İSLÂm prensipleri ansiklopediSİ



Yüklə 13,72 Mb.
səhifə91/169
tarix15.01.2018
ölçüsü13,72 Mb.
#38491
1   ...   87   88   89   90   91   92   93   94   ...   169

L


qqLAEDRİYE y<‡…¶~ž : (Bak: Sofizm)

2182- qqLAİKLİK tVU[¶<ž : (Fr. laic yahut laişue=laik kelimesinden laicisme= laisizm yani laikleştirme akımı ve laicite=laisite yani laiklik, laik olma vasfı; Os. laik=lâdinî ve laiklik=lâdiniye) Umumi manada ve ilmî bir ifade olarak laik: “Dine istinad etmeyen, ruhani olmayan kimse. Dinî olma­yan şey, dinî olmayan fikir, dinî olmayan müessese, sistem veya prensib. La­iklik ise: Devleti, dinî esas ve hükümler ile idare etmeyen sistem. Temel esas ve kanunların menşeini ve teşri’de (kanun yapmakta) hareket noktasını ve değer ölçüsünü dine isnad etmeyip insanın ve cemi­yetin sadece dünyevî menfaat ve anlayış ölçüsüne terkeden, diğer bir tabirle, İlahî kanunu terkeden, beşerî nizamla cemiyeti idareye çalışan sistem manalarına gelir.” (O.A.L. (Bak: Cumhuriyet, Demokrasi, Devlet, Hadd, Hukuk, Şeri’at, Teşri’, Ulu-l Emr)

2183- Laik kelimesinin aslı, Latince “laıcus” (laikus) kelimesi olup “ra­hiplerin dışında kalan halktan kimseler manasında kullanılıyordu. Bu terim Batı’da siyasî ve hukukî bir prensip olarak kullanılmadan önce kiliseye, ruh­banlığa, dine ait olmayan kişi ve eşya için kullanılmıştır. Meselâ “laik kişi”, din adamı sınıfından olmayan; “laik elbise”, ruhban sınıfına veya dinî tören­lere mahsus olmayan elbise demektir. Bu terimin kullanma sahası zamanla genişleyerek, düşünce ve sanat hakkında da din dışı olma vasfını ifade için başvurulan bir terim olmuştur. Laik müzik: Kilise mü­ziği dışında kalan mü­zik; laik resim, laik mimari, laik şiir, daha umumi bir tabirle laik sanat: dinî gaye, dinî kayıt ve endişe taşımadan icra edilen sanat gibi...

2184- Laikliğin çeşitli tarifleri vardır. Siyasî tarifiyle laiklik; demokrasinin temel esaslarına yani hür seçim, kanun hâkimiyeti, din ve vicdan hürriyeti, söz hürriyeti gibi demokraside değişmeyen prensiplere aykırı olmamak şar­tıyla devletin, her türlü düşünce ve inanışlara bağlı olan ferd ve cemaatlere karşı tarafsız kalmasıdır.

Diğer bir ifade ile lâiklik, dine ve dindarlara, dinsiz­liğe ve dinsizlere dokunmaz ve dokun­durmaz ve tarafsız bir devlet idare şeklindedir. Bediüzzaman Hazretleri bir ese­rinde “dinsizlere ve sefahetçilere ilişmediği gibi, dindarlara ve takvacılara da ilişmez bir hükümet” (Ş.363) şek­linde tarif eder. (Bak: 1719.p.)



2185- İşte halk ekseriyetinin kabulüne dayanmak şartıyla, bu tarif edilen laik devletin icraat ve müdahale sahası, milli bünyede maddi hayatın tanzi­midir. Yani yollar, hastahaneler, beşerî münasebetlerde vukua gelen teca­vüzleri önleyen adalet mercileri ve askerî gücün teşkili gibi faaliyetlerdir. Bu devlet şeklinde ne devlet dine ve ne de din devlete mahkûm değildir. Av­rupa’da, hususan Amerika’da olduğu gibi...

2186- Laikliğin hukukî tarifine gelince: Hukukun kaynağını ve teşri’de (kanun yapmada) nokta-i nazarı dinî olmaktan çıkarıp beşerî anlayışa terketmektir. Yapılan bir kanun, dinî bir kanuna denk gelebilir. Fakat bu ka­nun böyle bir niyetle yapıl­mamıştır ve bu yüzden dinî mahiyete de sahib ol­maz.

Esasen kanun, kötülüğü men ve iyiliği emreden bir mahiyete sahib ol­malıdır. Fakat iyi ve kötünün ölçüsü ne olacaktır?Bu ölçü nedir? İslâm hu­kukçuları Kur’ana dayanarak hülasaten şu hakikatı beyan ediyorlar. İnsanın herhangi bir şeye iyi veya kötü demesi, iki ana ölçüye dayanır:

Birincisi: Allah, halkettiği şeyleri sonsuz hikmetine göre halk eder. O şeylerin hakiki değeri de, o hikmete göredir. O halde her şeyin hakiki hük­münü, hikmetine göre Allah tayin etmiş ve Kur’anla bildirmiştir. Âlem ve beşerin bütün ahvali, esma-i İlahiyenin iktizalarına ve âhiret hayatına bakar çok küllî ve derin İlahî hikmetlere sahibdir. İnsanın bu hikmetlere uygun dü­şünmesi ve yaşaması, ancak Allah’ın bil­dirmesi ile mümkündür. (Bak: Hik­met)

İnsanın bu İlahî esasa dayanan, bu niyetle yapılan ferdî ve ictimaî bütün hare­ketleri ibadet sayılır. Çünkü ibadet, Allah’ın bildirdiği şeyleri, bildirdiği için yap­maktır. Aksi halde ibadet olmaz.



2187- İkincisi: İnsan yalnız dünya hayatındaki menfaat ve lezzeti “iyi” için, za­rar ve elemi de “kötü” için ölçü alacaktır ki bu da maddeci ve egoist bir anlayıştır. (Bak: A’ver). Bu ikinci ölçü ancak dinin hükmetmediği mübah şeylerde caiz olur. (Bak: Teşri’). Laikliğin felsefi tarifi ile de alâkalı olan bu ölçü, Kur’an nazarında, kişi­nin kendi heva ve arzularına göre hayatını de­ğerlendirmesi olup, hakka ve hakikata uygun değildir. Ezcümle 1936 sene­sinde Diyanet İşleri Başkanlığı tarafından ilk baskısı yapılan “Hak Dini Kur’an Dili” tefsirinde bu husus şöyle beyan ediliyor:

“(13:37) ¬v²V¬Q²7~ «w¬8 «¾«š_«% _«8 «f²Q«" ²v­Z«=~«Y²;«~ «a²Q«AÅ#~ ²w¬¶[«7 «— “Sana gelen ilim­den sonra onların hevalarına ittiba edecek olursan” yani, Kur’anın ba’zı ah­kâmını inkâr eden hiziblerin inkârları, hevadır. Onlar hakkında hükmünden hoşlanmazlar da hevalarına, gönüllerinin arzusuna uyarlar, kendi hevaları hâkim olsun isterler.” (E.T. 2997)

(28:50) ²v­Z«=~«Y²;«~ «–Y­Q¬AÅB«< _«WÅ9«~ ²v«V²2_«4 “Artık bil ki sırf hevalarına tabi’ olu­yor­lardır.” ¬y¬±V7~«w¬8 >®f­; ¬h²[«R«" ­y<«Y«; «p«AÅ#~ ¬wÅW¬8 Çu«/«~ ²w«8«— “Halbuki Allah’tan hiç bir de­lil olmaksızın mücerred hevasına tabi olandan daha sapkın, daha şaşkın kim olabi­lir.” (E.T. 3743)

“Onun için o şeriata ittiba et, kendini ona uydur da,

(45:18) «–Y­W«V²Q«< «ž «w<¬gÅ7~²v­Z«=~«Y²;«~ ­p¬AÅB«# «ž«— “bilmiyenlerin hevalarına uyma.” Al­lah’ın ahkâmına ilmi bulunmayan veya ilmin muktezasına tabi’ olmayan kimseler, sırf kendi keyf ü heveslerinin arkasında koşarlar. Hevalar ise ferde göre ihtilaf eder, Benî İsrail gibi ihtilafa düşürür, Allah’ın gadabına götürür. Şeriat ise toplar, tevhid ile rızasına götürür. Şeriatı ta’kib et de cahillerin hevalarına uyma.” (E.T. 4318)

Atıf notu:

-Bir ilmin hak olmasının şartları, bak: 1559.p.

-Kanun-u hak, bir vaz’-ı İlahîdir, bak: 1364,3525.p.lar

-Firavuniyet cereyanlarının (ene rabbükümül a’lâ iddiaları, Bk: 978.p.)

2188- Bundan başka, Kur’an (2:120,145) (5:48,49) (38:26) (42:21) (47:14) (53:4) emsali âyetleri Hakka bedel, insanın arzu ve hevasına uymasının haktan udul oldu­ğunu beyan eder. (Bak: Heva)

İşte cemiyet hayatını ve beşerî münasebetleri tanzim edecek olan ka­nunlar, temel yapısı itibariyle mezkûr iki ölçüden birine dayanacaktır. O ce­miyet dahi bu ölçülerden birisi ile şeklini alıp cemiyetin ferdlere tesiri de buna göre olacaktır. (Bak: Şeair) Yani ya hakkın veya hevanın tesiri hâkim rol oynar. İşte en hürriyetçi addolu­nan Avrupa ve Avrupaî memleketlerde yeti­şen gençliğin durumu ki, bütün demok­rat memleketlerde vatanperver ve hamiyetperverleri endişeye düşüren bir merha­leye gelmiştir.



2189- Şimdi doğuş ve gelişmesinin temelinde Hümanizm cereyanının da te’siriyle (Bak: Hümanizm) felsefi tarifine doğru kaydırılan laikliğin tarihi sey­rine ge­çelim. Şöyle ki:

Laiklik teriminin Batı’da devlet ve hukuk prensibi olarak kabul ve tatbik edil­mesini hazırlıyan şartlar ve gelişmelerin kökleri, Ortaçağ’a kadar uzanır. Bilindiği gibi Batı’da içtimaî hayat ve nizam, Ortaçağ’da tamamen Katolik kilisesinin kont­rolü ve otoritesi altında bulunuyordu. Siyasî ve içtimaî hayat kadar felsefe, ilmî ve sanat faaliyetleri de bu kontrolün içinde yer alıyordu. Meselâ felsefe, Katolik kilise­sinin hizmetinde idi ve vazifesi de Katolik inançlarının müdafaasını yapmak; akıl, ilim ve felsefe ile uzlaştırmaktı. Bu çalışmalardan kilisenin resmi felsefesi olan Sko­lastik Felsefe doğmuştur. Bu felsefenin Katolik inançlarını akıl ve ilimle uzlaştırma çabaları başarılı ola­mamış ve bir takım tezatlara yol açmıştır. Neticede Katolik mezhebi, inanç ve fikriyat birliğini koruyamamıştır.

Bu mezhebin inançlarının akıl, ilim ve felsefe ile bağdaşamıyacağını gö­ren mü­tefekkirler, dinî inancı vicdanî bir mesele olarak kabul etmek icabettiğini müdafaa eder oldular. Kilise, Katolik inançlarının tehlikede ol­duğunu görerek otoritesini ve birliğini sağlamak için tahakküm ve baskı yo­luna başvurmuştur. Buna karşılık Eski Yunan ve Roma medeniyetlerine ait ilmî, felsefi ve sanat eserlerinin Batı dünya­sında yeniden rağbet görmesiyle tesirinin artması neticesi Rönesans ve Reform ha­reketleri ortaya çıkmıştır.

Rönesans mütefekkir ve sanatçıları kiliseden bağımsız yani laik bir dü­şünce ile hareket ederek uhrevî hayata karşı dünyevî hayatı ön plana alan, İlahî olan yerine beşerî olanı tercih eden bir dünya görüşünü işleyip geliştir­meye başlamışlardır. Ki­lise dışında uhrevîlikten dünyevîliğe yönelen bu akımlar yanında kilise içindeki fikir ayrılıkları, Reform hareketlerine ve mez­hep ayrılıklarına yol açmış, Hristiyanlık dünyası parçalanarak Protestan, Anglikan gibi mezheplere bölünmüştür. Buna pa­ralel olarak da devletler ve milletler Katolik kilisesine karşı istiklallerini ortaya koy­muşlardır.



2190- Batı dünyasının mezheplere ve milli devletlere bölünmesi, kilisenin baskı ve otoritesini sarsmakla birlikte, yeni ihtilaflara da yol açmıştır. Bunun neticesinde uzun süren mezhep kavgaları ve savaşları başlamıştır. Bu müca­deleler bir çok ma­sum insanların ölümüne, ızdıraplara sebebiyet vermiştir. Diğer taraftan, Yeni­çağ’dan itibaren ilim ve teknikte ilerlemelerin hızlan­ması, dünyevî hayatın cazibesini arttırmıştır. Artık din dışında bir takım maddi imkânları keşfeden, maddi dünyaya hükmetmeye başlıyan ve bu sebeble kendinde bir kudret vehmederek kendine gü­veni artan Batı insanı, dine karşı şüpheci ve inkârcı bir tavır alır. Fransız ihtilalini hazırlıyan ve ya­panların benimsedikleri esas düşünce de bu olmuştur. Kilisenin tek­lif ettiği dinî bir nizam yerine, beşerî bir nizam hâkim olacaktır. Geçmişteki kilise hâ­kimiyeti ve onunla müttefik olan Aristokrasi’nin baskılarına ve Avrupa insa­nını bıktıran mezhep mücadelelerine karşı ihtilal, herkese düşünce ve inanç hürriyeti, eşitlik ve adalet vadediyordu. Bu sebeble yeni kurulan siyasî rejim, din ve siyasî oto­ritenin ayrılığını esas alan laiklik prensibini kabul etmiştir. Laiklik esasına göre; dün­yevî hayat nizamı devlete, uhrevî hayat nizamı dine ve dinî otoriteye aittir. Devlet ve din müessesesi birbirine karşı bağımsızdır ve birbirlerinin sahasına müdahale edemez.

2191- Laik devlet düzeni, Batı dünyasında kolaylıkla benimsendi. Çünkü dinle devlet ayrılığı aslında Hristiyanlığın kabul ettiği mevcut İncil’e ters düşmüyordu. Bu muharref İncil, “Allah’ın hakkını Allah’a, kralın hakkını krala ver” demektedir. İn­cil’de, dinî hayat ve ibadet şekilleri ile içtimaî haya­tın hakukî nizamına ait kaideler mevcut olmadığı için, sonradan “Kilise ba­baları” denilen Hristiyan din büyükleri bir takım kaideler vaz’ etmişlerdir. Bunların değiştirilmesi de, Hristiyanlığın esasına bir zarar vermez. Çünkü bu kaideler İlahî değil, beşerî mahiyettedir. Bu sebeble re­form hareketleri yapı­labilmiştir. İhtilaf, Katolik kilisesinin otorite birliğini sağlamak gayretinden doğuyordu.

2192- Laikliğin felsefî, siyasî ve hakukî manaları az çok farklıdır. Laikli­ğin fel­sefî manası, insanın şahsî ve içtimaî hayatı üzerinde İlahî iradenin hâ­kimiyetini red­detme, insan hayatına insanın kendisi tarafından, kendi akıl ve iradesi ile ve yalnız dünyevî hayatı için kaide ve nizam vaz’ etmesini esas al­maktır. (Bak: 978.p.)

Laikliğin bu manasına göre devletin dinden bağımsız olması yetmez, aynı za­manda dinini ilim, felsefe, sanat, ahlâk, eğitim ve öğretim, aile, ekonomi gibi cemi­yet hayatının hiçbir sahasına müdahale ve tesir icrasına izin verme­mek, dinî hayatın her türlü tezahürünü ortadan kaldırmak ve sadece kişinin vicdanında hapsetmek hatta mümkünse kişi vicdanından da silmek icabeder. Bu manada laiklik, devletin dinsizliği esas almasıyla eş manadadır.



2193- Kökleri eski Yunan reybiye ve izafiyetçilere (süpheci ve rölativist­lere) ka­dar uzanan ve her şeyin ölçüsü olarak insanı alan, cemiyet ve cemi­yetteki din ve ahlâk dahil bütün müesseseleri insan eseri olarak telakki eden, maddeyi ve dünyevî hayatı esas alan bu inkârcı çığır, Rönesansla beraber ye­niden ortaya çıkıp gelişmeye başlar ve 19. yy. da sistemleşir.

Batı memleketlerinde bu düşünce paralelinde bir laiklik tatbikatı olma­mıştır. Çünkü Fransız İhtilalinden sonra fikir ve inanç hürriyetiyle birlikte çok partili ser­best seçimli demokrasi de gelişip yerleşmeye başlamıştır. De­mokraside hâkimiyet millette kabul edildiği için, devlet halka rağman halkın istemediği bir prensibi, din aleyhtarı bir düşünceyi tatbik edemezdi. Nitekim halkı temsilen seçilip gelen mec­lislerin hazırladıkları anayasalarında, Allah inancı ve dinin kutsallığı açıkça belirtil­miştir. Meselâ, Batı demokrasisine ör­nek gösterilen ülkelerde birisi olan İngiltere’de Kral veya Kralice Anglikan Kilisesinin tabii reisidir. Hamen mer’î olan Act of Settlement’e göre “İşbu tahta cülus edecek kimse, kanunen müesses İngiliz Kilisesi mezhebine ria­yetkâr olacaktır. “Yani bizim tabirimizle söylersek; laik İngiltere’de Kral veya Kraliçe siyasî makamları ve sıfatları yanında aynı zamanda Anglikan Kili­sesi­nin halifesi durumundadırlar. İsveç Anayasası’na göre Evanjelik Loteriyen Ki­li­sesi, isveç’in milli kilisesidir. Bu kiliseye mensup olmıyanlar milletvekili olamaz, dinî tedrisatta vazife alamaz, resmî dinle ilgili mevzularda hâkimlik yapamaz ve memur ise mütalaa, profesör ise ders veremez. Norveç anaya­sası’na göre Luteriyen Mez­hebi, devletin resmî dinidir. Bu dine mensup olan halk, çocuklarını bu dinle terbiye ile mükelleftir.

Jesuitlere (Cizvitlere) karşı müsamaha yoktur. Kral daima resmî dine sa­dık ol­maya, bu dini yaşatmaya ve korumaya mecburdur. Resmî dine mensup olmıyanlar, Devlet Kilisesine müteallik müzakere ve kararlara katılamazlar. Danimarka’nın 1953 yılında yürürlüğe giren Anayasasının 4. maddesi: “Devletin milli kilisesi, Evanjelik Luteriyen Kilisesidir. Bu sıfatla devletten yardım görür.” Altıncı madde­sine göre de Kral, resmi kiliseye sahip olmalı­dır. İtalya’nın 1848 tarihli anayasasında “Apostelik ve Romen Katolik Dini, devletin yegane dinidir.” kaydı mevcuttur. İkinci Dünya Harbi’nden sonra yapılan anayasa değişikliğinde şu hükümler kon­muştur: “Devlet ve Katolik Kilisesi kendi aralarında bağımsız ve egemendirler.”

2194- Türkiye’de laiklik merhaleleri ve mücadeleleri hakkında çok şeyler yazıl­mış olduğundan burada o merhalelerin tafsilatına girilmemiştir. En kısa şekliyle o merhalelerin bir kısmı şöyledir:

17 Şubat 1926’da İsviçre Medeni Kanunu kabul edildi. Kanun Türkçe’ye çev­rildi. 1926’ da yeni Ceza Kanunu kabul edildi. 1936’ da kanuna ilave edi­len 163.madde, dinî faaliyetle ilgili cezalara aitti. Bu maddenin ilk metninde suç unsuru olarak şiddet kullanma şart koşulmuşken 1948’de bu şart kaldı­rılmış ve laikliğe ay­kırı olarak devletin temel eseslarını dinî esaslara uydur­mak maksadıyla cemiyet kurma veya propaganda yapmak yasağının ilavesiyle bütün müslümanlara şamil acib bir şekil verilmiştir. Bu şekliyle kanun, yalnız insan hakları ve demokrasi prensiple­rine değil, din ve vicdan hürriyetlerini (Bak: Hürriyet-i Diniye) korumak mecburi­yetinde olan laik devlete de aykırı düşmüştür. (Bak: 3790.p.) Laikliği korumak iddia­sıyla çıkarılan bir kanunun laikliğe aykırılığı, tahlile değer bir husustur.

Çünki Kur’an-ı Kerim ve Peygamberimiz ve bütün Peygamberler (Aleyhimüsselâm) ve semavî kitablar, ümmetlerine emr-i bil-ma’ruf ve nehy-i an-il münker vazife-i kudsiyesini emretmişlerdir. (Bak: Emr-i Bil- Ma’ruf) Bu emredilen tebliğ, dinde nasılsa öyle yapılır; yoksa beşerî istekler ve hududlandırmalara göre değil. Allah’ın emirlerine beşer tasarruf edemez, had koyamaz. (Bak: 1097.p.) Bu asıl ve en mühim vazifeyi yapmıyanlar da dinen mes’ul olurlar.

Ceza Kanunu’nun 163. maddesi ise, bu kudsî vazife-i diniyenin karşısına, ah­kâm-ı Kur’aniyenin tebliği ve iltizamı cihetinde yasaklayıcı bir tavırla çıkar. Kur’an, ehadis ve kütüb-ü diniyede tekrarla ve ısrarla emredilen ve inanılıp yaşanması zaruri olan ahkâm-ı diniyenin ferdî ve içtimaî hayat için elzemiyetini ifade ve tebliğ et­meye, “devletin temel esaslarını dinî esaslara uydurmak maksadıyla propaganda yapmak” diyerek, laik devlete dahi aykırı şekilde, dindeki tebliğ vazifesine ve hürri­yetine hudud ve yasak koyar.

Halbuki laik devlet, dine ve dindara, dinsizliğe ve dinsize-şiddet hareke­tine ge­çilmedikçe-dokunmaz, dokunamaz ve başkalarına da dokundurtmaz bir devletdir. Bu bîtaraflık prensibi, laik devletin temeli ve esasıdır.

Hem 163. madde, Ceza Kanunu’nun l. maddesinin maksadına aykırı ola­rak umum dinî nasihatçıları içine alabilir mahiyetteki elastikiyetiyle, hukuk­çunun şahsî temayülüne göre hükmetmeye imkân verdiği gibi, hukukun hâ­kimiyetine bedel, kişi hâkimiyetine de kapı açar. İşte laikliğin korunması id­diasıyla çıkarılan 163. madde­nin garabeti budur. Münsif ve münevver hu­kukçular, bu garabeti tarihe intikal etti­receklerdir.

Bu 163. madde müdafilerinin en calib-i dikkat tarafı; 1400 seneden bu yana bütün İslâm dünyasının ve muhterem ve kahraman ecdadımızın haya­tını feda ettiği mukaddesatı ve dinde emredildiği şekliyle ifası gereken dinî tebliğ ve telkini, kanunî müeyyidelerle yasaklamayı, sanki bizzat bu Müslü­man Türk Milleti istemiş gibi bir eda ile ortaya çıkışlarıdır. Cemiyette ekseri­yeti teşkil eden avam sınıfı eğer mezkûr hukukî ve ilmî meseleleri ve ince­liklerini bilecek kültüre sahib olsaydı, herhalde hürriyet rejimi ismi altında zümre hâkimiyetlerine gidilemezdi. Bediüzzaman Haz­retleri, asrımızdaki si­yasî, ideolojik ve mutezad çok cereyanların propaganda ve tel­kinleri içinde, doğru olanı görebilmek ve aldatılmamak için avamın da ehl-i tahkik ve mü­teyakkız olmasının lüzumunu belirtmiş; tahkikîn iman ve ilmî dersleriyle bu faaliyeti yürütmüş ve halen de geniş bir sahada devam etmektedir.

Daima tahkik mesleğini ders verip ikaz eden Bediüzzaman Hazretleri, nimmanzum bir eserinde, halkı aldatmak isteyenlerin hakikatları nasıl tersine çevir­diklerini şöyle ifade eder:

“Bazan zıd zıddını tazammun eder.

Zaman olur zıd zıddını saklarmış. Lisan-ı siyasette lafız, mananın zıddı­dır. Adalet külahını (*)

zulüm başına geçirmiş. Hamiyet libasını, hıyanet ucuz giymiş. Cihad ve hem gazaya, bagy ismi takılmış. Esaret-i hayvanî, istibdad-ı şeytanî

hürriyet nam verilmiş. Zıdlarda emsal olmuş, suretlerde tebadül, isim­lerde te­kabül, makamlarda becayiş-i mekânî.” (S.707)

Yine Bediüzzaman’ın, İkinci Meşrutiyet’in ilânı akabinde Şark aşiretlerini geze­rek, hak ve hakikatın ölçüsü ile hareket etmelerine dair yaptığı ikazların­dan bir kı­sım:

“Hiçbir müfsid ben müfsidim demez. Daima suret-i haktan görünür. Yahut batılı hak görür. Evet kimse demez ayranım ekşidir. Fakat siz mehenge vurmadan almayınız. Zira çok silik söz ticarette geziyor. Hatta be­nim sözümü de, ben söyledi­ğim için hüsn-ü zan edip tamamını kabul etme­yiniz. Belki ben de müfsidim veya bilmediğim halde ifsad ediyorum. Öyle ise her söylenen sözün kalbe girmesine yol vermeyiniz. İşte size söylediğim sözler hayalin elinde kalsın, mehenge vurunuz. Eğer altın çıktı ise kalbde saklayınız. Bakır çıktı ise çok gıybeti üstüne ve bedduayı arkasına takınız, bana reddediniz gönderiniz.” (Mün.9)

Yine mevzumuz olan, laikliğin tarihî merhalelerine devam ediyoruz.

30 Kasım 1925’de İsmet İnönü ve yüzyirmi arkadaşı ile Meclis’e verilen bir tak­rirle Anayasa’daki dinle ilgili maddeler çıkarılarak laikleştirilmiştir. 1222 sayılı ka­nunla yapılan değişiklikler şöyle idi: Anayasa’nın ikinci madde­sinde yer olan “Tür­kiye Devleti’nin dini, Din-i İslâm’dır” hükmü kaldırıl­mıştır. 26. maddesinde yer alan “Meclis, dinî hükümleri yerine getirir.” hükmü Anayasa’dan çıkarılmıştır.

Laiklik, 5 Şubat 1937’ de 3115 sayılı kanunla Anayasa’ya dahil edildi. Fa­kat açık tarifi yapılmadı.

Gerçi 1982 Anayasasının 24. maddesi ve T. Ceza Kanunu’nun yürür­lükten kal­dırılan 163. maddesi laikliğe aykırı olarak devletin tamam nizamla­rını kısmen de olsa dinî esaslara uydurmayı yasaklayan şekli ile laikliği fikir cihetinde tarif eder. Yani laik Türkiye devleti, din hukukunun tatbikatına karşı olduğunu açıklamıştır. Fakat ceza hukuku cihetinde suçun tekevvü­nünü, gereği gibi açıklamayıp elastikî bı­rakmıştır.

Esasen bu maddede geçen “dinî esaslara uydurmak maksadıyla” ifadesi, “anti­demokratik esaslara uydurmak maksadıyla” şeklinde olsaydı; serbest se­çim, huku­kun hâkimiyeti, din, vicdan ve söz hürriyetleri gibi demokrasinin esaslarına aykırı düşen telkin ve propagandaları yasaklıyarak zıt cereyanlara karşı demokrasiyi koru­yan şümullü bir şekil alırdı. (Bak: 1405/1.p.)

24 Mayıs 1928’de rakamlar, l Kasım 1928’de Latince yazı resmen kabul edildi.



2194/1- Mustafa Kemal Paşa’nın önceden gizli tuttuğu inkılab esasları hak­kında bir hatıra:

“Mazhar Müfit hatırasında şöyle yazmaktadır.

Erzurum’dayız.

“Mazhar not defterin yanında mı?”

“Hayır Paşam”

“Zahmet olacak ama, bir merdiveni inip çıkacaksın. Al gel.” dedi. Def­teri getir­diğimi görünce, sigarasını bir iki nefes çektikten sonra: “Ama bu defterin bu yapra­ğını hiç kimseye göstermiyeceksin. Sonuna kadar gizli kala­cak. Bir ben, bir Süreyya (Özel Kalem Müdürü), birde sen bileceksin. Şartım bu.”dedi.

Süreyya da, bende:

“Bundan emin olabilirsin Paşam.” dedik.

“Öyle ise tarih koy.” dedi. Koydum, 7-8 Temmuz 1919 sabaha karşı, “Zafer­den sonra hükümet biçimi Cumhuriyet olacaktır. Bu bir. İki; padişah ve hanedan hakkında zamanı gelince gereken işlem yapılacaktır. Üç; örtün­mek kalkacaktır. Dört; fes kalkacak, uygar milletler gibi şapka giyilecektir.”

Seneler sonra Çankaya’da yemek esnasında birkaç defa:

“Bu Mazhar Müfit yok mu? Kendisine Erzurum’da örtünme kalkacak, şapka giyilecek, latin harfleri kabul edilecek dediğim ve bunları not etmesini söylediğim zaman, defteri koltuğunun altına almış ve bana hayal peşinde koştuğumu söyle­mişti.” dedi.

Birgün bana önemli bir ders verdi: Şapka devrimini açıklamış olarak Kasta­monu’dan dönüyordu. Ankara’ya döndüğü anda, otomobille eski Mec­lis binası önünden geçiyor, ben de kapı önünde bulunuyordum. Manzarayı görünce gözle­rime inanamadım. Kendisinin yanında oturan Diyanet İşleri Başkanı’nın başında bir şapka vardı. Kendisi ne ise ne? Fakat Diyanet İşleri Başkanı’na da şapkayı giydir­mişti. Ben hayretlerle bu manzarayı seyrederken, otomobili durdurdu. Beni yanına çağırdı ve “Azizim Mazhar bey, kaçıncı maddedeyiz? Notlarına bakıyor musun?” dedi.” (Rehber Ansiklopodesi’nden)



2195- Ekseriyeti müslüman olan cemiyetlerde laikliğin en dikkati çeken tarafı, laik ve antilaik grupların mücadelesine sebeb olmasıdır. Zira laiklik en müşterek ta­rifi ile, devletin dinî hukuka dayanmaması demek olduğundan böyle bir devlet şek­linin tasvibi ve kabulü; her hususta Allah’ın hâkimiyetini kabul etmek demek olan iman hakikatıyla te’lif edilememektedir. Bu durum ise, din ve vicdan hürriyetine zıd olduğu gibi böyle cemiyetlerde idare eden­lerle edilenler arasına da mutabakat sağla­namaz ve içtimaî keşmekeşlere se­bebiyet veren bir nevi mübareze devam eder, gi­der.

Böyle durum karşısında, ya ilim ve ihtisas ehli tarafından meselenin vu­zuha ka­vuşturulması veya serbest ve açık referanduma başvurulması gibi hal çaresini ara­mak yerine; laikliği dine muhalefet manasında ve baskı metodlarıyla icra etmek yo­luna gitmek, gerginliği daha da arttırır.

Ya laik rejimin dine aykırı düşmediği, dinî delillerle isbat edilmeli (ki, bu yol İs­lâm dinine göre mümkün değildir) veya demokrasinin kabul ettiği hür­riyet verilme­lidir. Yani, demokrat memleketlerin anayasalarında demokrasi­nin değişmez esasla­rından olan seçim-yani milli irade hâkimiyeti-, hukukun hâkimiyeti, din ve vicdan hürriyeti, düşünce ve söz hürriyeti, hürriyet rejimi için yeterli bulunmaktadır. Bunla­rın dışında millet ekseriyetinin kabul etmiyeceği bir hükmün, azınlık tarafından zorla getirilmesi, halk ekseriyetine dayanmak demek olan Cumhuriyete aykırı düşer. Kaldı ki İslâm Dini, seçim sistemini kabul eder. (Bak: Biat) Vicdan hürriyetini ge­tirmiştir. (Bak: Hürriyet-i Vicdan) Hukukun hâkimiyeti ise, İslâm’da bir esastır. Kur’an (6:57) (12:40,67) ve emsali âyetlerin bildirdiği gibi, hüküm yalnız Allah’ındır. İnsan o hükümlerin tatbikatçısıdır, hukukun üstünde iktidarı yoktur. (Bak: 3895.p.)

İslâm Dini 1400 sene evvel vahşet hayatını değiştirip, kavinin zaife hâ­kim ol­masını kaldırıp, hakiki medeniyet ve hukukun hâkimiyetini getirdiğin­den, demokra­sinin İslâm Dinine mani olması değil, belki ciddi bir hürmet etmesi gerektir. (Bak: Hukuk)



2195/1- Nitekim tarihte demokratik sisteme benzer esaslara dayanan bir devlet idaresi olarak Kur’anda haber verilen Belkıs’ın idare ve hakimiyet tar­zını görüyoruz. O’nun devlet idaresinde danışma meclisi var. Siyasî ve idarî sahayı ilgilendiren ka­rarlarda şûraya (parlementoya) başvuruyor. (1) Kendi şahsî reyine, görüşüne göre hareket eden mütehakkimane bir idare şeklini esas almıyor. (2) Ciddi bir zaruret ve maslahat olmadıkça harp taraftarı değil. (3) Bir harb meselesiyle karşılaşınca önce sulh yollarını tecih ediyor. (4) Bel­kıs gerçeği görüp anlayınca da o doğruya sahip çı­kıyor. (5) (*) (Bak: Kur’an 27/20-44) Bu müsbet idarî unsurlara rağmen, hak dindenden uzak kaldığı için Allah’ın hakimiyetine tâbi olmak yerine tabiata (Gü­neş’e) ve esas itiba­riyle de beşerî görüşe ve anlayışa tâbi oluyordu. Oysa Allah’a tes­limiyet ve tebaiyet, sebeb-i hilkati âlemdir. Bu sebeble Hz. Süleyman (AS) Bel­kıs’a bu ültümatom mahiyetinde olan bir tebliğname göndermiştir. Tebliğnamenin ba­şında “Bismillahirrahmanirrahim” kudsî kelamı yer alıyor. Bu kudsî cümle, kâinat ve beşer âleminin tek hâkiminin Allah olduğunu ihtar eder. Hz. Sü­leyman (AS) keyfi değil, Allah’ın emrine uyarak hareket etmektedir. Zira “Bismillah” daki “Al­lah” ismi, ism-i câmi olup kayyumiyet sırrıyla herşeyi kuşatan ve kâinatı an bean ta­sarrufunda tutan binbir esma-i İlahiyeyi ta­zammun eder. Ancak Kâinat içinde en mümtaz şekilde yaratılmış olan insan imtihana tabî tutulduğu için, efal-i ihtiyariyesinde hür ve muhtar kılınmış ve bu fıtrî nizama mecburî tebaiyetten azade kılınmıştır. Bu imtihan neticesi olarak, ya ilahî hâkimiyeti tasdik edip O’na tabî olur veya muhalefet ederek asî olur, dalalete düşer. İlahî hâkimiyete tabî olanlar da dala­lete düşenlere hakka davet ve hakikati tebliği ile dinen tavzif edilmişlerdir. Hz: Sü­leyman aleyhisselam da bu vazifeyi ifâ etmek üzere Belkıs’a tebliğatta bulunmuştur. Yani beşerî sistemin ilahî sisteme bağlı kalması gereğini bildirmiştir. Hak dine tabi olmayan sistemin, -hilkate ve ilahî iradeye aykırı olmasından- Al­lah’ın kanununa teslim olmasını taleb etmiştir. Belkıs da hakkı görüp hak yola uymuş ve kendi beşerî ve bir derece demokratik olan sistemini teslim ederek zaaf, kusur ve zulüm unsurla­rından temizleme imkanı bulmuştur.

Netice: Pek manidar olan mezkur kıssa-i Kur’aniyeden anlaşılıyor ki hak dine dayanmayan hiçbir beşerî sistem insan nazarında mükemmel görünse de Allah’ın nizamına teslim olmadıkça yani Allah’ın hakimiyetine tebaiyyet etmedikçe, makbuliyet kazanamaz. Zira, Allah’a teslimiyet ve tebaiyet, gaye-i fıtrattır. Muhale­fet edenler ebedî hüsranda kalırlar.

Dünyaya imtihan için gönderilen insan, ferdî ve içtimaî bütün hareket ve dü­şüncelerinin canlı ve ebedî filimleri alınıp muhasebesi için ebedi aleme gönderilir. Bu ferdî ve içtimai düşünce ve hareketlerinin Allah’ın hükmettiği kısımlarından muhasebeye çekilecektir. Laik anlayış, bu İlahî hikmetleri na­zara almadığından, en ileri derecedeki ilahî gayeye ters düşmektedir.

2196- Dinde hükmü bulunan veya dinin teşri’ sahasına giren hususlarda, (Bak: Teşri’) bilerek ve bil’ihtiyar gayr-ı dinî ve beşerî anlayışlara dayanan hü­kümlerin ko­nulmasını Kur’an kabul etmez ve Allah’a isyan ve hakiki inkâr olarak tavsir eder. Buna dair (Kur’an 5:44,45,47) ve (42:13) âyetleri örnek verilebilir. Bu âyetlerin ifade şekli, bütün dinî ahkâm ve hukuku içine alır ve ahkâm-ı Kur’aniyenin ilga edilemiyeceğini ve devamlılığını beyan eder. Bu âyetlerin tefsirlerinde büyük müfes­sirler ve imanlar geniş malumat vermiş­lerdir.

Bir atıf notu:

-Ahkâm’ın şer’iyede naklî delile dayanmanın bir hikmeti, bak: 2775.p.

Bir kısım âyetler de muayyen sahalardaki hukuka taalluk eder ve “hududullah” tabir edilen bu hükümleri kabul etmeyenleri, zâlim, ebedî ce­hennemlik ve kâfir ola­rak tavsif eder. Meselâ: Aile hukukuna ait (2:229) (65:l) ve miras hukukuna ait (4:12,13,14) âyetleri örnek gösterilebilir.

Hem Kur’an ahkâmını tek merci tanımak gerektiği: (4:59-61); hükm-ü İlahîye karşı muhayyerlik olmadığı: (33:36) âyetleri gibi muhtelif makamlarda gelen âyât-ı Kur’aniye, hükm-ü İlahînin hükümranlığını bildirir.

Evet, İslâm Hukukunu mer’iyetten kaldırmak esasına dayanan laiklikle, halk ek­seriyetine istinad eden cumhuriyet; büyük çoğunluğu müslüman olan bir milletin kuracağı devlet bünyesinde cem’ olamaz, birbirini nakzeder. Zira laikliğin benim­senmesiyle iman te’lif edilemiyor. (Bak: 673/2.p.sonu)



Atıf notları:

-Füruat-ı İslâmiyenin tebdilinden Sahib-i Şeriat’ı inkâr etmek çıkar, bak: 1754,1755.p.lar.

-Cumhuriyet’in ilanından sonra yapılan inkılabın esasları, bak: 1717.p.

2197- qqLATİF r[O7 : Mülayim. Yumuşak. Nazik. Mütenasib. *Güzel. Şi­rin. Küçük ve hoşa giden. *Cisimle alâkası olmayan. Göze görünmeyen. *Çok lüt­fedici. *Derin, gizli.

Latif kelimesi Kur’anda (6:103) (12:100) (22:63) (31:16) (33:34) (42:19) (67:14) âyetlerinde geçer. (67:14) âyetinde geçen ­h[¬A«F²7~ ­r[¬OÅ7~ «Y­; «— cümle­sinin tefsi­rinde şu izahat veriliyor: “Latif; lütufdan mübalağa, ism-i fail yahut letafetten sıfat-ı müşebbehe olabilir. Birincisinde gayet lütufkâr demek olur. Lütuf gayet incelik, hoşluk ve uygunlukla gayeye isal, muradı ihsan eylemek­tir. Letafet de kesafet mu­kabili olarak incelik, hoşluk, nâziklik demektir ki, mukabili olan kesafetin derecesine göre nisbî olarak muhtelif mertebelerde mülahaza olunur. Latif bir hava dediğimiz gibi, bazı ecsama latif veya ruh ıt­lak edilmesi bu manaca nisbî bir letafet itibariyle­dir. Ziyaya latif denilmesi daha ince, nura latif denilmesi daha ince, esire latif denil­mesi daha ince bir mülahazadır. Halbuki bütün bunlarda az çok maddî veya cis­manî bir nevi kesafet mefhumu da vardır. Hiç kesafet mefhumu olmayarak müla­haza ede­bileceğimiz bir letafeti ancak ilim mahiyetinde bulabiliriz ki, böyle yalnız işa­ret-i ilmiye ile iş’ar olunabilen letaife mücerredat tabir olunur. Mutlak vücud, mücerredatın en yükseği, Vacib-ül Vücud olan Zat-ı Hakk ise hepsinden üstündür.” (E.T. 5221)



Atıf notu:

-Te’sir ve failiyet, latif ve nuranîlerin şe’nidir, bak: 840,841.p.lar

2198- qqLATİFE yS[O7 : Hoş söz. Şaka. Mizah. *Söz ile iltifat. *İnsanın çok ince ve hassas olup kalbe veya ruha bağlı duygusu. (Bak: Havass, Hiss-i Kabl-el Vuku, Letaif-i Aşere, Mizah)

Atıf notları:

-Ruhun dört havassı var, bak: 3965.p.

-Hisler iki kısma ayrılır, bak: 1343.p.

-Gayr-ı meş’ur pek çok hisler var, bak: 1344/2.p.

2199- qqLAZA |P7 : Ateş. Alev. *Cehennem’in altıncı katı. Kur’anda (70:15) (92:14) âyetlerinde geçer.

2200- qqLEDÜN –f7 : “İnd” kelimesi gibi, zaman ve mekân zarfıdır. “Ya­nında, nezdinde” gibi manaya gelir. (Bak: 2202.p.) Hel-i istifhamiye ma­nasına gel­diği de vaki’dir. Kamus Müellifine göre ledün ile leda, aynı şeydir. Başkaları ise tef­rik etmişlerdir. Demişlerdi ki: Ledün kelimesi zaman ve me­kânın evvel ve ibtidasından muteberdir. Onun için ekseri harf-i cer olan “mim” kelimesine mukarin olur. “Leda” kelimesinde ise, ibtida manası lâzım değildir. Ve “inde” keli­mesinin “min” yerinde tasarrufu daha umumi­dir.”Ledün” kelimesi mâba’dını iza­fetle cerr eder.” (Lügat-ı Remzi)

2201- qqLEDÜNN ±–f7 : (İlm-i Ledünn) Bir ilim ismidir. Ona vâkıf olan, mestûrat ve hafâyayı, gizlilikleri münkeşif bir halde göreceği gibi esrar-ı İlahiyeye de ıttıla’ kesbeder. Bu ilm-i şerifin hocası ve sultanı, Fahr-i Kâinat Aleyhi Ekmelüttahiyyat Vessalavat Efendimiz Hz.leridir. Bu ilmin ehli ise, Enbiya-i İzam (A.S.) ve Ehlullah-i Kiram Efendilerimizdir.

Bir atıf notu:

-Hikmet-i İlahiyeden olan bâtın ilmi, bak: 1590.p.

2202- “Ledünn, “inde” gibi bir zarftır. _Å9­f«7 ²w¬8 lisanımızda nezdimizden veya tarafımızdan demek gibidir.. Şüphe yok ki bütün enbiyanın ilmi, taraf-ı İlahîden vahy ü ta’lim olmak i’tibariyle ledünnîdir. Fakat burada şayan-ı dik­kattir ki: (18:65) _®W²V¬2 _È9­f«7 ²w¬8 ­˜_«X²WÅV«2«— kaydıyla Hızır’a ta’lim edilmiş olan ilim Hz. Musa’nınkinden bambaşka bir ilim, yani ulum-i ledünniyeden bir ilm-u mahsus ol­duğu anlatılmıştır ki âyetteki kıssalar karinesiyle müfessirîn bunu “ilmülguyub ve es­rar-ı ulum-i hafiyye” diye tefsir etmişlerdir. Ta’bir-i aherle demişlerdir ki: Musa’nın ilmi, marifet-i ahkâm ve zahir ile ifta; Hızır’ın ilmi ise, bevatın-ı umura ma’rifet idi. Sahih-i Buhari’de mervidir ki Hızır “Ya Musa” demiş! “Ben Allah’ın ilminden bana ta’lim ettiği bir ilim üzereyim ki sen onu bilmezsin. Sen de Allah’ın ilminden sana ta’lim ettiği bir ilim üzere­sin ki ben onu bilmem.” Bu surette ilm-i ledünnî ta’biri bu ilm-i mahsusta bir ma’na-yı ehass ile ıstılah olmuştur ki; buna ilm-i hakikat ve ilm-i bâtın dahi denilmiş ve Sofiyye bu kıssaya bir hüccet olarak tutunmuştur. Hasılı ilm-i ledünnî cehd-i fikrî ile istihsal olunamayıp, taraf-ı Hakk’tan mevhibe-i mahzar olan bir kuvve-i kudsiyenin tecellisidir.” (E.T. 3262)

2203- qqLETAİF-İ AŞERE ˜hL2 r¶<_O7 : On latif duygu. On adet lati­fe­ler. (Bak: Latife)

“Letaif-i aşere; İman-ı Rabbanî kalb, ruh, sır, hafi, ahfa, insanda anasır-ı erbaanın herbir unsurundan o unsura münasib bir latife-i insaniye tabir ede­rek, seyr ü sülûkta her mertebede bir latifenin terakkiyatı ve ahvalinden icmalen bahsetmiş. Ben kendimce görüyorum ki, insanın mahiyet-i camia­sında ve istidad-ı hayatiyesinde çok letaif var. Onlardan on tanesi iştihar et­miş. Hatta hükema ve ülema-i zahirî dahi o letaif-i aşerenin pencereleri ve­yahut nümuneleri olan havass-ı hamse-i zâhire, havass-ı hamse-i bâtına diye o letaif-i aşereyi başka bir surette hik­metlerine esas tutmuşlar. Hatta avam ve havas beyninde tearüf etmiş olan insanın letaif-i aşeresi, ehl-i tarikin letaif-i aşeresi ile münasebatdardır. Meselâ vicdan, a’sab, his, akıl, heva, kuvve-i şe­heviye, kuvve-i gadabiye gibi letaifi kalb, ruh ve sırra ilave edilse letaif-i aşereyi başka bir surette gösterir. Daha bu letaiften başka saika, şaika ve hiss-i kabl-el vuku gibi çok letaif var.” (B.L. 347)



2204- qqLEVH-İ MAHFUZ ŽYSE8 ƒY7 : Her türlü değişiklik ve bo­zul­malardan muhafaza edilmiş levha. Olmuş ve olacak bütün mevcudat ve hâdisa­tın bütün ahval ve hususiyetleriyle yazılı bulunduğu kader levhası. (Bak: Kader, Sa­daka)

2205- Levh-i Mahfuz’un hakikatını bir derece anlamak için, onun tereşşuhatı hükmünde olan nümuneleri nazara alınmalıdır. Meselâ:

“Nasıl küçük küçük cüzdanlar, büyük bir kütüğün vücudunu ihsas eder ve kü­çük küçük senedler, bir defter-i kebirin bulunduğunu iş’ar eder ve kü­çük kesretli tereşşuhatlar, büyük bir su menbaını işmam eder. Aynen öyle de: Küçük küçük cüzdanlar hükmünde; hem birer küçük levh-i mahfuz mana­sında; hem büyük levh-i mahfuzu yazan kalemden tereşşuh eden küçük kü­çük noktalar suretinde olan benî beşerin kuvve-i hâfızaları, ağaçların meyve­leri, meyvelerin çekirdekleri, tohumları; elbette bir hâfıza-i kübrayı, bir def­ter-i ekberi, bir levh-i mahfuz-u azamı ihsas eder, iş’ar eder ve isbat eder, belki keskin akıllara gösterir.” (S.53) (Bak: Hafiziyet, Kitab-ı Mübin)



2206- Kur’anda Levh-i Mahfuz ifadesi geçtiği gibi, ona telmih eden ifa­deler de vardır.Ezcümle bir âyette şöyle buyuruluyor:

“(85:21) °f[¬D«8 °–³~²h­5 Yüksek, şanlı bir Kur’andır. ¯ŽY­S²E«8 ®ƒ²Y«7 |¬4 (85:22) bir “Levh-i Mahfuz”dadır. Allah’ın hıfzıyla tahriften, yanlışlıktan masun bir levhde sabit ve mahfuzdur. Bu levh, lisan-ı şer’îde meşhur olan Levh-i Mahfuz’dur ki, Sure-i Yasin’de (36:12) ¯w[¬A­8 ¯•_«8¬~ |¬4 ­˜_«X²[«M²&«~ ¯š²|«- Çu­6«— buyurulduğu üzere, bütün eşyanın yazıldığı sahife-i vücuddur. Onun da aslı, ümm-ül kitab olan ilmullahdır.” (E.T. 5696)

Diğer bir âyet de şöyledir: “(13:39) ­a¬A²C­<«— ­š_«L«< _«8 ¬yÁV7~ ~Y­E²W«< Allah dile­di­ğini mahv ü isbat eyler.

Gerek tekvinde ve gerek teşri’de dilediğini mahveder. Vücuddan siler, hüküm­den iskat, eserini izale eyler. Dilediğini de onun yerine veya re’sen sa­bit kılar. Ev­vela tekvin hususunda görülüyor ki, Allahu Teala âlemde birta­kım şeyleri ifna ve izale ederken diğer bir takım şeyleri de durduruyor veya yeniden vücuda getiriyor. Allah böyle dilediğini mahv, dilediğini isbat eyler.

(13:39) ¬_«B¬U²7~ Ç•­~ ­˜«f²X¬2«— ve ümm-ül kitab ancak onun indindedir. Bütün kitabların mebdei, asl ü esası olan, hiçbir vechile değişmeyen, mahv ü isbatı müm­kün olmayan lâyetegayyer, ana kitab, daha doğrusu kitab anası, düstur-u a’lâ, kütük ancak Allah’ın indindedir ki, o Levh-i Mahfuz veya ilm-i ezelî-i İlahîdir. Değişecek, değişmeyecek, giden, kalan herşey onda yazılıdır. Hepsi malumdur. Onun için fer’î olan diğer kitablarda cereyan eden nesihden, mahv ü isbattan Allah Teala’ya bedâ lâzım gelmez. Ve yine onun içindir ki, tekvin ve teşri’de mahv ü isbat cereyan ettiği halde ümm-ül kitaba nazaran °w¬¶<_«6 «Y­; _«W¬" ­v«V«T²7~ År«% (200) dir. Herşey yazılmış, bitmiş­tir, kalem kurumuştur. Yeniden yazılacak hiçbir şey yoktur.” (E.T. 3002)

Kur’anda (6:38) (17:58) (50:4) (57:22) âyetleri de Levh-i Mahfuz’a işaret eder.



Atıf notları:

-Kuvve-i hâfıza Levh-i Mahfuz’dan haber verir, bak: 206.p.

-Levh-i Ezelî’nin bütün ahval ve vukuatı ihata etmesi, bak: 752.p.

2207- qqLEYLE-İ KADR ‡f5 šyV[7 : Ramazan-ı mübarekin ve senenin en kudsi ve kıymetli gecesi. Kur’an âyetlerinin ilk defa vahiy ile gelmeye başladığı gece. (Bak: Şuhur-u Selase)

Atıf notu:

-Kur’anın Leyle-i Kadir’de inzali, bak: 2135.p.

2208- qqLEZZET ?±g7 : Tad, çeşni. Hoş ve güzel olan şey.

Çok şeylerde olduğu gibi lezzetin de meşru ve gayr-ı meşru kısımları vardır. Ve Şeriat kitablarında meşruiyet hududları tayin edilmiştir. Meşru lezzetin de bir kısmı manevi ve uhrevidir ki, iman çekirdeğinden nemalanır. Diğeri ise lezaiz-i cismani­yedir. Bunları ekser gafil insanlar gayr-ı meşru lez­zetlerle karıştırıp sefahet yoluna girerler.



2209- “Dünyanın akıbeti ne olursa olsun, lezaizi terketmek evladır. Çünki akı­betin ya saadettir, saadet ise şu fani lezaizin terkiyle olur. Veya şe­kavettir. Ölüm ve idam intizarında bulunan bir adam, sehpanın tezyin ve süslendirilmesinden zevk ve lezzet alabilir mi? Dünyasının akıbetini küfür saikasıyla adem-i mutlak olduğunu te­vehhüm eden adam için de, terk-i lezaiz evladır. Çünki o lezaizin zevaliyle vukua gelen hususi ve mukayyed ademler­den adem-i mutlakın elîm elemleri her dakikada hissediliyor. Bu gibi lezzet­ler, o elemlere galebe edemez.” (M.N. l19)

“Bu dünya menzilinde görünen leziz şeyler, lezzet ve zevk için değildir. Çünki visallerinin lezzeti, firaklarının elemine mukabil gelmez. Maahaza o lezzetlerden hiç kimse tam manasıyla muradına nail olamaz. Ya o lezzetlerin ömürleri kısa olur veya insanın ömrü kısa olduğundan muradına yetişemez. Ancak o lezzetler ve o nefis şeyler, ibret ve şükre sevk içindir. Çünki onlar; Cenab-ı Hakk’ın ehl-i iman için Cennetlerde İhzar ettiği hakiki nimetlere nümunelerdir.” (M.N.44)



2210- “Ey sersem nefsim ve ey pürheves arkadaşım! Ayâ, zannediyor musunuz ki, vazife-i hayatınız yalnız terbiye-i medeniye ile güzelce muha­faza-i nefs etmek, ayıb olmasın batın ve fercin hizmetine mi münhasırdır? Yahut zannediyor musunuz ki, hayatınızın makinesinde dercedilen şu nâzik letaif ve maneviyat ve şu hassas aza ve âlat ve şu muntazam cevarih ve cihazat ve şu müteccessis havas ve hissiyatın gaye-i yeganesi; şu hayat-ı faniyede, nefs-i rezilenin, hevasat-ı süfliyenin tatmini için istimaline mi münhasırdır? Haşa ve kella!” (S.128)

221l- “Ey zevk ve lezzete mübtela insan! Ben yetmişbeş yaşımda binler tecrü­belerle ve hüccetlerle ve hâdiselerle aynelyakîn bildim ki: Hakiki zevk ve elemsiz lezzet ve kedersiz sevinç ve hayattaki saadet yalnız imandadır ve iman hakikatleri dairesinde bulunur. Yoksa dünyevî bir lezzette çok elemler var. Bir üzüm tanesini yedirir on tokat vurur gibi hayatın lezzetini kaçırır.” (S.150)

“Hayatın zevkini ve lezzetini isterseniz, hayatınızı iman ile hayatlandırınız ve feraizle zinnetlendiniz ve günahlardan çekinmekle muha­faza ediniz.” (S. 146)

“Evet gençlik damarı, akıldan ziyade hissiyatı dinler. His ve heves ise kördür, akıbeti görmez. Bir dirhem hazır lezzeti, ileride bir batman lezzete tercih eder. Bir dakika intikam lezzeti ile katleder, seksen binsaat hapis elemlerini çeker. Ve bir saat sefahet keyfiyle bir namus mes’elesinde; binler gün hem hapsin, hem düşmanın en­dişesinden sıkıntılarla ömrünün saadeti mahvolur. Bunlara kıyasen biçare gençlerin çok vartaları var ki, en tatlı ha­yatını en acı ve acınacak bir hayata çeviriyorlar.” (S.148)

“Hem zeval-i lezzet elem olduğu gibi, zeval-i elem dahi lezzettir. Evet herkes geçmiş lezzetli, safalı günlerini düşünse; teessüf ve tahassür elem-i manevîsini his­sedip “Eyvah” der ve geçmiş musibetli, elemli günlerini ta­hattur etse; zevalinden bir manevi lezzet hisseder ki, “Elhamdülillah şükür, o belâ sevabını bıraktı gitti” der. Ferah ile teneffüs eder. Demek bir saat mu­vakkat elem, ruhta bir manevi lezzet bırakır ve lezzetli saat, bilakis elem bı­rakır.” (S.150) (Lezzetin zevali elemdir, bak: 533.p.)



2212- “İnsan bu dünyaya keyif sürmek ve lezzet almak için gelmediğine, mü­temadiyen gelenlerin gitmesi ve gençlerin ihtiyarlaşması ve mütemadiyen zeval ve firakta yuvarlanması şahittir. Hem insan, zihayatın en mükemmeli, en yükseği ve cihazatça en zengini, belki zihayatların sultanı hükmünde iken, geçmiş lezzetler ve gelecek belâları düşünmek vasıtasıyla, hayvana nisbeten en edna bir derecede, ancak kederli, meşakkatli bir hayat geçiriyor. Demek insan, bu dünyaya yalnız güzel yaşa­mak için ve rahatla ve safa ile ömür ge­çirmek için gelmemiştir. Belki azîm bir ser­maye elinde bulunan insan, bu­rada ticaret ile, ebedî, daimî bir hayatın saadetine ça­lışmak için gelmiştir. Onun eline verilen sermaye de ömürdür.” (L.206) O halde ömür sermayesi, vazife-i asliyede sarfedilmelidir.

2213- Lezzet kelimesi Kur’anda (37:46) (43:71) (47:15) âyetlerinde Cen­net’teki lezzetleri ifade makamında geçmektedir.

Atıf notları:

-İlahî lezzet-i mukaddese, bak: 884.p.

-Nisbîliğe dayanmayan hakiki lezzetler, bak: 1437.p.

-Şerlerden lezzet alan fâsıklar, bak: 3537.p.

-Lezzet, tagayyür-ü âlemin mayesidir, bak: 893.p.

-Lezzeti şükür için istemek caiz olur, bak: 39.p.

-Gaflet ve dalalet, lezzeti acılaştırıyor, bak: 1255,331l.p.lar

-Lezzetlere mana-yı harfi ile bakılmalı, bak: 2241.p.

-Fâtır-ı Hakîm Kitab-ı Mübin’in düsturlarını güzel bir surette ve has bir lezzette icmal edip derceder, bak: 1348.p.

-Cennet’te lezaiz-i cisminayenin bulunduğu, bak: 540,1219.p.lar

2214- qqLİBAS ‰_A7 : Giyilecek şey. Elbise. *Karı ve koca.* Mc:İctima’. *Şübhe kabul eden söz. (Bak: Tesettür)

Atıf notları:

-Âyette geçen takva libasının izahı, bak: 1712.p.

-Libas-ı Cennet, bak: 3775.p.ta âyet notu.

-Libas-ı takva en hayırlı libastır, bak: 3655.p.ta âyet notu.

2215- qqLİHYE-İ ŞERİF r: Peygamberimiz Hz.Muhammed’e (A.S.M.) ait sakaldan bazıları. Sakal-ı şerif.

“Hadisçe sabittir ki, Resul-i Ekrem Aleyhissalatü Vesselâm’ın Lihye-i Sa­adetin­den düşen saçların taneleri mahduttur. Otuz kırk tane veya elli altmış tane gibi az bir miktarda iken, binler yerde Lihye-i Saadetin saçları bulun­ması, beni bir zaman çok düşündürdü. O vakit hatırıma gelmiş ki:

Lihye-i Saadet, yalnız Lihye-i Şerifin saçlarından ibaret değil, belki re’s-i mübarekinin tıraş oldukça hiçbir şeyini kaybetmiyen Sahabeler, o nurlu ve mübarek ve daimî yaşayacak saçları muhafaza etmişler. Onlar binlerdir. Şim­diki mevcuda müsavi gelebilirler.

Yine o vakit hatırıma geldi ki: Acaba her camide bulunan, sened-i sahih ile bu saç Hazret-i Risaletin saçı olduğu sabit midir ki, ona karşı ziyaret makbul olabilsin? Birden hatıra geldi ki: O saçların ziyareti, vesiledir. Resul-i Ekrem Aleyhissalatü Vesselâm’a karşı salavat getirmeye sebeb ve bir hürmet ve muhabbete medardır. Vesilelik ciheti o şeyin zatına bakmaz, vesilelik ci­hetine bakar. Onun için eğer bir saç hakiki olarak Lihye-i Saadetten olmazsa, madem zahir hale göre öyle telakki edilmiş ve o vesilelik vazifesini yapıyor ve hürmete ve teveccühe ve salavata vesile oluyor; kat’i sened ile o saçın za­tını teşhis ve tayin lâzım değildir. Yalnız aksine kat’i delil olmasın, yeter. Çünki telakkiyat-ı amme ve kabul-ü ümmet, bir nevi hüccet hükmüne geçer.

Bazı ehl-i takva böyle işlerde, ya takva veya ihtiyat veya azimet nokta­sında iliş­seler de, hususi ilişirler. Bid’a da deseler, bid’a-i hasene nev’inde da­hildir. Çünki ve­sile-i salavattır.” (L.106)

2216- qqLİSAN –_K7 : Dil, konuşma dili. Lehçe. (Bak: Arabiyat, Dil, Edebi­yat, Elsine, Terceme)

Lisan, bir milletin düşünce, ilim, medeniyet ve fazilet gibi milli hususi­yetlerini gösteren miyardır. Zira lisanın temeli olan kelimeler, kendilerine izafe edilen mana ve mefhumları nakleder. Bu itibarla lisan, bir milletin ma­nevî, fikrî ve medenî sevi­yesinin derecesini gösteren bir ölçüdür. Nitekim bir hadis kitabı olan Keşf-ül Hafa’da, 1943 numaralı hadis, “Kelâm, mütekelli­min sıfatını gösterir” mealindedir. Kur’an (47:30) âyeti, Peygamber’e (A.S.M.) hitabla, münafıkların tanınması maka­mında: “Sözün üslub ve eda­sından onları muhakkak tanırsın” mealindeki beyanı, bu hakikata da işaret eder Bediüzzaman Hazretleri bu hakikata işareten şöyle der: “Bir milletin mizacı o milletin hissiyatının menşei olduğu gibi, lisan-ı millîsi de his­siyatının ma’kesidir.” (Mu.78)

Demek ki bir millet, bir cemiyet veya bir zümre, düşünüp hissedebildiği mana ve mefhumları, kullandığı kelimelere yüklemektedir. Bu sebeble mad­deci ve inkârcı ve maneviyatsız milletlerin ve cemiyetlerin lisanı, inkârcı an­layışı; imanlı, manevi­yatçı ve şahsiyetli milletin lisanı da, imanlı fazileti telkin eder.

Manevî ve ilmî seviyesi yüksek olan bir millet, kullandığı lisanın kelime­lerini değişitirmezse, millî kültür ve tarihî şahsiyetini devam ettirir. Aksi halde, dilini ba­sitleştiren veya yabancı dillere kapı açın milletler, tedricen cılız ve basit dereceye dü­şer ve yabancı ideolojilerin ve milletlerin düşünce istila­sına uğrar. Meselâ, Dil Ku­rum’nun sözlüğünde “Cin: Masallara ve boş-inaçlara göre, göze görünmeyen, gö­ründüğü vakit elle tutulmayan varlık” diye karşılık veriliyor. Kahraman ve Müslü­man Türk milletinin lügatlarında meselâ Kamus-u Türkî’de “Cin: Taife-i beşerin gayrı olarak görünmez ecsam-ı latifeden ibaret bir cins mahlukattır” şeklinde ifade edilir.

Dil Kurumu’nun tarifini kabul eden kimsenin imanı tehlikeye düşer. Çünkü Kur’anda cinnin varlığı çok âyetlerde açıkça anlatılır. Kamus-u Türkî’nin ifadesi ise dine uygundur. Bu hususta çok örnekler gösterilebilir.

İşte böylesine Müslüman Türk milletinin manevi mefhum ve değerleri, dilcilik perdesi altında tahrif edilip müsbet mecrasından yabancı ve inkârcı ideolojilerin le­hine saptırılırsa, yetişen gençlik elbetteki milliyetine bağlı kal­maz ve ecdadından mi­ras kalan manevi değerlerini korumaz.

Milli ve tarihî şahsiyete sahib olan bir millet, günümüzün şartları içinde, tedri­satında, matbuat ve radyo gibi neşir organlarında bilhassa lügat kitablarında, millî kültürünü ve şahsiyetini idame eden lisanını bozmamalıdır ki, millî değerler, dü­şünce ve hisler devam etsin.

Her lisan, zaman seyri içinde bazı yabancı veya yerli yeni kelimeleri içine alır ve normal olarak o lisana mal olurlar. Yukarıda kullandığımız Fransızca asıllı (normal) kelimesinin Türkçeye mal olması gibi.... Fakat zorlamalarla, kaide dışı uydurma ke­limeler, lisan içine sokulursa, lisan da, ilim de, milletin fazilet ve tarihî şahsiyeti de zedelenir.



2217- Lisanın tekâmülü: “Lisan, insan gibi çok devirleri yaşıyarak ve çok tavır ve inkılabları geçirerek, çok asırlar terakki ederek, türlü türlü şekilleri, intizamsızlık­ları, perişaniyetleri gördükten sonra hal-i hazırdaki şekle girmiş­tir. Eğer şimdi el’an zamanın seylinde çalkalanıp giden lisanın bakiye kalan yıkıntıları, harabe ve enkazla­rına bakıp (el’an) kelimesinin karnında birikeni düşünebilsen, lisanın tarih-i hayatını ve neşv ü nemasının keyfiyetini görebi­leceksin. Şöyle ki:

2218- Lisan, ilk saha-i vücuda çıktığı devirde, savtlar içerisinde görün­mez, işi­tilmez bir takım oturtulmamış zaif harflerin tohumuna benzeyen ve ekserisi tam fıt­ratı temsile delalet eden bir vaziyette idi. Sonra manaların bi­raz toplanmasıyla heca vaziyetine terakki etti. Sonra fikirler, garazlar çoğala­rak terkib başladı. (Lisanın o zamanlardaki örnekleri şimdi de şark memle­ketlerinde vardır.)

Sonra maksadların kısımlarına göre tasrifi bir surete girdi. Sonra ince ince hissi­yat, latif latif nükteler ona devredilmesiyle nahvî bir şekil aldı, ki li­sanın bu son va­ziyetine en üstün hâkim Arab lisanıdır ki, muhtasarı ihtisar eden hem mûcez, hem mutlak, hem kısa, hem uzun bir lisandır. Sonra bu li­san dahi daimî şekilde mecazı hakikate kalbettiği için iştiraki tevlid etmiştir. Sonra aralarındaki münasebeti unut­tuğu ve sıfatın cümuda inkılab etmesi hikmetiyle teradüfleri doğurmuştur. Ve daha buna göre kıyas et!

Demek elfaz ve manalar arasındaki tenasüb, kelimeler arasında vukua gelen iş­tikak ve tenasülün neticesidir. “(M.Nu.640)

2219- Lisan hakkında âyetlerden birkaç not:

-Her Peygamber, kavminin lisanı ile geldi: (14:4) Ayrıca: (19:97) (26:194,195) (44:58) âyetleri de alâkalıdır.

-Harun (A.S.) lisan-ı fasih sahibi idi: (28:34)

-Lisanların çeşitliliği, âyâtullahtandır: (30:22)

Atıf notları:

-Âhirzaman fitnesinde lisanına sahib olmak, bak: 989.p.

-Kur’an lisanı hakkında âyette geçen “Lisanün Arabiyyün Mübin” tabiri, bak: 2683.p.

2220- qqLİSAN-I HAL Ä_& ¬–_K7 : Hal dili, Bir şeyin hal ve tavrıyla mana ifade etmesi ve ondan ders ve ibret alınması. Allah’ın san’at eserleri olan bütün var­lıkların nizama, hikmet ve maslahatlarla tanzim ve techizleri ve gösterdikleri hal ve etvarları onların lisan-ı halleridir ki, ehl-i tefekküre Sani’lerini yadettiriyorlar. Öyle de herbir müslüman dahi ahlâk ve ameliyle Din-i İslâm’ın kemalatını ef’aliyle ve ya­şayarak göstermelidir. En kuvvetli tebliğ ve ders, fiilîdir, lisan-ı haldir ve a’mal-i salihadır. (Bak: A’mal-i Saliha)

Evet “lisanın, Kur’anın âyetlerini âleme duyururken, hal ve etvar ve ah­lâkın da onun manasını neşretsin; lisan-ı halin ile de Kur’anı oku. O zaman sen dünyanın efendisi, âlemin reisi ve insaniyetin vasıta-i saadeti olursun!” (T.H. 157)

“Hazmolmayan ilim, telkin edilmemeli:

Hakiki mürşid-i âlim; koyun olur, kuş olmaz. Hasbî verir ilmini.

Koyun verir kuzusuna hazmolmuş musaffa sütünü.

Kuş veriyor ferhine lüab-âlaud kayyını.” (S.706) (Bak: Ahlâk, Şahsiyet)



Atıf notları:

-Ahlâk-ı İslâmiyeyi ef’al ile izhar etmek, bak: 1708.p.

-Hakaik-i Kur’aniyenin boğazdan aşağıya geçmiyeceği rivayeti, bak: 3969/1.p.

2221- qqLOKMAN HAKÎM v[U& –_WT7 : Kur’an-ı Kerim’de ismi geçen büyük zatlardan olup öğütleri ve ahlâki, tıbbî sözleri ile tanınmıştır. Hz. Davud (A.S.) zamanında yaşadığı rivayet edilmektedir. Peygamber veya veli olduğu husu­sunda ihtilaf vardır.

2222- Bir âyette şöyle buyurulur: “(31:12) «}«W²U¬E²7~ «w«W²T­7 _«X²[«#³~ ²f«T«7«— “Şa­nım hakkı için Lokman’a hikmet verdik.” Lokman Hakîm’in kim olduğu hakkın­daki ri­vayetlerin hülasası Ebussuud’un nakline göre şudur: Lokman İbn-i Baura ki, Azer evladından olup Eyyüb (A.S.) ın hemşire veya teyzeza­desi imiş. Uzun müddet ya­şamış, Davud Aleyhisselâm’a yetişmiş ve ondan ilim ahzetmiş ve onun ba’sından evvel ifta da edermiş, ilh... Sahib-i san’at imiş, Benî İsrail’de kadılık ettiği de söy­lenmiş. Bazıların bunun bir nebi ol­duğuna da kail olmuşlar ise de cumhurun kav­lince nebi değil bir hakîm idi. İbn-i Rüşd’ün Tehafüt’ünde dediği gibi, her nebi ha­kîm ise de, her hakîm nebi değildir.” (E.T. 3842)

Atıf notu:

-Hz.Lokman’ın oğluna nasihatleri, bak: 3760/8-ll.p.lar.

2223- qqLUT (A.S.) Y7 : Hz.İbrahim’in kardeşi Harran oğlu Lut (A.S.), onunla beraber Babil diyarından Şam yakasına geçmişti. Sodom nahiyesine Pey­gamber oldu. Bu nahiyenin ahalisi ehl-i küfür ve fücur idi. Yolsuz gider­lerdi ve hiç­bir kavmin yapmadığı fuhşiyatı yaparlardı. Hz. Lut, onları doğru yola davet etti, dinlemediler ve çok nasihat etti, kabul etmediler. Cenab-ı Hak da onların başına taş yağdırdı ve zelzele ile köylerinin altını üstüne ge­tirdi. Cümlesi helâk oldu. Yalnız Lut (A.S.), ehl-i beytiyle geceleyin içlerin­den çıkıp kurtuldu. (Kısas-ı Enbiya’dan)

2224- Lut Aleyhisselâm hakkında âyetlerden bir kaç not:

-Lut (A.S.) kıssası: (7:80 ilâ 84)

-Lut kavmine azab me’muru olan meleklerle İbrahim (A.S.) arasında cereyan eden muha­vere ve Lut kıssası ve kavmine azabın gelmesi: (ll:70 ilâ 83,89) (15:52 ilâ 77) (26:160 ilâ 174) (27:54 ilâ 58) (29:28 ilâ 35) (37:133 ilâ 138) (54:33 ilâ 39)

-Lut (A.S.) ın İbrahim’e (A.S.) iman etmesi: (29:26)

-Lut kavmi hizbi: (38:13)

-Lut (A.S.)ın ailesi kâfirlere bir misal ve ibrettir: (66:10)

-Lut ismi: (6:86) (21:71,74) (22:43) (50:13) âyetlerinde de geçer.

Lutiliği takbih eden rivayetler de vardır. Ezcümle, İbn-i Hanbel (l/217) (2/182,210) ve Ebu Davud, hudud/28 ve R.E. 3003/1l. (Bak: 4104.p.sonu)




Yüklə 13,72 Mb.

Dostları ilə paylaş:
1   ...   87   88   89   90   91   92   93   94   ...   169




Verilənlər bazası müəlliflik hüququ ilə müdafiə olunur ©muhaz.org 2024
rəhbərliyinə müraciət

gir | qeydiyyatdan keç
    Ana səhifə


yükləyin