İSLÂm prensipleri ansiklopediSİ



Yüklə 13,72 Mb.
səhifə92/169
tarix15.01.2018
ölçüsü13,72 Mb.
#38491
1   ...   88   89   90   91   92   93   94   95   ...   169

M


2225- qqMAARİF ¿‡_Q8 : İrfan masdarından marifetin cem’idir. Günü­müzde, eğitim ve öğretim sistemi diye ifade edilir. (Bak: Medrese)

Maarifte ilim ve terbiye birbirinden ayrılmaz. İnsanı kemalata götüreme­yen mücerred bilgi, marifet ve irfan sayılmaz. İlim mürşid olmalıdır. Hakiki bilgi ve ma­arifte, mutlaka irşad da vardır. O halde maarif, aynı zamanda irşad demektir. Asrı­mızdaki maarif bu nokta-i nazardan ciddi bir ıslahata muhtaçtır. Bilhassa resmi ted­risata giren müsbet fenlerde olduğu gibi, Allah’ı nazara almadan yalnız sebeb- müsebbeb çerçevesinde yani, varlıkların ve hâdiselerin meydana gelmesinde yalnız sebeblerine dayandırıp ve o sebebleri hakiki müessir gösteren determinist bir anla­yışla ders vermek yanlıştır. Al­lah’ın bütün kâinata hâkim olan tasarruf ve rububiyetini nazara almayan as­rımızdaki müsbet fenler, bu tavrıyla bir nevi tabiat ve esbab şirkini telkin etmiş olur. (Bak: 3760/8.p.Son yarısı) Böyle bir maarif ve tedrise, irşad dene­mez. Hem bu yanlış nokta-i nazar sebebiyledir ki bu zamanda dalalet, fen ve felsefeden gelmektedir.



2226- Eğer denilse: Müsbet fenlerde tarafsız bir nazar gereklidir. Varlık­ların ve hâdiselerin araştırılması neticesinde tesbit edilen fenler, ne imanı ne de inkârı mevzu edinmez.

Cevaben denir ki: İman ve inkâr iki zıd kutup olduklarından, ortası yoktur. Zira iman bütün kâinatta hakiki müessirin yalnız Allah olduğunu ka­bul etmeyi zaruri kı­larken, inkâr tarafı da sebeb ve tabiatın müessir olduğunu iddia edip fennî bilgileri o nazar ve anlayışla anlatır. Bunun için bu iki tarafın ortası yoktur. Nasıl ki, fevkalâde meharetlere sahib bir zat kendi maharetle­rini göstermek için pekçok maslahat ve hikmetlere medar olan hârika eserle­rini bir sergide teşhir edip insanları sergisine davet etse, o hârika eserleri te­maşa edip yapılışlarını ve ince hususiyetlerini anla­maya çalışanlardan bazı kimseler, eserlerin yapılışında kullanılan aletlerin bu eserleri yaptıklarını ka­bul edip halka anlatsalar, bu eserlerin sahibi, bunları nazar-ı nefretle karşıla­yacağı muhakkaktır. Zira, eser sahibinin esas maksadına tam zıd hareket et­miş oluyorlar.

Aynen bunun gibi kâinat sergisinde Allah’ın teşhir ettiği masnuatına esbab na­mına bakıp Allah’ın eserleri olduğunu düşünmemek; eserleriyle kendini tanıttırmak isteyen Allah’ın gayesine zıddır ve manevi bir cinayettir. Eğer sebeblerle beraber neticeleri de Allah tanzim ve tasarruf ettiği nazarıyla ders verilse, hem hakikata hem irşada uygun bir ilim olur ki, hakiki maarif budur. (Bak: Biyoloji)

İki atıf notu:

-Allah kendini tanıtmak için yarattığı kâinatı, çeşitli cihetlerde inceleyen bütün müsbet ilimlerin nokta-i nazarı, mana-yı harfi nazarıyla olmasını anlatan temsilî bir ders, bak: 1307-309 ve 658.p.sonu.

-Âleme mana-yı harfî ile bakmak, ilim ve marifettir, bak: 2876.p.

Evet sebebler vardır fakat onlar da herşey gibi Allah tarafından konul­muş olup Allah’ın eseridir. (Bak: Nokta-i Nazar) (Kur’an erbabı müessiriyetten azleder, bak: 838.p.)



2227- Eğer denilse: Anlatılan manada bir tedrisatı devlet resmen tatbik etse, laikliğe aykırı düşer.

Cevab: Halkın ekseriyeti müslüman olan bir millet içinde din derslerinin laikliğe aykırı olduğu iddiası, evvela cumhuriyete aykırıdır. Çünkü cumhuri­yetin değişmez temeli, halk ekseriyetinin hâkimiyetidir. Sonra aynı iddia, la­ikliğe de aykırıdır. Zira laik devlet tarafsızdır. Dine uymayan fikirleri okut­tuğu gibi, dine uygun fikirleri de okutur. Ancak okuttuğu fikirleri inanmaya ve amel etmeye zorlayamaz. Sonra bu aynı iddia, memleket ve millet masla­hatına da aykırı düşer.Çünkü Türk milleti asıl tarihî şerefini, bin senelik İs­lâm kahramanlığından almıştır. Bu büyük ve milli şahsi­yetin korunması, an­cak İslâm’a aykırı ve inkârcılığa götüren ideolojilerin gençlik içinde yayılma­masına ve ilim ve maneviyata saygılı gençliğin yetiştirilmesine bağlı­dır. Aynı iddia, medeniyet dünyasına da aykırıdır. Zira komünist olmayan Avrupa memleketlerinde din, devlet tarafından himaye edilir. Meselâ: “Evanjelik Luterian Kilisesi, İsveç’in de milli kilisesidir. Bu kiliseye mensub olmayanlar, milletvekili olamazlar. Norveç Anayasasında, kral daima İncil-i Luter dinine sadık kalmaya ve dini korumaya mecburdur. Keza Finlandiya, İngiltere ve Amerika gibi memleket­lerde aynı manada din, devlet tarafından himaye edi­lir.” (Dünya Anayasalarında Din. Doğan Güneş Yayınları, 1961 İstanbul)



Atıf notları:

-Terakkiyat-ı medeniye namı altında verilen maneviyatsız dersler ve şeytanların ço­cuklara ortak olacağına dair âyet ve hadis, bak: 165-167/1 p.lar.

-İmanın yeri kalbdir, tedrisatta maneviyat bulunmalı, bak: l120.p.

-Diyanete zarar verecek me’muriyet maaşı hakkında bir ikaz, bak: 3043.p.

-Annelerin şefkati su-i istimal ile çocuklarını dünyaya sevk etmeleri hatası, bak: 161.p.

-Hizmetten geri bırakmak için me’muriyete teşvik planı, bak: 2907.p.

-Peygamberimizin (A.S.M.) me’muriyet talebinde olanlara vazife vermemesi, bak: 3418.p.

-Herkes, müstehlikler sınıfı olan me’muriyete gitmesi halinde umumi istihsal zayıf­lar, bak: 1279.p.

-Âhirzaman fıtnesinde Süfyan’ın maarif yoluyla ifsadatı, bak: 3455.p.

2228- qqMA-BA’DETTABİA yQ[AO7~ fQ"_8 : (Mâ ba’de-t tabia) Metafi­zik. Beş duygu ile bilinmeyen varlıklar hakkında fikrî araştırma yapan felsefe kolu. Bu felsefe ile alâkalı olan. (Bak: Metafizik)

2229- qqMADDE ˜±…_8 : Fizikte: Mekânda yer kaplayan, ağırlık ve küt­lesi olan varlık. Cisim. *Unsur. *Kanun, lügat gibi metinlerde herbiri başlıbaşına hüküm veya mevzuu bildiren kısım. Bent. *İleri sürülen mes’ele. *Asıl, esas, cevher, maye. (Bak:Atom, Zerre, Tabiat)

Fizikte maddenin temeli olarak atom kabul edilmektedir. Atomun yapısı ve mahiyeti hakkındaki nazariyeler tarih boyunca değişikliklere uğramıştır. Halen bu mevzudaki nazariyeler istikrar bulmuş ve tam vuzuha kavuşmuş değildir. Bugünkü fizikte maddenin yanında bir de “anti-madde”nin varlı­ğından bahsedilmektedir. İlim terakki ettikçe hatalı nazariyeler tadile uğra­maktadır. Buna rağmen maddenin hakiki mahiyeti anlaşılmış değildir. Gü­nümüzde bir kısım peşin hükümlü olmayan ciddi fizikçiler, insanın mutlak hakikat karşısındaki aczini ve beşerî ilimlerin nâkısiyet ve nisbîliğini anlaya­rak, bilmedikleri sahada daha ihtiyatlı ve daha müte­vazi konuşmayı tercih etmektedirler. Muhakkak ki, geçen asırla asrımız arasındaki anlayış büyük farklar arzetmektedir. Maddeciliğin 19.yy. kaynaklarının ne kadar ba­sit ve cehle istinad ettiği, bugün daha iyi anlaşılıyor. Asrımızda aklı bozulmamış bir insanın, madde âleminde tecelli eden kudret-i İlahiyeyi anlamakta bir bakıma daha şanslı olduğu söylenilebilir. Fakat hala geçmiş asırların maddeciliğine yani herşeyi maddeye dayandırıp izah etmek iddiasına rastlamaktayız. Hal­buki:



2230- “Bittecrübe, madde asıl değil ki, vücud ona müsahhar kalsın ve tabi ol­sun. Belki madde, bir mana ile kaimdir. İşte o mana, hayattır, ruhtur. Hem bilmüşahede madde, mahdum değil ki, herşey ona irca’ edilsin. Belki hâdimdir, bir hakikatın tekemmülüne hizmet eder. O hakikat, hayattır. O hakikatın esası da ruh­tur. Bilbedahe madde hâkim değil ki, ona müracaat edilsin, kemalat ondan istenil­sin. Belki mahkûmdur; bir esasın hükmüne ba­kar, onun gösterdiği yollar ile hareket eder. İşte o esas, hayattır, ruhtur, şu­urdur.

Hem bizzarure madde lüb değil, esas değil, müstekar değil ki, işler ve kemalat ona takılsın, ona bina edilsin; belki yarılmağa, erimeğe, yırtılmağa müheyya bir kı­şırdır, bir kabuktur ve köpüktür ve bir surettir. Görülmüyor mu ki: Gözle görülmiyen hurdebinî bir hayvanın ne kadar keskin duyguları var ki, arkadaşının se­sini işitir, rızkını görür, gayet hassas ve keskin hisleri vardır. Şu hal gösteriyor ki; maddenin küçülüp inceleşmesi nisbetinde âsâr-ı hayat tezayüd ediyor, nur-u ruh teşeddüd ediyor. Güya madde inceleştikçe bizim maddiyatımızdan uzaklaştıkça ruh âlemine, hayat âlemine, şuur âle­mine yaklaşıyor gibi hararet-i ruh, nur-u hayat daha şiddetli tecelli ediyor. İşte hiç mümkün müdür ki: Bu madde perdesinde bu kadar hayat ve şuur ve ruhun teşerruhatı bulunsun; o perde altında olan âlem-i batın, ziruh ve zişuurlarla dolu olmasın. Hiç mümkün müdürki: Şu maddiyat ve âlem-i şehadetteki mananın ve ruhun ve hayatın ve hakikatın şu hadsiz tereşşuhatı ve lemaat ve semeratının menabii, yalnız maddeye ve maddenin hareketine irca’ edilip izah edilsin. Haşa ve kat’a ve asla! Bu hadsiz tereşşuhat ve lemaat gösteriyor ki; şu âlem-i maddiyat ve şehadet ise, âlem-i melekût ve ervah üstünde serpilmiş tenteneli bir perdedir.” (S.509)



2230/1- Madde mefhumu din ilminde daha geniş ele alınır. Eski Yunan felse­fesinden gelen madde anlayışı, zamanla değerini kaybetmekte ve mahsûsat âleminin zâhir ve dar sahasına inhisar etmektedir.

Bediüzzaman Hazretleri, Yunan felsefesinin melaike anlayışını bazıların dinden geldiğini zannetmeleri münasebetiyle cisim anlayışına da temas ede­rek şöyle diyor:

“Ehl-i zâhirin zihinlerini teşviş eden, felsefe-i Yunaniyeye incizablarıdır. Hatta o felsefeye fehm-i âyette bir esas-ı müselleme nazarıyla bakıyorlar. Hatta oğlu öl­müş ve kocakarıyı güldürecek derecede bir misal budur ki: Ba­zıları öyle bir zatın kelâmındaki fülûs-u felsefeyi, cevher-i hakikatten temyiz etmeyecek dereceden pek çok derecede âlî olan o zat-ı nakkad, Kürdçe de­miştir ki:

²t«V«8 ²w¬9~«—¬ ²–¬‡_«Z¬å ²h¬._«X«2 Halbuki: Bu söz ile hükemanın mezhebi olan ki: “Me­laike-i Kiram maddeden mücerreddirler” red yolunda tasrih ediyor ki: “Mela­ike-i Kiram anasırdan mahluk ecsam-ı nuraniyedirler.” Onlar fehmet­mişler ki: Ana­sır dört oldukları İslâmiyet’tendir. Acaba... Dörtlüğü ve unsuriyeti ve besateti, hükema ıstılahatından ve müzahref olan ulûm-u tabiiyenin esaslarındandır. Hiç usûl-ü İslâmiyeye taallukları olmayan belki zâhir müşahedetle hükmolunan bir kazi­yedir. Evet dine teması olan her şey, dinden olması lâzım gelmiyor. Ve İslâmiyet’le imtizac eden her bir madde, İslâmiyet’in anasırından olduğunu kabul etmek unsur-u İslâmiyet’in hasiye­tini bilmemek demektir. Zira kitab ve sünnet ve icma’ ve kıyas olan anasır-ı erbaa-i İslâmiye, böyle maddeleri terkib ve tevlid etmez.



Elhasıl: Unsuriyet ve besatet ve erbaiyyet, felsefenin bataklığındandır; şeriatın maden-i safisinden değildir. Fakat felsefenin yanlışı, seleflerimizin li­sanlarına girdi­ğinden bir mahmil-i sahih bulmuştur. Zira selef, “dörttür” de­diklerinden murad, zâhiren dörttür. Veyahut hakikaten ecsam-ı uzviyeyi teş­kil eden müvellidülma ve müvellidülhumuza ve azot ve karbon... yine dört­tür.” (Mu.72) (Bak: 2326.p.)

2231- qqMADDİYYUN –Y<±…_«8 : (Maddiyun) Maddeciler. Herşeyin esası madde olduğunu iddia edip, ruhaniyatı ve maneviyatı inkâr eden dinsizler. Mas­nuat-ı İlahiye olan mahlukatı ve zerrelerin muntazam hareketini, tesadüf eseri te­vehhüm edip dinsizliğe yol açmaya çalışanlar. Materyalistler.

2232- “Maddiyun denilen bir kısım ehl-i dalalet, zerrattaki tahavvülat-ı munta­zama içinde Hallakiyet-i İlahiyenin ve kudret-i Rabbaniyenin bir cilve-i azamını his­settiklerinden ve o cilvenin nereden geldiğini bilemediklerinden ve o kudret-i Samedaniyenin cilvesinden gelen umumi kuvvetin nereden idare edildiğini anlıyamadıklarından, madde ve kuvveti ezelî tevehhüm ede­rek, zerreler ve hareket­lerine âsâr-ı İlahiyeyi isnad etmeye başlamışlar.

Fesübhanallah! İnsanlarda bu derece hadsiz cehalet olabilir mi ki, me­kândan münezzeh olmakla beraber herbir yerde herbir şeyin icadında herşeyi görecek, bile­cek, idare edecek bir tarzda bulunur bir vaziyetle yaptığı fiilleri ve eserleri; camid, kör, şuursuz, iradesiz, mizansız ve tesadüf fırtınaları içinde çalkanan zerrata ve ha­rekâtına vermek, ne kadar câhilane ve hurafetkârane bir fikir olduğunu, zerre kadar aklı bulunanların bilmesi ge­rektir.



Evet bu herifler vahdet-i mutlakadan vazgeçtikleri için, hadsiz ve niha­yetsiz bir kesret-i mutlakaya düşmüşler; yani bir tek İlahı kabul etmedikleri için, nihayetsiz ilahları kabul etmeye mecbur oluyorlar. Yani bir tek Zat-ı Akdes’in hassası ve lâ­zım-ı zatîsi olan ezeliyeti ve hâlikıyeti, bozulmuş akılla­rına sığıştıramadıklarından; o hadsiz, nihayetsiz camid zerrelerin ezeliyetlerini, belki uluhiyetlerini kabul etmeye mesleklerince mecbur olu­yorlar...

2233- İşte sen gel, echeliyetin nihayetsiz derecesine bak! Evet zerelerdeki cilve ise; zerreler taifesini Vacib-ü Vücud’un havliyle, kudretiyle, emriyle muntazam ve muhteşem bir ordu hükmüne getirmiştir. Eğer bir saniye o Kumandan-ı Azam’ın emri ve kuvveti geri alınsa, o çok kesretli camid, şuur­suz taife, başıbozuklar hük­müne gelecekler; belki bütün bütün mahvolacak­lar.

2234- Hem insanların bir kısmı güya daha ileri görüyor gibi, daha ziyade câhi­lane bir dalaletle Sani-i Zülcelal’in gayet latif, nazenin, muti, müsahhar bir sahife-i icraatı ve emirlerinin bir vasıta-ı nakliyatı ve zaif bir perde-i tasarrufatı ve latif bir midad-ı (mürekkeb) kitabeti ve en nazenin bir hulle-i icadatı ve bir maye-i masnuatı ve bir mezraa-i hububatı olan “esir” madde­sini, cilve-i rububiyetine ayinedarlık et­tiği için masdar ve fail tevehhüm et­mişler. Bu acib cehalet, hadsiz muhalleri istilzam ediyor. Çünki esir maddesi, maddiyunları boğduran zerrat maddesinden daha latif ve eski hükemanın saplandığı heyula fihristesinden daha kesif, ihtiyarsız, şuursuz, camid bir maddedir. Bu hadsiz bir surette tecezzi ve inkısam eden ve nâkillik ve in­fial hassasıyla ve vazifesiyle teçhiz edilen bu maddeye, belki o maddenin zerre­den çok derece daha küçük olan zerrelerine; herşeyde herşeyi görecek, bile­cek, idare edecek bir ihtiyar ve bir iktidar ile vücud bulan fiilleri, eserleri isnad etmek, esirin zerreleri adedince yanlıştır.” (L.342)

Atıf notu:

-Maddiyunlar mesleklerinde tahavvülat-ı zerratı esas tutmuşlar, bak: 4081.p.

qqMAĞLUBİYET }["YVR8 : Yenilme. (Bak: Galibiyet)

2235- qqMAHREM •hE8 : Gizli. *Dince ve şer’an müsaade olunma­yan.*Birisinin hususi hallerine ait gizli sır. *Nikah düşmeyen, evlenilmesi ha­ram olan yakın akraba. Baba, dede, anne, nine, erkek ve kızkardeş, amca, dayı, hala ve teyze ile kişi arasında bir neseb yakınlığı, bir ebedî mahremiyet vardır. Bunlarla ni­kah asla caiz değildir. (Bak: Muharremat) *Mc: Çok samimi ve içli-dışlı olan kimse.

Atıf notu:

-Taife-i nisanın mahremlerine karşı tesettürü gereken yerleri,bak: 3779.p.

2236- qqMAHŞER hLE8 : Toplanma yeri. Kıyametten sonra insanların tek­rar dirilip toplanmaları ve toplandıkları yer. Haşir meydanı. *Çok kalaba­lık. (Bak: Haşr)

Atıf notları:

-Kıyamette Küre-i Arz, ahalisini mahşer meydanına boşaltır, bak: 3395.p.

-Mahşerde herkes sadakasının gölgesinde bulunacağı rivayeti, bak: 3185.p.

-Riyakârların mahşerde nâsın huzurunda teşhir edileceği mealindeki rivayet, bak: 3119.p.

2237- qqMAKAM-I MAHMUD …YWE8 •_T8 : En yüksek şefaat makamı. Peygamberimiz’in (A.S.M.) kavuşacağı, Allah tarafından vaad edilen makam. “Ma­kam-ı Mahmud, herkesin hamd ile tebcil edeceği muazzam makam de­mektir ki ha­kikat-ı hamdin müteallıkı olan kurb-i mutlak makamı yani ehadis-i şerifede varid olduğu üzere liva-ül hamd altında şefaat-ı kübra ma­kamıdır.” (E.T. 3194)

Liva-ül Hamd’in geçtiği kaynak eserlerden bazıları: Tirmizi, menakıb/1, ibn-i Mace zühd/37, Darimî mukaddeme/8, İbn-i Hanbel l, 281, 295/3, 144.

Sual: “(17:79) ~®…Y­W²E«8 _®8_«T«8 «tÇ"«‡ «t«C«Q²A«< ²–«~ |«K«2

Cenab-ı Hak va’dettiği halde, her ezan ve kametten sonra edilen mervi du­ada: ­y«#²f«2«— >¬gÅ7~ ~®…Y­W²E«8 _®8_«T«8 ­y²C«Q²"~«— (201) deniliyor; bütün ümmet o va’di ifa et­mek için dua ederler. Bunun sırr-ı hikmeti nedir?

Cevab: Bu kadar tekrar ile kat’i verilecek olan bir şeyin vermesini isteme­sinin sırr-ı hikmeti şudur: İstenilen şey meselâ, Makam-ı Mahmud bir uçtur. Pek büyük ve binler Makam-ı Mahmud gibi mühim hakikatları ihtiva eden bir hakikat-ı azamın bir dalıdır. Ve hilkat-ı kâinatın en büyük neticesinin bir meyvesidir. Ve ucu ve dalı ve o meyveyi dua ile istemek ise; dolayısıyla o ha­kikat-ı umumiye-i uzmanın tahak­kukunu ve vücud bulmasını ve o şeçere-i hilkatın en büyük dalı olan âlem-i bekanın gelmesini ve tahakkukunu ve kâi­natın en büyük neticesi olan haşir ve kıyametin ta­hakkukunu ve dar-ı saade­tin açılmasını istemektir. Ve o istemekle, dar-ı saadetin ve Cennet’in en mü­him bir sebeb-i vücudu olan ubudiyet-i beşeriyeye ve daavat-ı insaniyeye kendisi dahi iştirak etmektir. Ve bu kadar hadsiz derecede azîm bir maksad için, bu hadsiz dualar dahi azdır. Hem Hazret-i Muhammed Aleyhissalatü Vesselâm’a “Makam-ı Mahmud” verilmesi, umum ümmete şefaat-ı kübrasına işa­rettir. Hem o, bütün ümmetin saadetiyle alâkadardır. Onun için hadsiz salavat ve rahmet dualarını bütün ümmetten istemesi ayn-ı hikmet­tir.” (Ş.96) Makam-ı Mahmud, S.B.M. 1712.hadiste de geçer. (Bak: Şefaat)

2238- qqMANA-YI HARFÎ z¬4²h«& >«Y«X²Q«8 : Harf, kendinden başkasını an­latmak için kullanılan işaret ve âlet olduğundan, herhangi bir şeyin harfi manası, o şeyin başka bir şeye delalet etmesi veya delalet ettiği şeyi anlamak için ona bakıl­ması demektir.

Bu mananın mukabili olan mana-yı ismî ise; isim, müsemmasını anlattı­ğından, bir şeye yalnız kendisini anlamak için bakmaktır.

Meselâ; mükemmel bir makinaya yalnız yapısını anlamak için bakmak, mana-yı ismî; ustasının maharetini onunla tanımak için bakmak ise, mana-yı harfîdir. (Bak: Cehl-i Mürekkeb, Niyet, Nokta-i Nazar)

Bediüzzaman Hazretlerine bir talebe tarafından sorulan bu mevzudaki sualine verdiği cevab aynen şöyledir:

“Senin ikinci sualin olan, mana-yı ismî ile mana-yı harfinin bahsi ise, ilm-i nah­vin umum kitabları başlarında o mes’ele izah edildiği gibi, ilm-i hakikatın Sözler ve Mektubatlar namındaki risalelerinde temsilâtla kâfi beya­nat vardır. Senin gibi zeki ve müdakkik bir zâta karşı, fazla izahat fazla olu­yor. Sen âyineye baksan, eğer âyineye şişe için bakarsan, şişeyi kasden görür­sün, içinde Re’fet’e tebeî, dolayısıyla nazar ilişir. Eğer maksad, mübarek si­manıza bakmak için âyineye baktın, sevimli Re’fet’i kasden görürsün. «w[¬T¬7_«F²7~ ­w«K²&«~ ­yÅV7~ «¾«‡_«A«# dersin.Âyine şişesi tebeî dolayısıyla nazarın ilişir. İşte birinci surette âyine şişesi mana-yı ismîdir. Re’fet mana-yı harfî oluyor. İkinci surette âyine şişesi mana-yı harfidir, yani kendi için ona bakılmıyor, başka mana için bakılır ki akisdir. Akis mana-yı ismîdir.

Yani ¬y¬K²S«9 |¬4 |«X²Q«8 |«V«2 ÅÄ«… olan tarif-i isme bir cihette dâhildir. Ve âyine ise ¬˜«h²[«3 |¬4 |«X²Q«8 |«V«2 ÅÄ«… olan harfin tarifine mâsadak olur. Kâinat nazar-ı Kur’anî ile, bü­tün mevcudatı huruftur, mana-yı harfiyle başkasının manasını ifade ediyorlar. Yani; esmasını, sıfatını bildiriyorlar. Ruhsuz felsefe ekseriya mana-yı is­miyle bakıyor, ta­biat bataklığına saplanıyor. Her ne ise...” (B.348)



2239- Bu tabirler, daha çok marifetullah ve iman ilminde kullanılır. Mana-yı harfî, Kur’anın ısrarla teşvik ettiği tefekkür ve şükür mesleğinde te­rakki yolu; mana-yı ismî ise, Kur’anın şiddetle reddettiği esbab ve tabiatperestlik ile küfran yoludur.

2240- Evet “Cenab-ı Hakk’ın masivasına (yani kâinata) mana-yı harfiyle ve O’nun hesabına bakmak lâzımdır. Mana-yı ismiyle ve esbab hesabına bakmak hata­dır.

Evet her şeyin iki ciheti vardır. Bir ciheti Hakk’a bakar. Diğer ciheti de halka bakar. Halka bakan cihet, Hakk’a bakan cihete tenteneli bir perde veya şeffaf bir cam parçası gibi, altında Hakk’a bakan cihet-i isnadı gösterecek bir perde gibi ol­malıdır. Binaenaleyh, ni’mete bakıldığı zaman Mün’im, san’ata bakıldığı zaman Sani’, esbaba nazar edildiği vakit Müessir-i Hakiki zihne ve fikre gelmelidir. (M.N.51)



2241- Ve keza” Dünyayı ve ondaki mahlukatı mana-yı harfiyle sev. Mana-yı is­miyle sevme. “Ne kadar güzel yapılmış” de. “Ne kadar güzeldir” deme. Ve kalbin batınına, başka muhabbetlerin girmesine meydan verme. Çünki batın-ı kalb, ayine-i Samed’dir ve O’na mahsustur.” (S.640)

“Meselâ: Nasılki bir padişah-ı âlî, sana bir elmayı ihsan etse, o elmaya iki mu­habbet ve onda iki lezzet var: Biri; elma, elma olduğu için sevilir. Ve el­maya mah­sus ve elma kadar lezzet var. Şu muhabbet padişaha ait değil. Belki huzurunda o el­mayı ağzına atıp yiyen adam, padişahı değil, elmayı se­ver ve nefsine muhabbet eder. Bazan olur ki: Padişah o nefisperverane olan muhabbeti beğenmez, ondan nefret eder. Hem elma lezzeti dahi cüz’îdir. Hem zeval bulur; elmayı yedikten sonra o lez­zet dahi gider; bir teessüf kalır. İkinci muhabbet ise; elma içindeki elma ile gösteri­len iltifatat-ı şahanedir. Güya o elma, iltifat-ı şahanenin nümunesi ve mücessemidir diye başına ko­yan adam, padişahı sevdiğini izhar eder. Hem iltifatın gılafı olan o meyvede öyle bir lezzet var ki, bin elma lezzetinin fevkindedir.İşte şu lezzet ayn-ı şük­randır. Şu muhabbet, padişaha karşı hürmetli bir muhabbettir.

Aynen onun gibi bütün ni’metlere ve meyvelere, zatları için muhabbet edilse, yalnız maddi lezzetleriyle gafilane telezzüz etse, o muhabbet nefsanî­dir. O lezzetler de geçici ve elemlidir. Eğer Cenab-ı Hakk’ın iltifatat-ı rah­meti ve ihsanatının mey­veleri cihetiyle sevse ve o ihsan ve iltifatatın derece-i lütuflarını takdir etmek sure­tinde kemal-i iştiha ile lezzet alsa; hem manevi bir şükür, hem elemsiz bir lezzettir.” (S.641)

Atıf notları:

-Kâinata mana-yı harfiyle bakmak, bak: 1309.p.

-Mahlukat mana-yı ismiyle bakılınca hiçtir, bak: l128.p.

2242- qqMANTIK sOX«8 : Mantık kelimesi, yunanca “logike” kelimesinin Arapçadaki karşılığıdır. Logike; söz, konuşma, akıl manalarına gelen “logus” keli­mesinden gelmektedir. “Logike”; logos’a, söze, konuşmaya yahut akla ait demektir.

Seyyid Şerif Cürcanî (Mi: 1340-1413= “Haşiye-i Suğra”sında şöyle der: “Man­tık, nutk-u zahirîye ıtlak olunur ki bu, konuşmadır. Ve nutk-u batınîye ıtlak olunur ki, o da ma’kulatın idrakidir.”

Mantık, bir terim olarak, “doğru düşünme prensip ve kaidelerini incele­yen bir ilimdir” şeklinde tarif edilebilir.

Günlük dilde mantık kelimesi hem bir ilmi, hem bir düşünme tarzını be­lirtmek için kullanılmaktadır. İnsan, mantık ilmini bilmeden de mantıklı dü­şünebilir. Man­tıklı düşünme tarzından başka düşünme tarzları da vardır.

Meselâ rüya halindeki düşünme tarzı (otistik düşünce), çocukların dü­şünme tarzı (egosantrik düşünce), ibtidaî insanların düşünme tarzı (prelojik düşünce), ta­savvufta cezbe ve sekr halindeki düşünme tarzı (mistik düşünce) gibi... Mantık, hakikata ve kendi iç prensiplerine uygun, tutarlı ve sağlıklı bir düşünme tarzını ifade ettiği gibi, bu doğru düşünme tarzının istinad ettiği prensip ve kaideleri tetkik eden ilmi de ifade eder. (Mantıkta istidlal, bak: 1784-1794.p.lar)

2243- Mantıklı düşünme, insanlıkla beraber var olduğu halde mantık il­minin kuruluşu çok sonradır. Mantık ilminin kurucusu Aristo (Aristoteles) dur. (M.Ö. 384-322) Aristo kendinden önceki ve kendi zamanındaki filo­zofların mantıklı dü­şünme üzerindeki fikirlerinden istifade etmiştir. Fakat mantığın mevzularını, pren­sip ve kaidelerini tesbit ederek düzenli bir ilim haline getiren Aristo olmuştur.

İslâm dünyasında mantık çalışmaları yapılmıştır. İslâm mantıkçıları ara­sında Farabî (Mi:870-950), El-Kindî (Öl.Mi.873), İbn-i Sina (Mi.980-1037), Gazalî (1058-llll), Fahreddin Razi (Öl.Mi: 1209), Seyyid Şerif (Mi: 1340-1413) sayılabilir.



2244- Farabi ve İbn-i Sina geleneğine uygun olarak yazılmış ve medre­selerde yüzyıllar boyunca okutulup açıklamaları yapılmış mantık kitapların­dan bilhassa ikisi şöhret bulmuştur. Ebherî’nin İsagoji’si ve Kazvinî’nin Şemsiye’si.

Klasik mantık denilen Aristo mantığı, yüzyıllar boyunca Doğu ve Batı dünya­sında hâkim olmuştur. Esas mevzuu terim, kaziye ve kıyas olan bu mantık üzerin­deki çalışmalar, bu mantığa fazla bir şey katmamıştır. Bazı te­ferruatta yenilikler ya­pılmıştır. Mantık ilmindeki esas gelişme ve yenilik Mi.19.yy.ın ikinci yarısında başlıyan ve yüzyılımızın başından itibaren kuvvet kazanan “Modern Mantık” çalış­malarıdır... Bu yeni mantık “Matematik Mantık”, “Lojistik”, “Sembolik Mantık” adlarıyla da anılmaktadır. Hususi­yeti, matematik gibi muhakemenin esas kaideleri­nin de, söz ve hislerin tesi­rinden uzak, mücerret şekillerle ve remizlerle ifade edil­mesi ve kat’iyet ka­zandırılmasıdır. Bu mantığın tatbikatı, “bilgisayar” denilen cihaz­ların yapıl­masına yol açmıştır.



2245- Yeni mantık akımları arasında, bir kaziyenin ya doğru ya da yanlış değer alacağını kabul eden “iki değerli mantık”tan başka, kaziyede doğru ve yanlışın ya­nında ihtimali de bir değer olarak kabul eden “üç değerli mantık” anlayışı da mevcuddur. Ayrıca kaziyeleri imkânsızlık, ihtimaliyet, zaruret mefhumları bakı­mın­dan inceliyen, modelite (tarz) mantığı da vardır.

Yeni mantık, klasik mantığı ortadan kaldırmamış, eksiklerini tamamlamış ve onu aşmış, mantığın sahasını daha da genişletmiştir.”Miyar-ul İlm” ve “Mihakk-un Nazar” isimli eserleri yazmış olan Gazali, “El-Munkız”da şöyle demektedir: “Man­tıkta ne müsbet ne de menfi cihetten dine taalluk eden birşey yoktur. Mantık delil­lerin, kıyasların usulünü; bürhanın, mukaddimele­rin nasıl terkib edileceğini; hadd-i sahih denilen tariflerin şartlarını, bunun nasıl terkib edileceğini, ilmin ya tasavvur­dan-ki tarif yolu ile öğrenilir- ya tedkikten-ki bürhan yolu ile öğrenilir-ibaret oldu­ğunu tetkik eder. Bunlardan reddedilmesi gereken bir cihet yoktur. Bunlar mütekel­limînin ve ilim erbabanın delile ait zikrettiği şeyler cinsindendirler.”



2246- Gazali, ilim içinde mantığın dine taalluku olmamakla beraber mantık ile meşgul olanların, iki yönde dine zararları dokunabileceklerini söyler:

l- Red ve inkâr ihtimalinden uzak olan bilgilere vâkıf olanlar, bu bilgileri vaz’ edenlere karşı aşırı derecede itimad edeceklerinden, onların dinî hü­kümleri inkâra müteallik sözlerini de kabule meylederler.

2- Dine hizmet ettiğini zannederek bu gibilerin her sözünü reddetmeye kalkan bir müslüman da farkında olmadan dine zarar verebilir... (Bekir Sami Sağbaş, Fel­sefe Öğretmeni)

2247- “İnsan fıtratının merkezinde beş dallı ve dilli bir ihtiyaç şeceresi vardırki, beş sual ile, şu boşluğu dolduran hâdiselere karşı mukabelede bu­lunmaktadır. Ve onlarla cereyan eden vukuatlara seslenmekte ve kâinata nida etmektedir. O suallerin en mümtazı _«8 dır ki, mebadi-i tasavvuriyeyi tevlid eder. Yani şu gördüğümüz eşya nedir, diye _«8 ile sual ediyor.

İkincisi de: Mebadi-i tasdikiyeyi ilim içinde tedvin eden şu hükümler ne içindir? diye «v¬7 ile soruyor. O zaman hikmet, kâinat lisanıyla ve hikmetin mukaddemesi olan mantık ile, birinci suali tariflerle, ikinci suali de delil ve bürhanlarla cevablandırır.” (M.Nu.642)

“Vakta ki, inayet-i İlahiye, insanın terakkisini ve mücahede ile istikmalini ve hadd-i kemale erişmesini iktiza etti. Şüphesiz ki insanın seciye ve seviye­sine vaz’iyyet etmemiş, meyil ve arzularını da kayd altına almamış, ahlâkına sed çekme­miştir. Belki istediği tarafa gitmesi için serbest bırakmıştır. Bunun içindir ki beşere yakınlık uzaklıkça, sıhhat ve fesatça mütefavit pek çok yollar açılmıştır. Buna bi­naen seciyeleri güzel ukûl-ü selîme sahipleri, hakka doğru yürüdükleri zaman, mes­leklerini aşağı tabakalara da ta’mim etmek için, bâtıl ve dalalete düşmemek için şartlar adıyla bazı alâmat-ı ihtiraz koymuşlardır.

İşte buna binaendir ki; mantık, kuvve-i fikriye ve akliyeyi doğru yollara sevketmek için bazı şartlar vaz’etmiştirki, o şartların vücuduyla sıhhate, fık­danı ile de fesada delalet eder.” (M.Nu.643)



2248- “İnsanın fikrinin gayesi ve son mertebesi, nefs-i natıkanın kâinata ma­nevi bir harita olmaktan ibarettir. Bu ise kâinatın hakikatları nefs-i natı­kada irtisam etmek ve pek çok hakaik-i nisbiyeyi bir mukayese ile bilmekle hasıl olur. Bu hakikatlar ise kaziyelerdir. Bu kaziyeler de delillerden hasıl olan neticelerdir. Onlar da delillerle eczası teşekkül eder. O ecza da mevzu ve mahmullerden ibarettir. Mevzu ve mahmullerden maksad da tasavvurla­rıdır. Tasavvurları ise, tarifler ile ha­sıl olur. Tarifleri de eczasından hasıl olur. Eczaları ise külliyat-ı hamsedir.

Hülasa; külliyat-ı hamse tariflere mebadidir, tarifler de kaziyelere mebadidir, kaziyeler de delillere mebadidir, deliller de meçhul hakikatlara mebadidir. “ (M.Nu.644) (Mantık denilen intikal, bak: 185/1.p.)



qqMANZUME y8YPX8 : Tertibli, ölçülü yazı, şiir. Vezinli ve kafiyeli olan söz. *Sıra, dizi. Sistem. (Bak: Şiir)

qqMANZUME-İ ŞEMSİYE y[KW- šy8YPX8 : Güneş sistemi. (Bak: Şems)

2249- qqMARİFET }4hQ8 : Bilme, tanıma, bir şeyi cüz’î vecihle bilmek. *Hüner, Üstadlık. San’at.*Tuhaflık, garib hareket. *Vasıta, tavassut. *İlim ve fen­lerle tahsil olunan malumat. İrfan kazanmak. (Bak: Maarif)

Atıf notları:

-Marifetin bir manası da fıkıhtır, bak: Fıkıh.

-Bu dünyada insanlar için Allah’ın ma’rifeti, yani künhü ile bilinmesi mümkün de­ğildir, bak: 3599.p.

-Yakîn, marifetten üstündür, bak: 1601.p.

2250- qqMARİFETULLAH yÁV7~ }4hQ8 : Âlemdeki âsârından Hâlikın var­lı­ğını, birliğini, sıfat ve esmasını, hikmet ve gayelerini Kur’anın ders ve talimiyle veya ehlinden öğrenip bilmek ve şuuruna ermek. Masnuat-ı İlahiyeyi ve Kur’anî ha­ki­katleri tefekkür ve tahsil edip (Bak: Tefekkür) lütf-u İlahî ile kalbî inkişaf ve basi­rete sahib olmak. İlahî hakikatlara ve hikmetlere vukufiyet, Her işde Allah rızasına en uygun hareket tarzını bilip amel etmek. (Bak: Allah)

Marifetin zıddı, inkârdır. İlmin zıddı ise, cehildir..



Bir atıf notu:

-Ene’deki ahval ve hissiyatın marifetullaha vesile olması, bak: 818-822.p.lar.

2250/1- Kur’an-ı Kerim’de, marifetullah yani âlemde tecelli eden esma-i İlahiyeyi tefekkür ile Allah’ı sıfatlarıyla bilmeyi ve insanın yaradılış gayelerini anla­mayı teşvik ve emreden pekçok âyetler vardır. Meselâ:

«(51:56) «–—­f­A²Q«[¬7 ެ~ «j²9¬ž²~«— Åw¬D7~ ­a²T«V«' _«8«— Bu âyet-i uzmanın sır­rıyla, insanın bu dünyaya gönderilmesinin hikmeti ve gayesi; Hâlik-ı Kâinat’ı tanı­mak ve ona iman edip ibadet etmektir. Ve o insanın vazife-i fıtratı ve fa­rîza-i zim­meti, marifetullah ve iman-ı billah’tır. Ve iz’an ve yakîn ile vücu­dunu ve vahdetini tasdik etmektir.

Evet fıtraten daimî bir hayat ve ebedî yaşamak isteyen ve hadsiz emelleri ve ni­hayetsiz elemleri bulunan biçare insana, elbette o hayat-ı ebediyenin üssül’esası ve anahtarı olan iman-ı billah ve marifetullah ve vesilelerinden başka olan şeyler ve kemalâtlar, o insana nisbeten aşağıdır. Belki, çoğunun kıymetleri yoktur.” (Ş.100)

“İnsan bu âleme ilim ve dua vasıtasıyla tekemmül etmek için gelmiştir. Mahiyet ve istidad itibariyle herşey ilme bağlıdır. Ve bütün ulûm-u hakikiyenin esası ve ma­deni ve nuru ve ruhu, Marifetullahtır ve onun üssül-esası da iman-ı bil­lah’tır.”(S.316)



2250/2- Evet “hilkatin en yüksek gayesi ve fıtratın en yüce neticesi “İman-ı Billah”tır. Ve insaniyetin en âlî mertebesi ve beşeriyetin en büyük makamı, İman-ı Billah içindeki “Marifetullah”tır. Cin ve insin en parlak saa­deti ve en tatlı nimeti, o marifetullah içindeki “Muhabbetullah”tır. Ve ruh-u beşer için en hâlis sürur ve kalb-i insan için en safi sevinç, o muhabbetullah içindeki lezzet-i ruhaniyedir. Evet bütün hakiki saadet ve hâlis sürur ve şirin nimet ve safi lezzet, elbette marifetullah ve muhabbetullahtadır. Onlar, on­suz olamaz.

Cenab-ı Hakk’ı tanıyan ve seven, nihayetsiz saadete, nimete, envara, es­rara; ya bilkuvve veya bilfiil mazhardır. Onu hakiki tanımayan, sevmeyen, nihayetsiz şekavete, âlâma ve evhama manen ve maddeten mübtela olur. Evet şu perişan dün­yada, avare nev’-i beşer içinde, semeresiz bir hayatta; sa­hipsiz, hâmisiz bir surette, âciz miskin bir insan, bütün dünyanın sultanı da olsa kaç para eder. İşte bu avare nev’-i beşer içinde, bu perişan fani dünyada; insan sahibini tanımazsa, malikini bulmazsa, ne kadar biçare sergerden oldu­ğunu herkes anlar. Eğer sahibini bulsa, malikini tanısa, o vakit rahmetine il­tica eder, kudretine istinad eder. O vahşetgâh dünya, bir tenezzühgâha dö­ner ve bir ticaretgâh olur.” (M.222)

Keza” Dünyanın lezzetleri, zevkleri ve zinetleri, Hâlikımızı, Malikimizi ve mevlamızı bilmediğimiz takdirde Cennet olsa bile Cehennem’dir. Evet öyle gördüm ve öyle de zevkettim. Bilhassa şefkatin ateşini söndürecek, marifetullahtan başka bir şey var mıdır? Evet marifetullah olduktan sonra, dünya lezzetlerine iştiha olmadığı gibi Cennet’e bile iştiyak geri kalır.” (M.N.104)

2251- “Marifet-i Sani’ denilen kemalat arşına uzanan mi’racların usûlü dörttür.

Birincisi: Tasfiye ve işraka müesses olan muhakkikîn-i sofiyenin minhacıdır.

İkincisi: İmkân ve hudusa mebni mütekellimîn tarikıdır.

Bu iki asıl, çendan Kur’andan teşaub etmişlerdir. Lâkin fikr-i beşer başka surete ifrağ ettiği için uzunlaşmış ve müşkilleşmiş, evhamdan masun kalma­mışlar.

Üçüncüsü: Şübehat-alud hükema mesleğidir.

Dördüncüsü en birincisi: Belagat-ı Kur’aniyenin ulvi mertebesini ilan etmekle beraber, cezalet cihetiyle en parlağı ve istikamet cihetiyle en kısası ve vuzuh cihe­tiyle beşerin umumuna en eşmeli olan mirac-ı Kur’anîdir.

Hem o arşa çıkmak için dört vesile vardır: İlham, talim, tasfiye, nazar-ı fikrî.” (M.N.252)

2252- İlm-i Kelâm, tasavvuf ve cadde-i kübra diye tabir edilen üç mesle­ğin, marifetullahı kazandırmadaki farklarını beyan eden aşağıdaki mektub, mevzumuzu tenvir eder.

Sual ediliyor ki:”Muhyiddin-i Arabi, Fahreddin-i Razi’ye mektubunda demiş: “Allah’ı bilmek, varlığını bilmenin gayrıdır.” Bu ne demektir? Maksad nedir? so­ru­yor.

Usul-üd din imamları ve ülema-i İlm-i Kelâm’ın akaide dair ve vücud-u Vacib-ül Vücud ve tevhid-i İlahîye dair beyanatları, Muhyiddin-i Arabî’nin nazarında kâfi gelmediği için, İlm-i Kelâm’ın imamlarından Fahreddin-i Razi’ye öyle demiş.

Evet İlm-i Kelâm vasıtasıyla kazanılan marifet-i İlahiye, marifet-i kâmile ve hu­zur-u tam vermiyor. Kur’an-ı Mu’ciz-ül Beyan’ın tarzında olduğu vakit, hem mari­fet-i tammeyi verir, hem huzur-u etemmi kazandırır ki, inşaallah Risale-i Nur’un bütün eczaları, o Kur’an-ı Mu’ciz-ül Beyan’ın cadde-i nura­nîsinde birer elektrik lambası hizmetini görüyorlar.

Hem Muhyiddin-i Arabi’nin nazarında, Fahreddin-i Razi’nin İlm-i Ke­lâm vası­tasıyla aldığı marifetullah ne kadar noksan görülüyor; öyle de tasav­vuf mesleğiyle alınan marifet dahi, Kur’an-ı Hakîm’den doğrudan doğruya veraset-i nübüvvet sır­rıyla alınan marifete nisbeten o kadar noksandır. Çünki Muhyiddin-i Arabî mesleği, huzur-u daimîyi kazanmak için «Y­;ެ~«…Y­%²Y«8«ž deyip kâinatın vücudunu inkâr ede­cek bir tarza kadar gelmiş.Ve sairleri ise, yine huzur-u daimîyi kazanmak için «Y­; ެ~ «…Y­Z²L«8 «ž deyip, kâinatı nisyan-ı mutlak altına almak gibi, acib bir tarza gir­mişler. Kur’an-ı Hakîm’den alınan marifet ise, huzur-u daimîyi vermekle beraber, ne kâi­natı mahkûm-u adem eder, ne de nisyan-ı mutlakta hapseder. Belki başıbo­zukluk­tan çıkarıp, Cenab-ı Hak namına istihdam eder. Herşey mir’at-ı marifet olur. Sa’di-i Şirazî’nin dediği gibi:

²‡_«6 ¬…²h«6 ¬a«4¬h²Q«8 ²a²K<¬h«B²4«… |¬5«‡«— ²h«; ²‡_«[²L­; ¬h«P«9 ²‡«… Herşeyde Cenab-ı Hakk’ın marifetine bir pencere açar.



2253- Bazı Sözlerde ülema-i İlm-i Kelâm’ın mesleğiyle, Kur’andan alınan minhac-ı hakikinin farkları hakkında şöyle bir temsil söylemişiz ki: Meselâ: Bir su getirmek için, bazıları küngân (su borusu) ile uzak yerden, dağlar al­tında kazar, su getirir. Bir kısmı da, her yerde kuyu kazar, su çıkarır. Birinci kısım çok zahmetlidir; tıkanır, kesilir. fakat her yerde kuyuları kazıp su çı­karmağa ehil olanlar, zahmetsiz herbir yerde suyu buldukları gibi, aynen öyle de: Ülema-i İlm-i Kelâm, esbabı, niha­yet-i âlemde teselsül ve devrin muhaliyeti ile kesip, sonra Vacib-ül Vücud’un vücu­dunu onunla isbat edi­yorlar. Uzun bir yolda gidiliyor. Amma Kur’an-ı Hakîm’in minhac-ı hakikisi ise, her yerde suyu buluyor, çıkarıyor. Herbir ayeti, birer asa-yı Musa gibi, nereye vursa ab-ı hayat fışkırtıyor. °f¬&~«— ­yÅ9«~|«V«2 ÇÄ­f«# °}«<³~ ­y«7 ¯š²|«- ¬±u­6 |¬4«— düstu­runu, her şeye okutturuyor.

Hem iman yalnız ilim ile değil, imanda çok letaifin hisseleri var. Nasılki: Bir yemek mideye girse, o yemek muhtelif asaba, muhtelif bir surette inkı­sam edip tevzi olu­nuyor. İlim ile gelen mesail-i imaniye dahi, akıl midesine girdikten sonra derecata göre ruh, kalb, sır, nefis ve hakeza... letaif, kendine göre birer hisse alır, masseder. Eğer onların hissesi olmazsa, noksandır. İşte Muhyiddin-i Arabi, Fahreddin-i Razi’ye bu noktayı ihtar ediyor.”(M.330) (Bak: Velayet-i Kübra)



Atıf notları:

-Ma’rifetullahın şahidleri ve bürhanları üç çeşittir, bak: 665.p.

-Zihnin vazifesi marifetullahtır, bak: 3965.p.

2254- qqMA’RUF ¿—hQ8 : Bilinen, tanınmış. Belli, meşhur. *Şeriatın mak­bul kıldığı veya emrettiği.*Adl, ihsan, cud, tatlı dil, iyi muamele. (Bak: Emr-i bi-l Ma’ruf, Örf)

Atıf notları:

-Ahir zaman fitnesinde ma’ruf inkâr edilir, bak: 985.p.

-Her ma’ruf sadakadır, bak: 3184.p.

2255- qqMA’SİYYET }[MQ8 : İtaatsizlik, günah, isyan. (Bak.Günah)

“Masiyetin mahiyetinde, bilhassa devam ederse, küfür tohumu vardır. Çünki o masiyete devam eden, ülfet peyda eder. Sonra ona âşık ve mübtela olur. Terkine imkân bulanmıyacak dereceye gelir. Sonra o masiyetinin ikaba mûcib olmadığını te­menniye başlar. Bu hal böylece devam ettikçe, küfür to­humu yeşillenmeye başlar. En nihayet, gerek ikabı ve gerek dar-ül ikabı in­kâra sebeb olur.

Ve keza, masiyete terettüb eden hacaletten dolayı, o masiyetin masiyet olmadı­ğını iddia etmekle, o masiyete muttali olan melekleri bile inkâr eder. Hatta şiddet-i hacaletten yevm-i hesabın gelmiyeceğini temenni eder. Şayet yevm-i hesabı nefye­den edna bir vehmi bulursa, o vehmi kocaman bir bürhan addeder. En nihayet ne­damet edip terketmiyenlerin kalbi küsufa tu­tulur, mahvolur gider.-El-iyazü Billah-” (M.N.126)

Bir atıf notu:

-Her bir günah içinde küfre giden bir yol var, bak: 1074.p.

2255/1- Tekvinî veya teşriî evamir-i İlahiyeye muhalefetle işlenen ma’siyetin, dünyada görülen maddi ve manevi azab neticeleri, âhirette de ce­zanın bulunacağını gösterir. Evet “ (82:14) ¯v[¬E«%|¬S«7 «‡_ÅD­S²7~ Å–¬~«— Akıbet, ikaba delildir, hadsen onu gösteriyor. Ma’siyetin ekseriya dünyada olan akı­beti, bir emare-i hadsiyedir ki, ceza­sında bir ikab vardır. Çünki herkes hususi bir tecrübe ile hadsen görüyor ki; hiçbir münasebet-i tabiiyye olmadığı halde, ma’siyet bir netice-i seyyieye müncer olur. Bu kadar kesret ve vüs’atle tesa­düf olamaz.

Eğer şu umum muhtelif tecrübeler nazara alınırsa görünür ki; nokta-i iş­tirak yalnız tabiat-ı ma’siyettir ki, cezayı istilzam ediyor. Demek ceza, ma’siyetin lâzım-ı zatîsidir.

Madem ki dünyada filcümle bu lazım, sırf tabiat-ı ma’siyet için terettüb ediyor. Elbette bu darda terettüb etmiyen, başka dârda terettüb edecektir. Acaba kim var­dır ki, küçücük bir tecrübe geçirmemiş ve dememiş ki: “Filan adam fenalık etti, be­lasını buldu.” (S.T.İ.5)

“Cenab-ı Hakk’ın günahkârları afvetmesi fazldır, tazib etmesi adldir. Evet zehiri içen adam, âdetullaha nazaran hastalığa, ölüme kesb-i istihkak eder. Sonra hasta olursa, adldir. Çünki cezasını çeker. Hasta olmadığı tak­dirde, Allah’ın fazlına mazhar olur. Masiyet ile azab arasında kavi bir müna­sebet vardır. Hatta ehl-i i’tizal, masiyet hakkında, doğru yoldan udûl ile masiyeti, şerri Allah’a isnad etmedikleri gibi, masiyet üzerine tazibin de vacib olduğuna zehab etmişlerdir. Şerrin azabı istil­zam ettiği, Rahmet-i İlahiyeye münafi değildir. Çünki şer, nizam-ı âlemin kanununa muhaliftir.” (M.N.238)



2255/2- “Masiyet” kelimesinin kökü olan “isyan” hakkında Kur’an âyetlerinden birkaç not:

-Evamir-i İlahiyeyi kulaklarıyla işitip kalbleriyle isyan edenler (yani, “bakarperestlik”in esası olan dünyevî menfaatlerine şiddetli hırs ile bağlı olup kalblerinde diyanet duygusu bu­lunmayanlar): (2:93) (Bak: Bakarperestlik)

-İsyan ehline gelen musibet ve ceza: (3:l12,152) (4:14)

-Evamir-i İlahiyenin tebdilini istemek ma’siyeti: (10:15)

-Allah ve Resulüne (A.S.M.) isyan dalalettir. (33:36)

-İsyanı kalben çirkin gösteren kemalat-ı imaniye: (49:7)

Bir atıf notu:

-Masiyet olan bir emre itaat edilmez, bak:3889.p.

2256- qqMASONLUK sV9Y._8 : Fr. Duvarcı manasına gelen bir kelime­den alınmış isimdir. Halk lisanında dinsiz, imansız manasına kullanılır. Fermeson veya farmason da denir. (Bak: Hümanizm, Münafık, Siyonizm)

Masonlar, insanları aldatıp cemiyetlerine bağlayabilmek ve halkın itima­dını ka­zanıp telkin ve propagandalarını te’sirli kılmak için; hürriyet, adalet te­rakki, medeni­yet, kardeşlik ve müsavat gibi sureta parlak kelâmlarla (Bak: Kur’an 6:112) ilericilik iddia ederler. Böyle aldatıcı sözlerle de asıl mahiyetle­rini gizlemeye çalışırlar. Bu­nunla beraber böylesine parlak kelâmlarının tam tersine olan gizli mahiyetleri hak­kında matbuatta pek çok ifşaatlar da yapıl­mıştır.

Esasen ilericilik ve insaniyetçilik iddiaları doğru olsaydı, bilhassa kendile­rine uygun düşen sefahete kapısı açık olan bu devrin şartları içinde, hiçbir hareketlerini gizli tutmazlardı. Halbuki iç faaliyetleri ve hususi toplantıları daima gizlidir.

2257- Bu cereyana bağlı olanların hepsi aynı düşüncede değildirler. Bunların bir kısmı var ki, bu cereyana bağlı olmanın manevi zararlarının an­layamama neticesi olarak, ya zahirî görünüş ve parlak kelâmlarına aldanırlar veya bazı dünyevî ve şahsî maksad, şöhret, makam ve menfaatler elde ede­bilmek için hissiyata mağlub olarak zahiren bağlı görünürler.

2258- Masonluk cereyanı mensubları, masonluğu tarif ederlerken: “Din ve ırk farkı gözetmeden insanlar arasında sevgiyi geliştirmek gayesini güden” şeklinde ifade ederler. Bir cihette Hümanizm’in de mahiyetini teşkil eden bu ifade, zahiren parlak görünürken, hakikatta dine ve Kur’ana aykırıdır. Çünki ırk farkı olmamalıdır, fakat din farkı gözetmeden kâfir ve mü’minleri birbi­rini sevmeye, yani Allah’ın sevmediği ve buğzettiği münafık kâfirleri sev­meye davet etmek, müslümanı sinsice dalalete atmak ve dalaletle hidayeti, imanla küfrü müsavi görmek ve göstermek de­mektir. Halbuki Kur’anın müteaddid âyetlerinde mü’minler kâfire muhabbetten şiddetle menedilmiş­lerdir. Ezcümle bir âyette şöyle buyurulur:

“(60:l) «š_«[¬7²—«~ ²v­6Å—­f«2«— >¬±—­f«2~—­g¬FÅB«# «ž~Y­X«8³~ «w<¬gÅ7~ _«ZÇ<«~ _«< “Ey o bütün iman edenler! Adüvvümü ve adüvvünüzü dostlar yerine tutmayın.” Allah düşmanı, Allah’a adavet eden, Allah dinini, Allah hukukunu tanımayan Allah ve Resulü ile ya­rışa kalkışan ve Sure-i Mücadele’de «yÁV7~ «–—Ç…_«E­< «w<¬gÅ7~ Å–¬~

(58:5) ­y«7Y­,«‡«— ve emsali âyetlerde halleri beyan olunan kâfirler, müşrikler, zâlim­lerdir..” (E.T. 4890-4895)

2259- Diğer bir âyette de şu ikaz vardır:

“(5:82) ~Y­6«h²-«~ «w<¬gÅ7~«— «…Y­Z«[²7~~Y­X«8³~ «w<¬gÅV¬7 ®?«—~«f«2 ¬‰_ÅX7~ Åf«-«~ Å–«f¬D«B«7 Ge­rek Yehud ve Nasara ehl-i kitab, gerekse bunların gayrı alel’umum kâfir olan nas içinde “mü’minlere adavetçe en şiddetlisini kasem olsun ki, Yahudiler ve müşrikler bulacaksın.” Ehl-i imana şiddet-i adavet nokta-i nazarından Yahu­dileri müşriklerin de önünde göreceksin. Demek ki bunlar imandan uzaktır­lar, kesîr-i fâsikûn bun­larda daha ziyadedir. Çünki bunların dünyaya hırsı hepsinden çoktur.” (E.T.1791)

“Bir hadis-i şerifte: (202) u7_«F«< ²w«8 ²v­6­f«&«~ ²h­P²X«[²V«4 ¬y¬V[¬V«' ¬w<¬… ­š²h«W²7«~

Kişi, halilinin yani sır dostunun dini üzereder. Onun için her biriniz iyi bakın, kime dostluk ediyor, kiminle sevişiyor buyuruluyor.” (E.T. 4459)

Mezkûr misalleri hayli çoğaltmak mümkündür. Demek masonların din farkı gözetmeden bütün insanları sevmek iddiası; Kur’ana, dine tamamen aykırı bir iddia ve sinsice bir idlaldir.

2259/1- Bilhassa son zamanlarda en üstün insaniyet olduğu iddiasıyla yapılan ve yaptırılan telkinler ki: Bütün insanlara bakışta “evrensellik” ve “küresellik” anla­yışıyla bakmak ve insanları bu anlayışta ortak kılıp “tek in­san sınıfı” meydana ge­tirmek gibi saptırıcı cerbezelerle efkar-ı ammenin ifsad edilmesi isteniyor.

Halbuki Allah Kur’anda mü’min ve kafirlere eşitlik nazarıyla bakmaz ve bak­tırmaz. Çünkü Allah’ın hakimiyetine inanmayan kafirler ve müşrikler, kendilerini yaratıp yaşatanı ve O’nun esas gayesini inkar etmeleri sebebiyle ebedi ceza ve nef­rete layık olmuşlardır.

Evet mezkur fâsid iddialar, Allah’ın sonsuz hikmet ve iradesiyle tercih ettiği ve vahyen gönderdiği ahkâm-ı Kur’aniyesine karşı bir isyandır. Beşerî düşünce ve an­layışı Allah’ın sonsuz ilmine karşı çıkarmak çılgınlığıdır.

Kur’anda, kafirlerle mü’minler arasındaki zıddiyeti ve kafirlere karşı şid­deti ifade eden ayetler pek çoktur. Bunlardan bir kısmını görmek için: (510/1, 619. p. sonu, 2170/1, 2744/1, 3563. p.)lara bakınız.



İki atıf notu:

-Yahudilerin düşmanlığı, bak: 93.p.da bir âyet notu.

-Kâfirlerin düşmanlığı ve onlara dost olmamak,bak: 2170/1.p.da âyet notları.

2260- Esasen Masonluk, kökü dışarda olan ve Yahudiliğe dayanan bir cemiyet olup, mazisi Süleyman (A.S.) zamanına kadar gider. Elmalılı Hamdi Efendi tefsi­rinde şöyle bir tarihî hâdiseyi nakleder:

“(38:34) ~®f«K«% ¬y¬±[¬,²h­6 |«V«2 _«X²[«T²7«~«— «–_«W²[«V­, _ÅX«B«4 ²f«T«7«— “Celalim hakkı için Süleyman’ı bir de fitneye düşürdük ve tahtının üzerine bir cesed bırak­tık.” -Bu fitne hakkında da bir takım garibeler söylenmiştir. Sure-i Bakara’da işaret olunduğu üzere anlaşılıyor ki; Süleyman Aleyhisselâm Beyt-ül Makdis’i yaptırdığı sırada celbettiği sanatkârlar içinde hıyel-i sanayia vâkıf bir takım şeytanların kurdukları bir ihtilal yü­zünden bir müddet nüfûzu zayi’ etmiş, yahut tahtından cüda olmuş, bu su­retle tah­tında ya kendisi kuvvetsiz bir cesed kadar heykel gibi birisi oturtulmuş idi. Mason tarihlerinde mason ce­miyetlerinin Süleyman Aleyhisselâm aleyhine olan bu ihtilal hareketlerini esas ittihaz ettikleri ve reisin hatırasına hürmet eyledikleri söyle­nir...”(E.T. 4097)



Atıf notları:

-Masonların tecavüzkârlıkları, bak: 397,398,399. p.lar.

-Masonların İslâm Deccalına müzaheratı, bak: 651.p.

-Masonluk, komünistlik ve anarşistliği intac ediyor, bak: 2071.p.

2260/1- qqMATBUAT ²€_«2Y­A²O«8 : Kitab, mecmua, gazete gibi yayınlar.

Atıf notları:

-Müsbet gazeteler, bak: 1850.p.

-Eracif ehli olan gazeteciler, bak: 2722,2724,2726,3409,3410.p.lar

-Neşriyatla işlenen günahlar, bak: 984,1004, 2286,2653.p.lar.

-Menfi neşriyatı desteklemek hatası, bak: 704.p.

-Bediüzzaman Hazretlerine gönderilen gazete, bak: 3248.p.

-Risale-i Nur’a kanaat etmek, bak: 3093,3100.p.lar.

-Gazete ile Risale-i Nur’un neşrine adem-i cevaz, bak: 3695,3696.p.lar.

2261- qqMATERYALİZM •i[7_
Yüklə 13,72 Mb.

Dostları ilə paylaş:
1   ...   88   89   90   91   92   93   94   95   ...   169




Verilənlər bazası müəlliflik hüququ ilə müdafiə olunur ©muhaz.org 2024
rəhbərliyinə müraciət

gir | qeydiyyatdan keç
    Ana səhifə


yükləyin