İSLÂm prensipleri ansiklopediSİ


- Şiir hakkında Kur’andan meâlen birkaç not



Yüklə 13,72 Mb.
səhifə142/169
tarix15.01.2018
ölçüsü13,72 Mb.
#38491
1   ...   138   139   140   141   142   143   144   145   ...   169

3553- Şiir hakkında Kur’andan meâlen birkaç not:

-Kur’an ve nübüvvete şiir izafe edilmez: (26:224-226) (36:69)(69:41)

-Münkirlerin Resulullah’a (A.S.M.) şair demeleri: (21:5) (37:36) (52:30)

3554- S.B.M. 2. cild 283. hadiste, şiirle (tecavüzkâr düşmanı) hicvetme­nin meşruiyetini ve 4. cild 596. ve 12. cild 2005,2006. hadislerinde de şiirin meşruiyeti ve hadislerin izahında şiirler müsbet ve menfi olarak iki kısımda ele alınışını görmekteyiz. S.M. 41. Kitab, şiirler hakkındadır.

İbn-i Mace 41. Kitab 5. Babın 749. hadisinde mescidde (makbul olma­yan) şiirin okunamayacağını kaydeder. Aynı eserin 33. Kitab-ül Edeb’in 41. babı şiirler hakkındadır, 42. babı ise mekruh şiirleri beyan eder.



3555- qqŞİR’A y2h- : (Şeria- Meşrea) «Lügat manası, bir ırmak veya herhangi bir su menbaından su içmek veya almak için girilen yol demektir. Bunda insanların hayat-ı ebediye ve saadet-i hakikiyeye vusûlü için Allah’ın vaz’ u teklif ettiği ahkâm-ı mahsusaya ve mezheb-i müstakime bil’istiare ıtlak edilmiştir ki, din demektir. Ya kapalı bir şeyi yarıp açmak ve beyan etmek manasına şer’ masdarından; veya birşeye duhûl manasına şuru’dan alınmış­tır.» (E.T.1697) (Bak: Şeriat)

3556- qqŞİRK ¾h- : Allah’a ortak koşmak ki en büyük zulümdür ve Al­lah’ı inkâr etmektir. Halbuki Allah’ın ne zatında ne sıfatında ve ne de rububiyet ve icraatında ortağı, benzeri ve şeriki yoktur ve olamaz.

Şirk, tevhid hakikatına zıddır. Allah tekvinî emirleriyle yaradılış ve icadda tek hâkim ve müessir olduğu gibi teşriî emirleriyle de beşer âlemindeki ha­re­kât ve ahvalin nizam ve teşriatta da tek merci’, tek hâkim ve tek mutasar­rıf­tır. Tekvinî sahada koyduğu sebeblere ve teşride vazife alan şahıslara kıs­men de olsa müeessiriyet verilmesi, şirk sahasına girer. Tabiat kanunları ve sair sebeblerin te’sir sahibi olduklarını kabul eden veya dinî, siyasi ve her­hangi bir şahsa Allah namına ve Allah’ın emri dairesinde olmadan doğrudan doğ­ruya şahsı mutlak merci tanıyıp emirlerine, kanunların bağlı kalmak tev­hide zıddır ve şirke girer.

Evet «İslâmiyet’in esası, mahz-ı tevhiddir; vesait ve esbaba tesir-i hakikî vermiyor,icad ve makam cihetiyle kıymet vermiyor. Hıristiyanlık ise “velediyet” fikrini kabul ettiği için, vesait ve esbaba bir kıymet verir, enaniyeti kırmaz. Âdeta rububiyet-i İlâhiyenin bir cilvesini azizlerine, bü­yüklerine verir.

¬yÁV7~ ¬–—­… ²w¬8 _®"_«"²‡«~ ²v­Z«9_«A²;­‡«— ²v­;«‡_«A²&«~ ~—­g«FÅ#¬~ âyetine mâsadak olmuş­lar.» (M. 325)

Hem « Tahrif sebebiyle şimdiki Hristiyanlık esbab ve vesaiti müessir bi­lir, mana-yı ismî nazarıyla bakar. Akide-i velediyet ve fikr-i ruhbaniyet öyle ister, öyle sevk eder. Onlar azizlerine mana-yı ismiyle birer menba-ı feyz ve -güneşin ziyasından bir fikre göre istihale etmiş lâmbanın nuru gibi- birer maden-i nur nazarıyla bakıyorlar. Biz ise evliyaya mana-yı harfiyle, yani âyine güneşin ziyasını neşrettiği gibi birer ma’kes-i tecelli nazarıyla bakıyoruz.» (H.Ş.137) (Bak: 978.p.)

İslâmiyetten önceki asırlarda daha çok müşebbihe anlayışından (Bak: Müşebbihe) ve cehaletten doğan kesret-i İlah (Politeizm) şirki, putperestlik vardı. (Bak: Sanemperest). Asrımızda ise bir kısım insanlar, fen ve felsefeden gelen tabiatperestlik (natüralizm) ve esbabperestlik şeklindeki şirk ve inkâr ile dalalete gidiyorlar. Evet tabiatın ve sebeblerin te’sir sahibi olduğunu iddia etmek, tabiat ve esbab şirkidir. Halbuki bütün kâinat ve içinde cereyan eden bütün kanunlar, Allah’ın yaratmasıyla olduğu gibi, Allah’ın bilâfasıla Kayyumiyet tecellisinin (Bak: Kayyumiyet) devamıyla emr-i nisbî olan o ka­nunlar devam eder. Sebeb ve müsebbeb, hepsi meşiet ve kudret-i İlahiyeye istinad eder. Onlardaki bütün hikmet ve gayeler, hikmet-i Rabbaniyeye da­yanır. Şirk ise bu mezkûr hakikatları inkâr ile büyük bir zulmü irtikâb de­mektir. (Bak: Endad, Esbab, Küfr, Tevhid)



3557- «Evet küfür, mevcudatın kıymetini ıskat ve manasızlıkla ittiham ettiğinden bütün kâinata karşı bir tahkir ve mevcudat ayinelerinde cilve-i esmayı inkâr olduğundan bütün esma-i İlahiyeye karşı bir tezyif ve mevcu­datın vahdaniyete olan şehadetlerini reddettiğinden bütün mahlukata karşı bir tekzib olduğundan; istidad-ı insanîyi öyle ifsad eder ki, salah ve hayrı ka­bule liyakatı kalmaz. Hem bir zulm-ü azîmdir ki: Umum mahlukatın ve bü­tün esma-i İlahiyenin hukukuna bir tecavüzdür. İşte şu hukukun muhafazası ve nefs-i kâfir hayra kabiliyetsizliği; küfrün adem-i afvını iktiza eder.

°v[¬P«2 °v²V­P«7 «¾²h¬±L7~ Å–¬~ (31:13) şu manayı ifade eder.» (S.82)



3558- Hem «âmiriyet ve hâkimiyetin muktezası; rakib kabul etmemektir, iştiraki reddetmektir, müdahaleyi ref’etmektir. Onun içindir ki; küçük bir köyde iki muhtar bulunsa, köyün rahatını ve nizamını bozarlar. Bir nahiyede iki müdür, bir vilayette iki vali bulunsa, hercümerc ederler. Bir memlekette iki padişah bulunsa, fırtınalı bir karmakarışıklığa sebebiyet verirler. Madem hâkimiyet ve âmiriyetin gölgesinin zaif bir gölgesi ve cüz’î bir nümunesi, muavenete muhtaç âciz insanlarda böyle rakib ve zıddı ve emsalinin müda­halesini kabul etmezse; acaba saltanat-ı mutlaka suretindeki hâkimiyet ve rububiyet derecesindeki âmiriyet, bir Kadir-i Mutlak’ta ne derece o redd-i müdahele kanunu ne kadar esaslı bir surette hükmünü icra ettiğini kıyas et. Demek uluhiyet ve rububiyetin en kat’i ve daimi lâzımı; vahdet ve infiraddır. Buna bir bürhan-ı bahir ve şahid-i kat’i, kâinattaki intizam-ı ekmel ve insi­cam-ı ecmeldir. Sinek kanadından tut, ta semavat kandillerine kadar öyle bir nizam var ki; akıl onun karşısında hayretinden ve istihsanından “Sübhanallah, Mâşâallah, Barekallah” der, secde eder. Eğer zerre miktar şe­rike yer bulunsa idi, müdahanesi olsa idi, (21:22)

_«#«f«K«S«7 ­yÁV7~ ެ~ °}«Z¬7´~ ³_«W¬Z[¬4 «–_«6 ²Y«7 âyet-i kerimesinin delaletiyle; nizam bo­zulacaktı, suret değişecekti, fesadın âsârı görünecekti.

Halbuki ¬w²[«#Åh«6 «h«M«A²7~ ¬p¬%²‡~ Åv­$  ¯‡Y­O­4 ²w¬8 >«h«# ²u«; «h«M«A²7~ ¬p¬%²‡_«4

°h[¬K«& «Y­;«— _®\,_«' ­h«M«A²7~ «t²[«7¬~ ²`¬V«T²X«< (67:3) delaletiyle ve şu ifade ile nazar-ı beşer, kusuru aramak için ne kadar çabalasa, hiçbir yerde kusuru bulamaya­rak, yorgun olarak menzili olan göze gelip, onu gönderen münekkid akla di­yecek: “Beyhude yoruldum, kusur yok” demesiyle gösteriyor ki; nizam ve intizam, gayet mükemmeldir. Demek intizam-ı kâinat, vahdaniyetin kat’i şa­hididir. (S.683)



3559- Hem şirkin butlanını bildiren âyetlerden biri de, «Âyet-ül Kübra namında olan ®Ÿ[¬A«, ¬Š²h«Q7²~>¬† |«7¬~~²Y«R«B²"«ž~®†¬~ «–Y­7Y­T«< _«W«6 °}«Z¬7´~ ³ ­y«Q«8 «–_«6 ²Y«7 ²u­5

(17:42) ilâ ahir.. âyet-i ekberidir. Yani: Eğer şeriki olsa ve başka parmaklar icada ve rububiyete karışsa idiler, intizam-ı kâinat bozulacaktı. Halbuki kü­çücük sineğin kanadından ve göz bebeğindeki hüceyrecikten tut, ta tayyare-i cevviyye olan hadsiz kuşlara, ta manzume-i şemsiyeye kadar her şeyde cüz’î-küllî, küçük ve büyük en mükemmel bir intizam bulunması; şeksiz ve kat’i bir surette şeriklerin muhaliyetine ve madumiyetine delalet ettiği gibi, Vacib-ül Vücud’un mevcudiyetine ve vahdetine bilbedahe şehadet eder.» (Ş.599) (Bak: Bürhan-üt Temanü’)



3560- Şirk namına çalışan ehl-i dalaletin bir vekili diyor ki: «Şirke emare, kâinattaki tertib-i esbabdır. Herşeyin bir sebeble bağlı olduğudur. Demek esbabın hakiki te’sirleri vardır. Te’sirleri varsa, şerik olabilirler?

Elcevab: Meşiet ve hikmet-i İlahiyenin muktezasıyla ve çok esmanın te­zahür etmek istemesiyle; müsebbebat, esbaba rabtedilmiş. Herbir şey, bir sebeble bağlanmış. Fakat çok yerlerde ve müteaddit Sözlerde kat’i isbat et­mişiz ki: “Esbabda hakiki te’sir-i icadî yok.” Şimdi yalnız bu kadar deriz ki. Esbab içinde bilbedahe en eşrefi ve ihtiyarı en geniş ve tasarrufatı en vâsi’, insandır. İnsanın dahi en zahir ef’al-i ihtiyariyesi içinde en zahiri; ekl ve ke­lâm ve fikirdir. Yani yemek, söylemek, düşünmektir. Şu yemek, söylemek, düşünmek ise gayet muntazam, acib, hikmetli birer silsiledir. O silsilenin yüz cüz’ünden, insanın dest-i ihtiyarına verilen ancak bir cüz’üdür.

Meselâ: Yemekten, bedenin tegaddi-i hüceyratından tut, ta semeratın te­şekkülüne kadar olan silsile-i ef’al içinde, insanın dest-i ihtiyarına verilen yal­nız ağızdaki dişlerin değirmenini tahrik edip onu çiğnemektir. Ve söylemek silsilesinden yalnız meharic-i huruf kalıplarına havayı sokup çıkarmaktır. Halbuki ağzında birtek kelime, bir çekirdek gibi iken bir ağaç hükmündedir. Hava içinde milyonlar aynı kelime gibi meyveler verir. Milyonlarla dinleyen­lerin kulaklarına girer. Bu misalî sünbüle, insandaki hayalin eli ancak yetişe­bilir. İhtiyarın kısacık eli, nasıl yetişir?

Madem esbab içinde en eşrefi ve ne ziyade ihtiyar sahibi olan insan, böyle hakiki icaddan eli bağlansa, sair cemadat ve behimat ve anasır ve tabiat nasıl hakiki mutasarrıf olabilirler! Yalnız o esbab, birer zarftır. Ve masnuat-ı Rabbaniyeye bir kılıftırlar. Ve hedaya-yı Rahmaniyeye birer tablacıdırlar. El­bette bir padişahın hediyesinin kabı veya hediyeye sarılan mendil veyahut hediye eline verilip getiren nefer, o padişahın saltanatına şerik olmazlar. Ve onları şerik tevehhüm eden, saçma bir hezeyan eder. Öyle de: Esbab-ı zahi­riye ve vesait-i suriyenin, rububiyet-i İlahiyeden hiçbir cihette hisseleri ola­maz. Hizmet-i ubudiyetten başka nasibleri yoktur.» (S.608)



Bir atıf notu:

-Şirke yol açılabilmesi için kâinatın müzahrafatla dolu olması gerek, bak: 237.p.

3561- qqŞİRK-İ HAFÎ zS' ¬¾h- : Gizli şirk. İhlassızlık, riyakârlık. İba­det ve dine hizmet etmek gibi amellerinde Allah rızasından başka bir ni­yet ve maksat taşımak.

Evet «hubb-u cahtan gelen şöhretperestlik saikasıyla ve şan ü şeref per­desi altında teveccüh-ü ammeyi kazanmak, nazar-ı dikkati kendine celbetmekle enaniyeti okşamak ve nefs-i emmareye bir makam vermektir ki, en mühim bir maraz-ı ruhî olduğu gibi “şirk-i hafî” tabir edilen riyakârlığa, hodfüruşluğa kapı açar, ihlası zedeler.» (L.165)

«İnsanların en büyük zulümlerinden biri de şudur ki: Büyük bir cemaatin mesaisine terettüb eden hasenatı intac eden semeratı, bir şahsa isnad ve ona malederler. Bu zulümde bir şirk-i hafî vardır. Çünki bir cemaatin cüz-i ihti­yarisiyle kesbettikleri mahsulatı bir şahsa atfetmek, o şahsın icad derecesinde hârikulâde bir kudrete malik olduğuna delalet eder. Hatta eski Yunanîlerin ve Vesenîlerin ilaheleri, böyle zalimane tasavvurat-ı şeytaniyenin mahsulü­dür.» (M.N. 87)

3562- «Enaniyetten neş’et eden şirk-i hafi katılaştığı zaman, esbab şir­kine inkılab eder. Bu da devam ederse, küfre tahavvül eder. Bu dahi devam ederse, ta’tile yani Hâliksızlığa incirar eder. El-iyazü billah!..» (M.N.185)

«Kelime-i Tevhid’in tekrar ile zikrine devam etmek, kalbi pek çok şeylere bağlayan bağları, ipleri kırmak içindir. Ve nefsin tapacak derecede sanem it­tihaz ettiği mahbublardan yüzünü çevirtmektir. Maahaza, zâkir olan zatta bulunan hasse ve latifelerin ayrı ayrı tevhidlerin olduğuna işaret olduğu gibi; onların da onlara münasib şerikleriyle olan alâkalarını kesmek içindir.» (M.N.88)

Kur’anda celî şirkin dışındaki şirklerden de gafilleri ikaz eden bir âyetin tefsirinde şöyle deniliyor:

«Tevhide öyle sarılın ki hepiniz tevbe ve ihlas ile Allah’a rücu’ ve dehalet ederek (30:31) ­˜Y­TÅ#~«— ondan korkun «?YVÅM7~ ~Y­W[¬5«~«— namazı güzel kılın.. «w[¬6¬h²L­W²7~ «w¬8 ~Y­9Y­U«# «ž«— ve müşriklerden olmayın. Amellerinizi yalnız Al­lah için yapın, açık veya gizli bir şirk karıştırmayın. Burada hanifliğin tam zıddı olan müşriklik yalnız meşhur manasıyla şirk-i celîden ibaret zannedil­meyip celî, hafî şirkin her türlüsünden ihtiraz edilmek için bedel tarikiyle izah olunarak şöyle buyuruluyor:

_®Q«[¬- ~Y­9_«6«— ²v­Z«X<¬… ~Y­5Åh«4 «w<¬gÅ7~ «w¬8 Onlardan ki dinlerini ayırdılar da şia şia, öbek öbek oldular. Yani umumi fıtratı kavrayacak açık bir ruh ve geniş bir hak vicdanı ile hareket etmeyip herbiri kendi hususiyetine, kendi çıkarına, dar kafasıyla kendi kuruntusuna göre bir heva ile dinini ayırıp ayrı bir başbuğ arkasına düşerek şia şia, fırka fırka olmuşlar.

«–Y­&¬h«4 ²v¬Z²<«f«7 _«W¬" ¯²i¬& Çu­6 Her bölük kendilerindekine güvenmektedir­ler. Fıtrattan ayrılıp taassub ile hakkı gözetmemektedirler. Halbuki (16:96) ¯»_«" ¬yÁV7~ «f²X¬2_«8«— ­f«S²X«< ²v­6«f²X¬2_«8 dır. Bu noktada insanların üzerine yaratılmış olduğu fıtratın başka değil yalnız Allah’a yalvarmak olduğunu göstermek için buyuruluyor ki: Êh­/ ­‰_ÅX7~ Åj«8 ~«†¬~ «— Bununla beraber insanlara bir sıkıntı dokunduğu vakit ¬y²[«7¬~ «w[¬A[¬X­8 ²v­ZÅ"«‡~²Y«2«… bütün o güvendiklerinden ve herşeydan geçip yalnız yaradan Rablarına gönül vererek hep ona yalvarırlar...

®}«W²&«‡ ­y²X¬8 ²v­Z«5~«†«~~«†¬~ Åv­$ Böyle iken sonra o onlara, tarafından bir rahmet tattı­rıverince, o sıkıntıyı açıp bir nimet ihsan ediverince ²v¬Z¬±"«h¬" ²v­Z²X¬8 °s<¬h«4 ~«†¬~ Åv­$

«–Y­6¬h²L­< ne bakarsın, içlerinden bir kısmı o Rablarına şirk koşuyorlardır. Şükrede­cek yerde tutarlar da bu şundan oldu, bundan oldu, benden oldu, senden oldu diyerek Allah’ın lütfunu başkalarına isnad etmeye kalkarlar.» (E.T.3825)



Atıf notları:

-Âhirzaman fitnesinde şirk-i hafîye düşmek, bak: 3884/1.p.

-Muharref Hristiyanlıkta Papaları rab ittihaz etmek şirki, bak: 776.p.

-Asrımızda yaygın olmakla beraber ekseriyetin farkedemediği şirk şekli, bak: 3760/8, 3760/10.p.lar.

3563- Şirki red ve takbih eden âyetlerden birkaç not:

-Şirk afvolunmaz: (4:48,116)

-Hristiyanların teslis şirki: (5:72,73) (Bak: Teslis)

-Müşriklerin hayrı kabul olmaz: (9:17) (39:65)

-Müşriklerle evlenilmez: (2:221) (24:3)

-Müşriklerden akraba da olsa alâkayı kesmek onlara istiğfar etmemek: (9:113,114)

-Ebeveynin şirk teklifine adem-i itaat: (29:8) (31:15)

-İbadette şirki terk: (18:110)

-Şirk-i mutlak: (22:17)

-Şirkin butlanına misal (temanü’ kanunu): (39:29)

-Şirke taraftarlık mantıksızlığı: (40:12,42)

-Yehud ve Nasara müşrik anlayışlarına rağmen müslümanları kendi dinlerine da­vetlerine karşı, asla müşrik olmayan İbrahim (A.S.)ın hanif dinine uyarız diye cevab vermeleri: (2:135) (Bak: 784.p.)

-Allah’a, yarattığı şeyleri ortak koşanlar: (7:191)

-Cinleri Allah’a ortak koşanlar: (6:100)

-Kur’anı dinleyen cinlerin Allah’a şirk koşmamaları: (72:2)

-Allah’tan başka şeyleri Allah’a şerik yapanlar, yalnız kuru bir zanna bağlıdırlar: (10:66)

-Allah ile şerikleri arasında ehl-i şirkin yaptığı mal taksimi ile, hiçbir hayır kaza­namayıp hüsrana düşmüşlerdir. (Şirk ile tevhid cem’olmaz, te’lif olunmaz ve şirk ce­reyanına yardım edenin ibadeti makbul olmaz): (6:136)

-Müşrikler bir necistir: (9:28) (Bu âyette maddi pislikten daha çok, manevî ve ah­lâki pislik kastedilir.)

-Yahudiler hahamlarını, İseviler rahiblerini ve İsa (A.S.)ı erbab edinmeleri şirki: (9:31)

3564- qqŞİT (A.S.) a[- : «Âdem Aleyhisselâm’dan sonra peygamber­lik, taraf-ı İlahîden Hazreti-i Şit’e verilmiştir. Şit Aleyhisselâm, Hazret-i Âdem’in en güzel ve en sevgili oğludur. Rivayete nazaran Hazret-i Âdem’in yaratılı­şından 120 sene sonra doğmuş, 912 sene yaşamış, vefat edince Ebu Kubeys dağında Hazret-i Âdem’in yanına defnedilmiştir.

Hazret-i Şit’e peygamberliği ve tehlil ve tesbihi muhtevi olmak üzere 50 sahifelik bir kitab verilmiş ve Hazret-i Âdem’in vasiyeti üzere kardeşlerinin reisi bulunmuştur.

Kabe-i Muazzama’yı bir rivayete göre Hazret-i Âdem, diğer bir rivayete göre de Hazret-i Şit, ilk def’a olarak taştan bina etmiştir.

Şit’in manası “Hibetullah”dır. Hazret-i Âdem’e, şehid edilen Habil adın­daki oğluna bedel olarak taraf-ı İlahîden hibe ve ihsan buyurulmuş demektir. Bu zata (Şis) de denilmektedir.» (B.İ.İ.477)



3565- qqŞUAYB (A.S.) `[Q- : Ashab-ı Eyke ile Medyen ahalisine gön­derilen bir peygamberdir. Çok hakikatlı ve güzel sözlerle bu iki kavmi Hakka davet ettiği halde kendisini dinlemediler. Cenab-ı Hak Eykeliler üze­rine şid­detli sıcaklık ve Medyen ahalisine de şiddetli sayha ile azab verdi ve onları mahveyledi. Şuayb Aleyhisselâm kendisine inananlarla Mekke’ye gitti ve orada yerleşti. Musa Aleyhisselâm’ın kayınpederi idi. (Bak: Ashab-ı Eyke)

3566- Her devrin insanları için ibret dersleri veren Kur’andaki kısas-ı enbiyadan, Hz.Şuayb’ın (A.S.) kavmine ahkâm ve hakaik-i diniyeyi tebliğ et­mesi ve kavminin ileri gelenleri tarafından çıkartılan isyan ve neticede helâk olmaları kıssası: (7:85-93) (11:84-95) (26:176-190) (29:36,37) âyetlerinde geçmektedir.

«Şuayb’ın (A.S.) kıssalarına iyi dikkat edilirse, zamanımız medeniyyetinin ahlâk-ı umumisine pek yakından temas eden noktalar görülür.» (E.T.2805)

Evet Şuayb (A.S.)ın kavmi, ona (11:91) ­ÄY­T«#_ÅW¬8~®h[¬C«6­y«T²S«9_«8 yani, söyle­diklerinden çoğunu fıkh edemiyoruz, iyi anlayamıyoruz dediler. Âyette geçen fıkh edemiyoruz tabirinden, “Fıkıh” maddesinde izah edildiği gibi; (3:81) âyetiyle bildirilen bütün peygamberlere hikmet verilmiş olduğu cihetiyle Şuayb’ın (A.S.) İlahî hikmetleri kavmine anlattığı, kavminin ekserisinin ise İlahî hikmeti anlamaya mani olan nefsanî menfaat ve lezzet gaye ve niyetiyle bu nasihatlara baktıkları anlaşılıyor.

Bu ise, vahye dayanan hakikatı anlayamamanın en ehemmiyetli bir sebe­bidir. Bu durum aynı zamanda ve bilhassa asrımız insanlarının ekserisinin haline tam mutabıktır. Asrımızda dünyaya ve sefahete dalan ekser insanlar, hakkı dinleme ve anlama meyli ve haletini büyük ölçüde kaybetmiş durum­dadırlar.



Atıf notları:

-Âhirzaman fitnesinde gözlerin görmez, kulakların işitmez olacağı rivayeti, bak: 985.p.

-Muhtaç olanlar , aradığı hakikatı işaret ile de anlar, bak: 3694.p.

3567- qqŞÛRA >‡Y- : Konuşma yeri, istişare meclisi. Büyüklerin isti­şare için toplanma yeri. *Meşveret için toplantı. *Meşveret etme. (Bak: İcma-i Ümmet)

3568- Şûra, dinin esasat ve müsellematı haricinde ve daha çok icraata ait mes’elelerde şer’î usulüne göre ve şûra için teşkil olunan ihtisas heyeti ara­sında yapılır. Bu ihtisas heyeti, ya millî kabule sarahaten mazhar olan bir zat tarafından veya umumî seçim yoluyla teşkil olunur. İdarî ve siyasî sahadaki meşveretin biri başkanlık, diğeri ekseriyet sistemi olarak başlıca iki şekil var­dır. Birinci şekilde: Başkan meşveret eder, fikir alır fakat istediği maslahat ci­hetini tercih ve tatbik eder. Bu tarz daha çok ilim ve fazilette geri kalmış ibtidai milletlerde olmalı. Zira şûrada ehliyet esastır. Ehliyet ise biri halis ni­yet, diğeri ihtisastır. Yani şûrada ele alınan mes’elenin selâmetini ve masla­hatını cidden düşünen halis bir niyet ve ihtisas sahibi olmak vasıflarını ge­rektirir. Yoksa o mes’elenin lehinde olmak perdesi altında, kendi arzusunun tahakkukunu takib eden ve mes’ele hakkında da ihtisası olmayan kişilerin yapacakları şûra, çok kere karışıklıklara sebep olabilir. Böyle ilim ve fazilette geri kalmış cemaatlerin ilim, fazilet ve dirayette ileride olan bir şahsın tedbiri altında bulunmaları daha maslahatlı olabilir. İkincisi ise, ilim ve fazilette ileri milletlerde tercih edilir ki, re’y ekseriyetine dayanır. Asr-ı Saadette Resulullah’ın (A.S.M.) meşvereti gibi. Ezcümle, Resulullah’a ve dolayısıyla bütün mü’minlere hitaben şûrayı emreden bir âyette şöyle buyuruluyor:

3569- “(3:159) ¬h²8«ž²~ |¬4 ²v­;²‡¬—_«-«— Ve emirde onlarla müşavere et. Yani vahiy varid olmayıp re’y ü içtihada mütevakkıf bulunan harb gibi umur-u ammeye müteallik işlerde onların (meşveret ehlinin) re’yini al ki emir, emr-i bilma’ruf olsun. «a²8«i«2~«†¬_«4 Ba’del -müşavere karar verip azmettiğin vakitte ¬yÁV7~|«V«2²uÅ6«Y«B«4 Allah’a tevekkül ve itimad et, icrada fütur getirme.

Müşavere, şivar, meşvüre, meşvere, meşûre; danışıp işaret almak, yani rey almak demektir. Toplanıp meşveret eden cemaate de “Şûra” denilir ki bu da esasen öbürleri gibi, masdardır. Lisan-ı Arabda “işaret” ¬y²[«7¬~ °‡_«-¬~ diye |«7¬~ ile sılalandığı zaman lisanımızda meşhur olduğu üzere el veya göz, kaş ile ima manasına geldiği gibi, ¬y²[«V«2 °‡_«-¬~ diye |«V«2 ile sılalandığı zaman da emretmek, re’y vermek manasına gelir. Müşavere işte bu manaca işaret al­mak içindir. İştikak nokta-i nazarından işbu müşavere ve işaret, arı kovanın­dan bal almak manasından veya satılık bir hayvanı göstermek veya anlamak için at pazarında binip koşturmak manasından me’huzdur.» (E.T.1213)



3570- «Şûra-yı İslamın vazifesi, mücerred kendi arzu ve iştihalarını ifade eden iradelerini göstermek değil, hâdisatta ibadullahın menafi-i umumiyesi nokta-i nazarından taharri-i hakk ile o babda edille-i akliye ve nakliyesinden ma’mülünbih (kendisiyle amel edilecek hüküm) olması lâzım gelen hükmüllahı tayin etmektir... Binaenaleyh şûra evvel-emirde bir fikr-i ilmî ile tahhari-i hakk ve irade-i İlahiye tecelliyatına ittiba etmek ve irade-i cüz’iyelerini, kendi temennilerini ibraza değil, hükm-i hakkı izhar ve tayine sarf eylemek iktiza eder.

3571- İşbu müşavere emrinin vücub mu, yoksa nedib mi ifade ettiği hakkında ülemanın ihtilafı vardır. İmam-ı Şafii Hazretleri nedbe hamletmiş ise de, zahir olan vücubdur. Fakat müfessirîn ve ülemanın ittifakı vardır ki, min-indillah vahiy nazil olmuş bulunan hususatta Peygamberin ümmet ile müşavere etmesi caiz değildir. Çünkü nass karşısında re’y ü kıyas batıldır, mevrid-i nassda ictihada mesağ olmadığı malumdur. Nass olmayan hususata gelince; her şeyde müşavere caiz midir, değil midir? Bir hayli ülema ve mü­fessirîn, işbu (3:159) ¬h²8«ž²~|¬4 ²v­;²‡¬—_«-«— emrinin emr-i harbe masruf olduğu fikrindedir. Çünki, vahiy bulunan hususatta müşavere caiz olmadığı müteyakkan bulunduğundan ¬h²8«ž²~|¬4 deki elif-lam’ın istiğrak için olmadığı anlaşılır... (Şûra, ahkâm-ı diniyenin tatbikatında caridir, bak: 3801.p.)

Beyyinatın vürudundan sonra ihtilaf edenler ve Kitabullah’a iman etme­yenler aleyhinde varid olan âyatın mevrid-i nassda ictihada mesağ olmadığını gösterdikleri ve daha açıkçası nass karşısında , emr-i İlahî karşısında re’y ü kıyas ile isyan eden mel’un İblis’in hali olduğu malumdur... (Bak: İhtilaf)



3572- Peygamber için ictihadı tecviz etmeyenler, müşaverenin emr-i harb gibi sırf dünyevî olan hususata aid bulunduğuna kail olmuşlardır. Hal­buki ilm-i usulde sahih olan şudur ki: Resulullah vahye muntazır olur ve va­hiy varid olmayan hususatta re’y ü ictihadiyle amel ederdi... Resulüllah vahiy na­zil olmayınca, ictihada me’mur idi. İctihad ise mübahase ve münazara ile kuvvet bulacağı cihetle mevrid-i vahiyden maadasında müşavere ile de me’mur olmuştur. Mervidir ki, işbu (3:159) ¬h²8«ž²~ |¬4 ²v­;²‡¬—_«-«— nazil olduğu zaman Resulullah şöyle buyurmuştur:

®}«W²&«‡ |«7_Q«# ­yÁV7~ «u«Q«% ²w¬U«7«— _«Z²X«2 ¬–_Å[¬X«R«7 ¬y¬7Y­,«‡«— ­yÁV7~ «–_«8«~

_®[«3 ²•¬f²Q«< ²v«7 _«Z«6«h«# ²w«8«— ~®f²-­‡ ²•¬f²Q«< ²v«7 ²v­Z²X¬8 «‡_«L«B²,~ ¬w«W«4 |¬BÅ8­ž¬

“Biliniz ki, Allah ve Resulü, müşavereden her halde müstağnidirler ve lakin Allah Teala bunu benim ümmetime bir rahmet kıldı. Onlardan her kim istişare ederse, rüşdden mahrum olmaz. Her kim de terk ederse hatadan kurtulmaz.”

Diğer bir hadis-i şerifte de: ²v¬;¬h²8«~ «f«-²‡«ž²~ ~—­f­; ެ~ Çn«5 °•²Y«5 «‡«—_«L«# _«8

Müşavere eden bir kavm her halde işlerinin en doğrusuna mu­vaffak olur.” buyurulmuştur... Peygamber için müşavere mendub da olsa, ümmet için vacibdir.» (E.T. 1215-1217)



3573- Diğer bir âyette de şûra hakkında şöyle buyurulur:

« (42:38) ²v­Z«X²[«" >«‡Y­- ²v­;­h²8«~«— Emirleri de beynlerinde şûradır. İşleri, buyrukları, istibdad ile değil, aralarında danışıkla, reylerine müracaat iledir. Müracaatın sureti de, re’y kabiliyeti olan ammenin reylerini temsil edebilecek ictihad sahibi hall ü akd erbabının toplanıp müzakere etmesiyledir. Resul-i Ekrem Sallallahü Aleyhi Vesellem (3:159) ¬h²8«ž²~|¬4 ²v­;²‡¬—_«-«— müeddasınca harb maslahatlarına taalluk eden işlerde müşavere ederdi. Ondan sonra da ashab, gerek onda ve gerek ahkâmda müşavere ettiler. Peygamber’in vefatı üzerine halife intihabı ve ehl-i riddete kıtal, ceddin mirası, şarab içenlerin haddinin adedi ve Irak’ta fetholunan arazinin ahkâmı ve saire gibi mesail hep bu kabildendir... Şûra müzakereleri, ictimaî mes’elelerin aslını teşkil eder. Ta­rih-i İslâmda ve Usul-i Fıkıhta maatteessüf bu şûra düsturu devr-i sahabeden sonra Kur’anın verdiği bu ehemmiyet ile mütenasib bir surette inkişaf ettiri­lememiştir. Şûra esasen fütya gibi büşra vezninde masdar olup teşavür, yani birbirinin reyini almak demektir. Aslı, arıdan bal almak manasıyla alâkalıdır. Zü-şûra manasına gelir. Nitekim bu mana ile şûra hey’etine de ıtlak olunur.» (E.T. 4248)



3574- «Müslümanların hayat-ı içtimaiye-i İslâmiyedeki saadetlerinin anahtarı, meşveret-i şer’iyedir. (42:38) ²v­Z«X²[«" >«‡Y­- ²v­;­h²8«~«— âyet-i kerimesi, şûrayı esas olarak emrediyor. Evet nasılki nev’-i beşerdeki “telahuk-u efkâr” ünvanı altında asırlar ve zamanların tarih vasıtasıyla birbiriyle meşvereti, bütün beşeriyetin terakkiyatı ve fünununun esası olduğu gibi; en büyük kıt’a olan Asya’nın en geri kalmasının bir sebebi, o şûra-yı hakikiyeyi yapmaması­dır. Asya kıt’asının ve istikbalinin keşşafı ve miftahı, şûradır. Yani nasıl ferdler birbiriyle meşveret eder; taifeler, kıt’alar dahi o şûrayı yapmaları lâ­zımdır ki, üçyüz belki dörtyüz milyon İslâmın ayaklarına konulmuş çeşit çe­şit istibdatların kayıtlarını, zincirlerin açacak, dağıtacak, meşveret-i şer’iye ile şehamet ve şefkat-i imaniyeden tevellüd eden hürriyet-i şer’iyedir ki, o hürri­yet-i şer’iye, âdab-ı şer’iye ile süslenip, garb medeniyet-i sefihanesindeki sey­yiatı atmaktır. İmandan gelen hürriyet-i şer’iye, iki esası emreder:

­–Y­U«< «ž ¬yÅV¬7 ~®f²A«2 «–_«6 ²w«8 «uÅ7«g«B< «ž«— «u¬±7«g­< «ž ²–«~

²w¬8 _®"_«"²‡«~ _®N²Q«" _«X­N²Q«" «g¬FÅB«< «ž«— ¬…_«A¬Q²V¬7 ~®f²A«2

¬w´W²&Åh7~ ­}Å[¬O«2 ­}Å[¬2²hÅL7~ ­}Å<¬±h­E²7«~ ²v«Q«9  ¬yÅV7~ ¬–—­…

Yani: İman bunu iktiza ediyor ki; tahakküm ve istibdad ile başkasını tezlil etmemek ve zillete düşürmemek ve zalimlere tezellül etmemek. Allah’a hakiki abd olan, başkalara abd olamaz. Birbirinizi -Allah’tan başka- kendi­nize Rab yapmayınız!... Yani Allah’ı tanımayan; her şeye, herkese nisbetine göre bir rububiyet tevehhüm eder, başına musallat eder. Evet hürriyet-i şer’iye; Cenab-ı Hakk’ın Rahman, Rahim tecellisiyle bir ihsanıdır ve imanın bir hassasıdır.» (H.Ş.60)

3575- «Eğer denilse: Neden şûraya bu kadar ehemmiyet veriyorsun? Ve beşerin, hususan Asya’nın, hususan İslâmiyet’in hayatı ve terakkisi nasıl o şûra ile olabilir?

Elcevab: Nur’un Yirmibirinci Lem’a-i İhlasında izah edildiği gibi; haklı şûra ihlas ve tesanüdü netice verdiğinden,üç elif, yüzonbir olduğu gibi, ihlas ve tesanüd-ü hakiki ile üç adam yüz adam kadar millete fayda verebilir. Ve on adamın hakiki ihlas ve tesanüd ve meşveretin sırrı ile, bin adam kadar iş gördüklerini çok vukuat-ı tarihiye bize haber veriyor. Madem beşerin ihtiyacatı hadsiz ve düşmanları nihayetsiz ve kuvveti ve sermayesi pek cüz’î; hususan dinsizlikle canavarlaşmış, tahribatçı, muzır insanların çoğalmasıyla elbette ve elbette o hadsiz düşmanlara ve o nihayetsiz hacetlere karşı, iman­dan gelen nokta-i istinad ve o nokta-i istimdad ile beraber hayat-ı şahsiye-i insaniyesi dayandığı gibi hayat-ı içtimayesi de yine imanın hakaikından gelen şûra-yı şer’î ile yaşayabilir. O düşmanları durdurur, o hacetlerin teminine yol açar.» (H.Ş.62) (Bak: İttihad-ı İslâm)



3576- Şûranın ehemmiyetini ve teşekkülünün elzemiyetini devlet ricaline bildiren Bediüzzaman, Osmanlı İmaparatorluğu Meşihatında gereken şûra heyetinin hususiyetleri hakkında şu izahatı veriyor:

« ¬h²8«ž²~|¬4 ²v­;²‡¬—_«-«—  ²v­Z«X²[«" >«‡Y­- ²v­;­h²8«~«—

(*) Tarih bize gösteriyor ki, İslâm ne derece dine temessük etmiş ise, te­rakki etmiş, ne vakit dinde za’f göstermiş ise, tedenni etmiştir. Başka dinde, bilakis kuvveti zamanında vahşet, za’fı zamanında temeddün hasıl olmuştur.

Cumhur-u enbiyanın şarkta bi’seti, Kader-i Ezelî’nin bir remzidir ki, şar­kın hissiyatına hâkim dindir. Bu gün âlem-i İslâmdaki tezahürat da gösteri­yor ki, âlem-i İslâmı uyandıracak, şu mezelletten kurtaracak yine o histir.

Hem de sabit oldu ki, bu devlet-i İslâmiyeyi bütün öldürücü müsademata rağmen, yine o his muhafaza etmiştir. Bu hususta garba nisbetle ayrı bir hususiyete malikiz. Onlara kıyas edilemeyiz.

3577- Saltanat ve hilafet gayr-ı münfek, müttehid-i bizzattır. Cihet muhteliftir. Binaenaleyh bizim padişahımız, hem sultandır, hem halifedir ve âlem-i İslâmın bayrağıdır. Saltanat itibariyele otuz milyona nezaret ettiği gibi, Hilafet itibariyle üçyüz milyonun mabeynindeki rabıta-i nuraniyenin ma’kes ve istinadgâhı ve mededkârı olmak gerektir. Saltanatı sadaret, Hilafeti meşi­hat temsil eder.

Sadaret üç mühim şûraya bizzat istinad ediyor, yine kifayet etmiyor. Halbuki böyle inceleşmiş ve çoğalmış münasebat içinde, içtihadattaki müdhiş fevza, efkâr-ı İslâmiyedeki teşettüt, fasid medeniyetin tedahülüyle ahlâktaki müthiş tedenni ile beraber, Meşihat cenahı bir şahsın içtihadına terkedilmiş.

Ferd te’sirat-ı hariciyeye karşı daha az mukavimdir. Te’sirat-ı hariciyeye kapılmakla, çok ahkâm-ı diniye feda edildi.

3578- Hem nasıl oluyor ki, umûrun besateti ve taklid ve teslim cari ol­duğu zamanda, velev ki intizamsız olsun, yine Meşihat bir şûraya, lâakal Kadıaskerler gibi mühim şahsiyetlere istinad ederdi. Şimdi iş besatetten çık­mış, taklid ve ittiba gevşemiş olduğu halde, bir şahıs nasıl kifayet eder. (Bak: 605.p.)

Zaman gösterdi ki, hilafeti temsil eden şu Meşihat-ı İslâmiye, yalnız İs­tanbul ve Osmanlılara mahsus değildir. Umum İslâma şamil bir müessese-i celiledir. Bu sönük vaziyetle, değil koca âlem-i İslâmın, belki yalnız İstan­bul’un irşadına da kâfi gelmiyor. Öyle ise, bu mevki öyle bir vaziyete getiril­melidir ki, âlem-i İslâm ona itimad edebilsin. Hem menba’, hem ma’kes va­ziyetini alsın. Âlem-i İslâma karşı vazife-i diniyesini hakkıyla ifa edebilsin.



3579- Eski zamanda değiliz. Eskiden hâkim bir şahs-ı vâhid idi. O hâ­kimin müftüsü de, onun gibi münferid bir şahıs olabilirdi. Onun fikrini tas­hih ve tadil ederdi. Şimdi ise, zaman cemaat zamanıdır. Hâkim, ruh-u cema­atten çıkmış az mütehas­sis, sağırca, metin bir şahs-ı manevidir ki, şûralar o ruhu temsil eder.

Şöyle bir hâkimin müftüsü de ona mücanis olup, bir şûra-yı âliye-i ilmi­yeden tevellüd eden bir şahs-ı manevi olmak gerektir. Ta ki, sözünü ona işittirebilsin. Dine taalluk eden noktalardan, sırat-ı müstakime sevkedebilsin. Yoksa ferd dâhî de olsa, cemaatin ferd-i manevisine karşı sivrisinek kadar kalır. Şu mühim mevki, böyle sönük kalmakla, İslâmın ukde-i hayatiyesini tehlikeye maruz bırakıyor. (İstanbul’un İngiliz işgalinde, halifenin mükreh kılınması, bak: 1339.p.)

Hatta diyebiliriz, şimdiki za’f-ı diyanet ve şeair-i İslâmiyetteki lâkaydlık ve ictihadattaki fevza, Meşihat’ın za’fından ve sönük olmasından meydan almıştır. Çünkü haricde bir adam re’yini, ferdiyete istinad eden Meşihat’a karşı muhafaza edebilir. Fakat böyle bir şûraya istinad eden bir Şeyhülislâ­mın sözü, en büyük bir dâhîyi de ya içtihadından vazgeçirir, ya o içtihadı ona münhasır bırakır. (Hükm-ü müftabih için re’y-i cumhur gerektir, bak: 961.p.)

3580- Her müstaid çendan içtihad edebilir. Lakin içtihadı o vakit düstur-ul amel olur ki, bir nevi icma’ veya cumhurun tasdikine iktiran eder. Böyle bir Şeyhülislâm manen bu sırra mazhar olur. Şeriat-ı Garra’da daima icma’ ve rey-i cumhur, medar-ı fetva olduğu gibi, şimdi de fevza-i âra’ için, böyle bir faysala lüzum-u kat’i vardır. Sadaret meşihat iki cenahtır. Şu Devlet-i İslâmiyenin bu iki cenahı mütesavi olmazsa ileri gidilmez. Gidilse de, böyle bir medeniyet-i faside için mukaddesatından insilah eder.

3581- İhtiyaç her işin üstadıdır. Şöyle bir şûraya ihtiyaç şediddir. Merkez-i hilafette te’sis olunmazsa, bizzarure başka bir yerde teşekkül edecektir. Bu şûranın bazı mukaddematı olan cemaat-i İslâmiye teşkilatı ve evkafın Meşi­hat’a ilhakı gibi umûrun daha evvel tahakkuku münasib ise de, baştan baş­lansa, sonra mukaddemat ihzar edilse yine maksad hasıl olur. Daire-i intihabiyeleri hem mahdud, hem muhtelit olan âyan ve meb’usanın vazife-i resmiyeleri itibariyle bilvasıta ve dolayısıyla bu işe te’siri olabilir. Halbuki va­sıtasız, doğrudan doğruya bu vazife-i uzmayı deruhde edecek halis İslâmî bir şûra lâzımdır. (Bak: 3729,3730.p.lar)

3582- Bir şey mâ-vudia-lehinde istihdam edilmezse, atalete uğrar, matlub eseri göstermez. Binaenaleyh mühim bir maksad için te’sis edilen Dâr-ül Hikmet-il İslâmiyeyi, şimdiki adi bir komisyon derecesinden çıkarıp, Meşi­hat’taki devairin rüesasıyla beraber şûranın aza-yı tabiiyesi addetmek ve haricdeki âlem-i İslâmdan, şimdilik onbeş, yirmi kadar, İslâmın dinen, ahlâ­ken itimadını kazanmış müntehab ülemasını celbeylemek, bu me’sele-i uz­manın esasını teşkil eder.» (S.T.İ.31) (Bak: Şeyhülislâm)

Büyük İslâm Şûrası’nın teşekkülü de, İslâm birliğine dayanan Hilafet-i İslâmiyeye istinad eder. Bediüzzaman, mezkûr şûra teklifini yaptığı zaman, Hilafet ve Meşihat mevcud idi, yani büyük İslâm Şûrası için bir temel ha­zırdı. Ancak âlem-i İslâm genişliğinde tevsi’ ve tahkim edilecekti. Şimdi ise ancak, Cemahir-i Müttefika-i İslâmiye ile tahakkuku gereken ittihad-ı İslâmın bünyesinde yeniden teşekkül edebilir.



Atıf notu:

-Meşverette verilen kararda sebat, bak: 3833.p.da âyet notu..

3583- qqŞUUR ‡YQ- : Anlayış. Vicdan. Hiss-i zahirle duymak. *Nefsin manaya ilk vusûl mertebeleridir. *Kendi varlığından haberi olma. *Bir şeyi hoşca tanıma. *İnceliklerini iyice idrak etme. (Bak: İdrak)

3584- Psikolojide: İnsanın kendi varlığından haberdar olması ve kendine tesir eden çevresinde meydana gelen hâdise ve değişikliklerin bilgisine sahib olması halidir. Şuurun dereceleri vardır. Meselâ: Düşünüyorum ve düşündü­ğümü biliyorum, yine düşündüğümü bildiğimi de biliyorum ve hakeza. Şu­urlu olma ruhun bir vasfıdır. Maddede şuur yoktur. Ve şuurun maddi izahı maddiyyun ve ehl-i dalâletin şuursuzca bir izahı olup batıldır. (Bak: Tahteş­şuur)

İki atıf notu:

-Şuur ve his, hayattan süzülmüş, bak: 1243.p.

-Şuurun bir tarifi, bak:3485.p.

3585- «Şuur, hiss-i zahirle hissetmektir. Yani şu anda hiss halinde olan ve henüz hâfızaya ve akla tamamen geçmemiş bulunan zahir bir ilimdir ki, zühulün zıddıdır. İdrakin ilk mertebesi, yani bir şeyin kuvve-i akliyeye ilk mertebe-i vusûlü, ilk tecellisidir. Zira ilim, nefsin manaya vusûlüdür. Ve bu vusûlün bir takım mertebeleri vardır ki, şuur bunların birincisi, yani nefsin manaya ilk mertebe-i vusûlüdür. O mananın tamamına nefsin vukufu hasıl olunca tasavvur, bu mana şuurun zehabından sonra tekrar istirca’ olunabile­cek vech ile ruhda baki kalmış ise hıfz, bunu talebe tezekkür, tekrar bulan vicdana tesmiye olunur. Şuur bir haysiyetle ilmin en zaifidir... Diğer bir hay­siyetle en canlı bir ilimdir.Çünkü filhal ve bilfiil dakik bir lemha-i şuhud ve huzurdur.» (E.T. 223)

3586- «Zikreden adamın feyz-i İlahîyi celbeden muhtelif latifeleri vardır. Bir kısmı kalb ve aklın şuuruna bağlıdır. Bir kısmı da şuursuz, yani şuurlara tabi değildir.

²h­Q²L«< «ž ­b²[«& ²w¬8 husule gelir. Binaenaleyh gaflet ile yapılan zikirler dahi feyizden halî değildir.» (M.N.87)



3587- «Senin şuur ve ilminin sana taalluku, ahval ve levazımat-ı ihtiyacatın nisbetindedir. Çünki sebeb ile müsebbeb, kuvvet ile amel ara­sında münasebet lâzımdır. Fazla noksan olmamalıdır. Senin sana olan şuur ve ilminin nisbeti, Hâlikın sana olan nazar ve ilmine nisbetle bir kıl gibidir. Binaenaleyh pek cüz’î olan ilim ve şuurunla, Şems-i Ezelî’nin ilim ve naza­rına mukabele etmekle gündüz ortasında güneşin altında, güneşin ziyasıyla mübarezeye çıkan ateş böceği gibi olma!» (M.N.140)

3588- Şuur kelimesinin geçtiği âyetlerden birkaç not:

-Şehidlerin hayatına hiss-i zahiri olan şuurun taalluk etmediği: (2:154)

-Kaderden hazırlanıp gelen azabı, zalimlerin şuur edememeleri: (16:26,45) (27:50) (39:25)

3589- qqŞÜHÛR-U SELASE }$Ÿ$ ‡YZ- : Receb, Şaban, Ramazan ola­rak kamerî takvimde yedinci, sekizinci, dokuzuncu aylardır. (Bak: Sevab mad­desinde 3363.p.)

«Her hasenenin sevabı başka vakitte on ise, Receb-i Şerif’te yüzden ge­çer, Şaban-ı Muazzam’da üçyüzden ziyade ve Ramazan-ı Mübarek’te bine çıkar ve cuma gecelerinde binlerle ve Leyle-i Kadir’de otuzbine çıkar. Bu pekçok uhrevî faideler kazandıran ticaret-i uhreviyenin bir kudsî pazarı ve ehl-i hakikat ve ibadet için mümtaz bir meşheridir.» (Ş.494)

Şühûr-u selase içinde Regaib Kandili, Mi’rac Kandili, Berat Kandili ve Kadir Gecesi olarak dört mübarek kandil gecesi vardır. Bu kandiller hak­kında alfabe sırasıyle bir nebze izah verilecektir. Şöyle ki:

3590- Berat Kandili: Arabî Şaban ayının onbeşinci gecesi. Şaban ayı mü­barek şuhûr-u selaseden (üç aylardan) olup, onbeşinci gecesi mahlukatın rızıklarına, ömürlerine, amellerine dair taraf-ı İlahîden meleklere talimat ve­rildiği hususunda rivayat-ı sahiha vardır.

«Leyle-i Berat, bütün senede bir kudsi çekirdek hükmünde ve mukadde­rat-ı beşeriyenin proğramı nev’inden olması cihetiyle Leyle-i Kadr’in kudsiyetindedir. Herbir hasenenin Leyle-i Beratta, herbir amel-i salihin ve herbir harf-i Kur’anın sevabı, yirmibine çıkar. Sair vakitte on ise, şühur-u selasede yüze ve bine çıkar. Ve bu kudsi leyali-i meşhurede onbinler yirmibin veya otuzbinlere çıkar. Bu geceler, elli senelik bir ibadet hükmüne geçebilir. Onun için elden geldiği kadar Kur’anla ve istiğfar ve salavatla meş­gul olmak büyük bir kârdır.» (Ş.505)

Kur’an (44:3) âyetindeki (Leyle-i Mübareke) bazı müfessirler leyle-i be­rat’a işarettir, demişlerdir.

3591- Berat Gecesinin mübarekiyet hakkında hadis-i şerifler vardır. Ez­cümle İbn-i Mace 5. Kitab-üs Salât’ın 191. babında, Şabanın 15. gecesi rah­met ve mağfiret-i İlahiyenin sema-i dünyaya nüzûlüyle mağfiret isteyenleri mağfur kılınacaklarını müjdeler. Ancak R.E. hadis kitabının 484. sahifesinde de kaydedildiği gibi, dünya hayatını gaye edinen sefihler, bu mağfirete liyakatı kaybedebilirler.

3592- Kadir Gecesi: Rivayetlere istinaden Ramazan Ayı’nın yirmiyedinci gecesi olarak tercih edilmiştir. Kur’an âyetlerini ilk vahiy ile gelmeye başladığı mübarek bir gecedir. Ramazan Ayı’nın diğer herhangi bir gecesinin de Kadir Gecesi ol­ması ihtimali olduğundan Ramazan gecelerini umumen ihya etmek faziletli­dir.

3593- (97:1) âyetinde geçen «Kadir, ‡fT< - ‡f5 fiilinini masdarı olarak esası, güç yetirmek demek olup hükm ü kaza, takdir, şeref ü azamet ve taz­yik manalarına gelir. Râzi der ki: Kadr ü kader birdir. Ancak sükûn ile masdar, feth ile isimdir. Leyle-i Kadir denilmesinde de müfessirîn bu ma’nalardan her birine göre bir kaç vecih beyan etmişlerdir:

Birincisi, İbn-i Cerir’in Mücahid’den naklettiği vecihle “hüküm gecesi” demektir ki Sure-i Duhan’da;

 «w<¬‡¬g²X­8 _ÅX­6 _Å9¬~ ¯}«6«‡_«A­8 ¯}«V²[«7|¬4 ­˜_«X²7«i²9«~ _Å9¬~  ¯v[¬U«& ¯h²8Ï~ Çu­6 ­’«h²S­< _«Z[¬4 (44:3,4) buyurulduğu üzere her hakîm emrin, ya’ni takdir-i İlahîden hükmo­lunmuş umû­run yahut bir çok umûra hâkim büyük muhkem emirlerin fark edildiği, ayırd olunduğu mübarek gece demektir...

İkincisi: Zührî’den mervi olduğu üzere kadir, bizim de kadr ü haysiyet ta’bir ettiğimiz vecihle “şeref ve azamet” ma’nasında olmasıdır ki, “azamet ve şeref gecesi” demek olur. Çünki ¯h²Z«- ¬r²7«~ ²w¬8 °h²[«' dir. (97:3)

Üçüncüsü, tazyik manasına olmasıdır ki, “tazyik gecesi” demek olur. Zira o gece inen melaikeye Arz dar gelir denilmiştir. Bu bize şunu ifade eder ki büyük, şerefli vukuatın zuhuru sonundaki hayr ü selâmetin azameti nisbetinde büyük bir şiddet ve tazyik ile alâkadardır. Nitekim Kur’anın nü­zûlü de meleğin şiddetli tazyiki ile başlamıştı. Şu halde Leyle-i Kadir’de bu üç mananın üçü de var demektir. Bu surede ¬‡²f«T²7~ ­}«V²[«7 ünvanının üç def’a zikr edilmiş olması da buna bir işarettir.» (E.T.5970)

3594- Bütün Ramazan gecelerini ihya etmeye teşvik etmek hikmetiyle Leyle-i Kadir, Ramazan içinde gizli bırakılmıştır. Bilhassa «aşr-i âhir-i Rama­zanda her gece, hususan tek gecelerde Leyle-i Kadr’in bulunmak ihtimali kuvvetli olduğunu Hadis-i Şerif ferman ediyor.» (E.L.I.245)

Evet «rivayat-ı sahiha ile “Leyle-i Kadri; nısf-ı âhirde, hususan aşr-ı âhirde arayınız.” (300) ferman etmesiyle, bu gelecek geceler, seksen küsur sene bir ibadet ömrünü kazandıran Leyle-i Kadr’in gelecek gecelerde ihtimali pek kavi olmasından istifadeye çalışmak, böyle sevablı yerlerde bir saadettir.» (Ş.509)

Ramazanın 27. gecesi için «bir kısım müçtehidler, o geceye Leyle-i Kadr’i tahsis etmişler. Hakiki olmasa da, madem ümmet o geceye o nazarla bakı­yor, İnşallah hakiki hükmünde kabule mazhar olur.» (Ş.510)

«Bu kudsi gecede elden geldiği kadar sair nafile namazlar gibi tatavvuan namaz kılınabilir.» (B.İ.İ.188)



3595- Mi’rac Kandili: Arabî aylardan Receb-i Şerifin yirmiyedinci gece­si­dir. «Leyle-i Mi’rac’da oniki rek’at nafile namaz kılınması müstahsen görül­müştür. Her iki rek’atında fatiha-i şerife ile başka bir sure okuyarak iki rek’atta bir selâm verilmeli.» (B.İ.İ.188)

3596- Regaib Kandili: Arabi aylardan «Receb-i Şerif’in ilk cum’a gece­sine “Leyle-i Regaib” denir. Bazı zatların beyanına göre bu gecede Resul-i Ekrem Sallallahü Aleyhi Vessellem Efendimiz tecelli-i ef’ale mazhar olup nur-i ef’ale müstağrak olmakla Hak Teala Hazretlerine oniki rek’at namaz kılmış­tır. Resul-i Ekrem Efendimizin muhterem valideleri rahmine bu Regaib ge­cesinde şeref vermiş olduğuna dair olan bir rivayet, pek muvafık görülme­mektedir. Çünkü bu gece ile viladet-i Nebeviyeleri arasındaki müd­det bunun hilafına şahiddir. Şu kadar var ki, Hazret-i Amine’nin Fahr-i Âlem Efen­dimizi hamil olduğuna bu geceden itibaren muttali olmuş olması mel­huzdur. Maahaza Leyle-i Regaib pek mübarek bir gecedir. Zaten Regaib; ne­fis, mergub, bahası ağır ve çok atâ ve ihsan manasına olan “ragibe”nin cem’idir. Bu geceyi ibadetle ihyanın sevabı pek çoktur. Fakat bu gecede kılı­nacak na­mazın mesnuniyeti, mendubiyeti hakkında kuvvetli bir delil mevcud görül­memektedir. Bu gecede toplanıp regaib namazını cemaatle kılmanın bir bid’at olduğu tasrih edilmektedir. Zaten teravihten başka hiç bir nafile na­mazının birbirini çağırarak cemaatle kılmak kerahetten halî değildir. Ancak bir yerde bulunan iki-üç zatın bu gibi namazları cemaatle kılmaları caiz gö­rülmüştür.» (B.İ.İ.187)

Bediüzzaman Hz.leri, Leyle-i Regaib’in mübarekiyeti hakkında bir mek­tubunda der ki:

«Kat’iyyen benim kanaatimde bir nevi mu’cize-i Ahmediye olarak, iki aydanberi mütemadiyen kuraklık ve yağmursuzluk, her tarafta daima na­mazlardan sonra pek çok duaların akim kaldığı ve herkes me’yusiyetten derd-i maişet endişesiyle kalben ağlarken, birden Leyle-i Regaib -bütün öm­rümde hiç mislini işitmediğim ve başkalar da işitmediği- üç saatte yüz defa, belki fazla tekrar ile melek-i ra’dın yüksek ve şiddetli tesbihatıyla öyle bir rahmet yağdı ki; en muannide dahi Leyle-i Regaib’in kudsiyetini ve Hazret-i Risalet’in bir derece, bir cihette âlem-i şehadete teşrifinin umum kâinatça ve bütün asırlarda nazar-ı ehemmiyette ve Rahmeten Lil’âlemîn olduğunu isbat etti ve kâinat o geceyi alkışlıyor diye gösterdi.» (E.L.I:37)

3597- ŞÜKR hU- : (Şükür) Ni’metleri ihsan edene karşı duyulan memnuniyet ve muhabbet hisleri ve bu hisleri sözlü ifade etmek. (Bak: Hamd, Nimet, Rızk, Tahdis-i Ni’met)

3598- Şükür kalb ile, dil ile ve sair beden azalarıyla yapılır. Beden azala­rıyla ve duygularla yapılan fiilî ve şuurlu şükür ise, şükrün en ehemmiyetlisi olup şükr-ü örfîyi de tazammun eder. Bu hakikata binaen cihazat-ı insaniyenin ni’metiyetine karşı şükre davet eden âyetler vardır. (Bak: 1689/1.p.) Evet insana ihsan edilen vücud azalarının ve hissiyatın kendile­rine has yaratılış gayeleri ve vazifeleri olması, hizmet-i Rabbaniyenin iktiza­sıdır. O cihazların gayelerinde kullanılması lâzımdır ki hakiki şükür ifa edil­miş olsun. Kur’an (9:111) âyetinin izahında beyan edilen şu mukayeseli haki­kat, bu mevzuu en güzel bir şekilde izah eder:

«Meselâ: Akıl bir âlettir. Eğer Cenab-ı Hakk’a satmayıp belki nefis hesa­bına çalıştırsan öyle meşum ve müz’iç ve muacciz bir âlet olur ki: Geçmiş zamanın âlâm-ı hazinanesini ve gelecek zamanın ehval-i muhavvifanesini se­nin bu biçare başına yükletecek, yümünsüz ve muzır bir âlet derekesine iner. İşte bunun içindir ki: Fâsık adam aklın iz’ac ve tacizinden kurtulmak için galiben ya sarhoşluğa veya eğlenceye kaçar. Eğer Malik-i Hakikisine sa­tılsa ve onun hesabına çalıştırsan; akıl öyle tılsımlı bir anahtar olur ki; şu kâi­natta olan nihayetsiz rahmet hazinelerini ve hikmet definelerini açar. Ve bu­nunla sahibini saadet-i ebediyeye müheyya eden bir Mürşid-i Rabbanî dere­cesine çıkar.

Meselâ: Göz bir hassedir ki ruh bu âlemi o pencere ile seyreder. Eğer Cenab-ı Hakk’a satmayıp belki nefis hesabına çalıştırsan; geçici devamsız bazı güzellikleri, manzaraları seyr ile şehvet ve heves-i nefsaniyeye bir kavvad derekesinde bir hizmetkâr olur. Eğer gözü gözün Sani-i Basirine sat­san ve onun hesabına ve izni dairesinde çalıştırsan; o zaman şu göz, şu kitab-ı kebir-i kâinatın bir mütalaacısı ve şu âlemdeki mu’cizat-ı san’at-ı Rabbaniyenin bir seyircisi ve şu Küre-i Arz bahçesindeki rahmet çiçeklerinin mübarek bir arısı derecesine çıkar.

Meselâ: Dildeki kuvve-i zaikayı Fâtır-ı Hakîm’ine satmazsan belki nefis hesabına mide namına çalıştırsan; o vakit midenin tavlasına ve fabrikasına bir kapıcı derekesine iner, sukut eder. Eğer Rezzak-ı Kerim’e satsan; o za­man dildeki kuvve-i zaika rahmet-i İlahiye ha­zinelerinin bir nazır-ı mahiri ve kudret-i Samedaniye matbahlarının bir mü­fettiş-i şakiri rütbesine çıkar.

İşte ey akıl dikkat et! Meş’um bir âlet nerede? Kâinat anahtarı nerede? Ey göz, güzel bak! Adi bir kavvad nerede? Kütübhane-i İlahînin mütefennin bir nazırı nerede? Ve ey dil, iyi tad! Bir tavla kapıcısı ve bir fabrika yasakçısı nerede? Hazine-i hassa-i rahmet nazırı nerede?» (S.27) İşte, şükr-ü örfî ma­nasında olan bu tarz hayatı yaşayanlar, manen terakki ederler. (Bak: 1159,1968,1969.p.lar)

3599- Şükür, kullardan Allah’a yapıldığından, ni’metlerin Allah’ın ihsanı olduğunu izhar ve o ni’metleri gayelerinde istimal etmek manalarını ifade eder. Allah’dan kullara bakınca da kullara mükâfat ve mücazat manasında kullanılır. (Bak: Kur’an (4:147) (35:34) (42:23) (64:17)

Müfessir Elmalılı Hamdi Yazır, (2:152) âyetini tefsir ederken şu izahatı veriyor:

«Size şimdi iki vazife vardır. Birincisi: |¬9—­h­6²†_«4 (2:152) Beni zikrediniz, lâyıkıyla anınız ki, ²v­6²h­6²†«~ ben de sizi buna lâyık bir anışla anayım, imdad ve inayetimi idame edeyim. İkincisi: ¬–—‡­h­S²U«# «ž«— |¬7 ~—­h­U²-~«— Bana şükredi­niz, ni’metlerime karşı kalben veya lisanen veya bedenen veya hepsiyle bir­den bana ta’zim ve benim emirlerime itaat ve ni’metlerimi yerine sarf ile in­tifa eyleyiniz...

Zikir dahi şükür gibi ya lisanî veya kalbî veya bedenî olur.

Zikr-i bedenî; bedenin cevarih ü azasından herbiri memur bulundukları vezaif ile meşgul ve müstağrak olmak ve nehyoldukları şeylerden halî bu­lunmaktır. Şükür de bu meratibden her biriyle icra edilir. Ancak bunların şükr olması için, şakirin kendisine vasıl olmuş olan ni’meti hissetmesi ve bunları o ni’mete mukabil bir vazife-i ta’zim olarak yapması şarttır. Zikir ise, ni’metin böyle bir kayd-ı vusûlü olmaksızın alel’ıtlak bir muhabbetin, bir aşk-ı kemalin eseridir. Şu halde şükrün zikre atfı, esasen “atf-ül has ale-l âmm” demektir. Lakin her ikisi kayd-ı ni’metten sonra zikredilmiş bulundu­ğundan burada atf-ı tefsirî kabilinden olur. Böyle olmamak için şükrün şükr-ü örfî manasına hamli daha muvafıktır. O da vasıl olan ni’metlerin hepsini mâ-hulika-lehine sarfeylemektir. Binaenaleyh her hatve-i terakkide zikir bi­dayet, şükür bir nihayettir...

Hasılı bidayet-i ubudiyet zikr, nihayet-i ubudiyet şükürdür...

Fakat zikir marifet ile, şükür de nimet ile mütenasib olacaktır. Halbuki hakikat-ı İhaliyeyi bihakkın marifet, O’nu kendisi gibi bilmek demek olaca­ğından, bu mütenahi âlemde kullar için gayr-ı mümkündür.

«t¬B«4¬h²Q«8 Ås«& «¾_«X²4«h«2 _«8 Kezalik niam-ı İlahiye nâmütenahidir. Meselâ bir nefeste, içli dışlı iki nimet mevcuddur. Demek ki, sadece her nefeste iki şükür vacibdir. Bu halde bihakkın eda-i şükür de gayr-ı mümkündür.

«t¬#«…_«A¬2 Ås«& «¾_«9²f«A«2 _«8 Demek ki, bu hitab-ı İlahî karşısında ilk hissedi­len şey, acz ve kudret-i Hâlika arz-ı teslimiyettir.» (E.T.540-542)

3600- Diğer iki âyet de şöyledir:

“(3:144) «w<¬h¬6_ÅL7~ ­yÁV7~ >¬i²D«[«,«— Burada, şakirînden murad İslâmda se­bat ederek ifa-yı vazife edenlerdir. Bunun için sabitîn veya tai’în ile tefsir edilmiştir.” (E.T.1194)

«(3:145) «w<¬h¬6_ÅL7~ >¬i²D«X«,«— O şakirler ki, nimet-i İslâmda sebat edip Allah’ın kendilerine ihsan ettiği kuvvet ü kudreti mâ-hulika-lehi olan taate sarfederek şükrünü eda ederler ve hiçbir mania karşısında bundan inhiraf eylemezler.» (E.T.1196)

3601- Hem «Kur’an-ı Mu’ciz-ül Beyan tekrar ile

«w<¬h¬6_ÅL7~>¬i²D«X«,«—  «–—­h­U²L«< «Ÿ«4«~  «–—­h­U²L«< «Ÿ«4«~

«w<¬h¬6_ÅL7~ «w¬8 ²w­6«— ²f­A²2_«4 ­yÁV7~ ¬u«"  ²v­UÅ9«f<¬ˆ«ž ²v­#²h«U«- ²w¬¶[«7

gibi âyetlerle gösteriyor ki: Hâlik-ı Rahman’ın ibadından istediği en mühim iş şükürdür. Furkan-ı Hakîm’de gayet ehemmiyetle şükre davet eder ve şükür etmemekliği, nimetleri tekzib ve inkâr suretinde gösterip (55:13)

¬–_«"¬±g«U­# _«W­U¬±"«‡ ¬š³«ž´~ ¬±>«_¬A«4 fermanıyla Sure-i Rahman’da şiddetli ve dehşetli bir surette otuzbir def’a şu âyetle tehdid ediyor. Şükürsüzlüğün, bir tekzib ve inkâr olduğunu gösteriyor.

Evet Kur’an-ı Hakîm nasılki şükrü netice-i hilkat gösteriyor; öyle de Kur’an-ı Kebir olan şu kâinat dahi gösteriyor ki, netice-i hilkat-ı âlemin en mühimmi şükürdür. Çünkü kâinata dikkat edilse görünüyor ki: Kâinatın teş­kilâtı şükrü intac edecek bir surette, her bir şey bir derece şükre bakıyor ve ona müteveccih oluyor. Güya şu şecere-i hilkatin en mühim meyvesi, şükür­dür. Ve şu kâinat fabrikasının çıkardığı mahsulatın en âlâsı, şükürdür.

Çünki hilkat-ı âlemde görüyoruz ki; mevcudat-ı âlem bir daire tarzında teşkil edilip içinde nokta-i merkeziye olarak hayat halkedilmiş. Bütün mev­cudat hayata bakar, hayata hizmet eder, hayatın levazımatını yetiştirir. De­mek kâinatı halkeden zat, ondan o hayatı intihab ediyor.

Sonra görüyoruz ki, zihayat âlemlerini bir daire suretinde icad edip in­sanı nokta-i merkeziyede bırakıyor. Adeta zihayatlardan maksud olan gayeler onda temerküz ediyor; bütün zihayatı onun etrafına toplayıp ona hizmetkâr ve müsahhar ediyor, onu onlara hâkim ediyor. Demek Hâlik-ı Zülcelal, ziha­yatlar içinde insanı intihab ediyor, âlemde onu irade ve ihtiyar ediyor.



3602- Sonra görüyoruz ki: Âlem-i insaniyet de, belki hayvan âlemi de bir daire hükmünde teşkil olunuyor ve nokta-i merkeziyede rızık vaz’edilmiş. Bütün nev’-i insanı ve hatta hayvanatı rızka adeta taaşşuk ettirip, onları umumen rızka hâdim ve müsahhar etmiş. Onlara hükmeden rızıktır. Rızkı da o kadar geniş ve zengin bir hazine yapmış ki, hadsiz ni’metleri camidir. Hatta rızkın çok envaıından yalnız bir nev’inin tatlarını tanımak için, lisanda kuvve-i zaika namında bir cihaz ile mat’umat adedince manevi ince ince mi­zancıklar konulmuştur. Demek kâinat içinde en acib, en zengin, en garib, en şirin, en cami’, en bedi’ hakikat, rızıktadır.

3603- Şimdi görüyoruz ki: Herşey nasılki rızkın etrafında toplanmış, ona bakıyor; öyle de rızık dahi bütün envaiyle manen ve maddeten, halen ve ka­len şükür ile kaimdir, şükür ile oluyor, şükrü yetiştiriyor, şükrü gösteriyor. Çünki rızka iştiha ve iştiyak, bir nevi şükr-ü fıtrîdir. Ve telezzüz ve zevk dahi gayr-ı şuurî bir şükürdür ki, bütün hayvanatta bu şükür vardır. Yalnız insan, dalalet ve küfür ile o fıtrî şükrün mahiyetini değiştiriyor, şükürden şirke gidi­yor...

Altıncı Söz’de beyan edildiği gibi: Lisandaki kuvve-i zaika, Cenab-ı Hak hesabına yani manevi vazife-i şükraniye ile rızka müteveccih olduğu vakit, o dildeki kuvve-i zaika, rahmet-i bînihaye-i İlahiyenin hadsiz matbahlarına şakir bir müfettiş, hamid bir nazır-ı âlikadr hükmündedir. Eğer nefis hesa­bına olsa, yani rızkı in’am edenin şükrünü düşünmeyerek müteveccih olsa; o dildeki kuvve-i zaika, bir nazır-ı âlikadr makamından, batın fabrikasının ya­sakçısı ve mide tavlasının bir kapıcısı derecesine sukut eder.

Nasıl rızkın şu hizmetkârı, şükürsüzlük ile bu dereceye sukut eder; öyle de, rızkın mahiyeti ve sair hademeleri dahi sukut ediyorlar. En yüksek ma­kamdan, en edna makama inerler. Kâinat Hâlikının hikmetine zıd ve muhalif bir vaziyete düşerler.

3604- Şükrün mikyası kanaattır ve iktisaddır ve rızadır ve memnuniyettir. Şükürsüzlüğün mizanı hırstır ve israftır, hürmetsizliktir, haram-helal deme­yip ratsgeleni yemektir. Evet hırs şükürsüzlük olduğu gibi, hem sebeb-i mahrumiyettir, hem vasıta-i zillettir...

Hem şükrün envaı var. O nevilerin en camii ve fihriste-i umumiyesi, namazdır.



3605- Hem şükür içinde safi bir iman var; halis bir tevhid bulunur. Çünkü bir elmayı yiyen ve elhamdülillah diyen adam, o şükür ile ilan eder ki: “O elma doğrudan doğruya Dest-i Kudret’in yadigarı ve doğrudan doğruya Hazine-i Rahmet’in hediyesidir” demesi ile ve itikad etmesi ile her şeyi -cüz’î olsun, küllî olsun- onun Dest-i Kudret’ine teslim ediyor. Ve her şeyde rah­metin cilvesini bilir. Hakiki bir imanı ve halis bir tevhidi, şükür ile beyan edi­yor.

3606- İnsan-ı gafil, küfran-ı nimet ile ne derece hasarete düştüğünü; çok cihetlerden yalnız bir vechini söyleyeceğiz. Şöyle ki: Lezzetli bir nimeti insan yese, eğer şükür etse; o yediği nimet, o şükür vasıtasıyla bir nur olur, uhrevî bir meyve-i Cennet olur. Verdiği lezzet ile Cenab-ı Hakk’ın iltifat-ı rahmeti­nin eseri olduğunu düşünmekle, büyük ve daimî bir lezzet ve zevk veriyor. Bu gibi manevi lübleri ve hülasaları ve manevi maddeleri ulvi makamlara gönderip; maddî ve tüflî (posa) ve kışrî -yani vazifesini bitiren ve lüzümsuz kalan- maddeleri füzulat olup; aslına, yani anasıra inkılab etmeğe gidiyor.

Eğer şükür etmezse; o muvakkat lezzet, zeval ile bir elem ve teessüf bı­rakır ve kendisi dahi kazurat olur. Elmas mahiyetindeki nimet, kömüre kalbolur. Şükür ile, zail rızıklar; daimî lezzetler, baki meyveler verir. Şükür­süz nimet, en güzel bir suretten çirkin bir surete döner. Çünkü o gafile göre rızkın akıbeti, muvakkat bir lezzetten sonra, füzulattır...



3607- Enva-ı zihayat içinde en ziyade rızkın envaına muhtaç insandır. Cenab-ı Hak insanı bütün esmasına cami’ bir ayine ve bütün rahmetinin ha­zinelerinin müddeharatını tartacak, tanıyacak cihazata malik bir mu’cize-i Kudret ve bütün esmasının cilvelerinin vaziyetlerinin inceliklerini mizana çekecek âletleri havi bir Halife-i Arz suretinde halk etmiştir. Onun için had­siz bir ihtiyaç verip, maddi ve manevi rızkın hadsiz envaına muhtaç etmiştir. İnsanı, bu camiiyete göre en âlâ bir mevki olan Ahsen-i Takvim’e çıkarmak vasıtası, şükürdür. Şükür olmazsa, esfel-i safilîne düşer; bir zulm-ü azîmi irtikâb eder.» (M.364-367)

3608- «Nimetler, Mün’im-i Kerim’in taahhüdü altındadır. Senin işin, onun sofra-i ihsanından yeyip içmekle şükretmektir. Şükürde bir zahmet yoktur. Bilakis nimetin lezzetini arttırır. Çünki şükür, nimette in’amı görmek demektir. İn’amı görmek, nimetin zevalinden hasıl olan elemi def’eder. Zira nimet zail olduğundan Mün’im-i Hakiki onun yerini boş bırakmaz, misliyle doldurur ve teceddüdünden lezzet alırsın. Evet (10:10)

«w[¬W«7_«Q²7~ ¬±«‡ ¬y±V¬7 ­f²W«E²7~¬–«~ ²v­Z<«Y²2«… ­h¬'´~«— olan âyet-i kerime, hamdin ayn-ı lezzet olduğuna delalet eder. Çünki hamd, in’am şeceresini, nimet semere­sinde gösterir. Ve bu vesile ile zeval-i nimetin tasavvurundan hasıl olan elem zail olur. Çünki şecerede çok semere vardır, biri giderse ötekisi yerine gelir. Demek hamd, ayn-ı lezzettir.» (M.N.122)



3609- “Sure-i Rahman’da âyat-ı tenziliyenin makta’larındaki (55:53)

¬–_«"¬±g«U­# _«W­U¬±"«‡ ¬š³«ž´~ ¬±>«_¬A«4 âyeti, mütenevvi’ ve muhtelif tekvinî âyetlere işaret ederek tekrar edilmesi gösteriyor ki, cin ve insin ekser isyanları ve tuğyanla­rının en şiddetlisi ve küfranlarının en büyüğü; nimette in’amı görmemek ve Mün’im-i Hakiki’den gaflet etmek ve nimetleri esbab ve tesadüflere isnad etmekten geliyor. Ve böylece Allah’ın nimetlerini tekzib ve inkâra kadar gi­diyorlar. Öyle ise ehl-i iman için; ona kasdî olarak gelen herbir nimete baş­larken, “Bismillah” demesi lâzımdır. Yani ben Cenab-ı Hakk’ın ismiyle ve hesabıyla alıyorum, vesait hesabına değil. Öyle ise şükür ve minnet yalnız onundur.» (M.Nu.190)



3610- Şükür hakkında âyetlerden birkaç not:

-Şeytanın insanları aldatıp şükürden alıkoymasıyla ekser insanların şükürsüz ol­duğu: (7:17) (40:60)

-İçtimaî hayat şartlarının müsbet olması ve ferdin şükr-ü örfîye uygun yaşaması ha­linde, çekirdek gibi insanın da istidadat-ı ruhiyesinin neşv ü nema bulacağı hakikatına bir misal: (7:58)

-Şükrün tevhid hakikatını tazammun ettiğine işaret: (12:38) Zira şükür bütün iyiliklerin ve bu iyilikleri intac eden kâinat nizamının yalnız Allah’ın eseri oldu­ğuna inanmayı zaruri kılar. (Bak: Kur’an (25:62) ve Delil-i İnayet)

-Şükür gerek vehben, gerek kesben sahib olunan ni’metlerin artmasına vesiledir: (14:7)

-Vücud azalarının şükrü: (16:78) (23:78) (67:23) (Bak: 1689/1.p.)

-Ni’met ve ihsanat-ı Rabbaniyenin -şükür ve küfran cihetinde- tazammun ettiği imtihan sırrı: (27:40)

-İlm-i hikmet ni’metinin fikrî ve amelî şükürle münasebettarlığı: (31:12)

-Ebeveyne şükür (Şeriattaki şartlara göre hukuklarına riayet etmek): (31:14)

-İyilik edenin karşılık ve şükür beklememesi: (76:9)

Yüklə 13,72 Mb.

Dostları ilə paylaş:
1   ...   138   139   140   141   142   143   144   145   ...   169




Verilənlər bazası müəlliflik hüququ ilə müdafiə olunur ©muhaz.org 2024
rəhbərliyinə müraciət

gir | qeydiyyatdan keç
    Ana səhifə


yükləyin