2340- Kur’an, şahsî menfaat düşüncesiyle olan kazanmayı takbih, menfaat-ı umumiye hesabına kazanmayı tahsin eder. Birinci tarzda kazanç, hem şahsın hem cemiyetin zararına, ikinci tarz ise menfaatınadır. Bu hakikat Kur’anın ifade şekillerinde dahi mevcuddur. Meselâ:
“(2:286) ²a«A«K«B²6 _«8 _«Z²[«V«2«— ²a«A«K«6 _«8 _«Z«7 Herkesin kesb ettiği kendine, iktisab ettiği de aleyhinedir. Kesb ve iktisab lügatta ve Kur’anda bir manaya kullanıldığı gibi farklı olarak da kullanılır. Ragıb şunu da beyan eder ki: “Kesb hem kendi ve hem başkası için kazanıp aldığına; iktisab ise sırf kendisi için istifade ettiğine denilir.” Bunun için iktisab şehvet ile, kesb ise hikmet ile alâkadar olur..
Her nefsin hem kendi, hem başkaları için kazanıp aldığı sırf kendi lehinedir. Asıl kazanç böyle kazançtır ki, hayır buna derler. Hayır her halde sahibinindir. Bilakis şehvet ü hırsına mağlub olarak, “ben, ben” diye yalnız kendisi için kazandığı da zararınadır. Zira o kendi kendine yaşamaz, kazanmak için bile âhare muhtaçtır. Binaenaleyh teklif-i İlahî bu menfaati temin ve o zararı def’ içindir. Bunda hodgâmlıkla diğergâmlığın güzel bir tevfiki vardır.” (E.T. 998)
2341- Her hangi bir kimsenin kendisi için meşru kabul ettiği bir şeyi başkaları için de meşru kabul etmesi gerektir. Buna göre bir insan yalnız kendi menfaatı nokta-i nazarında çalışır ve başkalarının menfaatını düşünmezse, herkesin de kendi anlayışı gibi yalnız menfaatı için çalışacağını kabul etmek mecburiyetinde olduğu gibi; başkalarının menfaatı düşüncesiyle çalışan diğer bir şahıs dahi herkesin de başkasının menfaat ve amme hizmeti namına çalışacağını düşünebilir. Bir cemiyet içinde birinci tarz çalışmada kişi kendi sanatı noktasında birkaç kişiyi kandırabilir. Fakat çok şeylere muhtaç olan bu insan, bu ihtiyaçların tedarikinde münasebet kuracağı çok çeşitli iş sahibleri tarafından aldatılacaktır. ikinci şahıs ise birkaç kişiyi aldatmamasına bedel, efradı birbirini aldatmaz bir cemiyet içinde yaşayacaktır. İşte İslâm cemiyeti budur. Kur’anda bir âyetin ifade şeklinden çıkan bir ahlâk kaidesiyle dahi, bir cemiyet ne kadar mükemmel bir saadete nail olacağı gösteriyor ki, Kur’an terbiyesini alan insanlardan müteşekkil bir cemiyet ne kadar huzurlu ve müterakki olacaktır.
2342- Evet “bazılarımızdaki dikkatsizlikten ve ecnebilerin zararlı seciyelerini almamızdan, kuvvetli ve kudsi İslâmî milliyetimizle beraber herkes nefsi! nefsî” demekle ve milletin menfaatini düşünmemekle -menfaat-ı şahsiyesini düşünmekle- bin adam, bir adam hükmüne sukut eder.
¬p²AÅ0~_¬" Ê|¬9 «f«8 yÅ9«¬ ¬–_«K²9¬²~ «w¬8 «j²[«V«4 yK²S«9 yBÅW¬; «–_«6 ²w«8
Yani: Kimin himmeti yalnız nefsi ise, o insan değil. Çünki insanın fıtratı medenidir. Ebna-i cinsini mülahazaya mecburdur. Hayat-ı içtimaiye ile hayat-ı şahsiyesi devam edebilir. Meselâ: Bir ekmeği yese kaç ellere muhtaç ve ona mukabil o elleri manen öptüğünü ve giydiği libasla kaç fabrikayla alâkadar olduğunu kıyas ediniz. Hayvan gibi bir postla yaşıyamadığından ebna-i cinsiyle fıtraten alâkadar olduğundan ve onlara manevi bir fiat vermeğe mecbur bulunduğundan fıtratıyla medeniyetperverdir. Menfaat-ı şahsiyesine hasr-ı nazar eden, insanlıktan çıkar, masum olmayan cani bir hayvan olur. Birşey elinden gelmese, hakiki özrü olsa o müstesna!...” (H.Ş. 59)
Atıf notları:
-Menfaatlarda geri durmalı, bak: 2830.p.
-Medeniyet-i Avrupaiyenin hedefi menfaattır, bak:1312,2273.p.lar
-Hizmet-i diniye mukabilinde maddi menfaatları istememek, bak: İstiğna
2343- qqMENFİ zSX8 : Müsbetin zıddı. Müsbet olmayan. *Nefyedilmiş, sürgün edilmiş. Sürgün. *Birşeyin olmayacak cihetini düşenen. *Hakikatın aksini iddia eden. *Gr: Başında nefiy edatı bulunan kelime veya cümle. *Nâkıs. Negatif, olumsuz. (Bak: Münakaşa, Müsbet Hareket)
Daima nikbinliği ve hüsn-ü zannı teşvik eden Bediüzzaman, bir eserinde şu dersi veriyor:
¬‡«f«U²7~ «w¬8 «w¬8«~ ¬‡«f«T²7_¬" «w«8³~ ²w«8 “Kadere iman eden gam ve hüzünden emin olur” sırrıyla, y«X«K²&«~ ¯š²|«- ¬±u6 ²w¬8 ~—g' “Herşeyin güzel cihetine bakınız” kaidesinin sırrıyla, «t¬¶[«7—~ y«X«K²&«~ «–YQ¬AÅB«[«4 «Ä²Y«T²7~ «–YQ¬W«B²K«< «w<¬gÅ7«~
¬_«A²7«²~ Y7—~ ²v; «t¬¶[«7—~«— yÁV7~ vZ<«f«; «w<¬gÅ7~ (39:18) gayet kısacık bir meali:
“Sözleri dinleyip en güzeline tabi olup fenasına bakmayanlar, hidayet-i ilahiyeye mazhar akıl sahibi onlardır” mealinde. Bizler için şimdi herşeyin iyi tarafına ve güzel cihetine ve ferah verecek vechine bakmak lâzımdır ki manasız, lüzumsuz, zararlı, sıkıntılı, çirkin, geçici haller nazar-ı dikkatimizi celbedip kalbimizi meşgul etmesin. Sekizinci Söz’de bir bahçeye iki adam, biri çıkar biri giriyor. Bahtiyarı bahçedeki çiçeklere, güzel şeylere bakar, safa ile istirahat eder. Diğer bedbaht, temizlemek elinden gelmediği halde çirkin, pis şeylere hasr-ı nazar eder, midesini bulandırır. istirahata bedel sıkıntı çeker, çıkar gider. Şimdi hayat-ı içtimaiye-i beşeriyenin safhaları, hususan Yusufiye medresesi bir bahçe hükmündedir. Hem çirkin, hem güzel, hem kederli, hem ferahlı şeyler beraber bulunur. Âkıl odur ki; ferahlı ve güzel şeylerle meşgul olup, çirkin, sıkıntılı şeylere ehemmiyet vermez, şekva ve merak yerinde şükreder, sevinir.” (Ş.509)
qqMENSUH „YKX8 : (Nesh’den )Hükmü kaldırılmış. Nesholunmuş. Hükümsüz bırakılmış. (Bak: Nesh)
2344- qqMERAK »~h8 : İnsanın bir musibet veya zarar karşısında duyduğu endişe. *Arzu. Heves. Düşkünlük. Kuruntu. Öğrenme isteği. “Acz muhalefetin menşeidir, merak ilmin hocasıdır.” (H.Ş.129)
2344/1- Allah’ın insanlara büyük ihsanlarından biri de merak hissidir. Adeta vagonları gittiği istikamete çeken lokomotif gibi bu his dahi, insanın akıl, hayal ve kalb gibi çok ehemmiyetli ve vazifedar cihazat-ı maneviyesini, alâkalandığı müsbet veya menfi meselelere çekebilir. Eğer bu merak hissi, asıl vazifesine göre hareket ediyor ise, iyi; eğer ölçüsüz ise çok zararlı neticelere götürür.
Evet her hissin ifrat ve tefriti ve sırat-ı müstakimi olduğu gibi merak hissinin de ifrat, tefrit ve vasatı vardır. Hayatta hiçbir şeyi merak etmemek, tefrit; lüzumlu-lüzumsuz herşeyi merak edip meşgul olmak ifrat; dinde ehemmiyet verilen hususlara, ehemmiyet derecelerine göre merakla meşgul olmak ise, vasat ve sırat-ı müstakimdir. (Bak: Sırat-ı Müstakim)
Ancak bir kısım insanlar meşru vazife ve ihtisas sahalarında, ikinci derecede olarak meraklarını sarfedebilirler.
İnsanın merak ettiği çok şeyler var ki, Kur’an’da onlar çok mücmel veya işaret ve ima durumundadır ve insanın merak ettiği gibi tafsilatla bildirilmemiştir. Bazan da Kur’anda bir şeyin vücudundan haber verilir ve mahiyeti veya tafsilatı bildirilmez. Kısas-ı Enbiyadan haber veren (4:164) âyeti gibi.. Demek nazar-ı Kur’anda o mes’elenin ehemmiyet derecesi o kadardır. Çünkü Kur’an, insanın dünyaya geliş hikmeti itibariyle, insanlara hitab ediyor. Yoksa merakımızı tatmin için değil. Her hissimiz tam manasıyla âhirette tatmin olacağı gibi, merak hissimiz de orada tatmin olur. Evet kâinatın ibtidasından intihasına kadar küçük büyük meraka değer her şey muhafaza edilip, âhirette ebedî olarak gösterilecektir. Âlemde abes yok. O halde şimdiden herşeyi merak etmekte ifrata gerek yoktur. Belki dünyada iken bu fevkalâde hârika ve ebedî manzaralar olarak hıfzedilen icraat-ı İlahiyeyi âhirette seyretmek liyakatını kazanmayı merak edip ona göre çalışmak gerektir. (Bak: l123.p.)
“Bilirsin ki en ziyade insanı tahrik eden meraktır. Hatta eğer sana denilse: “Yarı ömrünü, yarı malını versen; Kamer’den ve Müşteri’den biri gelir, Kamer’de ve Müşteri’de ne var, ne yok, ahvalini sana haber verecek. Hem doğru olarak senin istikbalini ve başına ne geleceğini doğru olarak haber verecek.” Merakın varsa vereceksin. Halbuki şu zat (A.S.M.) öyle bir Sultanın ahbarını söylüyor ki: Memleketinde Kamer bir sinek gibi bir pervane etrafında döner. O Arz olan o pervane ise, bir lamba etrafında pervaz eder ve o Güneş olan o lamba ise, o Sultanın binler menzillerinden bir misafirhanesinde binler misbahlar içinde bir lambasıdır. Hem öyle acaib bir âlemden hakiki olarak bahsediyor ve öyle bir inkılabdan haber veriyor ki; binler Küre-i Arz bomba olsa patlasalar, o kadar acib olmaz. Bak! Onun lisanında: (101:l) }«2¬‡_«T²7«~ (82:l) ²«h«O«S²9~ š_«W«K7~ ~«†¬~ (81:l) ²«‡¬±Y6 j²WÅL7~ ~«†¬~ gibi sureleri işit.. Hem öyle bir istikbalden doğru olarak haber veriyor ki: Şu dünyevî istikbal ona nisbeten bir katre serap hükmündedir. Hem öyle bir saadetten pek ciddi olarak haber veriyor ki: Bütün saadet-i dünyeviye, ona nisbeten bir berk-i zâilin, bir şems-i sermede nisbeti gidir.” (S.238)
İşte bu hakikat içindir ki, Asr-ı Saadette Sahabeler, merak hissini gayat-ı İlahiyeyi anlamaya tevcih ettiler ve Kur’anı anlamada birinci dereceyi kazandılar.
2345- Evet “içtihadda, yani istinbat-ı ahkâmda, yani Cenab-ı Hakk’ın marziyyatını kelâmından anlamakta, sahabelere yetişilmez. Çünki o zamandaki o büyük inkılab-ı İlahî, marziyyat-ı Rabbaniyeyi ve ahkâm-ı İlahiyeyi anlamak üzere dönerdi. Bütün ezhan, istinbat-ı ahkâma müteveccih idi. Bütün kalbler, “Rabbimizin bizden istediği nedir?” diye merak ederdi. Ahval-i zaman, bu hali işmam ve ihsas edecek bir tarzda cereyan ediyordu. Muhaverat, bu manaları tazammun ederek vuku buluyordu.” (S.491)
Fakat bu asırda hayatî ve siyasî pek çok merakâver hâdisat ve mücadeleler, merak hissini kendine çekip meşgul ediyor ve vazife-i asliyesinden alıkoyuyor. Halbuki “insanın fıtratındaki şiddetli merak ve hararetli muhabbet ve dehşetli hırs ve inadlı taleb ve hakeza şedid hissiyatlar, umûr-u uhreviyeyi kazanmak için verilmiştir.” (M.33)
2346- “Eğer insanın fıtratındaki merak, insaniyet damarıyla sizin farz ve lâzım vazifeniz zararına, o hâdise o geniş boğuşmalara sevkediyor. Bu da bir ihtiyac-ı manevîdir, fıtrîdir derseniz ben de derim:
Kat’iyyen biliniz ki: insanın çok mu’cizatlı hilkatine merak etmeyip, dikkat etmeyerek iki başlı veya üç ayaklı bir insan görse kemal-i merakla temaşasına daldığı gibi, aynen bu asırda nev’-i beşerin muvakkat ve fani, tahripçi geniş hâdiseleri ve zemin yüzünde yüzbin millet ve insan nev’i gibi çok hâdisat-ı acibeye mazhar o milletlerden her baharda yalnız birtek arı milletine ve üzüm taifesine baksan, bu nev’-i beşerdeki hâdisatın yüz def’a daha mucib-i merak ve ruhani, manevi zevklere medar hâdiseler var. Bu hakiki zevklere ehemmiyet vermeyip beşerin zararlı, şerli, ârızî hâdiselerine bu kadar merak ve zevk ile bağlanmak; dünyada ebedî kalmak ve o hâdiseler daimî olmak ve herkese o hâdiseden bir menfaat veya zarar gelmek ve o hâdiseye sebebiyet verenlerin hakiki fail ve mûcid olmak şartıyla olabilir.” (E.L.I 56)
“Hem iman ve hakikat noktasında bu çeşit merakların büyük zararları var. Çünki gaflet verecek ve dünyaya boğduracak ve hakiki vazife-i insaniyeti ve âhireti unutturacak olan en geniş daire ise, siyaset dairesidir.
....Hatta ehl-i hakikat, hakikat ve marifetullahı bulmak için, kesret dairelerini unutmaya çalışıyorlar, ta kalb dağılmasın ve lüzumlu ve kıymetli şeye sarfetmek lâzım gelen merakı, zevki, şevki, lüzumsuz fani şeylerde telef olmasın.” (E.L.I57)
“Ulûm-u imaniyeden sonra, en ehemmiyetli ve en elzem şey, yalnız ve yalnız amel-i salihtir. Çünkü Kur’an-ı Hakîm, aleddevam
¬@«E¬7@ÅM7! !YV¬W«2«: !YX«8³~ «w<¬HÅ7«! diyor. Evet şu kısa ömür, onun için en ehemm olan şeye ancak kifayet edebilir. (Başka şeyler için sermayesi yoktur.)
Amma ecnebilerden alınan ulûm-u kevniye ise, zaruret için ve ihtiyacat için ve san’atlar için ve beşerin istirahatı için olanlardan gayrı, hepsi zararlıdır, muzırdır.” (Bms. 253)
“Elbette en bahtiyar odur ki: Dünya için âhireti unutmasın, âhiretini dünyaya feda etmesin, hayat-ı ebediyesini hayat-ı dünyeviye için bozmasın, malayani şeylerle ömrünü telef etmesin; kendini misafir telakki edip misafirhane sahibinin emirlerine göre hareket etsin; selâmetle kabir kapısını açıp saadet-i ebediyeye girsin.” (M. 72)
Hem siyasi hâdisatı takib edip tarafgirane hareket etmenin manevi mesuliyetleri de vardır. (Bak: 125, 3420.p.lar)
Atıf notları:
-Merakı âfâka dağıtmamalı, bak: 3239, 3410.p.lar
-Merak hissinin müsbet mecrası, bak: 1344.p.
qqMESAKİN w[6_K8 : (Miskin.c.) Ziyadesiyle fakir olanlar. Zavallı, fakir kimseler. *Miskinler, uyuşuklar. *Oturanlar. (Bak. Miskin)
2347- qqMESCİD-İ AKSA |M5¶~ fDK8 : En uzak mescid manasında bir tabir olup, Kur’an (17:l.) âyetinde geçmektedir. Kudüs’teki meşhur caminin ismidir. Beyt-ül Makdis de denir. Uzaklık manasındaki (Kusû: YM5 kökünden gelen (aksa), ism-i tafdil olup en uzak ve nihayet manasına gelir. (Bak: Beyt-ül Makdis) (Mescid-i Aksa’nın inşası, bak: 3457.p.)
2348- qqMESCİD-İ DIRAR (ZIRAR) ‡~h/ fDK8 : Kur’an (9:108) âyetinde geçen ve Mescid-i Takva, Mescid-i Kuba namlarıyla da anılan ve Medine’ye hicret edilince ilk inşa edilen Mescid-i Nebeviyeye mukabil olarak münafıklar tarafından inşa edilen ve miladi 630’da emr-i Nebevî ile yıktırılan mesciddir. Bu mescid hakkında şu bilgi veriliyor:
2349- “Mescid-i Dırar, Kuba münafıkları tarafından Kuba Mescid-i Mübarekinin yanına bir maksad-ı küfr ü nifak ile te’sis edilmiş bir bina idi. Bu münafıklar öteden beri Kuba Mescidinde namaz kılageldikleri halde müslümanlar arasına nifak sokmak için ve sırf müslümanları ızrar etmek maksadıyla bu binayı te’sis etmişlerdi. Siret-i İbn-i Hişam’da İbn-i İshak’ın rivayetine göre, Resul-i Ekrem Tebük seferine hareket edip Medine’ye bir saat mesafede “Zievan” köyüne geldiğinde, bu münafıklardan bir hey’et huzur-u saadete gelerek: Ya Resullallah! Hastalar için ve Kuba mescidine gelemeyen ashab-ı hacet için hususiyle yağmurlu gecelerde namaz kılmak için bir mescid bina ettik; teşrif buyursanız da namaz kıldırsanız, hayr ü bereketle dua buyursanız diye rica etmişlerdi. Resul-i Ekrem de seferden avdet buyurduğunda arzularını is’af edeceğini va’detmişti.
2350- Yine Siret-i İbn-i Hişam’da İbn-i İshak’ın rivayetine göre, Resul-i Ekrem Tebük seferinden dönüşünde bu Zievan köyüne geldiğinde bu münafıklar yine geldiler. Resul-i Ekrem’i kurdukları Dırar Mescidine tekrar davet edip va’dini hatırlattılar. Resul-i Ekrem gitmeye hazırlanırken Sure-i Tevbe’nin şu mealdaki 107. âyeti nazil oldu. “Şu münafıklar ki mü’minlere zarar ve küfre kuvvet vermek için, mü’minlerin arasını açmak için mescid edinirler. Bundan evvel de Allah ve Resulullah’a muharebe eden (Ebu Amir) rahibi bunlar hazırlamışlardı. Bunlar bir de bu mescidi yapmakla hayr ü ibadetten başka bir maksadları olmadığına kat’i yemin ederler. Allah da şehedat eder ki bunlar, bu yeminlerinde kat’iyen yalancıdırlar. Sakın Habibim! Bunların mescidine gidip de namaz kılma!” Bu âyet-i kerimenin sebeb-i nüzulü üzerine Resul-i Ekrem, Malik İbn-i Dahşem ile Ma’n İbn-i Adîyi çağırdı. Bunlara: Haydi hiç durmadan gidiniz! Şu zalim cemaatin mescidlerini yıkınız, yakınız! diye emir verdi. Bu iki İslâm bahadırı müsareatle mescidin bulunduğu Benî Salim İbn-i Avf yurduna vardılar. Ve bu mehabetli emri hiç tereddüd etmeden ifa edip yaktılar, yıktılar.” (S.B.M: ci: 5, sh: 377)
2351- qqMESCİD-İ HARAM •~h& fDK8 : Mekke-i Mükerreme’de ve içinde Kâbe’nin bulunduğu en büyük ve mukaddes ibadet yeri.
Kur’anın muhtelif âyetlerinde geçen Mescid-i Haram ifadesinden yalnız bir bina değil, mukaddes bir yer olan Mekke de kasdedilir. Bu husus hakkında Sahih-i Buhari tercemesi 6. cilt, sahife: 70’de “Haremin Hududu” başlığı altında tafsilat verilir. Kur’an (9:28) âyetinde Mescid-i Haram’a müşriklerin sokulmaması emredilir ve (2:191) (5:2) (9:7) âyetleriyle de bir emniyet merkezi olan Mescid-i Haram’da harp yasağı getirilir. (Bak: Kâbe)
2352- qqMESCİD-İ NEBİ zA9 fDK8 : Medine’de yapılan ilk mescid. Hz.Peygamber (A.S.M.) Medine’ye hicret ettiği zaman Ebu Eyyub el-Ensari’nin evinde misafir olmuş ve oraya komşu olan mahalde Sehl ve Süheyl adlarındaki yetimlere ait olan arsayı satın alarak burada bir mescid yapılmasını emretmiştir. Medine’de yapılan bu ilk mescidin duvarları kerpiçten, sütunları hurma ağacındandı. Tavanı ise hurma yapraklarıyla örtülmüştü. Mescid-i Nebevi Hz. Ömer zamanında Hi. 17 Mi. 638 yılında kârgir olarak yapılıp, bir derece daha genişletilmiş ve Hi. 29 Mi. 649’da Hz. Osman tarafından mermer sütunlarla mükemmel bir surette te’sis olunmuştur. Emevi halifesi Velid b. Abdülmelik zamanında ve Ömer b. Abdülaziz’in Medine valiliği sırasında Mısır’dan getirilen mimarlar ve san’atkârlar tarafından Salih b. Keysan’ın nezaretinde yeniden bina edildi. Abbasi halifelerinden Mehdi ve Me’mun zamanında bir kat daha genişletildi. Eyyubî ve Memlûklu hükümdarları da Mescid-i Nebeviye büyük ilgi gösterip tezyin etmişlerdir. 1517’den sonra Osmanlı hükümdarları da Haremeyn-i Şerifeyn’in imarına büyük gayret sarfetmişlerdir.
En başta Mescid-i Haram, sonra Mescid-i Aksa ve bundan sonra da Mescid-i Nebevî, diğer mescidler arasında mümtaz ve efdal kılındığı, rivayetlerde beyan edilir.
2353- qqMESH eK8 : Bir şeyin suretini çirkin ve kötü hale çevirmek. *Hayvanı kovarak koşturup onu sıkıştırmakla yormak, bîtab hale getirmek.
Mesh hakkında (5: 60) âyetinde, müefessir Hamdi Efendi şu izahatı veriyor: “Ya Muhammed, o ehl-i kitaba şöyle de: Daha fenasını kemal-i ehemmiyetle haber vereyim mi? İşte (5:60) ¬y²[«V«2 «`¬N«3«— yÁV7~ y«X«Q«7 ²w«8 “Allah’ın lanetlediği ve üzerine gazab ettiği «h<¬ˆ_«X«F²7~ «— «?«…«h¬T²7~ ²vZ²X¬8 «u«Q«%«— ve kendilerinden maymunlar ve hınzırlar yaptığı «Y3_ÅO7~«f«A«2«— ve bir de Tağut’a tapan –Tağut’a kulluk eden kimseler– (Bak: Tağut) ¬u[¬AÅK7~ ¬š~«Y«, ²w«2 Çu«/«~«— _®9_«U«8 Êh«- «t¬¶[«³7—~ işte bunlar mevki’ce daha fena ve tarîk-i müstakimden daha ziyade sapmış kimselerdir.”
2354- Kırade ve hanazir yapılanların yani sureten ve ma’nen mesh denilen, bu hale getirilenlerin Ashab-ı Sebt olduğu, bunların gençleri maymun, ihtiyarları da hınzır kılığına konulmuş bulunduğu zikrediliyor ki ümem-i salifede ve ezcümle Benî İsrail’de böyle meshler ma’ruftur. Nasara’da da maide-i İsa ashabı hakkında mesh mervidir. Bunun için bazı müfessirîn kırede, ashab-ı sebt; hanazir, maide-i İsa ashabıdır, demişlerdir... İnsanların böyle hayvan haline konulmasına “mesih” ta’bir olunur ki, ya yalnız ma’nevi veyahut hem surî ve hem manevi olmak üzere iki türlüdür. Mesh-i manevi sefalet-i ahlâkiyye intac eden tahavvül; mesh-i surî ve manevi de sefalet-i ahlâkiyye ile beraber sefalet-i hayatiyeyi intac eden tahavvüldür ki, buna mesh-i hakiki dahi tabir olunur. Memsuh olanlarda tenasül olmaz. Binaenaleyh maymun ve hınzır oldular demek; enva-i hayvanatın maymun ve hınzır tenasülü yapar bir nevi oldular demek değil, sefalet-i külliye içinde inkıraz ve akamete mahkûm oldular demektir.
...Ayette la’netten gadaba, gadabdan mesha, mesihten ubudiyet-i Tağut’a doğru giden silsile-i beyan gösteriyor ki; bunların hey’et-i mecmuası değil, her biri bir şerdir. Ve bunlar içinde ednası la’net, aksası Tağut’a ubudiyettir. Demek ki Tağut’a ubudiyet, bunların cümlesini istilzam eden bir mebde-i şerdir. Bunlar evvela mel’un olur, rahmet-i İlahiyeden teb’id edilir. Saniyen, teb’id ile kalmaz, gazab-ı İlahî başlarına çöker, âlâm ve mesaib içinde kıvranırlar. Salisen, maymun gibi bir insan mukallidi, kararsız, mütelevvin, sahtekâr, bir bakışa zeki, insanın her yaptığını derhal taklid eder, fakat hakikatta ne yaptığını bilmez, taklid derdiyle her felakete atılır, sevk edilir,gayet çirkin, suratsız bir maskaralık timsali veya hınzır gibi canavar, boynu bükülmez, kafası tuttuğuna gider, her habaseti yapar, her pisliği yer, derisi bile debagat kabul etmez, müstekreh, menfur, makhur bir cinayet ve denaet timsali olur, gider.” (E.T. 1724)
2355- Sünuhat adlı eserde, asrımızdaki sefih medeniyetin beş menfi esasından birisi olan “heva”nın beşerin mesh-i manevisine sebeb olduğu şöyle ifade ediliyor:
“Cazibedar hizmeti, heva ve hevesi teşci’ ve arzularını tatmin ve metalibini teshildir.
O heva ise şe’ni, insaniyeti derece-i melekiyeden, dereke-i kelbiyete indirmektir. İnsanın mesh-i manevisine sebeb olmaktır.
Bu medenilerden çoğu, eğer içi dışına çevrilse, kurt, ayı, hınzır, maymun postu görülecek gibi hayele gelir.” (S.T.i.40)
2356- Aynı mevzuda Lemaat’ta manzum tarzda mimsiz medeniyet hakkında ifade şöyledir:
“Cazibedar hizmeti: Heva, hevesi teşci’, teshil; hevasatı, arzuları tatmin; bundan çıkar sefahet.
O heva, hem heves, şe’ni budur daima: İnsanı memsuh eder, sîreti değiştirir. Ma’nevi meshediyor, değişir insaniyet.
Şu medenilerden çoğunun, eğer içini dışına çevirirsen, görürsün;başta maymunla tilki, yılanla ayı, hınzır; sîreti olur suret.
Gelir hayali karşına, postlarıyla tüyleri. İşte şununla görünür meydandaki âsârı...” (S.712)
2357- Lem’alar adlı eserde de mevzuyu te’yiden şu bahis var:
“Ey kâfirlerin çokluklarından ve onların bazı hakaik-ı imaniyenin inkârındaki ittifaklarından telaşa düşen ve itikadını bozan biçare insan! Bil ki, kıymet ve ehemmiyet, kemmiyette ve adet çokluğunda değil, çünki insan eğer insan olmazsa, şeytan bir hayvana inkılab eder. İnsan, bazı frenkler ve frenkmeşrebler gibi ihtirasat-ı hayvaniyede terakki ettikçe, daha şiddetli bir hayvaniyet mertebesini alır. Sen görüyorsun ki, hayvanatın kemmiyet ve adet itibariyle hadsiz bir çokluğu varken, ona nisbeten insan gayet az iken, umum enva-ı hayvanat üstünde sultan ve halife ve hâkim olmuştur. İşte muzır kâfirler ve kâfirlerin yolunda giden sefihler, Cenab-ı Hakk’ın hayvanatından bir nevi habislerdir ki, Fâtır-ı Hakîm onları dünyanın imareti için halketmiştir. Mü’min ibadına ettiği nimetlerin derecelerini bildirmek için, onları bir vâhid-i kıyasî yapıp, akıbetinde müstehak oldukları Cehennem’e teslim eder.” (L.120)
2358- Allah’ın emirlerini dinlemiyen ve nihayet peygamberlerine isyan ve tecavüz eden geçmiş kavimlere ibretlik olmak üzere gelen musibetlerden biri de mesh cezasıdır. Ezcümle Benî İsrail, “deniz kenarında bulunan bir karyede cumartesi gününün hürmetine riayet etmiyerek dinin hududunu tecavüz etmişlerdi de (2:65) «w[¬¶[¬,_«' ®?«…«h¬5 ~Y9Y6 ²vZ«7_«X²VT«4 biz de onlara maymun olunuz, sürününüz dedik.
(2:66) _«Z«S²V«' _«8«— _«Z²<«f«< «w²[«" _«W¬7 ®_«U«9 _«;_«X²V«Q«D«4 Ve bu kıssayı o zaman hazır olanlara ve arkalarından gelen ve gelecek haleflerine (bütün insanlara) ibret-i müessire «w[¬TÅBW²V¬7 ®}«P¬2²Y«8«— ve müttakilere de bir mev’ıza ve muhtıra yaptık.
...Bunlar zahiren ve batınen kuyruklu maymuna mı döndüler? Yoksa zahiren ve sureten insan, batınen ve manen maymun gibi mi oldular?
Bunun tefsirinde iki kavil vardır. Bir hayli müfessirîn zahiren nazaran mesh-i tamme kail olmuşlardır. Fakat Mücahid ve ona peyrev (tabi) olan diğer müfessirîn bu hükmün temsilî olduğuna ve binaenaleyh mesh-i maneviye kail olmuşlardır ki, zamanımızın zihniyetine bu daha karib görünür.” (E.T.378) (7:165) âyeti de aynı hâdiseyi te’yid eder.
2359- Mesh hakkında hadis-i şerifler de vardır. Ezcümle Buhari’nin 59. Kitab-ül Halk, 15. babında zikredilen bir hadisin meali şöyledir:
“Benî İsrail’den bir kavim (mesh olunup) beşer tarihinden silindi, yok oldu. Bilinmez ki o kavim ne (fenalık) işlemiştir. Ben zannetmem ki o ümmet, fareden başka bir şeye mesh ve tahvil edilmiş olsun. Çünkü fare (içsin) diye (bir yere) deve sütü konulursa, onu içmez de koyun sütü konulursa onu içer.” (Ebu Hüreyre der ki) Ben bunu Kâ’b-ül Ahbar’a hikâye ettim. O da bana:
–Ey Ebu Hüreyre! Sen Nebi (Sallallahu Aleyhi Vesellem) den böyle söylediğini işittin mi? diye sordu. Ben de:
–Evet işittim, dedim. Sonra Kâ’b tekrar tekrar bana: Resulullah’tan böyle söylediğini işittin mi? diye sordu. Ben de nihayet (onu reddederek):
–Ben sana Tevrat’ı mı okuyorum. (Ben ancak Resulullah’tan duyduğumu hikâye ediyorum) diye mukabele ettim.” (207) (S.M. 8. ci.548.shf. 2997. hadis ve sh: 140’da 2663. hadis ve mevzu ile alâkalıdır. İ.M. 36. Kitab-ül Fiten, 29. babında ve T.T.5. ci.608. sahifede günah çoğalınca hasf, mesh ve diğer belaların vuku’ bulacağı bildirilir.) (Bak: 2656, 2657.p.lar)
Dostları ilə paylaş: |