İSLÂm prensipleri ansiklopediSİ



Yüklə 13,72 Mb.
səhifə125/169
tarix15.01.2018
ölçüsü13,72 Mb.
#38491
1   ...   121   122   123   124   125   126   127   128   ...   169

3047- Üçüncü Vecih: Sure-i İhlas’ta nasılki (l12:3) ²f«7Y­< ²v«7«— ²f¬V«< ²v«7 zahir manası malum ve bedihi olduğundan, o mananın bir lâzımı muraddır. Yani: “Valide ve veledi bulunanlar İlah olamazlar” manasında ve Hazret-i İsa (a.s.) ve Üzeyr (a.s.) ve melaike ve nücumların ve gayr-ı hak mabudların uluhiyet­lerini nefyetmek kasdıyla, ezelî ve ebedî manasında Cenab-ı Hakk’ın,

²f«7Y­< ²v«7«— ²f¬V«< ²v«7 gayet bedihi ve malum-hükmettiği gibi, aynen onun gibi; bu misali­mizde de “rızık ve it’am kabiliyeti olan eşya, İlah ve Mabud olamazlar” ma­nasında Mabudunuz olan Rezzak-ı Zülcelal sizden kendine rızık istemez ve siz onu it’am için yaratılmamışsınız mealindeki âyet; rızka muhtaç ve it’am edilen mevcudat, mabudiyete lâyık değiller demektir.” (L. 268)



3048- Elhasıl: Herbir canlının varlığı ve hayatiyetinin devamı ve mukad­der kemalatına vasıl olması için muhtaç olduğu- maddi ve manevi- her türlü ihtiyaçları demek olan rızkı, Allah’dan başka hiçbir kimsenin vermeğe ikti­darı olmaz. Ancak şu cihet var ki:

Allah’ın halkettiği sayısız ni’metlerin kıymetlerinin bilinmesi ve hamd ve şükür etmek vazifesinin unutulmaması gibi pekçok hikmetler için, rızkın elde edilmesini Cenab-ı Hak zahiren sebeblere bağlamış ve o sebeblere göre lâzım gelen çalışmaya insanları mükellef kılmış ve onları, çalışmadan fıtrî bir tarzda rızıklandırdığı ana karnındaki yavrular veya ağaçlar gibi rızıklandırmamıştır. Eğer hayat için gerekli bir nimet olan güneşin, belli va­kitlerde doğup batması gibi, insanların diğer rızıkları dahi öylesine muayyen olarak verilse idi veya her an muhtaç olduğumuz hava gibi gayet bol olsa idi, şimdi nasıl ki büyük bir ni’met olan güneşin doğması için Cenab-ı Hakk’a dua ve iltica etmek ve doğduğu zaman şükretmek çok defa yapılmadığı gibi, bu ni’metlere karşı dahi vazife-i asliye olan hamd ve şükrü ve Cenab-ı Hakk’a ilticayı ekser halk çok kere unutmuş, gaflet ve isyana dalmış olurlardı.

Evet ­š_«L«<_«8 ¯‡«f«T¬" ­Ä¬±i«X­< ²w¬U«7«— ¬Œ²‡«ž²~|¬4 ²Y«R«A«7 ¬˜¬…_«A¬Q¬7 «»²ˆ¬±h7~ ­yÁV7~ «n«K«" ²Y«7«—
(42:27) gibi âyetlerden anlaşılıyor ki; eğer rızık- havanın her yeri kapladığı gibi-bol verilseydi, insanlar şükrü unutup isyana dalacaklardı. Kur’an müteaddid âyetlerde de bu hakikatleri mükerreren bildirir.

Bir atıf notu:

-Lüks ve konforlu hayatın gaflet verdiğine dair bir âyetin işareti, bak: 2289.p.

3049- Rızkın insalar arasında müsavi olmaması ve zengin fakir sınıfları­nın bulunması da hikmetlidir. Zira iyilik eden ve edilenler arasındaki beşerî hayat ve iş münasebetlerinde adalet, şefkat, muhabbet, hürmet ve itaat gibi seciyeler, bu iki sınıfın bulunması ile tezahür edebilir. Eğer zengin fakir sı­nıfları bulunmasaydı, beşerin mezkûr yüksek seciyeleri tahakkuk etmezdi. Meselâ acınacak kimseler olmazsa, acıyan da olamaz. O halde şefkat hissinin ortaya çıkıp bilinmesi elbette mümkün olmazdı ve hakeza... Âlemde büyük ölçüde hakaik-i nisbiye hükümrandır.

Nitekim, bu hakikat Kur’anda (43: 32) âyetinde pek derin ve küllî mana­sıyla ifade ediliyor.

Ancak şu cihet var ki; sebebler arasında hükmünü icra eden hikmet-i İlahiyenin mezkûr tecellisini idrak etmek, ancak iman şuuru ile olur. Yoksa maddi sebebler içinde boğulan insan aklı, bu hakikatları idraktan âcizdir. 34. Surenin 36. âyeti ve 39. Surenin 52. âyeti derin ve küllî manasıyla bu hakikatı da ders veriyor.

3050- Evet yerlerde ve göklerdeki bütün fıtrat kanunlarına sahib olma­yan ve küreleri döndürüp mevsimleri getiremeyen, Güneş’i halkedip Arz’a bakan vazifelerinde tavzif edemeyen; rızık olarak bir elmayı dahi yapamaz. Çünki her şey gibi bir tek elma dahi bahar tezgahında yapılır. Öyle ise, her bir canlının rızkını vermek sadece kâinatın sahibine hastır. Yağmur duası hakkında sorulan bir suale verdiği cevabın bir kısmında bu hakikatı gayet güzel ifade eden Bediüzzaman Hazretleri şöyle diyor:

“Gerçi yağmur namazının zahir neticesi yağmurun gelmesidir, fakat asıl hakiki, en menfaatli neticesi ve en güzel ve tatlı meyvesi şudur ki: Herkes o vaziyetle anlar ki, onun ta’yinini veren, babası, hanesi, dükkânı değil; belki onun tayinini veren, koca bulutları sünger gibi ve zemin yüzünü bir tarla gibi tasarrufunda bulunduran bir zat, onu besliyor, rızkını veriyor. Hatta en kü­çücük bir çocuk da -daima aç olduğu vakit validesine yalvarmağa alışmışken- o yağmur duasında küçücük fikrinde büyük ve geniş bu manayı anlar ki: Bu dünyayı bir hane gibi idare eden bir zat; hem beni, hem bu çocukları, hem validelerimizi besliyor, rızıklarını veriyor. O vermese, başkalarının faidesi olmaz. Öyle ise ona yalvarmalıyız der, tam imanlı bir çocuk olur.” (E.L.I 32) (Bak: 2842,2843,2844.p.lar)



3051- qqRİBA š_"‡ : (Faiz) Kelime manasıyla bir şeyin artması, çoğal­ması. *Muamelede meşru miktardan tecavüz. *Verilen borç para veya mal karşılığında kâr isteyip zarara ortak olmamak suretiyle hasıl olan haram ka­zanç. *Fıkıhta: Tartısı ve ölçüsü belli olan bir malı, aynı cinsten daha fazla olan bir mal ile, bir karşılığı olmaksızın, peşin veya veresiye değiştirmektir.

“Riba bir akid zımnında olur. Bir akidde cins ve miktarı müttehid iki mal birbirine tekabül ettirilerek mübadele edilmiş olduğu halde, arada bir tarafa bedelsiz bir fazla tahakkuk etti mi, işte bu bir ribadır ki, bedelli olmak üzere verildiği halde karşılığı yoktur. Meselâ, birine bedelini bilahare almak üzere karzan on lira verdiniz. Bir müddet sonra on lira yerine, on lira on kuruş ge­tirip verirse, bu on kuruş açıktan, bedelsiz verilmiş bir ziyadedir. İşte âyet nazil olduğu zaman böyle altın veya gümüş nukud ikrazı ile riba, devr-i cahi­liye Arablarında ma’ruf idi. Biri diğerine bir va’de ile altın veya gümüş bir miktar para ikraz eder ve o müddet için miktar-ı istikraza, aralarındaki tera­ziye (yani, karşılıklı rızaya) göre bir miktar ziyade de şart eylerdi. Her hangi bir borçta va’de hulul ettiği zaman, borçlu borcunu veremezse alacaklısına “veremiyeceğim, irba et, yani arttır” derdi. Yine bir miktar daha riba zam­medilir ve bu suretle va’de yenilendikçe borcun miktarı artardı. Her va’denin tecdidinde zammedilecek ribanın yalnız re’s-ül mal hesabiyle veya evvelkinin re’s-ül male zammiyle mecmuu üzerine yürütülmesi de şekl-i teraziye (karşı­lıklı rıza şekline) tabi olurdu ki, zamanımızda birisi basit faiz, biri mürekkeb faiz (bileşik faiz) demektir. Dünyanın bugünkü faiz muamelatı da mahiyeten devr-i cahiliyenin bu âdetinden başka bir şey değildir.

Ribanın ziyade-i nukuda mütearef olan bu manası, şer’îde diğer emvale ve nesiyeye dahi tatbik olunmuştur. Nitekim muamele-i sarrafiyeden mücerred nesiye yani veresiye, başlı başına bir ribadır.

Kezalik hurma, tuz, altın, gümüş, hasılı altı şeyi aynı vecihle sayan meş­hur hadis-i şerifte fadıl (artış, fazlalık), hem yeden biyedin (elden ele) peşin ve hem mislen bimislin (aynı cins ve aynı miktar) müsavi mukabili olduğun­dan, müsavi olduğu halde peşin olmamak suretiyle tahakkuk eden fazlın (ar­tışın) sırf veresî olmaktan ibaret ziyade-i hükmiyeye şümulü müttefekun aleyhtir.

Hazret-i Ömer demiştir ki: “Riba âyeti, Kur’anın en son nazil olan âyet­lerindendir. Hazret-i Peygamber (sallallahu aleyhi vesellem) bunu bize ta­mamen beyan etmeden irtihal etti. Binaenaleyh ribayı ve ribeyi bırakınız. Fı­kıhta “şüphe-i riba ribadır, zira ribada şüphe müteberdir” diye bir kaide var­dır.

Herhangi bir cemiyette faizsiz yaşanamıyacağı hissi çoğalmaya ve faizin meşruiyetine çareler aranmaya başlandı mı, orada sukut ve inhitat ve devr-i cahiliyeye irtica başlamıştır. Iztırar ise ibaha kapısını açar. Bugünkü cemiyet-i beşeriyenin riba devrinden kurtulabilmesi, ciddi bir salah-ı içtimaî iktisab etmesine mütevakkıftır.” (E.T. 952-955)

Kitab-ül Fıkıh Alâ Mezahib-il Erbaa’da Kitab-ül Buyû (alış-veriş) bölü­münün Sarf bahsi (sarraflık, altın ticareti) hakkındadır. S.B.M. 1003-1006. hadisleri ve İ.M. 12. Kitab-üt Ticare, 48-52. babları aynı mevzuya dairdir.

3051/1- Yukarıda da izah edildiği gibi riba, İslâmda haram olan bir mü­badele şeklidir. Mübadele iki şekilde mümkündür: Birisi, cinsleri farklı malla­rın peşin mübadelesi, ki bu İslâmda helaldir; diğeri de, aynı cins malların mübadelesidir. Bu da iki şekilde olabilir: Ya mübadele edilen aynı cins mallar arasında sayı, ölçü, ağırlık ve zaman unsurları bakımından fark yoktur veya bu unsurlarıyla bir fark vardır. Birinci halde mübadele gereksiz, ikinci halde mübadele riba olduğu için haramdır. Şu halde tek bir mübadele şekli kalıyor ki o da farklı cins malların peşin mübadelesidir.

Para ile her cins mal mübadele edilebildiğinden, para ile mal mübadelesi, farklı cins mal mübadelesi gibidir. Bu sebeple de para ile mal mübadelesi, peşinv eya veresiye, meşru ve helaldir.

Demek oluyor ki, fıkıhta yazılı olan şartlara göre, faize girmemek için ağırlık, hacim, cins ve zaman unsurları bakımından eşitlik bulunan eşyanın satılması, alınması ve mübadelesi zaten mevzu-u bahs olmadığına göre (zira veren veya alana göre alış-verişi gerektirecek hiç bir farklılık yoktur), şeriat­taki bu kaidelerin elbette başka hikmeti olsa gerektir. Beşerin iktisad hayatı­nın seyrini de göz önünde bulundurarak, o hikmet veya hikmetlerin bir hakikatı şu olsa gerektir diyoruz:

Beşer hayatındaki temel ihtiyaçlar, müstahsilin istihsaline dayanır. İstihsal ise, başlıca ziraat ile san’ata istinad eder.

Bu istihsalin tevzii de ticarî faaliyetler ile te’min edilir. Ticaretin esası da, istihsalin ihtiyaç mahallerine nakli ile mübadelesidir. Bu mübadelede sonra­ları kolaylık sağlamak için para, bir ölçü olarak kabul edilmiş ise de, istihsal maddelerinin mübadelesinde tam adalet ve müsavatın tesbit edilebilmesi için muayyen ve sabit hattâ fıtrî ölçüye ihtiyaç vardır. Bu da ancak keylî ve veznî yani ölçekle ölçmek veya tartmak ile olur. Zira eşyada aslen hacim ve ağırlık, iki vasf-ı sabittir. Diğer değerlendirmeler izafillik ifade ederler ve sabitiyetleri yoktur.

Şu halde taraflar arasındaki mübadelatta keylen veya veznen müsavi olan aynı cins meta’ aynı zamanda mübadele edilirse müsavat tesbit edilmiş olur. Aksi halde yani bu üç şart dışında riba meselesi yani, bir tarafta karşılığı ol­mayan fazlalık ortaya girer. Amma ayrı cins meta’ ise, arz ve talebin derece­sine göre ve pazarlık sistemiyle yapılan izafi değerlendirmeler olup (para ile değilse peşin olması şartıyla) mübah olan bey’ u şira sınıfına girer.



3052- “Riba; altın ve gümüş gibi mevzunattan, yani tartılan şeyler ile, buğday, arpa, hurma, kuru üzüm gibi mekîlattan bulunan, yani ölçü ile alınıp verilen şeylerde cereyan eder..

Riba, Malikîlere göre yalnız altın ve gümüş ile maişeti temin edip “kut-erzak” denilen şeylerde caridir. Şafiîlere göre de yalnız altın ve gümüş ile mat’umattan olan şeylerde caridir.



3053- Riba, iki nevidir: Riba-i fazl, riba-i nesie. Riba-i fazl; tartılan veya ölçülen bir cins eşyanın kendi cinsi mukabilinde peşin olarak ziyadesiyle sa­tılması halinde vücuda gelir.

Binaenaleyh altın, gümüş, bakır, buğday, arpa ve tuz gibi bir şey, kendi cinsiyle derhal mübadele edilecek olsa mikdarları müsavi olmak icab eder. Birinin mikdarı biraz fazla olunca bu, bir riba olmuş olur ki, haramdır, indallah cezası çok büyüktür. Velev ki aynı cinsten olan bu iki kısım eşyadan bir kısmı san’at itibariyle daha kıymetli veya bir kısmı a’lâ, diğeri edna bulun­sun.

Altın ile gümüş san’at itibariyle veya sikke halinde bulunmakla veznî ol­maktan çıkmış olmaz. Çünkü bunların veznî= tartılır şeylerden olmaları, nass-ı şer’î ile sabittir. Meselâ on miskal altın, yine on miskal mukabilinde peşin olarak satılabilir. Fakat onbir miskal mukabilinde satılamaz. Bu bir miskal fazla olduğundan riba olmuş olur.

Kezalik on kile buğday, on kile buğday mukabilinde peşin olarak satıla­bilir. Fakat dokuz veya onbir kile buğday mukabilinde satılamaz. Ziyade miktar ribadır.

Riba-i fazldan kurtulmak için, bir cinsten olan ribevî mallardan herbirini ya tamamen veya kısmen kendi cinsinin gayriyle mübadele etmelidir.

Meselâ on miskal altın, yüz dirhem gümüş mukabilinde ve on kile buğ­day onbeş kile arpa mukabilinde peşin olarak mübadele edilebilir. Kezalik on miskal altın dokuz miskal altın ile şu kadar dirhem gümüş mukabilinde ve on kile buğday da beş kile buğday ile şu kadar kile arpa mukabilinde peşin ola­rak değiştirilebilir.



3054- Riba-i nesieye gelince; bu da tartılan veya ölçülen şeyleri birbiri mukabilinde veresiye olarak mübadele etmektir. Velev ki miktarları müsavi olsun, bu da haramdır.

Meselâ; on dirhem gümüş veya bu dirhemdeki gümüş para, yine on dir­hem gümüş veya gümüş sikke mukabilinde veresiye olarak satılamaz. Çünki bunların cinsleri ve miktarları birdir. Biri peşin diğeri veresiyedir. Bu suretle aralarında bir fark vardır. Binaenaleyh bu bir ribadır, bir günahtır.

Kezalik elde edilen bir kile buğday ile bilahare harman zamanında verile­cek bir kile buğday satın alınamaz. Bunlar a’lâ ve edna olmak itibariyle mütefavit bulunsunlar, bulunmasınlar müsavidir. Çünki cinsleri, miktarları müttehiddir. Böyle olmakla beraber biri peşin diğeri veresiyedir. Veresiye ise peşine tekabül edemez. Arada bir fazlalık bulunmuş olur.

Mevzunattan olan şeyler, cinsleri muhtelif olsa da birbirleriyle mübadele edilemez. Meselâ; şu kadar kilo demir mukabilinde o kadar kilo bakır vere­siye satılamaz. Çünkü bunlar veznî olmak itibariyle müttehittirler.

Kezalik şu kadar kile buğday, o kadar kile arpa ile veya tuz mukabilinde veresiye olarak satılamaz. Zira bunlar da keylî olmakta müttehittirler.

Bu esastan yalnız nakitler müstesnadır. Şöyle ki:

Nakit paralar mukabilinde nakit cinsinden olmamak üzere tartılan ve öl­çülen şeyler peşin olarak alınabileceği gibi veresiye olarak da alınabilir. Çünkü alış-veriş hakkında buna ihtiyaç vardır.” (B.İ.İ.422)

3055- Kur’an ve hadislerde ribanın haramiyeti hakkında pek çok beyan­lar vardır. Bu hükümler, çok hikmetler ve maslahatları camidir.

Meselâ:


“(2:275) ~Y«"¬±h7~ «•Åh«&«— «p²[«A²7~ ­yÁV7~ Åu«&«~ «—  «?Y«6Åi7~ ~Y­#´~«— «?«ŸÅM7~~Y­W[¬5«~«—

(2:43) Kur’anın bu galebe- i’cazkâranesini bir mukaddeme ile beyan edece­ğiz. Şöyle ki:

“İşarat-ül İ’caz” da isbat edildiği gibi bütün ihtilâlat-ı beşeriyenin ma­deni, bir kelime olduğu gibi bütün ahlâk-ı seyyienin menbaı dahi, bir kelime­dir.

Birinci kelime: “Ben tok olayım, başkası açlıktan ölse bana ne.”

İkinci kelime: “Sen çalış, ben yiyeyim.”

Evet hayat-ı içtimaiye-i beşeriyede havas ve avam yani, zenginler ve fa­kirler, müvazeneleriyle rahatla yaşarlar. O müvazenenin esası ise: Havas ta­bakasında merhamet ve şefkat; aşağısında hürmet ve itaattir. Şimdi birinci kelime, havas tabakasını zulme, ahlâksızlığa, merhametsizliğe sevketmiştir. İkinci kelime avamı kine, hasede, mübarezeye sevkedip rahat-ı beşeriyeyi bir kaç asırdır selbettiği gibi, şu asırda sa’y, sermaye ile mübareze neticesi herkesce malum olan Avrupa hâdisat-ı azîmesi meydana geldi. İşte medeni­yet, bütün cem’iyyat-ı hayriye ile ve ahlâkî mektepleriyle ve şedid inzibat ve nizamatiyle, beşerin o iki tabakasını müsalaha edemediği gibi, hayat-ı beşerin iki müthiş yarasını tedavi edememiştir. Kur’an birinci kelimeyi, esasından “vücub-u zekat” ile kal’eder, tedavi eder. İkinci kelimenin esasını “hurmet-i riba” ile kal’edip, tedavi eder. Evet âyet-i Kur’aniye âlem kapısında durup ribaya yasaktır der. “Kavga kapısını kapamak için banka kapısını kapayınız” diyerek insanlara ferman eder. Şakirdlerine “Girmeyiniz” emreder.” (S. 408)



3055/1- Bankalar, mevduat sahiblerinin namına faizcilik yapan müesse­seler gibidir. Yani bankaya parasını yatıran kişi, bu fiili ile sanki bankacıya di­yor ki: “Bu parayı al, faizde çalıştır ve kazan, bana da bir miktarını ver.” Böylece mahdud bir grup olan bankacılar, bankerler, bankaya yatırılan ve çok büyük bir yekûn tutan bu paralardan yüksek faizle aldığı büyük bir para yekûnünü ceblerine koyarlar. Böylece çalışmadan oturduğu yerde vatandaşın paraları ile aşırı zengin olarak kendi ideolojilerine ve aşırı lüks hayatlarına bu paraları vasıta yaparlar. (Bak: 769.p.) Diğer taraftan da müstahsil (üretici) bankaya ödediği faizi, istihsal (üretim) maddelerine ekliyerek fiyatlar hayli yükselir ve bundan daha çok fakir tabaka ezilir. (Bak: Faiz)

İşte bu gibi sebebler iledir ki dar-ül harbde de olsa bankaya para yatır­mak, İslâmın ve fakir halkın aleyhinde netice verir ve mes’uliyeti mucib olur.

Ferd olarak bir müslimin yine bir ferd olarak gayr-ı müslimden faiz al­masının cevazındaki bir hikmet: Normal iktisadî şartlarda parasını faize ve­ren müslimin ana parası ve alacağı muayyen olan faizi te’minat altındadır, kâr ve zarara ortaklık şekli yoktur. Faiz verecek olan taraf ise, kâr ve zarar ihti­mali ile karşı karşıyadır. Buna göre bir müslim gayr-ı müslimden faiz almakla iktisaden kuvvetlenmesi te’minatlı, diğer tarafın ise ihtimalîdir. Bu ise İslâmiyetin kuvvetlenmesine yol açar.

Banka ise, yukarıda anlatıldığı gibi bunun tersidir.



3056- “Ribanın kap ve kapıları olan bankaların nef’i, beşerin fenası olan gâvurlara ve onların en zalimlerine ve bunların en sefihlerinedir. Âlem-i İs­lâm’a zarar-ı mutlaktır. Mutlak beşerin refahı nazara alınmaz. Zira gâvur harbî ve mütecaviz ise, hürmetsiz ve ismetsizdir.” (M. 479)

Gayr-ı müslim memleketlerde, banka yoluyla olmamak şartıyla, bir müslümanın gayr-ı müslime para veya mal verip mukabilinde faiz alabilece­ğine dair bazı fetvalar varsa da, müslümanın gayr-ı müslimden para veya mal alıp mukabilinde faiz verebileceğine dair fetva mevcut değildir. (Bak: 625.p.)

Hülasa riba, insanlığın ve hususan devrimizin çeşitli dalaletlerinden biri­dir. Bu dalaletin insanlık ve içtimaî hayat bakımından da zararları pek çok olduğu gibi, terkinde sayılamıyacak kadar faydalar vardır.

Bir atıf notu:

-Dar-ül harbde riba meselesi, bak: 623/1.p.

3057- Riba Hakkında Kur’andan birkaç not:

-Ribanın haram kılınması ve terketmeyenlerin mes’uliyetleri. (2:275, 276, 278, 279)

-Ez’af-ı muzaafa (kat kat faizcilik): (3:130)

-Yahudilerin zulümkârlıkları ve faizciliği terketmedikleri: (4:160,161)

-Riba malı arttırmaz, zekât arttırır: (30:39)

-Faizcilikten tevbe, bak: 3828.p.ta bir âyet notu.

3058- Hadis kitablarında da ribanın haramiyeti üzerinde durulmuştur. Ezcümle: S.B.M. 972, 973. hadislerinde yapılan geniş izahlar ve İbn-i Mace 12. kitab 49. ve 58. bablar ve T.T. 2. cild 4. kitabın 5. bölümü shf: 371 örnek verilebilir.

Bir rivayette: “Bir zaman gelecek riba yemiyen kalmıyacak, yemese dahi tozu isabet edecek” buyurulur. (R.E. 306,503 ve İ.M.226-78. hadis)



3059- qqRİSALE-İ NUR ‡Y9 ¬šy7_,‡ : Nur risalesi (Bak: Nur). Kur’anın i’caz-ı manevisinin tefsiri olup, Bediüzzaman Said Nursî hazretleri tarafın­dan 1920-1960 seneleri arasında telif edilmiş olan eserlerin ismidir. (Bak: Bediüzzaman)

Risale-i Nur isminin verilişi eserlerinde şöyle ifade edilir: “Kur’an-ı Ke­rim’in feyzinden kalbime doğan füyuzatı yanımdaki kimselere yazdırarak birtakım risaleler vücuda geldi. Bu risalelerin heyet-i mecmuasına Risale-i Nur ismini verdim. Hakikaten Kur’an’ın nuruna istinad edildiği için bu isim vicdanımdan doğmuş. Bunun ilham-ı İlahî olduğuna bütün imanımla ka­niim.” (Ş.496)



Bir atıf notu:

-Risale-i Nur ve Nurculuk isimlerinin bir izahı, bak: 2897/1.p.

3059/1- Risale-i Nur’un Barla’da başlayan te’lifi ve o devrin çok ağır ta­hakküm ve istibdadı, Bediüzzaman Hz.nin Tarihçe-i Hayatı’nda şöyle beyan ve tasvir ediliyor:

“Barla, ehl-i imanın manevî imdadına gönderilen Risale-i Nur Külliyatı­nın te’lif edilmeye başlandığı ilk merkezdir. Barla, Millet-i İslâmiyenin hususan Anadolu halkının başına gelen dehşetli bir dalalet ve dinsizlik cere­yanına karşı, Kur’andan gelen bir hidayet nurunun, bir saadet güneşinin tulu’ ettiği beldedir. Barla, rahmet-i İlahiyenin ve ihsan-ı Rabbanînin ve lütf-u Yezdanînin bu mübarek Anadolu hakkında, bu kahraman İslâm Milletinin evladları ve âlem-i İslâm hakkında, hayat ve mematlarının, ebedî saadetleri­nin medarı olan eserlerin lemean ettiği bahtiyar yerdir.

Bediüzzaman Said Nursî; Barla nahiyesinde daimî ve çok şiddetli bir istibdad ve zulüm ve tarassud altında bulunduruluyordu. Barla’ya nefiy se­bebi ise; kalabalık şehirlerden uzaklaştırıp, böyle hücra bir köye atılarak ru­hunda mevcud hamiyet-i İslâmiyenin feveran etmesine mani olmak, onu konuşşturmamak, söyletmemek, İslâmî imanî eserler yazdırmamak, âtıl bir vaziyete düşürüp dinsizlerle mücahededen ve Kur’ana hizmetten men’etmek idi. Bediüzzaman ise, bu planın tamamen aksine hareket etmekte muvaffak oldu; bir an bile boş durmadan, Barla gibi tenha bir yerde Kur’an ve iman hakikatlarını ders veren Risale-i Nur eserlerini te’lif ederek perde altında neş­rini temin etti. Bu muvaffakiyet ve bu muzafferiyet ise; çok muazzam bir ga­libiyet idi. Zira o pek dehşetli dinsizlik devrinde, hakikî bir tek dinî eser bile yazdırılmıyordu. Din adamları susturulup, yok edilmeğe çalışılıyordu. Din­sizler, Bediüzzaman’ı yok edememişler, uyuşmuş kalb ve akılları ihtizaza ge­tiren İslâmî ve imanî neşriyatına mani olamamışlardı. Bediüzzaman’ın yaptığı bu dinî neşriyat, yirmibeş senelik eşedd-i zulüm ve istibdad-ı mutlak dev­rinde hiçbir zatın yapamadığı bir iş idi.

Bediüzzaman, Barla’ya 1925-1926 senelerinde nefyedilmiştir. Bu tarihler, Türkiye’de yirmibeş sene devam edecek bir istibdad-ı mutlakın icra-yı faali­yetinin ilk seneleri idi. Gizli dinsiz komiteleri, “İslâmî şeairleri birer birer kaldırarak İslâm ruhunu yok etmek, Kur’anı toplatıp imha etmek” planlarını güdüyorlardı. Buna muvaffak olunamayacağını iblisane düşünerek, “Otuz sene sonra gelecek neslin kendi eliyle Kur’anı imha etmesini intac edecek bir plan yapalım” demişler ve bu planı tatbike koyulmuşlardı. İslâmiyeti yok et­mek için, tarihte görülmemiş bir tahribat ve tecavüzat hüküm sürmüştür.

Evet altıyüz sene, belki Abbasiler zamanından beri yani bin seneden beri Kur’an-ı Hakîm’in bir bayraktarı olarak bütün cihana karşı meydan okuyan Türk Milletini, bu vatan evladlarını, İslâmiyetten uzaklaştırmak ve mahrum bırakmak için, müslümanlığa ait her türlü bağların koparılmasına çalışılıyor ve bilfiil de muvaffak olunuyordu. Bu vâkıa cüz’î değil, küllî ve umumi idi. Milyonlarca insanın hususan gençlerin ve milyonlar masumların, talebelerin imam ve itikadlarına dünyevî ve uhrevî felaketlerine taalluk eden çok geniş ve şümullü bir hâdise idi. Ve kıyamete kadar gelip geçecek Anadolu halkının ebedî hayatlarıyla alâkadardı. O zaman ve o senelerde, bin yıllık parlak mazi­nin delalet ve şehadetiyle, Kur’anın bayraktarı olarak en yüksek bir mevki-i muallayı ihraz etmiş bulunan kahraman bir milletin hayatında, İslâmiyet ve Kur’an aleyhinde dehşetli tahavvüller ve tahribler yapılıyor ve cihanın en namdar ordusunun bin senelik cihad-ı diniye ile geçen parlak mazisi ve o mazide medfun muhterem ecdadı, yeni nesillere ve mektebli talebelere unutturulmaya çalışılıyor ve mazi ile irtibatları kesilerek birtakım maskeli ve sûreta parlak kelâmlarla iğfalatta bulunularak, komünizm rejimine zemin ha­zırlanıyordu!

İslâmiyetin hakikatında mevcud maddî-manevî en yüksek terakki ve me­deniyet umdeleri yerine; dinsiz felsefenin bataklığındaki nursuz prensipler, edebsiz edip ve feylesofların fikir ve ideolojileri, gizli komünistler, farma­sonlar, dinsizler tarafından telkin ediliyor ve çok geniş bir çapta tedris ve ta­lime çalışılıyordu. Bilhassa İngiliz, Fransız gibi İslâm düşmanlarının İslâm Âlemini maddeten ve manen yıpratmak, sömürmek emellerinin başında, Kahraman Türk Milletinin dinî bağlardan uzaklaştırılması; örf-âdet, an’ane ve ahlâk bakımından tamamen İslâmiyete zıt bir duruma getirilmek planları vardı ve bu planlar maalesef tatbik sahasına konmuştu!



3059/2- İşte Bediüzzaman Said Nursî’nin, Risale-i Nur’la Anadolu’daki hizmet-i imaniye ve Kur’aniyesine cansiperane çalışan bir fedai-yi İslâm ola­rak başladığı seneler ki, zemin yüzünün görmediği pek dehşetli bir dinsizlik devrinin başlangıcı ve teessüs zamanı idi. Bunun için Bediüzzaman’ın Risale-i Nur’la hizmetine nazar edildiği vakit, böyle dehşetli bir zamanı göz önünde bulundurmak icab eder. Zira tarihte emsali görülmemiş bu kadar ağır şerait tahtında yapılan zerre kadar hizmet, dağ gibi bir kıymet kazanabilir; ufacık bir hizmet, büyük bir değeri ve neticeyi haiz olabilir! İşte Risale-i Nur böyle dehşetli ve ehemmiyetli bir zamanın mahsulü ve neticesidir. Risale-i Nur’un müellifi, yirmibeş senelik din yıkıcılığının hükmettiği dehşetli bir devrin cihad-ı diniye meydanının en büyük kahramanı ve tâ kıyamete kadar Üm­met-i Muhammediyeyi (A.S.M.) Dar-üs Selâm’a davet eden ve beşeriyete yol gösteren rehber-i ekmelidir. Ve hem Risale-i Nur, Kur’anın elmas bir kılıncıdır ki, zaman ve zemin ve fiiliyat bunu kat’iyetle isbat etmiş ve gözlere göstermiştir. İşte öyle elîm ve feci ve dehşetli bir devri ihdas eden dinsizlerin icraatı olan pek ağır şartlar dahilinde Bediüzzaman’ın inayet-i Hak’la te’life muvaffak olduğu Risale-i Nur eserleri, dinsizliğin istilasına karşı, yıkılması gayr-ı kabil olan muazzam ve muhteşem bir sed teşkil etmiştir. Risale-i Nur; maddiyyunluk, tabiiyyunluk gibi dine muarız felsefenin muhal, bâtıl ve mümteni’ olduğunu; cerhedilmez bürhanlarla, aklî mantikî delillerle isbat ederek en dinsiz feylesofları dahi ilzam etmiştir. Küfr-ü mutlakı mağlubiyete dûçar etmiş, dinsizliğin istilasını durdurmuştur.

Evet Bediüzzaman’a yapılan o tarihî zulüm ve işkence ve ihanetler al­tında feveran edip parlayan Risale-i Nur, bu zamanda ve istikbalde bir seyf-ül İslâmdır. Risale-i Nur; ruhların sevgilisi, kalblerin mahbubu, âşıkların ma­şuku, canların cananı olmuş; icabında bu canan için canlar feda edilmiştir. Risale-i Nur; beşerin sertacı ve halaskârı mevki-i muallasında hizmet yapmış ve yapmaktadır. Risale-i Nur, Kur’anın son asırlarda beklenen bir mu’cize-i manevîsi olarak tulu’ etmiş ve başta müellifi Bediüzzaman Said Nursî olarak milyonlarla talebeleri ve kardeşleri, bu hakikat-ı Kur’aniye etrafında perva­neler gibi dönerek onun nuruyla nurlanmışlar, ondaki Kur’an ve iman hakikatlarını massetmişler (emmişler), imanlarını kuvvetlendirmişler ve bu hakikat-ı kübrayı bütün dünyaya ilan etmek ve ölünceye kadar onu okumak ve ona hizmet etmek gayesini azmetmişlerdir.

Evet Türk Milletini ve bu vatan ahalisini ve âlem-i İslâmı ebede kadar şerefle yaşatacak ve mazide olduğu gibi istikbalde de, tarihin altın sahifele­rine, Kur’an ve İslâmiyet hizmetinde âlem-i İslâmın pişdarı ve namdar ku­mandanı olarak kaydettirecek medar-ı iftiharı Risale-i Nur’dur. Büyük bir vüs’at ve külliyeti taşıyan ve Anadolu’da ve İslâm Âleminde zuhur edip her tarafta hüsn-ü kabule ve tesire mazhariyetle gittikçe inkişaf ve intişar eden bu eser; Kur’anın malıdır, âlem-i İslâmın ve ehl-i imanın malıdır ve bu vatan ahalisinin İslâmî bir medar-ı iftiharıdır. Bu memlekette hükmeden bir hü­kümetin nokta-i istinadı, hem aynı zamanda bütün dünyaya duyuracağı mu­azzam hakikatlar manzumesidir ki, inşaallah bir zaman gelip radyo ile bütün âlemlere ders verilecek ve ilan edilecektir.

Evet dünya ilim ve irfan sahasına Türkiye’den bir güneş doğmuştur. Bu yeni doğan güneş, bin üçyüz yıl evvel âlem-i beşeriyete doğmuş olan güneşin bir in’ikasıdır ve o manevî güneşin her asırda parlayan lem’alarından birisidir ve beklenilen son mu’cize-i münevîsidir!

Yalnız maneviyat sahasında değil, zahiren ve maddeten dahi tesirini göstermiştir.” (T.H. 151-156)


Yüklə 13,72 Mb.

Dostları ilə paylaş:
1   ...   121   122   123   124   125   126   127   128   ...   169




Verilənlər bazası müəlliflik hüququ ilə müdafiə olunur ©muhaz.org 2024
rəhbərliyinə müraciət

gir | qeydiyyatdan keç
    Ana səhifə


yükləyin