2289/1- qqMEDRESE y,‡f8 : Ders yapılan yer. Dinî derslerin okutulduğu, okunduğu yer. Bu medreselerde hayatını tahsile hasreden talebe-i ulûma çok değer verilmiştir. (Bak: 203.p.) Zira medrese tahsilinin asıl gayesi, ulûm-u âliye denilen tahkikî iman ve hikemiyat-ı Kur’aniyeyi ve fazilet-i İslâmiyeyi kazanmaktır. Fakat Osmanlı Devleti’nin bilhassa son devirlerinde Arabî gramer ve sarf, nahiv gibi âlet ilimlerine fazla ağırlık verilerek medreselerin asıl gayesi zayıf kaldı. (Bak: 256.p.)
Cumhuriyet döneminde ise -ıslah edilmesi gerekirken- 3 Mart 1924’de kabul edilen Tevhid-i Tedrisat Kanunu ile hükümet tarafından medreseler maalesef tamamen kapatıldı; tedrisat hükümetin tekelinde kaldı. Ancak 1950 sonrası halkın gayretiyle açılan Kur’an Kursları ve laik devletin kontrolünde bulunan İmam Hatip Okulları, Yüksek İslâm Enstitüleri ve İlahiyat Fakültesi devletin müsaadesi ve tasarrufu çerçevesinde açılmış fakat asrın dinî ihtiyacı karşısında çok eksik ve yetersiz kalmıştır. Asrın fitnesine karşı gerekli olan ilim, fazilet ve irşad iktidarına sahip olamamıştır. Hatta Bediüzzaman Hazretleri Osmanlı Devleti’nin son devresindeki Darülfünun’u dahi maneviyat ve iman-ı tahkikî cihetinde eksik görmüştür. (Bak: l120.p.)
Bu sebeble kendisi asrın ihtiyacına cevap verecek, manevi yapısı sağlam ve bid’alardan uzak, dinî bir darülfünün açmak hususunda Sultan II. Abdülhamid devrinden beri hükümet erkânına teklifler getirmiştir. Bu mesele ile alâkalı olarak Tarihçe-i Hayatında ve bazı eserlerinde şu izahat verilmektedir:
2289/2- “Bediüzzaman, Ankara’da bulunduğu müddetçe en birinci maksadı olan Şark Darülfünununun te’sisi için uğraşmaktan kat’iyyen geri durmadı. Bir gün meb’uslar heyetine der:
-Bütün hayatımda bu darülfünunu takib ediyorum. Sultan Reşad ve ittihadcılar yirmibin altın lira verdiler. Siz de o kadar ilave ediniz..
O zaman yüzelli bin banknot vermeye karar verdiler. Bunun üzerine, “Bunu meb’uslar imza etmelidirler.” der. Bazı meb’uslar diyorlar ki:
-Yalnız sen medrese usulüyle, sırf İslâmiyet noktasında gidiyorsun; halbuki şimdi garblılara benzemek lâzım. Bediüzzaman:
-O Vilayet-ı Şarkiye, âlem-i İslâmın bir nevi merkezi hükmündedir; fünun-u cedide yanında, ulûm-u diniye de lâzım ve elzemdir. Çünki ekser enbiyanın şarkta, ekser hükemanın garbda gelmesi gösteriyor ki; şarkın terakkiyatı dinle kaimdir. Başka vilayetlerde sırf fünun-u cedide okuttursanız da şarkta her halde millet, vatan maslahatı namına, ulûm-u diniye esas olmalıdır. Yoksa Türk olmayan müslümanlar, Türk’e hakiki kardeşliğini hissedemiyecek.Şimdi bu kadar düşmanlara karşı teavün ve tesanüde muhtacız. Hatta bu hususta size bir hakikatlı misal vereyim:
Eskiden Türk olmayan bir talebem vardı. Eski medresemde, hamiyetli ve gayet zeki o talebem, ulûm-u diniyeden aldığı hamiyet dersi ile her vakit derdi: “Salih bir Türk, elbette fâsık kardeşimden ve babamdan bana daha ziyade kardeştir ve akrabadır.” Sonra aynı talebe, talihsizliğinden, sırf maddî fünun-u cedide okumuş. Sonra ben, dört sene sonra esaretten gelince onunla konuştum. Hamiyet-i milliye bahsi oldu. O dedi ki: “Ben şimdi rafizî bir Kürd’ü, salih bir Türk hocasına tercih ederim.” Ben de: “Eyvah! dedim, ne kadar bozulmuşsun?! Bir hafta çalıştım, onu kurtardım; eski hakikatlı hamiyete çevirdim. İşte ey meb’uslar! O talebenin evvelki hali, Türk Milleti’ne ne kadar lüzumu var. İkinci hali, ne kadar vatan menfaatine uygun olmadığını fikrinize havale ediyorum. Demek-farz-ı muhal olarak-siz başka yerde dünyayı dine tercih edip, siyasetçe dine ehemmiyet vermeseniz de; her halde şark vilayetlerinde din tedrisatına azami ehemmiyet vermeniz lâzım. Bu hakikatlı maruzat üzerine muhalifler dışarı çıkıp, 163 meb’us o kararı imza ederler.” (T.H.143)
2289/3- Hem bu darülfünunda Risale-i Nur okutulmalıdır. Evet” te’sis edilecek Şark Darüfünununun ilk müteşebbisinin bir ders kitabı olan ve ulûm-u müsbete ve fenniye ile ulûm-u imaniyeyi barıştıran ve bu otuz seneden beri bütün feylesoflara meydan okuyan ve resmî ülemaya dokunduğu ve eski hükümetle resmen mübareze ettiği halde bütün bunlar tarafından takdir ve tahsine mazhar olan ve mahkemelerde beraet kazanan Risale-i Nur’un bu vatan ve millete te’min ettiği asayiş ve emniyettir ki: İslâm memleketlerinde, hususan Fas’ta, Mısır ve Suriye ve İran gibi yerlerde vuku bulan dahilî karışıklıkların bu vatanda görülmemesidir. İşte nasılki bu vatan ve millette Risale-i Nur-emniyet ve asayişin ihlaline sair memleketlerden daha ziyade esbab bulunmasına rağmen-asayişi te’min etmesi gösteriyor ki; o Doğu Üniversitesi’nin te’sisi, beşeri müsalemet-i umumiyeye mazhar kılacaktır. Çünki şimdi tahribat manevi olduğu için ona mukabil tamirci manevi bir atom bombası lâzımdır. İşte bu zamanda tahribatın manevi olduğuna ve ona karşı mukabelenin de ancak tamirci manevi atom bombasıyla mümkün olabileceğine kat’i bir delil olarak üniversitenin mebde’ ve çekirdeği olan Risale-i Nur’un bu otuz sene içerisinde Avrupa’dan gelen dehşetli dalalet ve felsefe ve dinsizlik hücumlarına bir sed teşkil etmesidir. O manevi tahribata karşı Risale-i Nur tamirci ve manevi bir atom bombası olmuş...” (E.L.II.185)
Evet “ulûm-u diniye o üniversitede esas olacak. Çünki hariçteki kuvvet tahribatı manevidir, imansızlıkladır. O manevi tahribata karşı atom bombası ancak manevi cihetinde maneviyattan kuvvet alıp o tahribatı durdurabilir.” (E.L.II.225)
Hem bu darülfünunu “ medrese nam me’luf ve me’nus ve cazibedar ve şevk-engiz itibarı olduğu halde büyük bir hakikatı tazammun ettiğinden rağabatı uyandıran o mübarek medrese ismiyle tesmiye.” Hem”fünun-u cedideyi, ulûm-u medaris ile mezc ve derc.. ve Lisan-ı Arabî vacib, Kürdî caiz, Türkî lâzım kılmak...” (Mün.77)
2298/4- Maarif-i cedide denen müsbet fenlerin, tabiat kanunlarına ve sebeblere müessiriyet veren ifade şeklinin İslâmîleştirilmesini isteyen Bediüzzaman Hazretleri bu çok ehemmiyetli hususu şöyle ifade eder:
“Zahiren hariçten cereyen eden maarif-i cedidenin bir mecrası da, bir kısım ehl-i medrese olmalı. Ta gıll ü gıştan tasaffi etsin.
Zira bulanıklığıyla başka mecradan taaffün ile gelmiş ve atalet bataklığından neş’et istibdad sümûmu ile teneffüs eden, zulüm tazyiki ile ezilen efkâra bu müteaffin su, bazı aksülamel yaptığından, misfat-ı şeriat ile süzdürmek zaruridir. Bu da ehl-i medresenin dûş-u himmetine muhavveldir.” (H.Ş. 92) (Bak: Maarif)
2289/5- Bediüzzaman Hazretlerinin te’sisini çok arzu ettiği bu darülfünun, çeşitli manialar sebebiyle tahakkuk etmeyince, imanî ve dinî dersleri ihtiva eden Risale-i Nur eserlerini te’lif ederek bu eserlerin okunduğu gayr-ı resmî Nur medreselerinin açılmasının lüzumunu bildirdi ve bu medreseler Anadolu sathında yaygınlaştı. Bu medreselerde Risale-i Nur eserlerinin okunmasıyla talebe-i ulûm (Bak: Talebe-i Ulûm) şerefinin kazanılacağını beyan eden Bediüzzaman, hizmetkâr talebeleriyle beraber bulunduğu medresede hayatı boyunca Risale-i Nur eserlerini okutup ve okuyarak medrese hayatını bilfiil ihya etmiştir. İman sahasında son asrın tecdid hareketinin merkeziyetini teşkil eden bu medreseler devam ediyor ve kıyamete kadar da devam edecektir. Zira Risale-i Nur’da beyan olunan malum üç vazifenin en birincisi ve en ehemmiyetlisi olan iman hizmetinin merkeziyetini teşkil eden Nurculuğun manevi medreseleri sahasında yerini alan manevi hizmet hey’etinin, İslâmiyet’in gelecekteki hâkimiyet devresinde de mezkûr birinci vazifenin istinadgâhı olarak manevi bir ordu şeklinde devam edeceğini beyan eden Hz. Bediüzzaman, vasiyetnameleri ile de bu hususu te’minat altına almıştır. (Bak: 2303 ve 3940.p.lar)
Bu bahsolunan Risale-i Nur medreselerinin hizmet-i diniyeye ve tekamüle vesile olabilmesi için bazı ehemmiyetli hususiyetleri bulunması gerekiyor.
Mâlum olduğu üzere cemiyet veya cemaatlardaki yaşayış tarzları ve sohbetleri gibi hususiyetler, ferdlere te’sir eden en ehemmiyetli sebeblerdir.
Risale-i Nur eserlerinden İçtihad Risalesinde mukayese edilen Asr-ı Saadet cemiyetiyle asrımızın cemiyeti arasında müsbet ve menfi te’sir unsurları olan sebebler üzerinde durulur.
Asr-ı Saadetteki cemiyet, iyi niyet sahibi olanların istidad ve kabiliyetlerini emsalsiz derecede, dince makbul kemalatın inkişafına vesile olurken, asrımızdaki cemiyet hayatı, kemâlata mani olan tereddiye itmektedir.
Asr-ı Saadetteki cemiyette bütün sohbetler ve umumî olarak merak edilip rağbet gören mes’eleler, kelâm-ı ilâhiyeden murad ve marziyat-ı İlâhiyeyi anlamak ve âhireti kazanmak idi. Zamanımızda ise:
l: Hayat-ı Dünyeviyenin te’mini...
2: Siyaset merakları...
3: Felsefenin revacı... Yani: dinî hükümlere tabi olmak yerine, kendi arzusuna ve aklına göre dini te’vil edip veya dini mevzu etmeden hareket etmekle kendi isteklerine uymaktır. (Bak: 3698.p.) Böyle bir cemiyetteki ferdlerin ekserisi, şahsî ve dünyevî menfaat ve zevklerine bağlı, nefis ve enaniyetine mübtela ve hak nizamına uymayıp ihtilaflara yol açan ve hamiyet-i diniye ve vataniye hislerinden mahrum bir hale düşerler.
Böyle bir hale düşmemenin ehemmiyetli bir çaresi, Asr-ı Saadet cemiyetinin mezkûr hususiyetlerine bir derece sahip olan bir cemaat içinde olmaktır.
Bu cemaat, asrın içtimaî üç hastalığı olan hayat-ı dünyeviye ve dünyanın makamı ve maaşına teşvik eden, siyasi mes’elelere nazarları çevirip merakı tahrik eden ve aklî muhakeme ve nefsanî temayüllerle dinî hükümlerde tasarrufa yol açan sohbet, anlayış ve çalışmalara bünyesinde yer vermez.
İşte Bediüzzaman Hazretleri Nur cemaatinin haslar dairesini bu hususiyetler içerisinde tutar. En birinci vazifesi olan iman hizmetinin istinad ettiği medreseler sahasında buluşup birleşen ve cemiyetin mezkûr menfi te’sirlerinden azâde kalmaları için siyasî ve içtimaî mücadelelerden uzak duran bir müsbet cemaat-i kalileden (Bak: 958/1,1979,2477/1,3941.plar) yani haslar dairesinin bulunmasını ısrarla ister. Ancak ehl-i siyasetin ikaz ve irşadı gibi hususların ifası müstesnadır.
Hem bu dar ve haslar dairesi resmiyetin müdahalesi altına girmez ve ehl-i siyasetin icraatına karşı vicdan-ı âmme müvacehesinde mürakabe ve nezzare vazifesini de yapar, halkı ikaz eder. (Bak: 1332.p.sonu ve 1339.p.sonu)
Cemiyetin ve geniş dairede çalışan nurcuların manevî istinad noktası (Bak: 3940/3 p.son yarısı) ve mürşid makamında bir şahs-ı manevi (Bak: 3374/1.p.sondan 3. bend) bir itimad merkezi olarak bulunması gereken ve 199.p. da beyan edilen Al-i Beytin vazifesini deruhte eden bu dar daire cemaati bulunmazsa veya geniş daireye temayül ederek keyfiyyet hususiyetlerini zayıflatır veya kaybederse, artık dünyanın vazifesi bitiyor demektir.
Böyle nümune-i imtisal bir daire mensupları, azâmî takva, azimet, ihlâs, sadakat, sebat ve istiğna gibi keyfiyyet şartlarına itina göstermelidir. Haram-helâl demeyip rast gelen menfaatlara el atmamalıdır. İstiğna düsturunu, takva ve azîmeti takib etmek gayretinde olmalıdır. (Bak: Azimet)
Bilhassa zamanımızda helâl-haramı tefrik etmiyenlerden gelecek yardımları almak şöyle dursun Allah namına vermek ihlâsını kazanmamış ve nam, teveccüh ve hürmet kazanmak hislerini karıştıranlardan dahi, muavenetlerini almamak tavsiye ediliyor. (Bak: 329/3.p.)
2289/6- Devlet müdahaleleri ve tasarruflarının üstünde olan bu manevi hizmet tefeyyüz medreseleri devam etmekle beraber, ittihad-ı İslâm iktidarının hâkimiyeti devrinde, Eski Said’in tahakkukunu takib ettiği mezkûr medresenin de te’sisini isteyen Bediüzzaman Hazretleri talebelerine hitaben şöyle der:
“Tarih denilen mazi derelerinden sizin yüksek istikbalinize uzanan telsiz telgraf ile sizin ile konuşuyorum. Ne yapayım acele ettim, kışta geldim. Siz inşaallah cennet-asa bir baharda gelirsiniz. Şimdi ekilen nur tohumları, zemininizde çiçek açacaklar. Sizden şunu rica ederim ki, mazi kıt’asına geçmek için geldiğiniz vakit mezarıma uğrayınız. O çiçeklerin birkaç tanesini mezar taşı denilen, kemiklerimi misafir eden toprağın kapısıcısının başına takınız. (Yani İhtiyar Risalesi’nin Onüçüncü Rica’sında beyan ettiği gibi, Medreset-üz Zehra’nın mekteb-i ibtidaîsi ve Van’ın yekpare taşı olan kal’asının altında bulunan Horhor Medresemin vefat etmesi ve Anadolu’da bütün medreselerin kapatılması ile vefat etmelerine işaret ederek umumunun bir mezarı ekberi hükmünde olmasına bir alamet olarak o azametli mezara azametli Van kal’ası mezar taşı olmuş. Ey yüz sene sonra gelenler! (Bak: 3911.p.) Şu kal’anın başında bir medrese-i nuriye çiçeğini yapınız.)
Cismen dirilmemiş, fakat ruhen baki ve geniş bir hey’ette yaşayan Medreset-üz Zehra’yı cismanî bir surette bina ediniz, demektir. Zaten Eski Said ekser hayatı o medresenin hayaliyle gitmiş ve o matbu risalenin 147 nci sahifeden ta 157 nci sahifeye kadar Medreset-üz Zehra’nın te’sisine ve faydalarına dair ehemmiyetli hakikatları yazmış.
Bir fal-i hayırdır ki; yirmibeş senelik dehşetli ve medreseleri öldüren istibdadın kırılması ile Maarif Vekili Tevfik, Van’da, Şark Üniversitesi namında Medreset-üz Zehra’yı inşa etmesine karar vermesi ve ümidin haricinde reis Celal dahi mühim mes’eleler içinde Tevfik’in fikrine iştirak etmesi, Eski Said’in kırk sene evvel sözü ve ricası doğru çıkacağını gösteriyor.” (E.L.II.110)
Atıf notları:
-Dershane durumundaki evler, bak: 3700.p.
-Medrese-i Nuriyelerin açılması, bak: 3940,3940/1.p.lar
-Kadınların dershanesi kendi evleridir, bak: 184.p.
2290- qqMEDYUM •Y: (Latince “medium”dan) İspritizma denilen bir çeşit “gizli ilim” ile uğraşanlara göre, ruhlarla temas kurabilen ve onlardan gaybî haberler alabilen kimse.
2291- Medyumluk, Eskiçağdan beri sihirbazlar ve bazı şahıslar arasında devam ederek günümüze kadar gelmiştir. Geçen asırda Avrupa ve Amerika’da ruhun varlığına inanıp bunun ilmî olarak isbat edilebileceğini kabul eden bazı kimseler, ispritizma (Fr. spritisme), parapsikoloji, metapsikoloji, metabiyoloji gibi adlar altında medyumluğa ilmî bir kisve giydirmeye çalışmışlardır.
2292- Bu çeşit çalışma ve araştırmalar, aslında ruhun varlığını inkâr eden maddeci bir zihniyete karşı bir nevi aksülameldi. Zira geçen asır, komünizm, materyalizm, Fröydizm (Fr. Freudisme), Darvinizm gibi dine karşı ve inkârcı cereyanların dehşetlenmeye başladığı bir zamanın mühim bir merhalesi olmuştur. Temelleri itibariyle gayr-i ilmî oldukları halde, kendilerini ilmî bir vasıfta imiş gibi takdim ve propaganda yolu ile bir kısım insanları iğfal edip dalalete sevkeden bu menfi cereyanlara karşı ruhçuluğa inanan Avrupa ve Amerika’daki bazı çevreler, muarızlarına karşı fikirlerini daha müsbet bir yolda müdafaa ihtiyacını duymuşlardır.
Milli ve milletlerarası cemiyetler tesis edilerek daha geniş çevrelere hitab etme ve tesir sahasını genişletme, neticede kendini bir nevi ilim olarak kabul ettirme gayretleri müşahede edilmektedir. Ne kadarki bu nevi faaliyetleri iyi niyetle yürütenler olduğu gibi, bu çalışmaları asıl gayesinden saptırıp, uyanan alâkayı istismar etmek veya itimadı sarsıp maddeci inkârcı cereyanlara karşı zafiyete düşürücü şarlatanlıkları karıştırmak istiyenler de vardır.
Nitekim medyumluk ve ispritizma, bazı ilim çevrelerinde münazaa mevzuu olmuş ve olmakta devam etmektedir. Bunlar arasında madde-dışı ruhî hâdiseleri kabul etmeyip medyumluk ve ispritizmayı peşinen reddedenler olduğu gibi, müşahede ve tesbit edilen bir kısım hâdiseleri kabul etmekle beraber bunlaran izahının yine maddi bir açıdan yapılabileceğini iddia edenler veya hâdiselere daha tarafsız bakan ve bu nevi hâdiseleri, inkâr edilmemesi gereken fakat madde ilimlerinin metodlarıyla izah edilemiyecek vakıalar olarak ileri süren (J.B.Rhine gibi) kimseler de vardır.
2293- Medyumluktaki gözboyacılığı ve şarlatanlıkları bir tarafa bırakarak, bazı tarafsız ilim adamlarının da kabul ettiği gibi, inkârı kabil olmıyan bazı müşahedeleri ve vakıaları nasıl değerlendirmek ve izah etmek gerekir, şeklinde bir sual varid olabilmektedir.. Bu meselede ifrat ve tefrite sapmadan yani yanlış, yanıltıcı, mübalağalı izah ve görüşlere itibar etmeden ve inkârcılığa da sapmadan , hâdisenin asıl mahiyetine bakmak gerektir. Nitekim medyumluk ve ispritizmacılıkla alâkalı nakledilen hâdiselerin ciddi ve doğru bir değerlendirmesi İslâm nokta-i nazarından yapılmıştır. (Bak: Cin, İspritizma)
2294- qqMEHDİ >fZ8 : Hidayete eren veya Allah tarafından hususiyetle hidayete erdiren ve hidayete vesile olan. Sahib-üz zaman.
“Hususî ve şahsî bir tarzda Allah’ın hidayetine mazhar olan, kendisine Cenab-ı Hak tarafından yol gösterilen ve bu cihetle de dinî vazifesinde hatalardan korunmuş olan” manasınadır. Bu kelime ihtida etmiş olanlar için de kullanılmıştır. Mehdi-yi Resul, Mehdi-yi Muntazır da denir. Ahir zamanda gelip bütün müslümanları hakaik-i imaniye ve Kur’aniyeyi cami’ eserleri ile uyandıracak, dinlerini takviye ve imanlarını tecdid edecek olan ve Peygamberimizin (A.S.M.) âlinden bir zattır. (O.A.L.) (Bak: Deccal, Müceddid)
2294/1- Dinî bir şahsiyetin mehdilik ve müceddidlik makamına sahip olduğunun bilinmesi için o zatın yüksek ilim ve kemalat sahibi olması gerektiği gibi, aynı zamanda asrında zuhur eden muannidane ve nifakkârane şer cereyanının manevi tahribatına karşı tam bir fedakârlık ve cesaretle tamire çalışması ve hatta idam tehlikelerine rağmen hakikatı izhar edip ve nifak cereyanının mahiyetini de izhar etmesi lâzımdır. Böylece bu zatın vazifedar bir şahsiyet olduğu anlaşılır. Evet Deccal varsa, Mehdi de olacaktır. (Bak: R.K.K. 81l. hadisin sonu) Rivayetlerde Mehdi, yeryüzü cevr ü zulüm ile dolu olduğu, ihtilafların, içtimaî sarsıntıların (ihtilallerin) şiddetlendiği zamanda zuhur edeceği kaydedilir. (203)
Demek müceddidlik, bir fesad ve fitne devresinde zuhur eder. Normal bir İslâmî cemiyetin içinde pek çok mürşidler ve yüksek ilim ve kemalât sahibi zatlar gelmişler. Fakat âhirzamandaki gibi ciddi bir fitne ile karşılaşmayanları, müceddidlik vasfı yerine mürşid-i azam veya kutb-u azam gibi sıfatlarla tavsif edilmişlerdir. Âhirzamanın en son ve en büyük Süfyanî fitnesine karşı (Bak: Süfyan) en büyük müceddid ve onun cereyanı vazifedar olur.
Deccal’ın en dehşetli tarafı, onun fitnekâr cereyanı olduğu için, Mehdi’nin de ona karşı olan cereyanı vardır.
2294/2- Evet yukarıda temas edildiği gibi, aynı zaman içinde bulunan mütekabil bu iki cereyan, İslâm cemiyetlerinde muhtelif zaman ve mekânda, devre devre zuhur eder. Âhirzaman devresindeki ise, bunların en şiddetlisidir. (Bak: A’ver)
Bir hadiste şöyle buyurulur:
«}«W²U¬E²7~ y«7 yÁV7~ `¬Z«< `«;«— _«W;f«&«~ ¬–«Ÿ%«‡ |¬B¬±8~ |¬4 –YU«<
(204) ¬–_«O²[ÅL7~ ¬}«X²B¬4 ²w¬8 Çf«-«~ ¬}Å8²~ ¬˜¬g«; |«V«2 yB«X²B¬4 –«Ÿ²[«3 h«'³²~«—
Bu hadis-i şerif, ümmet-i Muhammediyenin hayatı nokta-i nazarında çok şamil bir te’siri haiz iki şahsı haber vermektedir. Bunlardan biri, mahz-ı mevhibe-i İlahiye olacak ve kendisine hikmet-i İlahiye ve hikmet-i Kur’aniye ihsan edilecek. Diğeri de, fitnesi bu ümmet-i Muhammed’e şeytandan daha te’sirli olan bir şerir zalim olacaktır.
Bu şerir şahsın tahribatına karşı, tamirci ve manen vazifedar şahsın ilmi, mezkûr hadiste de geçtiği üzere, vehbîdir. (Bak: 3210.psonu) (Asrın müceddidini tanıma imkânı, bak: 2685.p.)
2294/3- Mezkûr Mehdi mes’elesinde, daha çok avam tabakası Mehdi’nin bir ferdi olarak hâkimiyetini düşünür. Halbuki zaman cemaat zamanı olduğundan, bu zamanda şahsî dehâlar değil, şahs-i manevînin hükmettiği ve iman, hayat ve şeriat tabir edilen üç vazifenin bir şahısta veya muayyen bir cemaatte cem’ olup yüklenemeyeceği hükmü, Risale-i Nur’un muhtelif yerlerinde tasrih edilmiştir. Ezcümle, Bediüzzaman bir eserinde şöyle demektedir.
“Bu zamanda öyle fevkalâda hâkim cereyanlar var ki, herşeyi kendi hesabanı aldığı için, faraza hakiki beklenilen o zat dahi bu zamanda gelse, herakâtını o cereyanlara kaptırmamak için siyaset âlemindeki vaziyetten feragat edecek ve hedefini değiştirecek diye tahmin ediyorum.
Hem üç mes’ele var: Biri hayat, biri şeriat, biri imandır. Hakikat noktasında en mühimmi ve en a’zamı, iman mes’elesidir. Fakat şimdiki umumun nazarında ve hal-i âlem ilcaatında en mühim mes’ele, hayat ve şeriat göründüğünden o zat şimdi olsa da, üç mes’eleyi birden umum ruy-i zeminde vaziyetlerini değiştirmek nev’-i beşerdeki cari olan âdetullaha muvafık gelmediğinden, her halde en azam mes’eleyi esas yapıp, öteki mes’eleleri esas yapmayacak. Ta ki iman hizmeti safvetini umumun nazarında bozmasın ve avamın çabuk iğfal olunabilen akıllarında, o hizmet başka maksadlara âlet olmadığı tahakkuk etsin.” (K.L.90) (Bak: 2689,2690,2899/1.p.lar)
2295- “Sual: Âhirzamanda Hz. Mehdi geleceğine ve fesada girmiş âlemi ıslah edeceğine dair müteaddid rivayat-ı sahiha var. Halbuki şu zaman, cemaat zamanıdır; şahıs zamanı değil. Şahıs ne kadar dâhî ve hatta yüz dâhî derecesinde olsa bir cemaatın mümessili olmazsa, bir cemaatın şahs-ı manevîsini temsil etmezse; muhalif bir cemaatın şahs-ı manevîsine karşı mağlubdur. Şu zamanda, kuvvet-i velayeti ne kadar yüksek olursa olsun, böyle bir cemaat-ı beşeriyenin ifsadat-ı azîmesi içinde nasıl ıslah eder? Eğer Mehdi’nin bütün işleri hârika olsa, şu dünyada hikmet-i İlahiyeye ve kavanîn-i âdetullaha muhalif düşer. Bu mehdi mes’elesinin sırrını anlamak isityoruz?
Elcevab: Cenab-ı Hak, kemal-i rahmetinden, Şeriat-ı İslâmiyenin ebediyetine bir eser-i himayet olarak, her bir fesad-ı ümmet zamanında bir muslih veya bir müceddid veya bir halife-i zişan veya bir kutb-u a’zam veya bir mürşid-i ekmel veyahut bir nevi Mehdi hükmünde mübarek zatları göndermiş, fesadı izale edip milleti ıslah etmiş. Din-i Ahmedî’yi (A.S.M.) muhafaza etmiş.
Madem âdeti öyle cereyan ediyor; âhirzamanın en büyük fesadı zamanında; elbette en büyük bir müctehid, hem en büyük bir müceddid, hem hâkim, hem mehdi, hem mürşid, hem kutb-u a’zam olarak bir zat-ı nuranîyi gönderecek ve o zat da Ehl-i Beyt-i Nebevî’den olacaktır. Cenab-ı Hak bir dakika zarfından beyn-es sema ve-l arz âlemini bulutlarla doldurup boşalttığı gibi, bir saniyede denizin fırtınalarını teskin eder ve bahar içinde bir saatte yaz mevsiminin nümunesini ve yazda bir saatte kış fırtınasını icad eden Kadir-i Zülcelal, Mehdi ile de âlem-i İslâmın zulümatını dağıtabilir va’detmiştir, va’dini elbette yapacaktır.
Kudret-i ilahiye noktasında bakılsa, gayet kolaydır. Eğer daire-i esbab ve hikmet-i Rabbaniye noktasında düşünülse, yine o kadar ma’kul ve vukua lâyıktır ki; eğer Muhbir-i Sadık’tan rivayet olmazsa dahi, herhalde öyle olmak lâzım gelir ve olacaktır, diye ehl-i tefekkür hükmeder.
2296- Şöyle ki: Felillahilhamd
|«V«2 «a²[ÅV«. _«W«6 ¯fÅW«E8_«9¬f¬±[«, ¬Ä³~|«V«2«— ¯fÅW«E8 _«9¬f¬±[«, |«V«2 ¬±u«. ÅvZÅV7«~
°f[¬D«8 °f[¬W«& «tÅ9¬~ «w[¬W«7_«Q7²~ |¬4 «v[¬;~«h²"¬~ ¬Ä³~ |«V«2«— «v[¬;~«h²"¬~ duası umum ümmet umum namazında, günde beş def’a tekrar ettikleri bu dua-bilmüşahade kabul olmuştur ki; Âl-i Muhammed Aleyhissalatü Vesselâm, Âl-i İbrahim Aleyhisselâm gibi öyle bir vaziyet almış ki; umum mübarek silsilelerin başında, umum aktar ve a’sarın mecma’larında o nuranî zatlar kumandanlık ediyorlar. (*) Ve öyle bir kesrettedirler ki; o kumandanların mecmu’u, muazzam bir ordu teşkil ediyorlar. Eğer maddi şekle girse ve bir tesanüd ile bir fırka vaziyetini alsalar, İslâmiyet dinini milliyet-i mukaddese hükmünde rabıta-i ittifak ve intibah yapsalar, hiçbir milletin ordusu onlara karşı dayanamaz! İşte o pek kesretli o muktedir ordu, Âl-i Muhammed Aleyhissalatü Vesselâm’dır ve Hazret-i Mehdi’nin en has ordusudur.
Evet bugün tarih-i âlemde hiçbir nesil, şecere ile ve senedlerle ve an’ane ile birbirine muttasıl ve en yüksek şeref ve âlî haseb ve asil neseb ile mümtaz hiçbir nesil yoktur ki, Âl-i Beyt’ten gelen seyyidler nesli kadar kuvvetli ve ehemmiyetli bulunsun. Eski zamandan beri bütün ehl-i hakikatın fırkaları başında onlar ve ehl-i kemalin namdar reisleri yine onlardır. Şimdi de kemiyeten milyonları geçen bir nesl-i mübarektir. Mütenebbih ve kalbleri imanlı ve muhabbet-i Nebevî ile dolu ve cihandeğer şeref-i intisabıyla serfirazdırlar. Böyle bir cemaat-ı azîme içindeki mukaddes kuvveti tehyic edecek ve uyandıracak hâdisat-ı azîme vücuda geliyor. Elbette o kuvvet-i azîmedeki bir hamiyet-i âliye feveran edecek ve Hazret-i Mehdi başına geçip, tarîk-ı hak ve hakikata sevkedecek. Böyle olmak ve böyle olmasını; bu kıştan sonra baharın gelmesi gibi, âdetullahtan ve rahmet-i İlahiyeden bekleriz ve beklemekte haklıyız...
Dostları ilə paylaş: |