakaları ve yedi kat âlemleri; hem cin ve ifrit vesair muhtelif zişuur ve zihayat mahlukların âlemleri ve mes­kenleri olduğu çok kesretli ehl-i keşf ve ashab-ı şuhudun şehadetiyle sabit yedi kat arzın âlemleri (Bak:211. P.) hem Küre-i Arzımıza benziyen yedi küre-i uhra dahi bulunmasına, zihayata makarr ve mesken olmasına işareten yedi tabaka, yani yedi küre-i arziye bulunmasına işareten Küre-i Arz dahi, yedi tabaka âyat-ı Kur’aniyeden fehmedilmiştir. (*) (Bak: 267, 3351. P.lar)

İşte yedi nevi ile yedi tarzda Arz’ın yedi tabakası mevcud olduğu tahak­kuk ediyor. Sekizincisi olan âhirki mana, başka nokta-i nazarda ehemmiyetli­dir. O yedide dahil değildir.



3348- Üçüncüsü: Madem Hakîm-i Mutlak israf etmiyor, abes şeyleri ya­ratmıyor. Ve madem mahlukatın vücudları zişuur içindir ve zişuurla kemalini bulur ve zişuurla şenlenir ve zişuurla abesiyetten kurtulur. Ve madem bilmüşahede o Hakîm-i Mutlak, o Kadir-i Zülcelal, hava unsurunu, su âle­mini, toprak tabakasını hadsiz zihayatlarla şenlendiriyor. Ve madem hava ve su, hayvanatın cevelanına mani olmadığı gibi, toprak, taş gibi kesif maddeler, elektrik ve röntgen gibi maddelerin seyrine mani olmuyorlar. Elbette o Ha­kîm-i Zülkemal, o Sani-i Bîzeval, Küre-i arzımızın merkezinden tut, ta mes­kenimiz ve merkezimiz olan bu kışr-ı zahirîye kadar birbirine muttasıl yedi küllî tabakayı ve geniş meydanlarını ve âlemlerini ve mağaralarını boş ve halî bırakmaz. Elbette onları şenlendirmiş. O âlemlerin şenlenmesine münasib ve muvafık zişuur mahlukları halkedip orada iskan etmiştir.

O zişuur mahluklar, mademki melaike ecnasından ve ruhanî envalarından olmak lâzım gelir. Elbette en kesif ve en sert tabaka, onlara nisbeten, balığa nisbeten deniz ve kuşa nisbeten hava gibidir. Hatta zeminin merkezindeki müdhiş ateş dahi, o zişuur mahluklara nisbeti, bizlere nisbeten Güneşin harareti gibi olmak iktiza eder. O zişuur ruhanîler nurdan oldukları için, nar onlara nur gibi olur.



3349- Dördüncüsü: Onsekizinci Mektub’da tabakat-ı Arzın acaibine dair ehl-i keşfin tavr-ı akıl haricinde beyan ettikleri tasvirata dair bir temsil zikre­dilmiştir. Hülasası şudur ki: Küre-i Arz, âlem-i şehadette bir çekirdektir; âlem-i misaliye ve berzahiyede bir büyük ağaç gibi, semavata omuz omuza vuracak bir azamettedir. Ehl-i keşfin Küre-i Arzda ifritlere mahsus tabaka­sını bin senelik bir mesafe görmeleri, alem-i Şehadete ait küre-i arzın çekir­değin de değil belki alem-i misalîdeki dallarının ve tabakalarının tezahürüdür. Madem Küre-i Arzın zahiren ehemmiyetsiz bir tabakasının böyle başka âlemde azametli tezahüratı var; elbette yedi kat semavata mukabil yedi kat denilebilir ve mezkûr noktaları ihtar için îcaz ile i’cazkârane bir tarzda âyat-ı Kur’aniye, semavatın yedi tabakasına karşı bu küçücük arzı mukabil göster­mekle işaret ediyor.” (L.64-66)

Bir atıf notu:

-Arzın insanla kazandığı manevi değer, bak:274. P.

3350- “Eski hikmet, semavatı dokuz tasavvur edip, lisan-ı şer’îde Arş ve Kürsi, yedi semavat ile beraber kabul edip acib bir suretle semavatı tasvir etmiştiler. O eski hikmetin dâhî hükemasının şa’şaalı ifadeleri, nev’-i beşeri çok asırlar müddetince tahakkümleri altında tutmuşlar. Hatta çok ehl-i tefsir âyatın zahirlerini onların mezhebine göre tevfik etmeye mecbur kalmışlar. O suretle Kur’an-ı Hakîm’in i’cazına bir derece perde çekilmişti. Ve hikmet-i cedide namı verilen yeni felsefe ise, eski felsefenin mürur ve ubura ve hark ve iltiyama kabil olmıyan semavat hakkındaki ifratına mukabil tefrit edip, semavatın vücudunu âdeta inkâr ediyorlar. Evvelkiler ifrat, sonrakiler tefrit edip hakikatı tamamıyla gösterememişler. Kur’an-ı Hakîm’in hikmet-i kudsiyesi ise, o ifrat ve tefriti bırakıp, hadd-i vasatı ihtiyar edip der ki: Sani-i Zülcelal, yedi kad semavatı halketmiştir. Hareket eden yıldızlar ise, balıklar gibi sema içinde gezerler ve tesbih ederler. Hadiste °¿Y­S²U«8 °‚²Y«8 ­š_«WÅK7~ (*) denilmiş. Yani: “Sema, emvacı karardade olmuş bir denizdir.” (L.66)

3351- Akıl sahibi olan şahsı bildiren ²w«8 zamirinin ve göklerde ve yerde kimler varsa mealindeki cümlelerin geçtiği âyetler:

-(3:83) (10:66) (13:15) (19:93) (21:19) (22:18) (24:41) (27:65,87) (30:26) (39:68) (55:29)

-Semavatta dabbe: (42:29) “Bu ayetin zahirine göre göklerde de hayvanat vardır. Mücahit de buna kail olmuştur. Diğer bazıları ise semevattaki dabbeden murad ha­vada uçuşan hayvanat olduğuna zâhib olmuşlarsa da böyle bir te’vile zaruret yok­tur.” (E.T. 4242)

-Kur’an (21:32) âyetinde: Sakf-ı mahfuz ve bir levha-i ibret olarak yaratılan se­mayı tefekkür etmekten i’raz edenler takbih edilir.

3352- Kur’anda zikredilen sema-i dünya hakkında şu bilgi veriliyor:

“Sema-i dünya terkibini dünyanın seması demek gibi izafet terkibi zan­nederek yanlış anlamağa alışmış olanlar, bizim buna dünya sema dememizi tuhaf bulurlarsa da, biz bunun doğrusu “dünya” sıfat, “sema” mevsuf olarak sıfat terkibi olduğunu anlatmak için yukarıdan beri dünya sema demeyi ter­cih eyledik ki; hayat-ı dünyaya dünya hayat dememiz de böyledir. Gerçi dünya lafzı lisanımızda olduğu gibi sıfat-ı galibe kabilinden isim olarak dahi isti’mal olunursa da, Kur’anda hep sıfat olarak zikredilmiş olduğundan o mazmunu muhafaza lâzımdır.

Dünya, ednanın müennesi ism-i tafdil olup denaet yahud dünüvvden müştak olmasına nazaran, en aşağı yahud en yakın sema demek olur.” (E.T.5188)

3353- Hem “(67:5) _«[²9Çf7~ «š_«WÅK7~_«XÅ<«ˆ ²f«T«7«— âyetinde, semayı dünyaya izafe ile tavsif etmesi ve dünyanın âhiret ile mukabil tutulması ile işaret eder ki; sema-i dünyadan başka altı tabaka semavat-ı âherler; berzahtan ta Cen­net’e kadar olan başka âlemlere bakıyorlar ve şu görünen gökyüzü, bütün yıldızlarıyla ve tabakatıyla - Alluh’u a’lem- yalnız bu dünyanın seması olsa gerektir.” (M.Nu. 272)

3354- “Sema-i dünya” ifadesi Kur’anda (37:6) ve (41:12) âyetlerinde de geçer.

3355- Beşerin teknik terakki ile semaya teveccühü hakkında Kur’an ve ehadiste bazı gizli remizler vardır. Ezcümle Kur’an (38:10,11) âyetleri, tek­niğine güvenerek gururlanan ve Malik-i Semavat’ın saltanatından gafil olan beşerin semaya teveccüh edeceğine ve o devirdeki birbirine zıd siyası hizibleriyle hezimete mahkûm iktidarlarına ve dünyevi menfaat için birleşen devletlerine (Kur’anın her asra bakan mana külliyeti kaidesine binaen) remzeder. Aynı surenin 14. Âyetine kadar olan devamında, bu hiziblerin geçmişteki azgın emsallerinin devamı olduklarını da ihtar ediyor.

Aynı surenin 10. Âyetinde geçen: ¬_«A²,«ž²~|¬4~Y­T«#²h«[²V«4 ifadesi semavatta Allah’ın koyduğu sebeb ve kanunlara ve semada vaz’olunan mizana (Bak: Kur’an 55:7) yapışarak ve içine girerek göğe yükselmekle alâkalı müteşabih nev’inden bazı rivayetler de vardır. Meselâ Sahih-i Müslim’de nakledilen ha­disin bir kısmı olan şu ifade gayet manidardır:

²v¬Z¬"_ÅL­X¬" «–Y­8²h«[«4 ¬š_«WÅK7~ |¬4 ²w«8 ²u­B²T«X²V«4 Åv­V«;

_®8«… ®}«"Y­N²F«8 ²v¬Z²[«V«2 ­yÁV7~ Ç…­h«[«4 ¬š_«WÅK7~ |«7¬~

“Yani: Şimdi gelin de gökte bulunanları öldürelim (derler) ve oklarını gökyüzüne doğru atarlar. Allah onların oklarını bir kan ile boyanmış olarak kendilerine döndürür.” (S.M. ci.8, sh: 481, hadis no:111)

Hadiste geçen (nüşşab), uzak menzile atılan ve ucuna maden geçirilen temrenli oktur ki, teknik dünyanın fezaya fırlattıkları oklarına (füze v.s. âlet ve cihazatlarına) da telmih vardır. Hadiste adı geçen ok’un akıllı imiş gibi sahiblerine geri döndürülmesi, bu makamda çok manidar düşmüştür.

Yaş ve kuru herşey içinde bulunan Kur’an, (Bak: 6:59) beşerin teknik te­rakkisine de gizli işaretlerle elbette temas edecektir. Evet (15:14, 15) (40:36, 37) (55:33) (84:18, 19) ve emsali âyetler, teknik terakkiyata da ince remiz­lerle baktığı düşünülebilir.

3356- Hem “arzın semavatla alâkası, muamelesi olup aralarında çok bü­yük irtibat vardır. Evet arza gelen ziya, hararet, bereket vesaire, semavattan geliyor. Arzdan da semaya dualar, ibadetler, ruhlar gidiyor. Demek aralarında cereyan eden ticarî muameleden anlaşılıyor ki; arzın sakinleri için semaya çıkmaya bir yol vardır ki, enbiya, evliya, ervah cesedlerinden tecerrüd ile semavata uruc ederler.” (M.N. 204)

3357- Ve keza “bu güzel âlemin bir maliki bulunmaması muhal olduğu gibi, kendisini insanlara bildirip tarif etmemesi de muhaldir. Çünki insan malikin kemalatına delalet eden âlemin hüsnünü görüyor; ve kendisine beşik olarak yaratılan Küre-i Arzda istediği gibi tasarruf eden bir halifedir. Hatta sema-i dünyada dahi aklıyla çalışıyor ve küçüklüğüyle, zaafiyetiyle beraber hârika tasarrufat-ı acibesiyle eşref-i mahlukat ünvanını almıştır.” (M.N.138)

Bir atıf notu:

-Semavat âlemi, yalnız âlem-i cismanîye bakmıyor, bak: 1018. P.

3358- qqSEMUD …YW$ : (Sümud) Kur’anda ismi geçen bir kavim adı. Salih Peygamber’in (A.S.) kavmi (Bak: Salih (A.S.)

Elmalılı Hamdi Yazır (11:61) âyetinin tefsirinde şu malumatı veriyor:

“Semud, Arabdan bir kabile olup büyük babaları Semud İbn-i Amir İbn-i İrem İbn-i Sam’ın ismini almışlardır. Diğer bir kavle göre de, az su demek olan “semed’den me’huz olup sularının azlığından dolayı bu namı almışlar­dır. Salih Aleyhisselâm’ın nesebi de “Salih İbn-i Ubeyd İbn-i Esef İbn-i Maşıh İbn-i Ubeyd İbn-i Cader İbn-i Semud olup kavm-i Semud’un eşrafın­dan imiş.” (E.T. 2796)

(91:11) _«Z<«Y²R«B¬" ­…Y­W«$ ²a«"Åg«6 âyetinin tefsirinde şu bilgi veriliyor:

“Mükerreren geçtiği üzere Semud, Arab-ı baideden, yani tamamen helâk ve münkarız olmuş ve helâkleri kıssası dillere destan olarak kalmış meşhur bir ka­vimdir. Müteaddid surelerde beyan olunduğu üzere Allah Teala onlara Peygam­ber olarak Salih Aleyhisselâm’ı ba’s buyurmuş, sıdkına âyet, mu’cize istedikle­rinde:

¬Œ²‡«~ |¬4 ²u­6Ì_«# _«;—­‡«g«4 ®}«<³~ ²v­U«7 ¬yÁV7~ ­}«5_«9 ¬˜¬g«;

°v[¬7«~ °~«g«2 ²v­6«g­'²_«[«4 ¬šY­K¬" _«;YÇK«W«# «ž~«— ¬y¬±V7~

(7:73) buyurulduğu vechile, bir Allah nakası, hârikulâde bir dişi deve âyet ola­rak gösterilmiş ve (26:155) ¯•Y­V²Q«8 ¯•²Y«< ­²h¬- ²v­U«7«— °²h¬-_«Z«7 mucebince onun suvarılmasına münavebe suretiyle bir gün tahsis olunmuş ve Allah’ın ar­zında yayılmak üzere bırakılması ve kötülüklerle dokunulmaması, doku­nulduğu takdirde elîm bir azab geleceği haber verilmiş idi.” (E.T. 5863)



3359- İşte bunun gibi pekçok peygamberlerin hakka davetlerine karşı kavimlerinin isyanlarına verilen ceza ve helaketlerini Kur’an tekraren ibret nazarlarına arzettiği kıssaların mühimlerinden olan Semud kavmi hakkında da çok âyetler vardır. Ezcümle, Semud kavminin ibretlik cezaları: (51:43 ilâ 45) âyetlerinde zikredilir.

3360- qqSEPTİSİZM •i[K[B, : Fls: Müsbet veya menfi hiçbir kat’i hükme varamıyan ve daim şüphe içinde olmayı kabul eden sapık felsefe sis­temi. Şüphecilik. Osmanlıca: Hisbaniye, reybiye. (Bak: Feylesof)

qqSETR-İ AVRET ?‡Y2 hB, : (Bak: Avret)

3361- qqSEVAB ~Y$ : Yapılan amelin karşılığı. Ceza. Amellerinin karşı­lığı olarak insana rücu’ eden şey. Hayır. Hayırlı iş. Allah (C.C.) tarafından mükâfatlandırılacak doğruluk ve iyilik karşılığı. Allah’ın (C.C.) rızasını ka­zanmağa mahsus iyi amel.

Amelin karşılığını vermek manasında olarak en çok hayırda kullanılır. Şerde kullanılınca daha çok, tehekküm ifade eder. (Bak: Ashab-ı Yemin, Cevşen-ül Kebir, Dua, Hasenat, Sadaka, Şuhur-u Selase, Zikir)



Bir atıf notu:

-Ramazanda sevab-ı a’malin çokluğu, bak: 3010. P.

3362- Amellerin sevabına dair ve bazı surelerin faziletleri hakkında ge­len rivayetlerde mübalağa zannedilen noktalar hakında Hz. Bediüzzaman şu izahatı veriyor:

“Mesail-i imaniyeden bir kısmın netaici, şu mukayyed ve dar âleme ba­kar. Diğer bir kısmı, geniş ve mutlak olan âlem-i âhirete bakar. Amellerin fa­zilet ve sevabına dair ehadis-i şerifenin bir kısmı tergib ve terhibe münasib bir te’sir vermek için belagatlı bir üslupta geldiğinden dikkatsiz insanlar on­ları mübalağalı zannetmişler. Halbuki bütün onlar ayn-ı hak ve mahz-ı haki­kat olduklarından mücazefe ve mübalağa, içlerinde yoktur. Ezcümle, en zi­yade insafsızların zihnini kurcalayan şu hadistir ki:

_«8 ¯}«/Y­Q«" «ƒ_«X«% ¬yÁV7~ «f²X¬2 _«[²9Çf7~ ¬a«9¬ˆ«— ²Y«7

(*) ¯š_«8 «}«2²h­% _«Z²X¬8 ­h¬4_«U²7~ «¬h«-

-ev kema kal- Meal-i şerifi: “Dünyanın Cenab-ı Hakk’ın yanında bir sinek kanadı kadar kıymeti olsa idi, kâfirler bir yudum suyu ondan içmiyecek idi­ler.” Hakikatı şudur ki: ¬yÅV7~ «f²X¬2 tabiri, âlem-i bekadan demektir. Evet âlem-i bekadan bir sinek kanadı kadar bir nur madem ebedîdir; yeryüzünü doldu­racak muvakkat bir nurdan daha çoktur. Demek koca dünyayı bir sinek ka­nadıyla müvazene değil, belki herkesin kısacık ömrüne yerleşen hususi dün­yasını, âlem-i bekadan bir sinek kanadı kadar daimî bir feyz-i İlahîye ve bir ihsan-ı İlahîye müvazeneye gelmediği demektir. Hem dünyanın iki yüzü var, belki üç yüzü var. Biri Cenab-ı Hakk’ın esmasının ayineleridir. Diğeri: Âhirete bakar, âhiretin tarlasıdır. Diğeri; fenaya, ademe bakar. Bildiğimiz marzi-yi ilahî olmıyan, ehl-i dalaletin dünyasıdır. Demek esma-i Hüsnanın ayineleri ve Mektubat-ı Samedaniye ve âhiretin mezraası olan koca dünya değil; belki âhirete zıd ve bütün hatiatın menşei ve beliyyatın menbaı olan dünyaperestlerin dünyasının âlem-i âhirette ehl-i imana verilen sermedî bir zerresine değmediğine işarettir. İşte en doğru ve ciddi şu hakikat nerede ve insafsız ehl-i ilhadın fehmettikleri mana nerede! O insafsız ehl-i ilhadın en mübalağa, en mücazefe zannettikleri mana nerede!

3363- Hem meselâ: İnsafsız ehl-i ilhadın mübalağa zannettikleri, hatta muhal bir mübalağa ve mücazefe tevehhüm ettikleri biri de, amellerin seva­bına dair ve bazı surelerin faziletleri hakkında gelen rivayetlerdir. Meselâ: “Fatihanın Kur’an kadar sevabı vardır.” “Sure-i İhlas, sülüs-ü Kur’an”, “Sure-i İza Zülziletil-ardu, rubu”, “Sure-i Kul ya eyyühel-kâfirun, rubu”, “Sure-i Yasin, on def’a Kur’an kadar” olduğuna rivayet vardır. İşte insafsız ve dikkatsiz insanlar demişler ki: “Şu muhaldir. Çünki Kur’an içinde Yasin ve öteki faziletli olanlar da vardır. Onun için manasız olur!”

Elcevab: Hakikatı şudur ki: Kur’an-ı Hakîm’in herbir harfinin bir sevabı var, bir hasenedir. Fazl-ı ilahîden o harflerin sevabı sünbüllenir, bazan on tane verir, bazan yetmiş, bazan yediyüz (Âyetül-Kürsî harfleri gibi), bazan binbeşyüz (Sure-i İhlas’ın harfleri gibi), bazan onbin (Leyle-i Berat’ta okunan âyetler ve makbul vakitlere tesadüf edenler gibi) ve bazan otuzbin, meselâ haşhaş tohumunun kesreti misillü Leyle-i Kadir’de okunan âyetler gibi. Ve “o gece bin aya mukabil” işaretiyle bir harfinin o gecede otuzbin sevabı olur anlaşılır. İşte Kur’an-ı Hakîm, tezauf-u sevabıyla beraber elbette müvazeneye gelmez ve gelemiyor. Belki asıl sevabı ile bazı surelerle müvazeneye gelebilir. Meselâ: İçinde mısır ekilmiş bir tarla farzedelim ki, bin tane ekilmiş. Bazı habbeleri yedi sünbül vermiş farzetsek, herbir sünbülde yüzer tane olmuş ise, o vakit tek bir habbe bütün tarlanın iki sülüsüne mukabil oluyor. Meselâ: Birisi de on sünbül vermiş, herbirinde ikiyüz tane vermiş, o vakit birtek habbe asıl tarladaki habbelerin iki misli kadardır. Ve hakeza kıyas et.



3364- Şimdi Kur’an-ı Hakîm’i nurani, mukaddes bir mezraa-i semaviye tasavvur ediyoruz. İşte herbir harfi asıl sevabıyla birer habbe hükmündedir. Onların sünbülleri nazara alınmayacak. Sure-i Yasin, İhlas, Fatiha, Kul ya eyyühel-kâfirun, İza Zülziletil-ardu gibi sair faziletlerine dair rivayet edilen sure ve âyetlerle müvazene edilebilir.

Meselâ: Kur’an-ı Hakîm’in üçyüzbin altıyüzyirmi harfi olduğundan Sure-i ihlas besmele ile beraber altmış dokuzdur. Üç defa altmış dokuz, ikiyüzyedi harftir. Demek Sure-i İhlas’ın herbir harfinin haseneleri binbeşyüze yakındır. İşte Sure-i Yasin’in hurufatı hesab edilse, Kur’an-ı hakîm’in mecmu-u huru­fatına nisbet edilse ve on defa muzaaf olması nazara alınsa şöyle bir netice çıkar ki: Yasin-i Şerif’in herbir harfi takriben beşyüze yakın sevabı vardır. Yani o kadar hasene sayılabilir. İşte buna kıyasen başkalarını dahi tatbik et­sen, ne kadar latif ve güzel ve doğru ve mücazefesiz bir hakikat olduğunu anlarsın. (Kur’an’ın her bir harfinin on sevabı var, bak: 2132, 3590. P.lar)



3365- Onuncu Asıl: ekser taife-i mahlukatta olduğu gibi, ef’al ve a’mal-i beşeriyede bazı hârika fertler bulunur. O fertler eğer iyilikte ileri gitmişse, o nevilerin medar-ı fahrleridir. Yoksa medar-ı şeametleridir. Hem gizleniyor­lar. Adeta birer şahs-ı manevi, birer gaye-i hayal hükmüne geçerler. Sair fertlerin herbirisi o olmağa çalışır ve o olmak ihtimali var. Demek o mü­kemmel hârika fert; mutlak, mübhem bulunup heryerde bulunması müm­kün. Şu ibham itibariyle mantıkça kazıye-i mümkine suretinde külliyetine hükmedilebilir. Yani herbir amel şöyle bir netice verebilmesi mümkündür: Meselâ “Kim iki rek’at namazı filan vakitte kılsa, bir hac kadardır.” İşte iki rek’at namaz bazı vakitte bir hacca mukabil geldiği hakikattır. Herbir iki rek’at namazda bu mana külliyet ile mümkündür. Demek şu nevideki riva­yetler, vukuu bilfiil daimî ve küllî değil. Zira kabulün madem şartları vardır, külliyet ve daimîlikten çıkar. Belki ya bilfiil muvakkattır, mutlaktır veyahut mümkinedir, külliyedir. Demek şu nevi ehadisteki külliyet ise, imkân itiba­riyledir. Meselâ: “Gıybet, katil gibidir.” Demek gıybette öyle bir fert bulunur ki, katil gibi bir zehr-i katilden daha muzırdır. Meselâ: “Bir güzel söz, bir abdi azad etmek gibi bir sadaka-i azîmenin yerine geçer.” Şimdi tergib ve teşvik için o mübhem ferd-i mükemmel, mutlak bir surette heryerde bulun­masının imkânını vaki bir surette göstermekle, hayra şevki ve şerden nefreti tahrik etmektir. Hem de şu âlemin mikyasiyle âlem-i ebedînin şeyleri tartıl­maz. Buranın en büyüğü, oranın en küçüğüne müvazi gelemez. Sevab-ı a’mal o âleme baktığı için dünyevi nazarımız ona dar geliyor, aklımıza sığıştı­ramıyoruz. Meselâ:

«–—­‡_«;«— |«,Y­8 ¬~«Y«$ «u²C¬8 ­y«7 «|¬O²2­~ ~«g«; «~«h«5 ²w«8

Yani:

«w[¬W«7_«Q7²~ ¬±«‡ «w[¬/²‡«ž²~ ¬±«‡«— ¬€~«Y«WÅK7~ ¬±«‡ ¬y±V¬7 ­f²W«E²7«~



­v[U«E²7~ ­i<¬i«Q7²~ «Y­;«— ¬Œ²‡«ž²~«— ¬€~«Y«WÅK7~ |¬4 ­š_«<¬h²A¬U7²~ ­y«7«—

­v[U«E²7~ ­i<¬i«Q7²~ «Y­;«— ¬Œ²‡«ž²~«— ¬€~«Y«WÅK7~ |¬4 ­}«W«P«Q²7~ ­y«7—

«w[¬W«7_«Q7²~ ¬±«‡ «w[¬/²‡«ž²~ ¬±«‡«— ¬€~«Y«WÅK7~ ¬±«‡ ¬y±V¬7 ­f²W«E²7«~

­v[¬U«E²7~ ­i<¬i«Q²7~ «Y­;«— ¬€~«Y«WÅK7~ Ç«‡ ­t²V­W²7~ ­y«7«—



İnsafsız ve dikkatsizlerin en ziyade nazar-ı dikkatini celbeden şu gibi ri­vayetlerdir. Hakikatı şudur ki: Dünyada dar nazarımızla, kısacık fikrimizle Musa ve Harun Aleyhisselâmların sevablarını ne derece tasavvur ediyoruz, biliyoruz. Âlem-i ebediyette Rahim-i Mutlak, saadet-i ebedîde nihayetsiz ih­tiyaç içinde bir abdine birtek virde mukabil vereceği hakikat-ı sevab, o iki zatın sevablarına -fakat dairei ilmimize ve tahminimize giren sevablarına- müsavi olabilir. Meselâ: Bedevi, vahşi bir adam hiç padişahı görmemiş. Sal­tanat haşmetini bilmiyor. Bir köyde bir ağayı nasıl tasavvur eder, o mahdut fikriyle bir padişahı ondan büyükçe bir ağa kadar bilir. Hatta bizde sade-dil bir taife var ki, eskiden diyorlardı ki: “Padişah, kendi ocağı yanında ve tence­resinin başında pişirdiği bulgur çorbası yanında ne yapıyor, bizim ağamız onu biliyor.” Demek onlar, padişahı o kadar dar bir vaziyette ve adi bir su­rette tahayyül ediyorlar ki, kendi bulgur çorbasını kendi pişiriyor adeta bir yüzbaşı haşmetinde farzediyorlar. Şimdi biri o adamlardan birisine dese: “Sen bugün benim için bu işi yapsan, senin bildiğin padişah haşmeti kadar sana bir haşmetlik vereceğim, yani bir yüzbaşı kadar bir rütbe vereceğim.” O söz hakikattır. Çünki haşmet-i padişhîden onun dar daire-i fikrine giren, an­cak bir yüzbaşılık kadar bir şevkettir.

3366- İşte dünya nazarıyla, dar fikrimizle âhirete müteveccih hakaik-ı sevabiyeyi o bedevi adam kadar da düşünemiyoruz. Hazret-i Musa (A.S.) ve Harun’un (A.S.) meçhulümüz olan hakiki sevabları ile müvazene değil, -çünki teşbih kaidesi, meçhulü maluma kıyas eder- Belki müvazene edilen ve malumumuz olan ve tahminimize giren sevablarıyla bir abd-i mü’minin bir virdine mukabil meçhulümüz olan hakiki sevabıdır. Hem de deniz yüzü ile katrenin gözbebeği Güneşin tamam aksini tutmakta müsavidirler. Fark key­fiyettedir. Hazret-i Musa (A.S.) ve Harun’un (A.S.) deniz-misal ayine-i ruhla­rına in’ikas eden mahiyet-i sevab, bir katre hükmünde bir abd-i mü’minin bir âyetten aldığı aynı mahiyet-i sevabdır. Mahiyetçe, kemiyetçe birdirler. Keyfi­yet ise, kabiliyete tabidir. Hem bazan olur ki, birtek kelime, birtek tesbih, öyle bir saadet hazinesini açar ki, altmış sene hizmetle o açılmamış. Demek bazı hâlât oluyor ki, birtek âyet Kur’an kadar faide verebilir. Hem ism-i A’zama mazhar olan Resul-i Ekrem Aleyhissalatü Vesselâm’ın bir âyette mazhar olduğu feyz-i İlahî, belki bir peygamberin umum feyzi kadar olabilir. Veraset-i Ahmediye ile ism-i A’zam zılline mazhar bir mü’min, kendi kabili­yeti itibariyle kemiyetçe bir Nebi’nin feyzi kadar sevab alıyor denilse hilaf-ı hakikat olamaz. Hem de sevab ve fazilet, nur âlemindendir. O âlemden bir âlem, bir zerreye sığışabilir. Nasılki bir zerrecik bir şişede, semavat nücumuyla beraber görünebilir. Öyle de: Niyet-i halise ile şeffafiyet peyda eden bir zikirde veya bir âyette, semavat gibi nurani sevab ve fazilet yerleşe­bilir.” (S.345-349)

3367- “Bir biçare vesveseli ve hassas ve dinsizlerle görüşen bir adam, meşhur dua-i Nebevî olan “Cevşen-ül Kebir” hakkında ve akıl haricindeki sevab ve faziletine dair bir hadisi görmüş, şüpheye düşmüş. Demiş: “Ravi, ehl-i Beyt’in imamlarındandır. Halbuki hadsiz bir mübalağa görünüyor. Me­selâ içinde der: Bu duaya Kur’an kadar sevab verilir. Hem göklerdeki büyük melaikeler, o dua sahibini gördükçe, kürsilerinden inip ona pek büyük bir tevazu ile hürmet ederler. Bu ise, aklın ve mantığın mikyaslarına gelmez” diye, Risale-i Nur’dan imdad istedi. Ben de Kur’andan ve Cevşen’den ve Nurlardan gayet kat’i ve tam akıl ve hikmete mutabık bir cevap verdim. Size gayet kısa bir icmalini beyan ediyorum. Şöyle ki, ona dedim:

3368- Evvela: Yirmidördüncü Söz’ün Üçüncü Dalında on adet “usûl” var, böyle şüpheleri esasıyla keser, izale eder. Ona bak, cevabını al.

Saniyen: Her gün bütün ümmet kadar hasenat ona işlenen ve bütün ümmetin saadetlerine yardım eden ve ism-i azamın mazharı ve kâinatın çe­kirdek-i aslîsi, hem en mükemmel ve cami meyvesi olan Zat-ı Ahmediye Aleyhissalatü Vesselâm, o duanın kendi hakkında o azîm mertebesini gör­müş, ona haber veren Cebrail Aleyhisselâm’dan işitmiş, başkalarını kendine kıyas etmiş veya edilmiş. Demek o pek fevkalâde ve acib sevab, Zat-ı Ahmediye’nin (A.S.M.) velayet-i kübrasından ona gelmiş. Külli, umumi de­ğil, belki o duanın mahiyetinde böyle hârika bir kıymet var ve ism-i azam mazharı olan zatın tebaiyetiyle başkalara dahi o sevab mümkündür; fakat ga­yet ehemmiyetli şartları var, yalnız okumak kâfi gelmez. Yoksa müvazene-i ahkâmı bozar, farzlara ilişir.



3369- Salisen: O dua, nasılki Zat-ı Ahmediye’ye baktığı vakit mübalağa­dan münezzeh ve ayn-ı hakikat oluyor; öyle de, o duadaki yüzer esma-i hüsnanın hakikatlarına baktığı zaman değil mübalağa, belki onların nihayet­siz tecellilerinden gelmesi mümkün ve gelebilen feyizlerin nihayetsizliğini göstermek için pek az bir kısmını Muhbir-i Sâdık (A.S.M.) haber vermiş ve teşvik için mübhem ve mutlak bırakmış. Sonra mürur-u zamanla o kaziye-i mümkine ve mutlaka, bilfiil vaki ve külliye telakki edilmiş.

3370- Rabian: Yirminci Lem’a-i İhlas’ta bir adama beşyüz senelik bir ge­nişlikte bir Cennet verilmesine dair olan bir haşiye var. Ona da bak, gör ki; o koca Cennet’in verilmesi, bilmediğimiz tarzda bir malikiyet değil, belki insan nasıl hususi hanesine çok cihetlerle maliktir, sahiptir; öyle de; zemin yüzün­deki şeylere çok duygularıyla bir nevi maliktir, tasarruf ve istifade edebilir. Hem koca dünyayı, benim hanemdir, bana vermiş ve güneş lambamdır diye­bilir.

Demek bazı fevkalhad, hârika ve akıl haricindeki bir kısım sevablar, bu mezkûr hakikata bakar.

Hem İslâmiyette her sevabın, her fazilet-i a’malin en evvel mazharı ve bizlerin bir duada bir zerre sevabımızda, o duada bir dağ kadar sevab ve feyzi kazanan Zat-ı Ahmediye (A.S.M.) hususi virdler ve dualar ve şeriat ve risalet cihetiyle değil, belki velayet-i Ahmediye noktasında ve umumi olma­yan derslerinde, kendine verilen en yüksek mertebeyi beyan eder. Kendine tam tebaiyet eden has varislerini, o noktalara teşvik eder.” (E.L.I. 162-163)

Atıf notları:

-Fesad-ı ümmet zamanında sünnete ittiba ile kazanılan sevab, bak: 3465. P.

-Sevab-ı uhrevî cihetinde sahabelere yetişilmez, bak: 3205. P.

3371- Sevab hakkında âyetlerden birkaç not:

-Dünya ve âhiret sevabı: (3:145) (4:134)

-Sevabın en güzeli, ind-i İlahîdekidir: (3:195)

-En iyi sevab, mal ve evlad değil, bakıyat-üs salihattır: (18:46) (19:76)

- Alâkalı: (28:80)

-Kâfirlerin sevablarını (cezalarını) bulması: (83: 36)

- Haseneye on, seyyieye misil karşılık verilmesi: (6:160)

qqSEVGİ > Y, : (Bak: Muhabbet)

3372- qqSEYAHAT }&_[, : Yolculuk, gezmek. (Bak: Seyr, Tenezzüh)

Müfessir Hamdi Yazır Efendi tefsirinde; Kur’an (9:112) âyetinde geçen seyyahlar manasındaki “saihun” kelimesinin; oruç tutanlar, fisebilillah hicret eden mücahidler, ilim için sefer edenler, âyat-ı İlahiyeyi tefekkür için seyre­denler, diye tefsir edilmiş olduğunu bildirir. Keza (9:2) âyetinde de

¬Œ²‡«ž²~|¬4 ~Y­E[¬, ifadesi geçer.

Bir hadis-i şerifte “ ~Y­5«ˆ²h­#«—~YÇE¬M«#~—­h¬4_«, (285) Yani: Müsaferette, seya­hatte bulununuz, sıhhat bulursunuz ve merzuk olursunuz.” Buyuruluyor.



3373- qqSEYR h[, : Yürüyüş. Eğlenme ve ibret için bakma. Gezip görme, Görülecek şey ve yer. Uzaktan bakıp karışmama. Yolculuk. (Bak: Se­yahat)

Kur’an, yeryüzünde seyrederek geçmişteki âsi kavimlerin helaketli akı­betlerini görüp ibret almayı, ehemmiyetine binaen tekraren ihtar eder. Ez­cümle : (3:137) (6:11) (12:109) (16:36) (22:45,46) (27:69) (30:9, 42) (35:44) (40:21, 82) âyetleri örnek verilebilir. (Bak: Âd)

Kur’an, yeryüzünü dolaşıp ilk yaradılışın hârikalığını tahkik ediniz, diye­rek ibret almaya teşvik eder: (29:20)

3374- qqSEYYİD f±[, : Efendi. *Hazret-i Muhammed’in (A.S.M.) so­yundan olan ve O’nun sünnetine ittiba eden zat. * Temiz ve fazilet sahibi müslüman zat.

Bu kelime Kur’anda (3:39) âyetinde geçer.

Resul-i Ekrem (A.S.M.) herkesin imamı, büyüğü, önderi olduğundan kendisine bu isim de verilmiştir. (Bak: Âl-i Beyt, Hasan (R.A.), Sâdât, Şerif ve 2446. p.)

3374/1- Hakikat nazarında nesebî şerafet, manevî ve ahlâkî fazilete istinad eder ve sünnet-i seniyeye lisan-ı hal ve kaliyle gösterilen muhafızlık gayreti derecesinde değer kazanır. Bu manevî değerleri terkedenler, (199. P.ta da beyan edildiği gibi) hakiki siyadet ve şerafette hak kazanamazlar. Âyet ve ehadiste ümmetin Âl-i Beyt’e meveddet ve ittibaının istenmesindeki en mühim hikmet, Resulullah’ın (A.S.M.) şahsiyet-i maneviyesine rağbet-i umumiyeyi tergib ve tevcih etmekle, insanın varlık âlemine ve dünyaya gel­mesindeki gaye-i İlahiyeye uygun bir anlayışa, hissiyata ve yaşayışa sahib ol­masını ve onda terakki etmesini temin etmektir. Şerafet, mücerred soya istinad etse, bu hikmetleri makûse kılar. Nitekim 1195, 2446. P.larda kayde­dildiği gibi, asıl değer takvadadır. Hem bu hakikatı bilmeyen bir kısım kim­seler arasında soy üstünlüğü iddiaları ve rekabeti başlar. Nitekim Bediüzzaman Hz.leri şahsî imtiyaz isteklerine kapı açan neseb, nesil ve para gibi şeylere ehemmiyet vermediğini şöyle ifade eder:

“Lillahilhamd ve lâ fahr.. (*) İhlas niyetini ihlal eden ve anasır-ı garaz olan neseb ve nesil ve tama’ ve havf beni bilmiyorlar. Ben de onları tanımı­yorum veya tanımak istemiyorum. Zira meşhur bir nesebim yok ki, mazisini muhafazaya çalışayım... Ben ebulaşey olduğumdan bir neslim de yoktur ki, istikbalini te’min edeyim. Öyle bir cünunum var ki, Divan-ı Harb dehşet ve tahvifiyle tedavisine muktedir olamadı... Öyle bir cehaletim var ki, beni ümmî edip, dinar ve dirhemin nakşını okuyamıyorum...” (Mün.85)

Yine Bediüzzaman Hz.leri kabir ziyareti sünnet olduğu halde, asrımızda istismara uğramasından dolayı ve ihlas için kendi kabrinin gizli kalmasını va­siyet etmiştir. (Bak: 3263.p.)

Demek oluyor ki, bazı zamanlarda su-i istimale uğrayan veya ona kapı açan şeylerden kaçmak veya onu gizlemek gerekiyor.

Hatta Bediüzzaman Hazretleri seyyidliğini bilmesine rağmen fakat her­kesin bileceği şekilde zahir delillerle ortaya konmadığından siyadetin setri caiz olabileceği cihetiyle mezkûr hikmeti takib ederek mahkemedeki iddia­nameye şu cevabı vermiştir:

“Mehdilik isnadını hiç kabul etmediğime bütün kardeşlerim şehadet ederler. Hatta Denizli’deki ehl-i vukuf, “Eğer Said mehdiliğini ortaya atsa bütün şakirdleri kabul edecek” dediklerine mukabil, Said itiraznamesinde demiş ki: “Ben seyyid değilim. Mehdi seyyid olacak.” Diye onları reddet­miş.” (Ş.383)

Diğer bir cevabında da şöyle der:

“Bununla beraber ben de manevî Âl-i Beyt’ten sayılabilirim demekten maksadım; bir kısım müçtehidlerin ¬y¬A²E«.«— ¬y¬7³~ |«V«2«— duasında, “Seyyid ol­mayan fakat ehl-i takva bulunanlar, o duada dahildirler” dediklerinden, o umumi duada benim de bir hissem bulunması için ricakârane bir te’vildir. Yoksa o hatakârane mana hiç hatırıma gelmemiş.” (Ş.414)

Bediüzzaman Hz.leri eserlerinin çok yerlerinde, bilhassa kendine göste­rilen büyük hürmetleri ta’dil etmek makamında yazdığı mektublarında, maddî ve manevî makam ve menfaatlerin istenmeyeceğini ısrarla ders verir. Bu tarz dersleri münasebetiyle kendisine sorulan bir sual:

“Deniliyor ki: Neden Nur şakirdlerinin kuvvetli hüsn-ü zanları ve kat’i kanaatları, senin şahsın hakkında Nurlara daha ziyade şevklerine medar olan bir makamı ve kemalatı şahsına kabul etmiyorsun? Yalnız Risale-i Nur’a ve­rip, kendini çok kusurlu bir hâdim gösteriyorsun?”

Bu suale verdiği uzun cevabın bir kısmında şöyle der:

“Bir şey daha kaldı ki; dünya cihetinde hakaik-ı imaniyenin neşrindeki vazifedar, makam sahibi olsa, daha iyi te’sir eder denilebilir. Bunda da iki mani var:

Birisi: Faraza velayet olsa da; bilerek, isteyerek makam yapmak tarzında, velayetin mahiyetindeki ihlas ve mahviyete münafidir. Nübüvvetin vereseleri olan Sahabeler gibi izhar ve dava edemezler, onlara kıyas edilmez.

İkinci mani: Pek çok cihetlerle çürütülebilir ve fani ve cüz’î ve muvakkat ve kusurlu bir şahıs sahip olsa, Nurlara ve hakaik-i imaniyenin fütuhatına za­rar gelir.” (E.L.I. 227)

Demek hürmet istenilmez, verilir. Ancak Kur’anî eserlerin ve ona bağlı olan cemaatin şahs-ı manevisinin yüksek makamı nazara verilebilir. Bunun bir örneğini verelim: Bediüzzaman Hz.leri diyor:

“Faş etmek hatırıma gelmiyen bir sırrı, faş etmeye mecbur oldum. Şöyle ki:

Risale-i Nurun şahs-ı manevisi ve o şahs-ı maneviyi temsil eden has şakirdlerinin şahs-ı manevisi “Ferid” makamına mazhar oldukları için, değil hususi bir memleketin kutbu, belki -ekseriyet-i mutlaka ile Hicaz’da bulu­nan- kutb-u azamın tasarrufundan haric olduğunu.. ve onun hükmü altına girmeye mecbur değil. Her zamanda bulunan iki imam gibi, onu tanımağa mecbur olmuyor.

Ben eskide Risale-i Nur’un şahs-ı manevisini, o imamlardan birisini zan­nediyordum. Şimdi anlıyorum ki; Gavs-ı Azam’da kutbiyet ve gavsiyetle be­raber “ferdiyet” dahi bulunduğundan, âhir zamanda şakirdlerinin bağlandığı Risale-i Nur, o ferdiyet makamının mazharıdır.” (K.L.196)

Bediüzzaman Hz.leri, asrımızdaki müceddidin dahi, bir şahs-ı manevî olacağını beyan eder. (Bak:2690/1.p.) Ve ferdî şahsiyetle değil, ancak şahs-ı manevî ile fahredilebileceğini vecizevî bir şekilde şöyle ifade eder:”Bir şahıs, kendi namına hazm-ı nefs eder, tefahür edemez; millet namına tefahür eder, hazm-ı nefs edemez.” (M.477)

3374/2- Âl-i Beyt’in yaptığı ve yapacağı dinî hizmetlerinin müessiriyeti ve âlem-i İslâm’ın kemalat-ı maneviyelerinin merkezi olmaları ve ümmete istikamet ve selâmet yolunu göstermeleri gibi büyük hikmetler için Peygam­berimiz (A.S.M.) ümmetinin Âl-i Beyt’e meveddetini ve bağlılığını istemiştir. (Bak: Âl-i Beyt ve 1194.p.)

İşte bu büyük maslahat-ı İslâmiyeyi muhafaza niyetiyle Âl-i Beyt silsilesi muan’an senetlerle seyyidler neslinin tesbitine çalışmışlar. Bu tesbitler kıs­men kitablarda kaydedildiği gibi, kısmen de ağızdan ağıza intikalen gelmek­tedir. Bu arada normal veya bazı tarihî hâdiselerin zorlamasıyla vuku bulan muhaceretler ve sair sebeblerle tesbiti yapılamıyanlar da çoktur. (Bak: 2440.p.) Ancak âlem-i misalde cevelan edebilen ve manevî mükâşefelere mazhar ve kaif ilminin inceliğine vakıf olanlar, (Bak:731.p.) izn-i ilahî ile neseb tesbitinde manevî imkâna sahib olabilirler. Ezcümle:

Bediüzzaman Hz.nin bu tarz tesbit yoluyla yaptığını düşündüğümüz seyyidlik hakkında bazı hususi beyanları vardır. “Bediüzzaman Said-i Nursî, Mufassal Tarihçe-i Hayatı, Abdülkadir Badıllı, Timaş Yayınları 1990-İst. sh: 36” da mevzumuzla alâkalı bazı rivayetler kaydedilmiştir.

3374/3- Bu seyyidllik mevzuu, bir derece hassas bir meseledir. Seyyidliği muan’an senedle zahir olanın siyadetini setretmesi, büyük maslahatları hâmil olan bu nesebin unutulmasına yol açar. Eğer olur olmaz herkesin seyyidlik iddia edebilmesi imkânı verilse, siyadet meselesinde teşettütlere ve menfi ne­sebî rekabetlere, hem ihlas ve tevazu gibi fazilet esaslarında zarara bais ola­bilir. Demek her şeyin ifrat ve tefritten azade ve müvezeneli bir vasatı vardır. Bu vasatı korumak ve teşettütleri önlemek gibi hikmetler için: “Seyyid olma­yan seyyidim ve seyyid olan değilim diyenler, ikisi de günahkâr ve duhul ile huruc haram oldukları gibi, hadis ve Kur’anda dahi ziyade veya noksan et­mek memnu’dur.” (Mu.46) şeklinde bir düstur konulmuştur.

3374/4- Bediüzzaman Hz.leri “Âl” hakkında şöyle der: “Resul-i Ek­rem’in (A.S.M.) iki âl’i var. Biri: Nesebî âl; biri de şahs-ı manevi ve nuranisi­nin risalet noktasında âl’i var.” (O.L.120)

Demek oluyor ki, ikinci manevî âl’in vazifesi daha ehemmiyetlidir. Çünkü biri nesebe, diğeri risaletin vazifesine bağlıdır.

Risale-i Nur Külliyatının müteferrik yerlerinde, mehdiyetin asıl vazifesi manevi iman hizmetinin birinci derecede olduğu ve bu hizmetin de birinci derecede Nur şakirdlerinin haslar dairesine istinad ettiği beyan edilir. (Bak: 2303, 2899 / 1-2901. p.lar)

Bediüzzaman, iman hizmetinin hâdimleri olan Nur şakirdlerinin, ikinci manevî âl’in devamı olduğunu şöyle izah eder:

“Risale-i Nur dairesi, Hazret-i Ali ve Hasan ve Hüseyn’in (R.A.) ve Gavs-ı Azam’ın (K.S.) -ihbarat-ı gaybiyeleriyle- şakirdlerinin bu zamanda bir dairesidir. Çünkü Hazret-i Ali, üç keramet-i gaybiyesiyle Risale-i Nur’dan haber verdiği gibi; Gavs-ı Azam (K.S.) da kuvvetli bir surette Risale-i Nur’dan haber verip tercümanını teşci’ etmiş. Bu mahrem dört risale, Kera­met-i Aleviye ve Gavsiyeye ait dört risale inşaallah bir vakit size gönderilebi­lir. Mahkeme ehl-i vukufu onlara itiraz edememiş, yalnız “Bu yazılmamalı idi” diye küçük bir tenkid etmişler. Ben de cevab verdim, onlar sustular.

Zaten Üveysî bir surette doğrudan doğruya hakikat dersimi Gavs-ı Azam’dan (K.S.) ve Zeynelabidin (R.A.) ve Hasan Hüseyin (R.A.) vasıtasıyla İmam-ı Ali’den (R.A.) almışım. Onun için, hizmet ettiğimiz daire onların dairesidir.” (E.L.I. 67)

“Risale-i Nur’un üstadı ve Risale-i Nur’a “Celcelutiye Kasidesi” nde ru­muzlu işaratıyla pek çok alâkadarlık gösteren ve benim hakaik-i imaniyede hususi üstadım İmam-ı Ali’dir (R.A.). Ve (42:23)

|«"²h­T7²~|¬4 «?Å…«Y«W²7~ެ~ ~®h²%«~ ¬y²[«V«2 ²v­U­V«¶[²,«~ «ž ²u­5 âyetinin nassıyla, Âl-i Beyt’in muhabbeti, Risale-i Nur’da ve mesleğimizde bir esastır. Ve Vehhabîlik damarı, hiçbir cihette Nur’un hakiki şakirdlerinde olma­mak lâzım geliyor.” (E.L.I. 204)

“Hem mahkemede Denizli ehl-i vukufu, bazı şakirdlerin bu itikadlarına göre, bana karşı demişler ki: “Eğer Mehdilik dava etse, bütün şakirdleri ka­bul edecekler.” Ben de onlara demiştim: “Ben, kendimi seyyid bilemiyorum. Bu zamanda nesiller bilinmiyor. Halbuki âhir zamanın o büyük şahsı, Âl-i Beyt’ten olacaktır. Gerçi manen ben Hazret-i Ali’nin (R.A.) bir veled-i ma­nevisi hükmünde ondan hakikat dersini aldım ve Âl-i Muhammed Aleyhisselâm bir manada hakiki Nur şakirdlerine şamil olmasından, ben de Âl-i Beyt’ten sayılabilirim; fakat bu zaman şahs-ı manevi zamanı olmasından ve Nur’un mesleğinde hiçbir cihette benlik ve şahsiyet ve şahsî makamları arzu etmek ve şan şeref kazanmak olmaz ve sırr-ı ihlasa tam muhalif olma­sından, Cenab-ı Hakk’a hadsiz şükür ediyorum ki, beni kendime beğendir­memesinden, ben öyle şahsî ve haddimden hadsiz derece fazla makamata gözümü dikmem ve Nur’daki ihlası bozmamak için, uhrevî makamat dahi bana verilse, bırakmağa kendimi mecbur biliyorum.” dedim, o ehl-i vukuf sustu.” (E.L.I. 267)

Bediüzzaman Hz.leri bir talebesinin yazdığı mektubunun bir kısmını şu şekilde ta’dil etti:

“Hazret-i Hasan Radıyallahü Anh’ın altı aylık hilafeti ile beraber Risale-i Nur’un Cevşen-ül Kebir’den ve Celcelutiye’den aldığı bir kuvvet ve feyizle vazife-i hilafetin en ehemmiyetlisi olan neşr-i hakaik-ı imaniye nokta­sında Hazret-i Hasan Radıyallahü Anh’ın kısacık müddetini uzun bir zamana çevirerek tam beşinci halife nazarıyla bakabiliriz. Çünki adalet-i hakikiye ile bu asırda insanları mes’ud edebilir bir istidadda bulunan, Risale-i Nur’dur ve onun şahs-ı manevisi, Hz. Hasan (R.A.) ın bir muavini, bir mütemmimi, bir manevî veledi hükmündedir.” (E.L.I. 72)

Mezkûr nakillerde Risale-i Nur ve has şakirdlerinin şahs-ı manevisi, en birinci ve âlî hizmet olan hakaik-ı imaniyenin neşrinde vazifedar gösteriliyor. Yine Bediüzzaman şimdi bu asırda âlem-i İslâmda büyük bir yekûn teşkil eden Âl-i Beyt cemaatlerinin ikinci ve üçüncü derecedeki “hayat” ve “şeriat” dairelerinde hizmet edeceklerini ve bu vazifenin tatbikçi mümessili olan Hz. Mehdi’nin en has ordusu olduğunu da beyan eder. (Bak:2296.p.) Bu parağrafta açıkça ifade edildiği gibi an’aneli şecere ile bilinen âl-i Beyt cema­atlerinin tam bir itimad ile bağlanmaları için, başlarına geçecek zatın da şe­cere ile bilinen seyyid olması, gayet münasib ve maslahatlıdır.

Amma risaletin verasetini hâmil ve mehdiyetin hakikat ve asliyeti olan ikinci âl ise, birinci âl’deki kemmiyete değil, keyfiyete ve a’zamiyet mesleğine istinad ettiği için, siyadet gibi meziyetleri umuma izhar etmez belki tesettür toprağında gizlenir. Bu hakikatı Bediüzzaman Hz.leri nim-manzum bir şe­kilde şöyle ifade eder:

“Meziyetin varsa hafa türabında kalsın, ta neşvünema bulsun

Ey zîhassa-i meşhure, taayyünle zulmetme, ger perde-i hafanın altında sen kalırsan, ihvanına verirsin ihsan ve bereketi.

Herbir ihvanın altında sen çıkması, hem de o sen olması imkân ve ihti­mali, herbirine celbeder bir nazar-ı hürmeti.

Eğer taayyün edip perde altından çıksan, mükerrem iken altında; üs­tünde zalim olursun. Güneş iken orada; burada gölge edersin.

İhvanını düşürttürüp hem nazar-ı hürmetten. Demek taayyün ve teşahhus, zalim birer emirdir; sahih doğru böyle ise hem de böyle görürsün.

Nerede kaldı yalancı tasannu’ ve riya ile kesb-i teşahhus, şöhret? İşte bir sırr-ı azîm ki hikmet-i İlahî, hem o nizam-ı ahsen.

Bir ferd-i fevkalâde, kendi nev’i içinde setr ile perde çeker, bununla kıy­met verdirir, hem de eder müstahsen.

İşte sana misali: İnsan içinde veli, ömür içinde ecel, olmuş meçhul ve mühmel. Cum’ada müstetirdir bir saat, kabul olur dua edersen.

Ramazanda münteşir bir leyle-i zû-kadir, Esma-ül Hüsna’dan muzmer iksir-i İsm-i Azam. Bu misallerin haşmeti, hem de o sırr-ı hasen.

İbhamda izhar eder, ihfada isbat eder. Meselâ: Ecelin ibhamında bir müvazene vardır; her dakikada tutar ve vaziyet alırsan.

Kefeteyn-i havf ü reca hizmet-i ukba, dünya. Tevehhüm-ü bekaî, lezzet-i ömrü verir. Yirmi sene mübhem bir ömür olsa ahsen,

Nihayeti muayyen bin senelik bir ömre. Zira nısfı geçerse, her saati gel­dikçe güya adım atarak dar ağacına gidersin.

Şey’en şey’en üzelmek, vehm de teselli vermez; sen de rahat etmezsin...” (S.720)



Bir atıf notu:

-Gamizun finas rivayetinde ifade edilen gizli şahsiyetler, Bak: 1517. p.da ilk bend

3374/5- Âlim ve meşhur bir Nurcu olan ve Bediüzzaman Hz.nin, âhirzamanda geleceği ehadiste müjdelenen âl-i beytin büyük şahsiyeti oldu­ğunu dehşetli mahkemeler karşısında dahi dava eden Ahmed Feyzi Kul, aynı mevzuda Maidet-ül Kur’an namıyla ve cifir ilmine müstenid bir eser yazmış­tır. Bediüzzaman Hazretleri bu eserin muhteva ve davasını, şahsına ait kıs­mını Risale-i Nur’un şahs-ı manevîsine çevirerek tasdik eder. (Bak: E.L.I. 273)

Keza Küçük Ali namında bir zat, üstadı olan Bediüzzaman Hz.leri hak­kında kanaatını şöyle ifade eder: İmam-ı Ali’nin (R.A.) “Said Nursî Hazretle­rine sair evliyaya muhalif olarak mübhem değil, sarihan haber vermesi, bizce birinci âl’den olduğu kat’îdir. Çünki sinek gibi bir mahlukun üstadımızı ta’ciz etmemesi, neslinden olan Abdülkadir-i Geylanî’den irsiyet almıştır. Gerçi üstadımız mahkemelerde ehl-i vukufa karşı, ikinci âl-i beytten olduğunu on­lara isbat etti. Fakat maksadı, tam ihlasa muvaffak olduğu için kendi şahsını azlediyor. Kur’anın bir elmas kılıncı olan Risale-i Nur’u gösteriyor.” (O.L. 376)

Hem yine âlim ve fâzıl bir şahsiyet olan Hasan Feyzi Efendi, Bediüzzaman’ın tashih ve tensibiyle Lahika’ya giren mektubunda aynen şöyle der:

Ona “Kürdî” denilmesi ve Kaside-i Hazret-i İmam-ı Ali’de (R.A.) görülen _®6¬‡²f­8 _«< kelimesinin hazf ve kalbiyle “Kürd” ima ve işaretinin bulunması, gerçekten Kürdlüğüne delalet etmez ve onun manevî silsile-i şerafet ve siyadetten tenzil ve teb’idini icab ettirmez. Bu isnad ve izafe, Kürdistan’da doğup büyüyen ve bu lakabla maruf ve meşhur olan bu zatın Risalet-in Nur’un tercümanı olduğunu sırf âleme ilan etmek içindir; yoksa Kürdlüğünü isbat etmek için değildir. Kürdçe bilmesi, o kıyafete gir­mesi ve öyle görünmesi, kendini setr ve ihfa için olup, hakiki hüviyet ve mil­liyetini ihlal ve inkâr mana ve maksadıyla değildir diye düşünüyorum. Âlem-i İslâmiyet ve insaniyete ve Haremeyn-i Şerifeyn’e asırlarca hizmet eden bu kahraman Türk Milletini onun çok sevmesinde ve hayıtının mühim bir kısmını hep Türklerle meskûn olan bu havalide geçirme­sinde büyük hikmetler, mana ve mülâhazalar olsa gerektir.” (E.L.I. 84)

Yukarıda nakledilen kısımlar, Bediüzzaman Hz.nin tashih ve tasvibinden geçtiği halde ta’dil veya tebdil edilmemesinden bizzarure anlaşılır ki, Bediüzzaman Hz.leri nesebî âl’den olduğunu bilmektedir. Fakat veraset-i Nebeviyeyi hâmil olan ikinci âl’in son mümessili olduğu cihetiyle ve ihlas-ı tam ve tevazuu gerektiren o meslek ve vazifenin iktizasıyla, siyadetinin has dairesinde bilinmesi ve umuma izhar edilmemesi yolunu tercih etmiştir.

3374/6- Ahmed Feyzi Efendi başta olarak Bediüzzaman Hazretlerinin bazı has şakirdleri, birinci âl’in, yani şecereli senedlerle seyyidliği umuma za­hir olan Âl-i Beyt cemaatlerinin vazifesi olan siyasî ve geniş dairedeki hâki­miyeti hatıra getiren mehdilik hakkında üstadlarına atfen mektub ve takrizler yazdılar. Bediüzzaman Hz.leri ise, bu yazıları ta’dil ederek, hakikat-ı hali izah eden mektublar yazmıştır. Ezcümle bir mektubunda şu ifadeleri görüyoruz:

“Hilafet-i Muhammediye (A.S.M.) ve ittihad-ı İslâm ordularıyla zemin yüzünde saltanat-ı İslâmiyeyi sürmek cihetinde herkeste, hususan avamda, hususan ehl-i siyasette, hususan bu asrın efkârında o birinci vazifeden bin derece geniş görünüyor; ve bu isim bir adama verildiği vakit, bu iki vazife hatıra geliyor; siyaset manasını ihsas eder; belki de bir hodfüruşluk manasını hatıra getirir; belki bir şan şeref ve makamperestlik ve şöhretperestlik arzula­rını gösterir.” (E.L.I. 267)

Diğer bir mektubunda da, bir şeyhin itirazını, kader cihetinden ele aldığı kısmında şöyle der:

“Amma Kader-i İlahînin vech-i adaleti şudur ki:

Risale-i Nur’un hakikatıyla ve şakirdlerinin şahs-ı manevisiyle tezahür eden fevkalâde imanî hizmetlerin ehemmiyetli bir kısmını biçare tercüma­nına vermek ve ehl-i dünya ve ehl-i siyaset ve avamın nazarında birinci de­rece ve hakikat nazarında, imana nisbeten ancak onuncu derecede bulunan siyaset-i İslâmiye ve hayat-ı içtimaiyede ümmete dair hizmeti, kâinatta en büyük mes’ele ve vazife ve hizmet olan hakaik-i imaniyenin çalışmasına racih gördüklerinden; o tercümana karşı arkadaşlarının pek ziyade hüsn-ü zanları ehl-i siyasete, inkılabçı bir siyaset-i İslâmiye fikrini vermek cihetinde, Risale-i Nur’a karşı hayat-ı içtimaiye noktasında cephe almak ve fütuhatına mani olmak pek kuvvetli ihtimali vardı. Bunda hem hata, hem zarar büyük­tür.

Kader-i İlahî, bu yanlışı tashih etmek ve o ihtimali izale etmek ve öyle ümid besliyenlerin ümidlerini tadil etmek için, en ziyade öyle cihetlerde yar­dım ve iltihaka koşacak olan ülemadan ve sadattan ve meşayihten ve ahbabdan ve hemşehriden birisini muarız çıkardı; o ifratı ta’dil edip adalet etti. “Size kâinatın en büyük mes’elesi olan iman hizmeti yeter” diye bizi merhametkârane o hâdiseye mahkûm eyledi. Sonra lillâhilhamd, o muarızı susturdu; o ateşi söndürdü. Fakat münafıklar söndürmemek için çalışıyor­lar.” (K.L. 193)

Bediüzzaman Hz.leri aynı manada kader müdahalesinin, veraset-i nü­büvvet vazifesini hâmil olan ikinci âl’in ilk ve küllî mümessili olan İmam-ı Ali (R.A.) dan başladığını da izah etmiştir. (Bak: 1331 - 1334. p.lar)

Evet bu zamanda ikinci âl’i temsil eden haslar dairesinin, geniş daireye ait vazifesi; ikaz ve irşad etmek, esaslar göstermek ve vicdan-ı amme müvacehesinde manevî bir mürakıb ve nezzare vasfıyla siyaset-i İslâmiyenin ve ümmetin diyanet hayatının selâmetine çalışmaktır.



3374/7- Nesebî âl’e mensub ve içtimaî geniş dairede muvazzaf gelecek zatın vazife makamının nokta-i nazarıyla, asıl mehdiyetin birinci vazife saha­sına bakmanın, yani dar ve geniş daireleri birbirine karıştırıp tefrik etmeme­nin mahzurunu anlatan Bediüzzaman Hz.leri şöyle diyor:

“Nurların fütuhatını kalben temaşa ederken, bazı has kardeşlerimin Nur’un tercümanına verdikleri makam noktasında baktım. O makama nisbeten fütuhat az olmasından, o makamın şerefi için bir hırs ile vazife-i İlahiyeye karışmak gibi şekva geldi. Binler derece şükür ve sırf rıza-yı İlahî noktasında bazı biçarelerin Nurla imanlarını kurtarmak cihetiyle binler hamd, sena ve şükür lâzımken bir teşekki ve sıkıntı geldi. Sonra mahviyet ve terk-i enaniyet ve ihlas-ı tam ile aynı vaziyete baktım, gördüm ki: O fütu­hatta binler hamd ve sena ve teşekkür ve manevi sürur ve sevinç ruhuma geldi. Ben o halde iken anladım ki, makamat-ı maneviye dahi mesleğimizde mevzubahis olmamalı. Eğer bazı has kardeşlerimin hakkından yüz derece zi­yade bana verdikleri hisse ve makam hakikat olsa ve hakkım da olsa, mezkûr hakikat için bırakmağa, meslek-i Nuriyedeki ihlas-ı tamme bırakmağa mec­bur eder.” (Osmanlıca teksir baskı Tılsımlar Mecmuası’nın zeyli, Maidet-ül Kur’an başındaki mektubdan)



3374/8- Netice olarak deriz ki; seyyidlik, bir neseb ve soy taraftarlığı de­ğildir. Belki hak ve hakikatı korumak vesilesi ve ümmete manevi bir emniyet ve itimad merkezi olmak istinadgâhını göstermektir. Rivayette hakiki âlimler, peygamberlerin varisleri ve ümenası (eminleri) oldukları bildirilir. (Bak: Ulema) Keza bu zamanda da Kur’anî ve imanî hizmetlerde bulunanların, itimad edilir sıfatlara sahib olmaları, daha çok ciddiyet kazanmıştır. (Bak: 3940/3. p.son yarısı)

Neseben seyyid olup da takva ve diyaneti olmayanların dinde değer ala­maması; neseben seyyid olmayan fakat muttaki ve salih olanların makbul ve kerim olmaları isbat eder ki; siyadet, diyaneti takviye vesilesi olarak manevî bir kıymeti vardır, mücerred bir netice değildir. Gerçi Kur’an (3:33, 34) âyetlerinde Allah’ın, Âdem’i, Nuh’u, ibrahim ve İmran ailesini birbirinin zür­riyetlerinden (soyundan) olarak istifa edip âlemlere üstün kıldığı bildiriliyor. (Bak: Istıfa) Bu âyette İlahî bir tathir ve şerafet mevzubahistir. Fakat müfes­sirler, bu şerafete, takva ve amel-i salih cihetiyle liyakat kazandıklarını beyan etmişlerdir. Demek asaletle diyanet cem’ olmuştur. Bu itibarla siyadet, üm­met nazarında kıyamete kadar kıymetini ve hürmetini koruyacak ve devam edecektir.



qqSEYYİD-İ ŞERİF-İ CÜRCANÎ |9_%h% r
Yüklə 13,72 Mb.

Dostları ilə paylaş:
1   ...   132   133   134   135   136   137   138   139   ...   169




Verilənlər bazası müəlliflik hüququ ilə müdafiə olunur ©muhaz.org 2024
rəhbərliyinə müraciət

gir | qeydiyyatdan keç
    Ana səhifə


yükləyin