2106- İkinci suale cevab: Eğer desen: “Şimdi şu tahkikattan sonra şüphem kalmadı ve tasdik ettim ki Kur’anda, sair hakaikle beraber, medeniyet-i hazıranın hârikalarına ve belki daha ilerisine işaret ve remz vardır. Dünyevî ve uhrevî saadet-i beşere lâzım olan herşey, değeri nisbetinde içinde bulunur. Fakat niçin Kur’an, onları sarahatla zikretmiyor? Ta, muannid kâfirler dahi tasdike mecbur olsunlar, kalbimiz de rahat olsun?”
Elcevab: Din bir imtihandır. Teklif-i İlahî bir tecrübedir. Ta, ervah-ı âliye ile ervah-ı sâfile, müsabaka meydanında birbirinden ayrılsın. Nasılki bir madene ateş veriliyor; ta, elmasla kömür, altınla toprak birbirinden ayrılsın. Öyle de: Bu dar-ı imtihanda olan teklifat-ı İlahiye bir ibtiladır ve bir müsabakaya sevktir ki; istidad-ı beşer madeninde olan cevahir-i âliye ile mevadd-ı süfliye, birbirinden tefrik edilsin. Madem Kur’an, bu dar-ı imtihanda; bir tecrübe suretinde, bir müsabaka meydanında, beşerin tekemmülü için nazil olmuştur. Elbette şu dünyevî ve herkese görünecek umur-u gaybiye-i istikbaliyeye yalnız işaret edecek ve hüccetini isbat edecek derecede akla kapı açacak. Eğer sarahaten zikretse; sırr-ı teklif bozulur.
Adeta gökyüzündeki yıldızlarla vazıhan yÁV7~ Ŭ~ «y«7¬~ « yazmak misillü bir bedahete girecek. O zaman herkes ister istemez tasdik edecek. Müsabaka olmaz, imtihan fevt olur. Kömür gibi bir ruh ile elmas gibi bir ruh (*) beraber kalacaklar.
Elhasıl: Kur’an-ı Hakîm, hakîmdir. Herşeye kıymeti nisbetinde bir makam verir. İşte Kur’an binüçyüz sene evvel, istikbalin zulümatında müstetir ve gaybî olan semerat ve terakkiyat-ı insaniyeyi görüyor ve gördüğümüzden ve göreceğimizden daha güzel bir surette gösterir. Demek Kur’an, öyle bir zatın kelâmıdır ki, bütün zamanları ve içindeki bütün eşyayı bir anda görüyor. İşte mu’cizat-ı enbiya yüzünde parlayan bir lem’a-i i’caz-ı Kur’an.” (S.265-267)
İki atıf notu:
-Kur’anda istikbale ait keşfiyatın işarî; uhrevî ahvalin ise sarihan bildirilmesinin hikmeti, bak: 1993p.
-Kur’anın ulûm-u kevniyedeki ibhamının hikmeti, bak: 1923.p.
2107- “Kur’anın takib ettiği makasıd-ı esasiye ve anasır-ı asliye; ubudiyetle Tevhid, Risalet, Haşir, Adalet olmak üzere dörttür. Diğer bahsettiği mes’eleler, ancak bu maksadlara vesilelerdir. Bu itibarla vesilelerde yapılacak tafsilat ol babtaki kavaide muhaliftir. Çünkü malayani ile iştigal, maksadı geri bırakıyor. Bunun içindir ki, bazı mesail-i kevniyede Kur’an-ı Mu’ciz-ül Beyan ihmal veya ibham veya icmal yapmıştır. Ve keza, Kur’anın muhatablarından kısmı-ı ekseri avamdır. Avam sınıfının hakaik-ı İlahiyenin ince ve müşkil kısmına fehimleri kadir değildir. Ancak temsil ve icmaller ile fehimlerine yakınlaştırmak lâzımdır. Bunun içindir ki Kur’an, kesret ile temsilleri zikrediyor. Ve istikbalde keşfedilecek bazı mesailde de icmal yapıyor.” (M.N. 234)
Bir atıf notu:
-Kur’anın takib ettiği dört esas maksad, bak: 3722-3724.p.lar.
2108- Yaradılışta ve maddiyata dair mes’elelerde Kur’an mübhem geçmiştir, diyen bazı mu’terizlerin şüphelerine bir cevab:
“Şecere-i âlemde, meyl-ül istikmal vardır. Yani kâinatın, bir ağaç gibi bütün zerratı ve eczası kemale meyleder ve kemale doğru yürümektedirler. O umumi meyl-ül istikmalden ayrı olarak, insanda da meyl-üt terakki vardır. Bu meyl-üt terakki çekirdek gibidir; neşv ü neması pek çok tecrübeler vasıtasıyla olur; ve çok fikirlerin mahsulü olan neticelerin içtimaiyle teşekkül ve tevessü’ etmekle fünunu intac eder. Bu fünun da, mürettebedir. Yani her ikinci fen, birincisinin neticesidir. Birincisi olmasa, o olamaz. Birincisinin ona mukaddeme ve ulûm-u mütearife hükmünde olması şarttır. Buna binaen, bundan on asır evvel gelen insanlara fünun-u hazırayı ders vermek veya garib mes’elelerden bahsetmek; onların zihinlerini şaşırmaktan ve o insanları safsatalara atmaktan gayri bir faide vermezdi.
Meselâ: Kur’an-ı Kerim, “Ey insanlar! Şemsin sükûnuna, Arzın hareketine (*) ve bir katre su içinde binlerce hayvanatın bulunduğuna dikkat ediniz ki azamet-i ilahiyeyi anlayasınız.” demiş olsaydı, bütün o zamanların insanlarını tekzibe sevketmiş olurdu. Çünki hiss-i zahirîye muhaliftir. Maahaza on asırdan beri gelip geçen insanları şaşırtmak, yalnız fünun-u cedidenin zuhurundan sonra gelen insanları memnun etmek; makam-ı irşada muhalif olduğu gibi, ruh-u belâgatla da kabil-i te’lif değildir.” (İ.İ.l16)
2109- “Madem Kur’anın herbir âyeti, çok vücuh-u irşadî ve müteaddid cihat-ı hidayeti olduğunu ehl-i tahkik ve ilm-i belagat ittifak etmişler. Öyle ise Kur’an-ı Mu’ciz-il Beyan’ın en parlak âyetleri olan mu’cizat-ı Enbiya âyetleri; birer hikâye-i tarihiye olarak değil, belki onlar çok maani-i irşadiyeyi tazammun ediyorlar. Evet mu’cizat-ı Enbiyayı zikretmesiyle fen ve san’at-ı beşeriyenin nihayet hududunu çiziyor. En ileri gayatına parmak basıyor, en nihayet hedeflerini tayin ediyor. Beşerin arkasına dest-i teşviki vurup o gayeye sevkediyor. “ (S.254) (Tafsilat, Sözler mecmuasında 20. Söz’dedir.)
2110- “Kur’an-ı Hakîm, her asırdaki tabakat-ı beşerin herbir tabakasına güya doğrudan doğruya o tabakaya hususi müteveccihtir, hitab ediyor. Evet bütün benî-âdeme bütün tabakatıyla, en yüksek ve en dakik ilim olan imana ve en geniş ve nuranî fen olan marifetullaha ve en ehemmiyetli ve mütenevvi maarif olan ahkâm-ı İslâmiyeye davet eden, ders veren Kur’an ise; her nev’e, her taifeye muvafık gelecek bir ders vermek elzemdir. Halbuki ders birdir, ayrı ayrı değil. Öyle ise, aynı derste tabakat bulunmak lâzımdır. Derecata göre herbiri, Kur’anın perdelerinden bir perdeden hisse-i dersini alır.” (S.412)
2111- Kur’an-ı Kerim sarih ve işarî mana cihetinde çok muhtelif vecihlere sahiptir:
“ °–YX4«— °–YM3«— °–YD- ¬±uU¬7«— _®Q«VÅO8«—~®f«&«— _®X²O«"«—~®h²Z«1 ¯}«<³~ ±¬uU¬7
(199) olan hadisin işaret ettiği gibi; elfaz-ı Kur’aniye, öyle bir tarzda vaz’edilmiş ki, herbir kelâmın, hatta herbir kelimenin, hatta herbir harfin, hatta bazan bir sükûtun çok vücuhu bulunuyor. Herbir muhatabına ayrı ayrı bir kapıdan hissesini verir.” (S.391)
2112- “Sual: Belagat ve hidayetten maksad, hakikatı vazıh bir şekilde gösterip fikirleri ve zihinleri ihtilaflardan kurtarmak iken; müfessirlerin bu gibi âyetlerde yaptıkları ihtilafat, gösterdikleri ihtimaller, beyan ettikleri ayrı ayrı birbirine uymayan vecihler altında hak ve hakikat ne suretle görülebilir?
Cevab: Malumdur ki, Kur’an-ı Azimüşşan yalnız bir asra değil, bütün asırlara nazil olmuştur. Hem bir tabaka insanlara mahsus değil, bütün tabakat-ı beşere şümulü vardır. Hem bir sınıf insanlara ait değil, bütün beşerin sınıflarına raci’dir. Binaenaleyh herkes, her tabaka, her zaman, fehmine, istidadına göre Kur’anın hakaikından hisse alabilir ve hissedardır. Halbuki nev’-i beşer derece itibariyle muhtelif ve zevk cihetiyle mütefavit ve keza meyl, istihsan, lezzet, tabiat itibariyle birbirine uymuyor.
Meselâ: Bir taifenin istihsan ettiği bir şey, öteki taifenin zevkine muhaliftir. Bir kavmin meylettiği bir şeyden öteki kavim nefret ediyor. Bu sırra binaendir ki, Kur’an-ı Kerim günahların cezası veya hayırların mükâfatı hakkında zikrettiği âyetlerde tahsisat yapmamış; âmm bir şekilde bırakmıştır ki, herkes zevkine göre fehmetsin.
Hülasa: Kur’an-ı Mu’ciz-ül Beyan âyetlerini, cümlelerini öyle bir şekilde nazmetmiş ve vaz’etmiştir ki, her cihetten ihtimal yolları bulunsun ki, muhtelif fehimler ve istidadlar, zevklerine göre hisselerini alabilsinler. Binaenaleyh ulûm-u Arabiyenin kaidelerine muvafık ve belagatın prensiplerine uygun ve ilm-i usule mutabık olmak şartıyla, müfessirlerin birbirine muhalif olan beyanatı ve ihtimalleri; zamanlara, tabakalara ve fehimlere göre murad ve caizdir diye hükmedilebilir. Bu nükteden anlaşıldı ki, Kur’anın i’caz vecihlerinden biri odur ki; nazmı, öyle bir üslubdadır ki, bütün asırlara, tabakalara intibak edebilir.” (İ.İ.39) (Kur’an-ı Hakim’in cümleleri birer manaya münhasır değil, bak: 201p.)
2113- “Ayat-ı Kur’aniye emir ve nehy, vaad ve vaid, tergib ve terhib, zecr ve irşad, kısas ve emsal, ahkâm ve maarif-i İlahiye ve ulûm-u kevniye ve kavanînin ve şerait-i hayat-ı şahsiye ve hayat-ı içtimaiye ve hayat-ı kalbiye ve hayat-ı maneviye ve hayat-ı uhreviye gibi umum tabakat-ı kelâmiye ve maarrif-i hakikiye ve hacat-ı beşeriyeye delalatıyla, işaratıyla cami’ olmakla beraber, «aÌ[¬- _«W¬7 «aÌ[¬- _«8²g' yani, “İstediğin herşey için Kur’andan her ne istersen al” İfade ettiği mana, o derece doğruluğuyla makbul olmuş ki, ehl-i hakikat mabeyninde durub-u emsal sırasında geçmiştir. Ayat-ı Kur’aniyede öyle bir camiiyet var ki, her derde deva, her hacete gıda olabilir. Evet öyle olmak lâzım gelir. Cünki daima terakkiyatta kat’-ı meratib eden bütün tabakat-ı ehl-i kemalin rehber-i mutlakı, elbette şu hasiyete malik olması elzemdir.” (S.398)
2114- “Kur’an-ı Mu’ciz-ül Beyan mefahimiyle mana-yı sarihiyle ifade-i hakaik ettiği gibi; üslublarıyla, hey’atıyla çok maani-i işariyeyi dahi ifade ediyor. Herbir âyetin çok tabaka-i manaları var. Kur’an, ilm-i muhitten geldiği için, bütün manaları murad olabilir. İnsanın cüz’î fikri ve şahsî iradesiyle olan kelâmlar gibi, bir iki manaya inhisar etmez.
İşte bu sırra binaen âyât-ı Kur’aniyenin ehl-i tefsir tarafından hadsiz hakaikı beyan edilmiş. Müfessirînin beyan etmediği daha çok hakaikı var. Ve bilhassa hurufatında ve mana-yı sarihinden başka işaratında çok ulûm-u mühimme vardır.” (L.34)
Bir atıf notu:
-Kur’an’ın hâdisat-ı cüz’iyeyi bir düstur-u küllî olarak ders verdiğine bir kaç misal, bak: 96,284,340,976.p.lar
2115- Evet”Kur’an-ı Hakîm’in Kelâm-ı Ezelî’den gelmesi ve bütün asırlardaki bütün tabakat-ı beşere hitab etmesi hasebiyle, manasında bir camiiyet ve külliyet-i hârika vardır. İnsandaki akıl ve lisan gibi, bir anda yalnız bir meseleyi düşünmek ve yalnız bir lafzı söylemek gibi cüz’î değil, göz misillü muhit bir nazara sahib olmak gibi, Kelâm-ı Ezelî dahi bütün zamanı ve bütün taife-i insaniyeyi nazara alan bir külliyette bir kelâm-ı İlahîdir. Elbette onun manası beşer kelâmı gibi cüz’î bir manaya ve hususi bir maksada münhasır değildir. Bu sebebden, bütün tefsirlerde görünen ve sarahat, işaret, remiz, ima, telvih, telmih gibi tabakalarla müfessirînin beyan ettikleri manalar, kavaid-i Arabiyeye ve usul-ü nahve ve usul-ü dine muhalif olmamak şartıyla, o manalar, o kelâmden bizzat muraddır, maksuddur.” (İ.İ.7)
2116- “Kur’an-ı Hakîm’in esrarı bilinmiyor, müfessirler hakikatını anlamamışlar, diye beyan olunan fikrin iki yüzü var. Ve onu diyen, iki taifedir.
Birincisi: Ehl-i hak ve ehl-i tedkiktir. Derler ki: “Kur’an, bitmez ve tükenmez bir hazinedir. Her asır; nusus ve muhkematını teslim ve kabul ile beraber, tetimmat kabilinden hakaik-ı hafiyesinden dahi hissesini alır; başkasının gizli kalmış hissesine ilişmez.” Evet zaman geçtikçe Kur’an-ı Hakîm’in daha ziyade hakaiki inkişaf eder demektir. Yoksa haşa ve kella selef-i salihînin beyan ettikleri hakaik-ı zahiriye-i Kur’aniyeye şüphe getirmek değil. Çünki onlara iman lâzımdır. Onlar nasstır, kat’idir, esastırlar, temeldirler. Kur’an °w[¬A8 Ê|¬"«h«2 (16:103) fermanıyla manası vâzıh olduğunu bildirir. Baştan başa hitab-ı İlahî, o manalar üzerine döner, takviye eder, bedahet derecesine getirir. O mensus manaları kabul etmemekten, haşa sümme haşa, Cenab-ı Hakk’ı tekzib ve Hazret-i Risalet’in fehmini tezyif etmek çıkar. Demek maani-i mensusa, müteselsilen menba’-ı Risaletten alınmıştır. Hatta İbn-i Cerir-i Taberî, bütün maani-i Kur’anı, muan’an sened ile müteselsilen menba’-ı Risalete isal etmiş ve o tarzda, mühim ve büyük tefsirini yazmış.
İkinci Taife: Ya akılsız bir dosttur; kaş yapayım derken göz çıkarıyor veya şeytan akıllı bir düşmandır ki, ahkâm-ı İslâmiye ve hakaik-ı imaniyeye karşı gelmek istiyor. Kur’an-ı Hakîm’in senin tabirinle-birer polat kal’ası hükmünde olan surlu sureleri içinde yol bulmak istiyor. Böyleler haşa, hakaik-ı imaniye ve Kur’aniyeye şüphe iras etmek için bu nevi sözleri işaa ediyorlar.” (M.188)
2117- “Sual: Kur’an, zaruriyat-ı diniyedendir. Zaruriyatta ihtilaf olamaz. Halbuki müfessirlerce verilen ayrı ayrı manaların bir kısmı, birbirine muhaliftir?
Cevab: Azizim! Kur’anın herbir kelâmı, üç kaziyeyi müştemildir:
Birincisi: Bu, Allah’ın kelâmıdır.
İkincisi: Allah’ca murad olan mana haktır.
Üçüncüsü: Mana-yı murad, budur.
Eğer Kur’anın o kelâmı, başka bir manaya ihtimali olmayan muhkemattan olursa veya Kur’anın başka bir yerinde beyan edilmiş ise, birinci ve ikinci kaziyeleri aynen kabul etmek lâzımdır ve inkârları da küfürdür. Şayet Kur’anın o kelâmı, başka bir manaya ihtimali olan bir nass veya zâhir olursa, üçüncü kaziyeyi kabul etmek lâzım olmadığı gibi inkârıda küfür değildir.İşte müfessirlerin ihtilafları, ancak ve ancak şu kısma aittir.
2118- İhtar: Mütevatir hadisler de, bu hususta âyetler gibidir. Yalnız birinci kaziye, teemmül yeridir. Çünki ~«g«; ile işaret edilen hadisin hakikaten hadis olup olmadığında tereddüd yeri vardır.” (İ.İ.66)
“Biri dese: “Bu hadîsi kabul etmem. “Nasıldır?
C-Bazan, adem-i kabul kabul-ü ademle iltibas olunur. Çok hatiata müncer olur. Halbuki adem-i kabul, adem-i delil-i sübut, onun delilidir. Kabul-ü adem, delil-i adem ister. Biri şek, biri inkârdır. Meselâ, bir hadîsin kabulü, adem-i kabulü, kabul-ü ademi vardır.
Birincisi: Bürhanî bir cazibe ister.
İkincisi: Kaziye-i tasdikî değil, belki cehildir.
Üçüncüsü: Red ve inkâr olduğıundan, bürhan ve isbat ister. O nefiydir. Nefiy kolayca isbat edilmez. Belki butlan-ı mana ile binefsihi müntefi olur.” (S.T.İ.90)
Bir atıf notu:
-İnkâra yer bırakmayan Kur’anın sarih hükümleri, bak: 4109.p.
2119- “Kur’anın üslubları ve şivesi altında bir insanın timsali görünür, diyorlar. Çünki Kur’anda bahsedilen adi işler ve hakir şeyler, insanların arasında yapılan muhavere ve konuşmalar gibidir? Bu cahil herifler bilmezler mi ki söylenilen bir kelâm, bir cihetten mütekellimine bakarsa birkaç cihetten de muhatabına bakar. Çünki muhatabın ahvalini nazara almak lâzımdır ki, söylenilen söz o ahvalin iktizası üzerine söylensin. Binaenaleyh Kur’anın muhatabı beşerdir. Kur’anın maksadı da tefhimdir. Yani beşerin bilmediği şeyleri bildirmektir. Buna binaendir ki, belagatın iktizası üzerine Kur’an, beşerin hissiyatıyla memzuc olan üslublarını giyer ve şivesiyle söyler ki, beşerin fehmi söylenilen sözden tevahhuş edip ürkmesin.” (İ.İ. 158)
İki atıf notu:
-Kur’an beşer kelâmına benziyor şeklindeki şeytan vesvesesine cevab, bak: 465.p.
-Kur’an’ın her ifadesinde en üstün ifade şekli aranmamasının hikmeti, bak: 1704.p.
2120- Kur’anın işarî ve remzî manalar cihetiyle muhtelif vecihlere sahib olduğunu ifade eden Hamdi Efendi, tefsirinden şunları kaydeder:
“Şüphe yok ki Kelâmullah, lisan-ı mübin-i Arabî ile nazil olmuştur. Kur’anın lisanı lügaz ve muamma gibi remizden ibaret sembolik bir ifade değildir. Ve şüphe yok ki nususta asl olan, bir karine-i mania bulunmadıkça zahiri üzere hamlolunmakdır. Bununla beraber şu da mahakkaktır ki; Kur’anın ümmül’kitab olan muhkematının yanında hafi, müşkil, mücmel ve müteşabihatı, hakikatı, mecazı, sarihi, kınayesi, istiaresi, temsili, tansisi, iması, belagatının nükteleri, ta’rizleri, telmihleri, remizleri de vardır. Bütün bunlardan en vâzıh olan ma’na maksud olmakla berebar, müstetbeat-üt terakib denilen ve derece-i taliyede matlub nice ifadeler de vardır. İlm-i usulde ma’lum olduğu üzere; zâhirin zâhir olması aynı zamanda te’vil, tahsis, mecaz ihtimallerini kesmiş olmak lâzım gelmiyeceği cihetle o zâhire münafi ve münakız olmıyarak maiyyetinde ba’zı ihtimalat ile derece-i taliyede birçok işaret fehm ü istinbat olunabilmesi, muhkematın vuzuh ve beyanına muhalif olamıyacağı gibi, bil’akis lisanının Arabi-i mübin olmasının levazımındandır. Bundan dolayı Kur’anda hiç batın ve remiz ve ima yoktur, demek de doğru olmaz.
– » v7³~ gibi mukattaat-ı suver ne suretle tefsir edilirse edilsin, remzî olmaktan hâlî denemez. Doğrusu bazı âsârda dahi varid olduğu üzere Kur’anın hem zâhiri vardır hem bâtını, hem haddi vardır, hem muttala’ı.
Fakat Kur’an, (4:82) ~®h[¬C«6 _®4«Ÿ¬B²'~ ¬y[¬4 ~—f«%«Y«7 ¬yÁV7~¬h²[«3 ¬f²X¬2 ²w¬8 «–_«6²Y«7 «— buyurulduğu üzere hakikatte ihtilaf ve tanakuzdan azade eblağ bir kitab-ı mübin olduğu için, zahiri ile bâtını arasında tehalüf ve tebayünden de münezzehtir. Bu esas Kur’anın hadlerinden biridir.
(55:19,20) ¬–_«[¬R²A«< « °„«ˆ²h«" _«WZ«X²[«" ¬–_«[¬T«B²V«< ¬w²<«h²E«A²7~ «‚«h«8 mazmunu üzere zâhir ve bâtın deryalarının iltikasıyla beraber, biribirine bağy ü tecavüzünü mani’ olan haddi aşılmamak şartıyla ondan zaman zaman vehbî ve zevkî olarak alınan tuluat ve ilhamata bir nihayet de tasavvur olunamaz.
_«W¬V«6 «f«S²X«# ²–«~ «u²A«5 h²E«A²7~ «f¬S«X«7 |¬±"«‡ ¬_«W¬V«U¬7 ~®…~«f¬8
(18:109)~®…«f«8 ¬y¬V²C¬W¬" _«X²\¬% ²Y«7«— |¬±"«‡ dır.” (E.T. 561l)
2121- Meşhur İngiliz tarihçisi ve filozofu Carlyle (Karlayl) Thomas (1795-1881) Kur’an-ı Kerim hakkında şöyle diyor:
“Kur’anı bir kere dikkatle okursanız, onun hususiyetlerini izhara başladığını görürsünüz. Kur’anın güzelliği, diğer bütün edebî eserlerin güzelliklerinden kabil-i temyizdir. Kur’anın başlıca hususiyetlerinden biri, onun asliyetidir. Benim fikir ve kanaatıma göre Kur’an, serapa samimiyet ve hakkaniyetle doludur. Hazret-i Muhammed’in (A.S.M.) cihana tebliğ ettiği davet, hak ve hakikattır.” (İ.İ. 216)
“Mister Karlayl yine diyor: “En evvel kulak verilecek sözlerin en lâyıkı, Muhammed’in (A.S.M.) sözüdür. Çünki hakiki söz onun sözleridir.” Hem yine de diyor ki: “Eğer hakikat-ı İslâmiyede şüphe etsen, bedihiyat ve zaruriyat-ı kat’iyede iştibah edersin. Çünki en bedihi ve zaruri bir hakikat ise, İslâmiyet’tir.”İşte bu meşhur feylesof, İslâmiyet hakkında bu şehadetini eserinde müteferrik yerde yazmış.” (H.Ş. 31)
Bir atıf notu:
-Prens Bismark’ın Kur’an hakkındaki takdiri, bak: 295.p.
2122- Tekrarat-ı Kur’aniye ve tilavet:
“Tilavet: takib etmek, arkasına düşmek, alettevali (tekrar be-tekrar) okumak.” (E.T. 438)
“Ragıb’ın beyanına göre bilhassa Allah Teala’nın kütüb-ü münzelesini, ya kıraat veya içindeki emr ü nehyi, tergib ve terhibi i’tiyad ile ta’kib eylemektir. Demek ki tilavet, kıraattan min vechin ehastır.” (E.T. 3718)
Elhasıl, tilavet: tesirinde kalıp fikren, hissen ve amelen tabi olmayı netice vermek; derin ve ince manaları, hikmet ve gaye-i İlahiyeyi daha iyi anlamak için tekraren ve tefekkürle okumaktır. Kur’anda tilavet ifadesi, müteaddid âyetlerde geçer.
2122/1- Kur’an okuyan çocuklara hitaben yazdığı bir mektubunda Bediüzzaman Hazretleri, dünyevî ilimlere bedel Kur’anî ilimlerin üstünlüğünü ve Kur’anı latince yazı ile okumamak gerektiğini şöyle anlatıyor:
“Aziz masum evladlarım,
Kur’anı öğrenmek için ders almağa çalışıyorsunuz. Sizin bildiğiniz yeni harfte noksanlar olduğu için, mümkün oldukça yeni harften okunmamak lâzım gelir.
Hem Kur’anı okumanın faidesi, yalnız hâfız olmak ve dünyada onunla bir makam kazanmak, bir maaş almak değil; belki herbir harfi, hiç olmazsa on hayrından ta yüze, ta binlere kadar Cennet meyvelerini, âhiret faidelerini vermesini düşünüp ve ebedî hayatın rahatını ve saadetini te’min etmek niyetiyle okumak lâzımdır.
Evet mekteblerde, dünya maişeti, ya rütbeleri için fenleri ders okumak, bu kısacık dünyevî hayatta derecesi, faidesi bir ise, ebedî hayatta Kur’an ve Kur’anın kudsî kelimelerini ve nurlu ve imanî manalarını öğrenmek binler derece daha kıymetlidir. Onlar şişe hükmünde, bunlar elmas hükmündedir.” (E.L.I. 238)
2123- “Tekrarat-ı Kur’aniyedeki i’cazın bir lem’asını beyan zımnında “altı nokta”dan ibarettir:
Birinci Nokta: Kur’an bir zikir kitabı, bir dua kitabı, bir davet kitabı olduğuna nazaran surelerinde vukua gelen tekrar, belagatça ayn-ı isabet ve ayn-ı hikmettir. Çünki zikir ve duadan maksad sevabdır ve merhamet-i İlahiyeyi celbetmektir. Malumdur ki: Bu gibi hususlarda fazlasıyla tekrar lâzımdır ki, o nisbette sevap kazanılsın ve merhamet celbedilsin. Hem de zikrin tekrarı kalbi tenvir eder. Duanın tekrarı bir takrirdir. Davet dahi, tekrarı nisbetinde te’siri, te’kidi vardır.
2124- İkinci Nokta: Kur’an bütün beşerin tabakatına hitab ve deva olduğu için zeki, gabi, takiyy, şaki, zahid, gayr-ı zahid bütün insan tabakaları şu hitab-ı ilahiyeye mazhar ve bu eczahane-i Rahmaniyeden ilaç almaya hakları vardır. Halbuki Kur’anı tamamen ve daima okumak herkese müyesser değildir. Bunun için, lüzumlu olan maksadlar, hüccetler, bilhassa uzun surelerde tekrar edilmiştir ki, herbir sure hemen hemen bir küçük Kur’an hükmünde olsun ki herkes sühuletle istediği vakit istediği sureyi okumakla tam Kur’anın sevabını kazanabilsin.
Evet ¬h²6¬±g¬V¬7 «–³~²hT²7«~_«9²hÅK«< ²f«T«7«— (54:17) olan âyet-i kerime bu hakikatı isbat ediyor.
2125- Üçüncü Nokta: Cismanî ihtiyaçlar vakitlerin ihtilaflarıyla tebeddül eder. Noksan ve fazlalaşır. Meselâ: Havaya olan ihtiyaç her anda var. Suya olan ihtiyaç, midenin harareti zamanlarında olur. Gıdaya olan hacet, her günde olur. Ziyaya olan ihtiyaç alelekser haftada bir defa lâzımdır. Ve hakeza..
Kezalik manevi ihtiyaçlar da vakitleri muhtelif ve mütefavittir. Her anda “Allah” kelimesine ihtiyaç vardır. Her vakit “Besmele”ye, her saatte “Lâ İlahe İllallah”a ihtiyaç vardır. Ve hakeza... Binaenaleyh âyetlerin, kelimelerin tekrarı, ihtiyaçların tekrarından ileri geliyor. Ve keza o gibi hükümlere olan ihtiyacın şiddetine işarettir.
2126- Dördüncü Nokta: Bilirsiniz ki Kur’an bu metin din-i azîmin esasatını ve İslâmiyet’in erkânını te’sis ettiği gibi içtimaat-ı beşeriyeyi tebdil eden bir kitabdır. Malumdur ki: Müessis olan zat, vaz’ettiği esasları güzelce yerleştirmek için tekrarlara çok ihtiyacı olur. Evet tekrar edilen şey sabit kalır, takarrur eder, unutulmaz.
Ve keza, Kur’an beşerin muhtelif tabakalarından kalî veya hâli yapılan suallere lâzım olan cevabları veren umumi bir mürşid-i mücîbdir. Malum ya, sual tekerrür ederse cevab da tekerrür eder.
2127- Beşinci Nokta: Bilirsiniz ki Kur’an pek büyük mes’elelerden bahseder. Ve kalbleri iman ve tasdike davet eder. Ve çok ince hakikatlerden bahis açar. Akılları marifete, dikkate tahrik eder. Binaenaleyh o mesailin, o ince hakaikin kalblerde, efkârda tesbit ve takriri için suver-i muhtelifede türlü türlü üslublarla tekrara ihtiyaç vardır.
2128- Altıncı Nokta: Bilirsiniz ki her âyet için bir zâhir var, bir bâtın var, bir had var, bir muttala’ var. Ve herbir kıssa için çok vecihler, hükümler, faideler, maksadlar vardır. Binaenaleyh muayyen bir âyet, her yerde öbür münasib bir vecih için, bir faide için zikredilebilir. Bu itibarla, zahiren tekrar görünse bile hakikatta tekrar değildir. (M.N. 230)
2129- “Sebeb-i kusur tevehhüm edilen tekraratındaki lem’a-i i’caza bak ki:
Kur’an; hem bir kitab-ı zikir, hem bir kitab-ı dua, hem bir kitab.-ı davet, olduğundan içinde tekrar müstahsendir, belki elzemdir ve eblağdır. Ehl-i kusurun zannı gibi değil... Zira zikrin şe’ni, tekrar ile tenvirdir. Duanın şe’ni, terdad ile takrirdir. Emir ve davetin şe’ni, tekrar ile te’kiddir. Hem herkes her vakit bütün Kur’anı okumaya muktedir olamaz. Fakat bir sureye galiben muktedir olur. Onun için en mühim makasıd-ı Kur’aniye, ekser uzun surelerde dercedilerek her bir sure bir küçük Kur’an hükmüne geçmiş. Demek hiç kimseyi mahrum etmemek için tevhid ve haşir ve kıssa-i Musa gibi bazı maksadlar tekrar edilmiş. Hem öyle mesail-i azîme ve hakaik-ı dakikadan bahsediyor ki: Umumun kalblerinde yerleştirmek için çok def’a muhtelif suretlerde tekrar lâzımdır. Bununla beraber sureten tekrardır fakat manen herbir âyetin çok manaları, çok faideleri, çok vücuh ve tabakatı vardır. Herbir makamda ayrı bir mana ve faide ve maksadlar için zikrediliyor.” (S. 242) (Tekrarat-ı Kur’aniye için Kur’an (39:23) âyetine ve “Tezkir” kelimesine bakınız.)
Dostları ilə paylaş: |