İSLÂm prensipleri ansiklopediSİ



Yüklə 13,72 Mb.
səhifə123/169
tarix15.01.2018
ölçüsü13,72 Mb.
#38491
1   ...   119   120   121   122   123   124   125   126   ...   169

3009- Evet Ramazan-ı Şerifte güya âlem-i İslâm bir mescid hükmüne geçiyor. Öyle bir mescid ki; milyonlarla hâfızlar o mescid-i ekberin kûşele­rinde o Kur’anı, o hitab-ı semavîyi arzlılara işittiriyorlar. Her Ramazan (2:185) ­–´~²h­T²7~ ¬y[¬4 «Ä¬i²9­~ >¬gÅ7~ «–_«N«8«‡ ­h²Z«- âyetini nurani, parlak bir tarzda gösteriyor. Ramazan, Kur’an ayı olduğunu isbat ediyor. O cemaat-ı uzmanın sair efradları, bazıları huşu ile o hâfızları dinlerler. Diğerleri kendi kendine okurlar.

Şöyle bir vaziyetteki bir mescid-i mukaddeste, nefs-i süflînin hevasatına tabi olup, yemek-içmek ile o vaziyet-i nuraniden çıkmak ne kadar çirkin ise ve o mesciddeki cemaatın manevi nefretine ne kadar hedef ise, öyle de: Ra­mazan-ı Şerifte ehl-i sıyama muhalefet edenler de, o derece umum o âlem-i İslâm’ın manevi nefretine ve tahkirine hedeftir.” (M.401)



İki atıf notu:

-Nüzûl-ü Kur’an için bak: 2135.p.

-Mürur-u zamanla gelen ülfet perdesinin, Kur’an hakikatlarının derkine mani ol­ması, bak: 3904/1.p.

3010- “ Ramazan’ın sıyamı, dünyada âhiret için ziraat ve ticaret etmeğe gelen nev’-i insanın kazancına baktığı cihetteki çok hikmetlerinden bir hik­meti şudur ki: Ramazan-ı Şerifte sevab-ı a’mal bire bindir. Kur’an-ı Hakim’in -nass-ı hadis ile-her bir harfinin on sevabı var, on hasene sayılır, on meyve-i Cennet getirir. Ramazan-ı Şerifte her bir harfin on değil, bin; ve Âyet-ül Kürsi gibi âyetlerin her bir harfi binler; ve Ramazan-ı Şerif’in cumalarında daha ziyadedir. Ve Leyle-i Kadir’de otuzbin hasene sayılır. (Bak: Sevab)

Evet her harfi otuzbin baki meyveler veren Kur’an-ı Hakîm, öyle bir nu­rani şecere-i tuba hükmüne geçiyor ki, milyonlarla o baki meyveleri Rama­zan-ı Şerif’te mü’minlere kazandırır.

İşte gel, bu kudsi, ebedî, kârlı ticarete bak, seyret ve düşün ki: Bu huru­fatın kıymetini takdir etmeyenler ne derece hadsiz bir hasarette olduğunu anla.

3011- İşte Ramazan-ı Şerif, adeta bir âhiret ticareti için gayet kârlı bir meşher, bir pazardır. Ve uhrevi hasılat için gayet münbit bir zemindir. Ve neşvünema-i a’mal için bahardaki mah-i Nisandır. Saltanat-ı Rububiyet-i İla­hiye’ye karşı ubudiyet-i beşeriyenin resm-i geçit yapmasına en parlak, kudsi bir bayram hükmündedir. Ve öyle olduğundan, yemek içmek gibi nefsin gafletle hayvanî hacatına ve malayani ve hevaperestane müştehiyata girme­mek için oruçla mükellef olmuş. Güya muvakkaten hayvaniyetten çıkıp melekiyet vaziyetine veyahut âhiret ticaretine girdiği için dünyevi hacatını muvakkaten bırakmakla uhrevi bir adam ve tecessüden tezahür etmiş bir ruh vaziyetine girerek, savmı ile Samediyete bir nevi ayinedarlık etmektir.

Evet Ramazan-ı Şerif bu fani dünyada, fani ömür içinde ve kısa bir ha­yatta baki bir ömür ve uzun bir hayat-ı bakiyeyi tazammun eder, kazandırır.

Evet bir tek Ramazan, seksen sene bir ömür semeratını kazandırabilir. Leyle-i Kadir ise, nass-ı Kur’an ile bir aydan daha hayırlı olduğu, bu sırra bir hüccet-i katıadır.” (M.401)

3012- Herbir amel-i hayrın ekmel dereceleri var. “Orucun ekmeli ise, mide gibi bütün duyguları, gözü, kulağı, kalbi, hayali, fikri gibi cihazat-ı insaniyeye dahi bir nei oruç tutturmaktır. Yani: Muharremattan, malayaniyattan çekmek ve her birisine mahsus ubudiyete sevketmektir.

Meselâ: Dilini yalandan, gıybetten ve galiz tabirlerden ayırmakla, ona oruç tutturmak. Ve o lisanı tilavet-i Kur’an ve zikir ve tesbih ve salavat ve istiğfar gibi şeylerle meşgul etmek.

Meselâ: Gözünü namahreme bakmaktan ve kulağını fena şeyleri işit­mekten men’edip gözünü ibrete ve kulağını hak söz ve Kur’an dinlemeğe sarfetmek gibi sair cihazata da bir nevi oruç tutturmaktır.

Zaten mide en büyük bir fabrika olduğu için oruç ile ona tatil-i eşgal etti­rilse, başka küçük tezgahlar kolayca ona ittiba ettirilebilir.” (M.402)

Büyük hadis kitablarında oruca geniş yer verilmiştir. Ezcümle: Sahih-i Buhari 30. kitab ve S.M. 3. cild 13. kitab 287. shf. ve İbn-i Mace Tercemesi 4. cild 7. kitab 517. sh. ve T.T.2.kitab 80. sh. oruç hakkındaki kısımlardır.

3013- qqRASYONALİZM •i[7_9Y[,~‡ : Akliyecilik. Her şeyin hakikatının yalnız akıl ile bilinebileceğini iddia eden bir felsefi görüş. İnsanın akılla gerçeğe uygun bilgiyi bulabileceğini, aklın doğru kabul ettiği bilginin şüphe götürmez kesinlikte doğru olduğunu kabul eden felsefe.

Tenkitçi felsefe, deneyci felsefe, psikoloji ve sosyoloji, bu felsefenin aşırı iddialarını çürütmüştür. Bugünkü ilim adamları herşeyi tam doğru olarak bi­liyoruz iddiasından uzak, daha alçak gönüllü bir hareket tarzını benimse­mektedirler. (... izm) ekleriyle ifade edilen görüşlere körükörüne ve acele ile bağlanmayı doğru görmemektedirler. (Bak: Akliyyun, Felsefe, isbatiyecilik)



3014- Esasen asliyeti bozulmamış bir akıl, ancak Kur’anın nuru ile hakikatı bulabileceğini anlar. Kur’anda (52.32) âyetiyle beyan edildiği gibi Resulullah’a kâh kâhin kâh mecnun demekle tenakuza düşen böyle akılfüruş azgınlar, “acaba akıllarına güvenen akılsız feylesoflar gibi “aklımız bize ye­ter” deyip sana ittiba’dan istinkâf mı ederler? Halbuki akıl ise, sana ittiba’ı emreder. Çünkü bütün dediğin makuldür. Fakat akıl kendi başı ile ona yeti­şemez.

Yahut inkârlarına sebeb, tagi zalimler gibi hakka serfüru etmemeleri mi­dir? Halbuki mütecebbir zalimlerin rüesaları olan firavunların, nemrudların akibetleri malumdur.” (S.386) şeklindeki ikazlar, düşünen insanlar için birer ibret levhasıdır.



3015- qqRECA š_%‡ : Emel, ümit, yalvarmak. *Canib, taraf. *İstek, arzu, dilek. (Bak: Havf ve Reca, Ye’s)

3016- Kur’an (25:21) âyetinin tefsirinde şu bilgi veriliyor: “Reca, meş­hurda emel (arzu) demektir. Ekser lügaviyyun birini diğeriyle tefsir etmişler­dir. Maamafih aralarında ince fark gösterenler de vardır. ibn-i Hilal’in Furuk’unda: “Emel, müstemirr bir recadır. Onun için bir şeye nazar, müstemirr olup uzayınca “teemmül etti” denilir. Bir de emel, mümkinde ve muhalde olur. Reca ise mümkine mahsustur.” denilmiş. Misbah’ta da der ki: Emel ye’sin zıddıdır. Ve ekser isti’mali, husulü baid olandadır. Tama’, husulü karib olanda olur. Reca ise, emel ile tama’ arasındadır. Çünkü reca eden me’mülünün hasıl olmamasından korkar, bu itibarla tama’ ma’nasında kulla­nılır. Reca nefiy halinde bazan havf manasına da ifade eder ki, buna lügat-ı ittihamiye denilmiştir. Buna göre (25:21) «–Y­%²h«< «ž korkmazlar; meşhure göre, arzu etmezler; tahkika göre de ümid etmezler demek oluyor ki burada en münasib olan da budur.” (E.T. 3579)

3017- Kur’anda tekrar edilen “ (2:21) «–Y­TÅB«# ²v­UÅV«Q«7 u«Q«7 kelimesi ümid ve recayı ifade ediyor. Fakat bu mana,-hakikatiyle-Cenab-ı Hak hakkında isti­mal edilemez. Binaenaleyh ya mecazen istimal edilecektir. Veya muhatablara veyahut sami’ ve müşahidlere isnad edilecektir. Mana-yı mecaziyle Cenab-ı Hak hakkında isnad edilmesi şöyle tesvir edilir: Nasılki bir insan bir iş için bir adamı techiz ettiği zaman, o işin o adamdan yapılmasını ümid eder. Ke­zalik-bilâ teşbih-Cenab-ı Hak, insanlara kemal için bir istidad, teklif için bir kabiliyet ve bir ihtiyar vermiştir. Bu itibarla Cenab-ı Hak, insanlardan o işle­rin yapılmasını intizar etmektedir, denilebilir. Bu teşbih ve istiarede, hilkat-i beşerdeki hikmetin takva olduğuna ve ibadetin de neticesi takva olduğuna ve takvanın da en büyük mertebe olduğuna işaret vardır.

3018- Reca manasının muhatablara atfedilmesi şöyle izah edilir:

Ey muhatab olan insanlar! Havf ve reca ortasında bulunmakla, takvayı reca ederek Rabbinize ibadet ediniz. Bu itibarla insan, ibadetine itimad et­memelidir ve daima ibadetinin artmasına çalışmalıdır. Reca manası, sami’ ve müşahidlere göre olursa öyle te’vil edilecektir:

Ey müşahidler! Arslanın pencesini gören adam, o pençenin iktizası olan parçalamayı arslandan ümid ve reca ettiği gibi; siz de, insanları ibadet techizatıyla mücehhez olduklarını gördüğünüzden, onlardan takvayı reca ve intizar edebilirsiniz. Ve keza ibadetin fıtrî bir iktiza neticesi olduğuna işaret­tir.” (İ.İ. 989

3019- Hadislerde de recadan bahsedilir. Ezcümle bir rivayette: Dünyada münkerin izalesi için çalışmamış olan mü’minden, kıyamette bu hatası soru­lunca Allah’ın merhametinden ümitli olduğunu ifade edeceği kaydedilir. (İ.M. hadis 4017)

Aynı eserin 4261. hadisinde de: Havf ü reca sahibinin mağfirete liyakat kazanacağı beyan edilir.



3020- Reca hakkında Kur’andan birkaç not:

-Rahmet-i İlahiyeyi reca ümid etmek: (2:218) (35:29) (39:9)

-Saadet-i ebediyeyi ummayan kâfirlerden, saadet-i ebediyeyi uman mü’minler, musi­bete daha mütehammil olmalıdır: (4:104)

2992,2993.p.lardaki âyet ve hadis notlarına da bakınız.



3021- qqREFORM •‡Y4‡ : Düzeltme, tanzim. Asıl şeklini verme, İslah etme. Bozulan şeyi aslına çevirip düzeltme.

Avrupa’da başlayan dinde reform hareketini, İslâm dinine tatbik etmenin yeri yoktur. Çünkü İslâm dini, bütün zaman ve mekânların insanlarına her cihetle cevap verecek camiiyette olduğundan ve ilmî esaslara dayanmış ola­rak asliyetini muhafaza ettiğinden, İslâm dininde reform olamaz. Ancak dinde yeni izah ve isbat şekli vardır. (Bak: Protestanlık, 454. ve 1751-1756.p.lar.)



qqREGAİB `¶<_3‡ : (Ragibe c.) Çok istenilecek şeyler. Hediye, atiyye. Çok rağbet olunan şeyler. Bol bol ihsan etmek. (Bak: Şühur-u Selase)

3022- qqREKABET y"_5‡ : Kıskanmak. *Hıfzetmek. *Gözetmek. *Başkalarından ileri geçmeğe çalışmak. Benzerleriyle üstünlük yarışına çık­mak. *Kendi işini yürütmeğe çalışmak. (Bak: Hased, Müsabaka)

3023- İhtilaf, tagayyür ve nizam, âlemin üç semeredar esasıdır. Bunların birincisi olan, “âlemdeki ihtilaftır ki, bu ihtilaf ise hakaik-i hakikiyeden çok hem pek çok ziyade hakaik-i nisbiyeyi izhar etmektedir. Yani bu ihtilaftan; hakaik-i nisbiyeden olan küçüklük büyüklük, güzellik, çirkinlik, âlimlik, ca­hillik gibi hakaik-ı nisbiye doğar. Ve bu hakaikten hırs ve rekabet hisleri meydana gelir. Hırs ve rekabet hisleri de maddi ve manevi beşer terakkiyatına menşedir. Ve daha bunlara benzer ihtilafın çok büyük, azîm vak’alara sahib olmasındandır ki, ona olan riayet, bazı cüz’î ve dağınık şerle­rin vücuduna fetva vermiş. Çünkü o az kabih olmasaydı, pek çok mehasinin güzellikleri zuhur etmiyecekti.” (M.Nu. 643)

3024- Bununla beraber, mezkûr müsbet rekabetin hikmet ve ölçüsünü kaybedip menfi rekabete düşülürse, zararları büyük olur.

Hem “umur-u diniye ve uhreviyede rekabet, gıbta, hased ve kıskançlık olmamalı ve hakikat nokta-i nazarında olamaz. Çünki kıskançlık ve hasedin sebebi: Birtek şeye çok eller uzanmasından ve bir tek makama çok gözler di­kilmesinden ve bir tek ekmeği çok mideler istemesinden müzahame,, müna­kaşa, müsabaka sebebiyle gıbtaya sonra kıskançlığa düşerler. Dünyada bir şey-i vahide çoklar talib olduğundan ve dünya dar ve muvakkat olması sebe­biyle insanın hadsiz arzularını tatmin edemediği için, rekabete düşüyorlar.

Fakat âhirette tek bir adama beşyüz sene (Bak: 539.p.) mesafelik bir cen­net ihsan edilmesi ve yetmiş bin kasır ve huriler verilmesi ve ehl-i Cennet’ten herkes kendi hissesinden kemal-i rıza ile memnun olması işaretiyle gösterili­yor ki; âhirette medar-ı rekabet birşey yoktur ve rekabet de olamaz. Öyle ise âhirete ait olan a’mal-i salihada dahi rekabet olamaz, kıskançlık yeri değildir. Kıskançlık eden ya riyakârdır, a’mal-i saliha suretiyle dünyevi neticeleri arı­yor. . veyahut sadık cahildir ki, a’mal-i saliha nereye baktığını bilmiyor ve a’mal-i salihanın ruhu, esası ihlas olduğunu derketmiyor. Rekabet suretiyle evliyaullaha karşı bir nevi adavet taşımakla, vüs’at-ı rahmet-i İlahiyeyi ittiham ediyor. Bu hakikatı te’yid eden bir vakıa:

3025- Eski arkadaşlarımızdan bir adamın, bir adama karşı adaveti, vardı. O adamın yanında senakârane onun düşmanı amel-i salihle, hatta velayetle tavsif edildi. O adam kıskanmadı, sıkılmadı. Sonra birisi dedi: “Senin o düş­manın cesurdur, kuvvetlidir.” Baktık ki o adamda şiddetli bir kıskançlık ve bir rekabet damarı uyandı.

Ona dedik: “Velayet ve salahat hadsiz bir hayat-ı ebediyenin pırlantası gibi bir kuvvet ve bir yüksekliktir. Sen buna bu cihette kıskanmadın. Dün­yevi kuvvet öküzde ve cesaret canavarda dahi bulunmakla beraber, velayet ve salahata nisbeten; bir adi cam parçasının elmasa nisbeti gibidir.” O adam dedi ki: “Bir noktaya, bir makama ikimiz bu dünyada gözümüzü dikmişiz. Oraya çıkmak için basamaklarımız da, kuvvet ve cesaret gibi şeylerdir. Onun için kıskandım.Âhiret makamatı hadsizdir. O burada benim düşmanım iken, orada benim samimi ve sevgili kardeşim olabilir.”

Ey ehl-i hakikat ve tarikat! Hakka hizmet, büyük ve ağır bir defineyi ta­şımak ve muhafaza etmek gibidir. O defineyi omuzunda taşıyanlara ne kadar kuvvetli eller yardıma koşsalar daha ziyade sevinir, memnun olurlar.” (L.156)

Bir atıf notu:

-İbadetlerde rekabet olamazl, bak: 1518.p.

3026- qqRESM v,‡ : (Resim) Yazma, çizme, desen. *Eser, iz, nişan, alâmet. *Suret. *Tertib. Tarz, üslûb. *Fotoğraf resmi. *Âdet, usûl, tavır, dav­ranış. *Alay, merasim. *Man: Bir şeyi başkalarından ayırdeden tarif. (Bak: Su­ret)

3027- qqRESUL ÄY,‡ : Peygamber. Yeni bir kitap ve yeni bir şeriat ile bir ümmete veya bütün beşeriyete Allah tarafından Peygamber olarak gön­derilmiş olan zat. Mürsel de denir. Yeni bir kitap ve şeriatla gelmeyip ken­dinden evvelki Resulün getirdiği kitap ve şeriatı devam ettirse, ona Nebi de­nir.*Haberci. *Huk: Tasarrufta hakkı olmaksızın, birisinin sözünü olduğu gibi bir başkasına bildiren kimse. *Elçi. (Bak: Nübüvvet)

Bediüzzaman Hazretleri, Kur’anda “Resul” kelimelerinin geçtiği âyetleri bir hizb şeklinde cem’etmiştir. *Hizb-ü Elfaz-ır Resul” namındaki bu hizb, İstanbul’da Envar Neşriyat tarafından neşredilmiştir.



3028- qqRIZA-İ İLAHÎ zZ7~ š_/‡ : Allah rızası. Allah’ın kulundan memnun olması. Her hangi bir hareketinde mü’min, Allah emrettiği için ve emrettiği gibi yapmak gayretinde olursa, rıza-i İlahîyi kazanır ki, mü’min için çok yüksek bir derecedir. (Bak: İhlas)

Evet”rıza-yı İlahî ve iltifat-ı Rahmanî ve kabul-ü Rabbanî öyle bir ma­kamdır ki; insanların teveccühü ve istihsanı, ona nisbeten bir zerre hükmün­dedir. Eğer teveccüh-ü rahmet varsa yeter. İnsanların teveccühü, o tevec­cüh-ü rahmetin inikası ve gölgesi olmak cihetiyle makbuldür. Yoksa arzu edilecek bir şey değildir. Çünkü kabir kapısında söner, beş para etmez.” (M. 413)



3029- “Ey nefis! Eğer takva ve amel-i salih ile Hâlikını razı etti isen, hal­kın rızasını tahsile lüzum yoktur; o kâfidir. Eğer halk da Allah’ın hesabına rıza ve muhabbet gösterirlerse, iyidir. Şayet onlarınki dünya hesabına olursa kıymeti yoktur. Çünki onlar da senin gibi âciz kullardır. Maahaza ikinci şıkkı takib etmekte şirk-i hafi olduğu gibi, tahsili de mümkün değildir. Evet bir maslahat için sultana müracaat eden adam, sultanı irza etmiş ise, o iş görülür. Etmemiş ise halkın iltimasıyla çok zahmet olur. Maamafih, yine sultanın izni lâzımdır.İzni de rızasına mütevakkıftır.” (M.N. 185)

“Ey insan! Senin vücudunun sahasında yapılan fiiller ve işlerden senin yed-i ihtiyarında bulunan, ancak binde bir nisbetindedir. Baki kalan Malik-ül Mülk’e aittir. Binaenaleyh kendi kuvvetine göre yük al. Yoksa altında ezilir­sin. Kıl kadar bir şuur ile, büyük taşları kaldırmak teşebbüsünde bulunma. Malikinin izni olmaksızın O’nun mülküne el uzatma. Binaenaleyh gafletle, kendi hesabına bir iş yaptığın zaman, haddini tecavüz etme. Eğer Malikin hesabına olursa istediğin şeyi al ve yap. Fakat izin ve meşiet ve emri daire­sinde olmak şartıyla. İzin ve meşietini de Şeriatından öğrenirsin.” (M.N. 82)



3030- Ey ehl-i iman!...”Amelinizde rıza-yı ilahî olmalı. Eğer o razı olsa, bütün dünya küsse, ehemmiyeti yok. Eğer o kabul etse, bütün halk reddetse, tesiri yok. O razı olduktan ve kabul ettikten sonra, isterse ve hikmeti iktiza ederse, sizler istemek talebinde olmadığınız halde halklara da kabul ettirir, onları da razı eder.” (L. 160)

3031- Evet “Cenab-ı Hakk’ın rızası ihlas ile kazanılır. Kesret-i etba’ ile ve fazla muvaffakıyet ile değildir. Çünki onlar vazife-i İlahiyeye ait olduğu için istenilmez, belki bazan verilir. Evet bazan birtek kelime sebeb-i necat ve medar-ı rıza olur. Kemmiyetin ehemmiyeti o kadar medar-ı nazar olmamalı. Çünki bazan bir tek adamın irşadı, bin adamın irşadı kadar rıza-i İlahîye me­dar olur. Hem ihlas ve hakperestlik ise, müslümanların nereden ve kimden olursa olsun istifadelerine tarafdar olmaktır. Yoksa “Benden ders alıp sevab kazandırsınlar” düşüncesi, nefsin ve enaniyetin bir hilesidir.” (L. 152)

3032- Rıza-yı İlahî hakkında Kur’andan birkaç not:

-Rıza-yı İlahîyi kazanan sadıklar: (5:l19)

-Rıza-yı İlahîyi kazanan ve sabıkûn-el evvelûn olan Muhacirîn, Ensar ve onlara tabi olanlar: (9:100)

-Allah’ın rızasını kazanan Hizbullah: (58:22)

-Dinin temeli rıza-i İlahî ve takvadır: (9:109)

-Sahabeler Allah’dan bir fazilet ve rızasını istemişlerdir: (48:29) (59:8)

-Allah, rızasına uyanlara, selâmet yollarını açar: (5:16)

-Rıza-ı İlahî her şeyden büyüktür. (üstündür): (9:72)

-Rıza-yı İlahîyi kazanmak için nefsini Allah yolunda sarfedenler: (2:207)

-Rıza-yı İlahîyi isteyerek, malını infak, kendilerini veya kendilerinden bir kısmını Allah yolunda tesbit edenlerin hali: (2:265) (Bu not,E.T.den alındı ve vakf-ı ha­yata da ima olsa gerek.)

-Rıza-yı İlahîyi kazanmak maksadıyla sadaka, ma’ruf ve ıslah-ı beyni emretmek için gizli toplanıp çalışanlara ecr-i azîm vardır: (4:l14) (Bu âyette de gizli planlar hazırlayan münafık cereyanıyla, böyle cereyanların tahribatına karşı gizli dinî faali­yet yapan Hizbullaha da işaret vardır.)

Bir atıf notu:

-Ubudiyet, emir ve rıza-i İlahîye bakar, bak: 4101.p.

3033- qqRIZK »ˆ‡ : Yiyip içecek şey. Maddi, manevi ihtiyaca lâzım olan nimet. Allah’ın herkese lütuf ve kısmet ettiği ve bekaya sebeb olan nimet. (Bak: Hırs, Ni’met, Şükr)

3033/1- Bediüzzaman Hazretleri rızk ve maişetin istihsali için helâlinden çalışıp kazanmanın meşru yollarını hülasaten şöyle ifade eder:

“Maişet için tarik-i tabiî ve meşru ve zîhayat; san’attır, ziraattır, ticaret­tir.” (Mün. 32)

Şeriatın beyan ettiği mezkûr üç nevi maişet yolu, Büyük İslâm İlmi­hali’nde şöyle izah edilir:

“Başka başka kazanç yolları vardır. Bunların efdali, evvela cihad yoludur. Sonra ticarettir, sonra ziraattır. Bazı zevata göre, ziraat ticaretten efdaldir. Daha sonra da san’attır...”

Bu zikrolunan meşru kazanç, dört sınıf olarak beyan ediliyor:

3033/2- Birincisi: “Herhangi bir müslim için kendi nefsini ve nafakaları üzerine lâzım gelen kimseleri iaşeye ve (eğer borcu varsa) borçlarını öde­meye yetişecek miktar helâlinden kesbde bulunmak bir farzdır. Nitekim bir Hadis-i Şerif’de: “Her Müslim üzerine helâli aramak vacibdir” buyurulmuştur. (1)

3033/3- İkincisi: “Fakirlere yardım, gariblere (Garibler için bak: 1289,1750.p.lar) iyilik yapmak için kifâyet miktarından fazla kesb, memduhtur, müstahsendir. (2) Böyle bir kazanç nafile ibadetten efdaldir. Çünki bunun faidesi başkalarına şâmildir. (3)

3033/4- Üçüncüsü: “Geniş bir dirliğe ermek, fazla mütena’im olmak için daha ziyade miktarda kesb, mübahtır.” (4)

3033/5- Dördüncüsü: “Halka karşı tekebbür ve tefahurda bulunmak için yapılan kesb haramdır. Velev ki helâl bir yolda yapılmış olsun. Nâsa karşı serveti ile, mevkii ile çalım satan kimseler, yarın âhirette Hak Tealâ Hazretlerinin gazabına uğrayacaklardır.” (B.İ.İ. shf: 417)

Bir rivayette şöyle buyruluyor:

¬}«N<¬h«S²7~ «f²Q«" °}«N<¬h«4 ¬Ä«Ÿ«E²7~ ¬`²K«U²7~ ­`«V«0 Yani: Helâl kazanç tale­binde bulunmak, farzdan sonra farzdır. (.E. 312 ve K.H. 1671, 1929)

Âhirzamanda İslâm’ın maddî varlığı ve dinin muhafazası ve i’lâsı (israfa, sefahete ve şahsî menfaat hissine vesile yapmamak şartıyla) teknik imkânlar ve iktisadî kuvvet ile korunabileceği ehadiste haber verilir. (Bak: R.E. 59/15, 105/6) Fakat bu tarz rivayetlerin beyan ettikleri terakkinin (mevzumuzla alâ­kalı umum bahisler ve dersler müvacehesinde) müslüman ekseriyetin şahsî menfaatının terkiyle hamiyet-i diniyeye sahib olacakları devrede zuhur ede­ceği anlaşılıyor. Fitne zamanında ekseriyetle zenginlik, sefahete; fakirlik, derd-i maişetten gelen gafletle dünya hayatının âhirete tercih edilmesine se­bebiyet verdiği görülmektedir. (Bak: 719,720.p.lar.)

Demek cemiyette iktisadî refahtan önce, dinî salâhat gerekiyor. Esasen bu refah ve salâhat da, İslâm milletlerinde ancak diyanet ile mümkündür. Bediüzzaman Hz. bu mes’ele hakkında şu ikazı yapar:

“Ey divane baş ve bozuk kalb! Zanneder misin ki; müslümanlar dünyayı sevmiyorlar veyahut düşünmüyorlar ki, fakr-ı hale düşmüşler ve ikaza muh­taçtırlar; tâ ki dünyadan hissesini unutmasınlar. Zannın yanlıştır, tahminin hatadır. Belki hırs şiddetlenmiş, onun için fakr-ı hale düşüyorlar. Çünki mü’minde hırs, sebeb-i hasarettir ve sefalettir. °h¬,_«' °`¬¶<_«'­l<¬h«E²7~ durub-u emsal hükmüne geçmiştir. Evet, insanı dünyaya çağıran ve sevkeden esbab çoktur. Başta nefis ve hevası ve ihtiyaç ve havassı ve duyguları ve şeytanı ve dünyanın surî tatlılığı ve senin gibi kötü arkadaşları gibi çok dâîleri var. Hal­buki baki olan âhirete ve uzun hayat-ı ebediyeye davet eden azdır. Eğer sende zerre miktar bu bîçare millete karşı hamiyet varsa ve ulüvv-ü him­metten dem vurduğun yalan olmazsa, hayat-ı bakiyeye yardım eden azlara imdat etmek lâzım gelir. Yoksa o az dâîleri susturup, çoklara yardım etsen, şeytana arkadaş olursun.

İşte bu esaslara binaen ehl-i İslâm, dünyaya ve hırsa sevketmeye ve teş­vik etmeye muhtaç değildirler. Terakkiyat ve asayişler, bununla temin edil­mez. Belki mesailerinin tanzimine ve mabeynlerindeki emniyetin te’sisine ve teavün düsturunun teshiline muhtaçtırlar. Bu ihtiyaç da, dinin evamir-i kudsiyesiyle ve takva ve salabet-i diniye ile olur.” (L.122)

Kur’an umum zaman ve mekânlara hükmettiği cihetle, Kur’anın hakikatlarını izhar ve beyan eden Bediüzzaman’ın eserlerindeki hakaik de küllîdir, gelecek zamanlara da şâmildir ve en mükemmel cemiyetlere de ders verir. Bu itibarla Külliyat-ı Nur’un bazı beyanlarına, makamlarına göre ba­kılmalıdır. Meselâ ekseriyetin dünyevî ve şahsî menfaatlere sarıldığı bir ce­miyette, âhirete teşvik etmek gerekiyor. Dünyasını âhiretine vesile yapabilen kâmil bir İslâm cemiyetinde ise-şer’î müvazenesi ile olmak şartıyla-teknik te­rakki tavsiye edilebilir. İşte Risalelerde görülen dünyanın imarına ve terak­kiye teşvik eden beyanlarla, dünyadan geri çeken ikazlara ve derslere, ma­kamlarına göre bakılmazsa hakikat iltibas olunur. Bu iki tarz beyanlardan bazı nümuneler aşağıda dercedildi.



3033/6- Meselâ : Bediüzzaman Hazretleri, terakkiye teşvik ettiği Eski Said devresinde, yani Osmanlı Devleti’nin son devresinde sorulan bir sual ve terakki ve çalışmaya teşvik eden cevabı:

“S- Eskiden İslâmlar zengin, onlar fakir idiler. Şimdi her yerde kaziyye bil’âkistir. Hikmet nedir?

C- İki sebebi biliyorum:

Birincisi: |«Q«, _«8 ެ~ ¬–_«K²9¬Ÿ²7¬ «j²[«7 (53:39) olan ferman-ı Rabbanîden müstefad olan meyelan-ı sa’y ve ­yÁV7~ ­`[¬A«& ­`¬,_«U²7~ olan ferman-ı Nebevî­den müstefad olan şevk-i kesb; bazı telkinat ile o meyelan kırıldı ve o şevk de söndü. Zira i’lâ-yı Kelimetullah şu zamanda maddeten terakkiye müte­vakkıf olduğunu bilmeyen; ve dünya ?«h¬'´ž²~ ­}«2«‡²i«8 «|¬; ­b²[«& ²w¬8 cihetiyle kıymetini takdir etmeyen; ve kurun-u vusta ve kurun-u uhranın ilcaatını tef­rik eylemeyen; ve birbirinden gayet uzak, biri mezmum ve biri memduh olan tahsil ve kesbde olan kanaatı ile, mahsul ve ücretteki kanaatı temyiz etme­yen; ve birbirinden nihayet derecede baîd, hatta biri tenbelliğin ünvanı, di­ğeri hakiki ihlasın sadefi olan iki tevekkülü (ki: Biri, meşietin muktezası olan esbab arasındaki nizama karşı temerrüd hükmünde olan, tertib-i mukadde-mattaki bir tevekkül-ü tenbelâne; diğeri, İslâmiyetin muktezası olan, netice itibarıyla gerdendâde-i tevfik olarak vazife-i İlahiyeye karışma­makla terettüb-ü neticede mü’minâne tevekküldür.) ikisini birbiriyle iltibas eden ve “Ümmetî! Ümmetî!” sırrını teferrüs etmeyen ve ‰_ÅX7~ ­p«S²X«< ²w«8 ¬‰_ÅX7~ ­h²[«' hikmetini anlamayan bazı adamlar ve bilmeyen bir kısım vaiz­lerdir ki, o meyelanı kırdılar; o şevki de söndürdüler.” (Mün.31)



Yüklə 13,72 Mb.

Dostları ilə paylaş:
1   ...   119   120   121   122   123   124   125   126   ...   169




Verilənlər bazası müəlliflik hüququ ilə müdafiə olunur ©muhaz.org 2024
rəhbərliyinə müraciət

gir | qeydiyyatdan keç
    Ana səhifə


yükləyin