2394- Ey insan! Fenaya, ademe, hiçliğe, zulümata, nisyana, çürümeye, dağılmaya ve kesrette boğulmaya gittiğinizi tevehhüm edip düşünmeyiniz! Siz fenaya değil, bekaya gidiyorsunuz. Ademe değil, vücud-u daimîye sevk olunuyorsunuz. Zulümata değil, âlem-i nura gidiyorsunuz. Sahip ve Malik-i Hakiki’nin tarafına gidiyorsunuz ve Sultan-ı Ezelî’nin payitahtına dönüyorsunuz. Kesrette boğulmaya değil, vahdet dairesinde teneffüs edeceksiniz. Firaka değil, visale müteveccihsiniz.” (M.228)
2395- Kur’anın (2:258) (3:156) (7:158) (9:l16) (10:56) (23:80) (40:68) (44:8) (57:2) âyetlerinde geçen “ a[¬W<— Yani: Mevti veren O’dur. Yani: Hayatı veren ol olduğu gibi; hayatı alan, mevti veren dahi yine odur. Evet mevt, yalnız tahrib ve sönmek değildir ki esbaba verilsin, tabiata havale edilsin. Belki nasıl bir tohum zahiren ölüp çürüyor, fakat batınen bir sünbülün hayatına ve yoğurmasına yani cüz’î tohumluk hayatından, küllî sünbül hayatına geçiyor. Öyle de mevt dahi zahiren bir inhilal ve bir intifa göründüğü halde, hakikatta insan için hayat-ı bakiyeye unvan ve mukaddeme ve mebde’ oluyor. Öyle ise; hayatı veren ve idare eden Kadir-i Mutlak, yine elbette mevti o icad eder. Şu kelimedeki mertebe-i uzma-yı tevhidin bir bürhan-ı a’zamına şöyle işaret ederiz ki: Otuzüçüncü Mektub’un Yirmidördüncü Penceresi’nde beyan edildiği gibi: Şu mevcudat, irade-i İlahiye ile seyyaledir. Şu kâinat, emr-i Rabbanî ile seyyaredir. Şu mahlukat, izn-i İlahî ile zaman nehrinde mütemadiyen akıyor.. âlem-i gaybdan gönderiliyor, âlem-i şehadette vücud-u zahirî giydiriliyor. Sonra âlem-i gayba muntazam yağıyor, iniyor. Ve emr-i Rabbanî ile, mütemadiyen istikbalden gelip, hale uğrayarak teneffüs eder, maziye dökülür.
2396- İşte şu mahlukatın şu seyelanı, gayet hakîmane rahmet ve ihsan dairesinde; ve şu seyeranı, gayet alîmane hikmet ve intizam dairesinde; ve şu cereyanı, gayet rahimane şefkat ve mizan dairesinde baştan aşağıya kadar hikmetlerle, maslahatlarla, neticelerle ve gayelerle yapılıyor. Demek bir Kadir-i Zülcelal, bir Hakim-i Zülkemal mütemadiyen tevaif-i mevcudatı ve her taife içindeki cüz’iyatı ve o taifelerden teşekkül eden âlemleri, kudretiyle hayat verip tavzif eder. Sonra hikmetiyle terhis edip mevte mazhar eder; âlem-i gayba gönderir. Daire-i kudretten, daire-i ilme çevirir. İşte hiç mümkün müdür ki: Şu kâinatı, hey’et-i mecmuasıyla çevirmeğe muktedir olmayan ve bütün zamanlara hükmü geçmeyen ve âlemleri hayata, mevte bir ferd gibi mazhar etmeye kudreti yetmiyen ve baharları bir çiçek gibi hayat verip, yer yüzüne takıp, sonra mevt ile ondan koparıp alamıyan bir zat; mevt ve imateye sahip çıkabilsin! Evet en cüz’î bir zihayatın mevti dahi, hayatı gibi bütün hakaik-i hayat ve enva’-ı mevt elinde bulunan bir Zat-ı Zülcelal’in kanunuyla, izniyle, emriyle kuvvetiyle, ilmiyle olmak zaruridir.” (M.239)
2397- “ Ey gaflete dalıp ve bu hayatı tatlı görüp ve âhireti unutup, dünyaya talip bedbaht nefsim! Bilir misin neye benzersin? Deve kuşuna... Avcıyı görür, uçamıyor; başını kuma sokuyor, ta avcı onu görmesin. Koca gövdesi dışarda. Avcı görür. Yalnız o, gözünü kum içinde kapamış, görmez.
Ey nefis! Şu temsile bak, gör: Nasıl dünyaya hasr-ı nazar, aziz bir lezzeti, elîm bir eleme kalbeder. Meselâ şu karyede (yani Barla’da) iki adam bulunur. Birisinin yüzde doksandokuz ahbabı İstanbul’a gitmişler, güzelce yaşıyorlar. Yalnız birtek burada kalmış. O dahi oraya gidecek. Bunun için şu adam İstanbul’a müştaktır; orayı düşünür. Ahbaba kavuşmak ister. Ne vakit ona denilse “Oraya git”, sevinip gülerek gider. İkinci adam ise, yüzde doksandokuz dostları buradan gitmişler. Bir kısmı mahvolmuşlar. Bir kısmı, ne görür, ne de görünür yerlere sokulmuşlar. Perişan olup gitmişler zanneder. Şu biçare adam ise, bütün onlara bedel yalnız bir misafire ünsiyet edip teselli bulmak ister. Onunla o elîm âlâm-ı firakı kapamak ister.
Ey nefis! Başta Habibullah, bütün ahbabın, kabrin öbür tarafındadırlar. Burada kalan bir iki tane ise, onlar da gidiyorlar. Ölümden ürküp, kabirden korkup, başını çevirme. Merdane kabre bak, dinle ne talep eder. Erkekçesine ölümün yüzüne gül; bak ne ister. Sakın gafil olup ikinci adama benzeme.” (S.169)
2397/1- Ölümün temenni edilip edilmemesi hususunda ülemanın farklı reyleri vardır. Kur’an (3:143) âyetinin tefsirinde bazı ülema, temenni-i şehadetin de caiz olmayacağını, bazıları da mezkûr âyetin zahir manası olarak caiz olduğunu beyan ederler.
(12:101) âyetinin tefsirinde de “Yusuf, geçici mihnet ve ibtila, sonu fena ve zeval olan dünya mülkünün mahiyet ve akibetini bildiğinden, daha ilerisine gitmek ve kuvvet elinde iken Mısır’a büsbütün melik olmak sevdasını beslememiş, bilakis dünyadan çekilmek, ebedî hayata can atmak istemiş de bu dua ile vefatını temenni etmiş ve bu hâtime ile âhirete gitmiştir ki, ne güzel dua, ne güzel hâtime. İşte müttakilerin can atacakları gaye, o dünya hazineleri değil, bu hüsn-ü hâtimedir.” (E.T. 2929) diye beyan edilir. (Bak: 4018.p.)
İbn-i Mace 4163. hadisin izahında, ölümü temenni etmenin, bazı ülemaca haram, bazılarınca mekruh sayıldığını, eğer dünya meşakkatlerinden dolayı ise, aynı eserin 4265. hadisin beyanı üzerine (ölmek veya yaşamanın hangisi hayırlı ise) şeklinde dua edilebileceğini, eğer âhiret menfaatları için ise, caiz olduğu kaydedilir. Aynı mevzuda Buhari 75/19, 80/30, 81/7,94/6; Müslim 48. kitab 10-13 hadisleri ve Tirmizi, Nesei, ibn-i Hanbel gibi hadis kitablarında müteaddit rivayat vardır. (R.E.shf.479) daki hadiste, Allah’a inabeli (bağlı) olan uzun ömür tahsin edilir. Kur’an (62:6,7) âyetleri hayatperest Yahudilerin Allah’ın dostu olmadıkları ve günahları sebebiyle asla mevti istemeyeceklerini beyan eder. (Bak: 3978.p.)
2398- Evladı vefat eden mü’minlere teselli ve müjde veren iki noktadır.
“Birinci Nokta: Kur’an-ı Hakîm’de ‘56:17) (76:19) «–—fÅV«F8 °–~«f²7¬— sırrı ve meali şudur ki: Mü’minlerin kablelbüluğ vefat eden evladları, Cennet’te ebedî, sevimli, Cennet’e lâyık bir surette daimî çocuk kalacaklarını ve Cennet’e giden peder ve validelerinin kucaklarında ebedî medar-ı sürurları olacaklarını ve çocuk sevmek ve evlad okşamak gibi en latif bir zevki, ebeveynine te’mine medar olacaklarını... ve herbir lezzetli şey’in Cennet’de bulunduğunu... Cennet tenasül yeri olmadığından, evlad muhabbeti ve okşaması olmadığını diyenlerin hükümleri hakikat olmadığını.. hem dünyada on senelik kısa bir zamanda teellümatla karışık evlad sevmesine ve okşamasına bedel safi, elemsiz milyonlar sene ebedî evlad sevmesini ve okşamasını kazanmak, ehl-i imanın en büyük bir medar-ı saadeti olduğunu şu âyet-i kerime «–—fÅV«F8 °–~«f²7¬— cümlesiyle işaret ediyor ve müjde veriyor. (Bak: Vildan)
2399- İkinci Nokta: Bir zaman bir zat, bir zindanda bulunuyor. Sevimli bir çocuğu yanına gönderilmiş. O biçare mahbus, hem kendi elemini çekiyor, hem veledinin istirahatını te’min edemediği için, onun zahmetiyle müteellim oluyordu. Sonra merhametkâr hâkim ona bir adam gönderir, derki: “Şu çocuk çendan senin evladındır, fakat benim raiyyetim ve milletimdir. Onu ben alacağım, güzel bir sarayda beslettireceğim.” O adam ağlar, sızlar; “Benim medar-ı tesellim olan evladımı vermiyeceğim” der.
Ona arkadaşları der ki: “Senin teessüratın manasızdır. Eğer sen çocuğa acıyorsan, çocuk şu mülevves, ufunetli, sıkıntılı zindana bedel ferahlı, saadetli bir saraya gidecek. Eğer sen nefsin için müteessir oluyorsan, menfaatini arıyorsan; çocuk burada kalsa, muvakkaten şepheli bir menfaatinle beraber, çocuğun meşakkatlerinden çok sıkıntı ve elem çekmek var. Eğer oraya gitse sana bin menfaati var. Çünki padişahın merhametini celbe sebeb olur, sana şefaatçı hükmüne geçer. Padişah, onu seninle görüştürmek arzu edecek. Elbette görüşmek için onu zindana göndermiyecek, belki seni zindandan çıkarıp saraya celbedecek, çocukla görüştürecek. Şu şartla ki, padişaha emniyetin ve itaatin varsa.”
2400- İşte şu temsil gibi, aziz kardeşim, senin gibi mü’minlerin evladı vefat ettikleri vakit şöyle düşünmeli: Şu veled masumdur, onun Hâliki dahi Rahim ve Kerim’dir. Benim nâkıs terbiye ve şefkatime bedel, gayet kâmil olan inayet ve rahmetine aldı. Dünyanın elemli, musibetli, meşakkatli zindanından çıkarıp Cennet-ül Firdevs’ine gönderdi. O çocuğa ne mutlu! Şu dünyada kalsaydı, kimbilir ne şekle girerdi? Onun için ben ona acımıyorum, bahtiyar biliyorum.
Kaldı kendi nefsime ait menfaati için, kendime dahi acımıyorum, elîm müteessir olmuyorum. Çünki dünyada kalsaydı, on senelik muvakkat elemle karışık bir evlad muhabbeti te’min edecekti. Eğer salih olsaydı, dünya işinde muktedir olsaydı, belki bana yardım edecekti. Fakat vefatıyla, ebedî Cennet’te on milyon sene bana evlad muhabbetine medar ve saadet-i ebediyeye vesile bir şefaatçı hükmüne geçer. Elbette ve elbette meşkûk, muaccel bir menfaati kaybeden, muhakkak ve müeccel bin menfaati kazanan elîm teessürat göstermez; me’yusane feryad etmez.” (M.77-79)
2401- Hem “vesile-i saadet-i dareyn olan iman ve İslâmiyet, mü’mine der ki: Şu sekeratta olan çocuğun Hâlik-ı Rahim’i, onu bu fani dünyadan çıkarıp Cenet’ine götürecek. Hem sana şefaatçı, hem ebedî bir evlad yapacak. Müfarakat muvakkattır, merak etme.
(2:156) «–YQ¬%~«‡ ¬y²[«7¬~ _Å9¬~«— ¬yÅV¬7 _Å9¬~ ¬yÅV¬7 v²UE²7«~ de sabret.” (M.80)
2402- Bir hadis-i şerifte ölüm şöyle anlatılır:
¬±|¬AÅM7~ ¬‚—h' «u²C¬8 Ŭ~_«[²9 Çf7~ «w¬8 ¬w¬8ÌYW²7~ «‚—h' ²a«ZÅA«- _«8
_«[²9Çf7~ ¬ƒ²—«‡ |«7¬~ ¬}«W²VÇP7~«— ¬±v«R²7~ «t¬7«† ²w¬8 ¬y¬±8~ ¬w²O«" ²w¬8
Yani, “Bir mü’min-i kâmilin ölerek bu dünyadan çıkıp gitmesini, bir çocuğun ana rahminden, o nemli, karanlık yerden geniş dünya sahasına çıkmasından başka bir şeye benzetemem.” (211)
Kâmil mü’minin vefatında göklere çıkacağı, İ.M. 4262. hadiste beyan edilir. Mevtin müslümanlar için keffaret olduğu, K.H. 2663. hadiste ifade edilir. (Ayette uykunun mevte benzetilmesi, bak: 2850.p.)
2403- “ ¬y²[«V«2 yÁV7~ y«C²Q«" ¯š²|«- |«V«2 «_«8 ²w«8 Bir kimse ne hal üzerine ölürse, onu Allah Teala o hal üzere ba’s buyurur.” (212) (Bak: 545.p.sonu)
Atıf notları:
-Kıyamette ölümün öldürülmesi, bak: 3396.p.
-Dört defa öldürülüp mu’cize olarak dirilen Cercis (A.S.), bak: 552.p.
-Rızıksızlıktan ölmek yoktur, bak: 3039.p.
-İsa (A.S.)’ın mu’cize olarak ölüyü diriltmesi, bak: 1728.p.ta âyet notu ve 3285.p.
qqMEVZU HADİS b: (Bak: Hadis-i Mevzu)
Atıf notları:
-Mevzu ehadisin tefrik ve temyiz edilmesi, bak: 1105, 1106.p.lar.
-Mevzu ehadisin mahiyeti, bak: 3844.p.
2404- qqMEYDAN DAYAĞI |5_<_0 –~f[8 : Eskiden askerî mekteblerle kışlalarda tatbik edilen cezalardan biridir. Meydanda tatbik edildiği için bu adı almıştır. Arkadaşını yaralamak, hoca ve zabitine hakarette bulunmak gibi büyük kabahatlerden dolayı verilen bu dayak cezası, saf saf dizilen bütün talebelerin –asker ise kışladaki askerlerin– huzurunda atılır. Cezaya çarpılacak talebe yahut asker, meydana getirilerek cezayı icab ettiren kabahatle meydan dayağının tatbiki için verilen karar okunduktan sonra serilen bir battaniye üzerine yüzükoyun yatırılıp, başının ucuna ve ayaklarının üstüne kuvvetli birer hademe yahut asker oturtulur. Okulun inzibat subayı asker ise bölüğün subaylarından biri ince kızılcık sopasıyla kaba etlerine vururdu. Bu gibi cezalar, herkes ibret alıp bu suçlar işlenmemesi için herkesin gözü önünde icra edilirdi.
2405- qqMEYSİR hK[8 : Meyser. Kolaylık yeri. Kolaylık. *Kumar. Arablar arasında ok ile oynanan kumar. *Kumar için kesilen hayvan.
Meysir yani kumar hakkında “Büyük İslâm İlmihali”nde şu izahat var:
“Kumar oyunu haramdır. Çünkü bunun mazarratı herkesçe ma’lumdur. Tavla, satranç gibi oyunlar da tahrimen mekruhtur. Bunlar kıymetli vakitlerin ziyanına sebeb ve kumara saik olacağı cihetle iyi şeyler değildir. Yalnız İmam-ı Şafii Hazretleri ve bir rivayete göre İmam Ebu Yusuf Hazretleri de satrancın mübah olduğuna kail olmuştur. Fakat bu ibahe, satrancın kumar yoluyla oynanmadığı ve bir vacib vazifenin yapılmasına mani olmadığı takdirdedir ve illâ bil’ittifak haramdır.
Telehhi (oyun) maksadıyla ve kumar şeklinde değil de, harb için idman ve kudret tedariki maksadıyla yapılan bir kısım müsabakalar caizdir. Bunlar ile birer meşru’ gaye ta’kib edileceği cihetle bunlar, levh ve leab kabilinden sayılmaz. Bunlar birer riyazettir, cihad için hazırlıktır. Güreşler, silah atmalar, piyade ve at, deve gibi binek hayvanlarıyla süvari olarak yapılan yarışlar bu cümledendir. Bu müsabakalarda bulunanlara bahşiş olarak bir para, bir atiyye verilmesi caizdir. Bunlar, cihad eshabını tedarik için bir teşvik mahiyetindedir.” (B.İ.İ.433)
2406- Sahih-i Buhari tercemesinin ll. cild, 1698. hadisin izahının bir kısmında şu bilgi verilir:
“Âyet-i Kerimede hamr (içki)den sonra meysir (kumar) geliyor. Leys Bin Sa’d, Ata, Mücahid, Tavus gibi birçok tabiîn âlimleri, kumarın her nevi, âyette nehy olunan meysirdir; hatta çocukların oynadıkları ceviz ve yumurta oyunları da öyledir; demişlerdir. Hazret-i Ali de satranç oyunu kumardır, demiştir. İbn-i Kesir’in tefsirinde, beyanına göre Abdullah bin Ömer, satranç tavla ve gülbahar oyunlarından daha şer bir oyundur diye tavsif etmiştir. Ebu Hanife, Malik, Ahmed bin Hanbel satranç oyununun haram olduğunu bildirmişlerdir. İmam-ı Şafii kerahetine kail olmuştur. Nerd denilen ve iki zarla oynanan tavla ve gülbahar oyunlarının hürmeti ise Muvatta ile Kütüb-ü Sitte’de Ebu Musa el-Eş’ari rivayetiyle sabittir. Bu rivayete göre Resul-i Ekrem, “Her kim nerd (tavla) oynarsa, Allah ve Resulüne asi olur” buyurmuştur.
Müslim’in Sahihinde Büreyde’den rivayetine göre Resul-i Ekrem Efendimiz: “Her kim nerd-i şir (yani tavla ve gülbahar) oynarsa sanki o kişi elini hınzır etine ve kanına bulamıştır.” buyurmuştur.
2407- Hadis-i şerifte çocukların aşık ve ceviz oynamaları bile meysirden madud olduğu beyan buyurulmuştur. İki kişiden biri diğerine şu kadar yumurtayı yiyebilirsen şu senin olsun demiş, bunlar Hz. Ali’ye mürafaa oldular. Bu kumardır diye cevaz vermedi. Zaten hayır namına (piyango) haram olursa, diğer kumarların haram olacağı evleviyetle anlaşılır.”(E.T.765) (Bak: Kumar)
2408- Kur’an (2:219) (5:90,91) âyetlerinde kumar yasaklanır. Hadis-i şeriflerde de kumar yasaklanmıştır. Ezcümle Sahih-i Müslim 41. Kitab-üş Şiir 10. babında ve ibn-i Mace 33. Kitab-ül Edeb 43. babında, nerd tabir edilen tavla oyunu yasaklanır. Bir rivayette satranç oynayan lânetlenir. (R.E. 394)
2409- qqMEZHEB `;g8 : Yol Gidilen yol. Tutulan çığır. *Dinin esaslarında ve esas temel mes’elelerde bir olmakla beraber, teferruatta bazı muhtelif mes’eleler olması sebebiyle birbirinden az farklı müctehidlerin yolları. *Müctehidlerden, kendilerine tabi olunanların seçtikleri meslekleri. Füruatta Hanefî ve Şafiî, ve akaidde Matüridî ve Eş’arî gibi. Bu “Mezheb” kelimesi, asıl ve esas manasına da kullanılır.
Beyn-el ülema ve muhakkiklerce ince tedkik neticesinde Kur’an-ı Kerim’in esaslarından, Peygamber’in ‘(A.S.M.) emir ve sünnetlerinden ayrılmamış olan şu “Dört Mezheb” hak olarak seçilmiştir: l-Hanefî Mezhebi. 2- Şafiî Mezhebi. 3- Hanbelî Mezhebi. 4- Malikî Mezhebi. (Bak: İçtihad, İmam, Eimme-i Erbaa, Selefiye, Telfik-i Mezahib, Zahirî Mezhebi)
2410- İtikadda Ehl-i Sünnet imamları:
“Ashab-ı güzin ile tabiîne “selef-i salihîn” denilir. Bunlar ehl-i sünnet ve cemaatin ilk rehberidir. Bunlar Peygamberimiz’in yolunu hakkıyla takib etmiş, İslâmiyeti her tarafa yaymaya çalışmış, İslâm birliğini, İslâm camiasını kuvvetlendirmiş, bid’atlardan yani din namına sonradan türemiş, dine aykırı bulunmuş şeylerden berî bulunmuşlardır.
Ehl-i sünnetin itikad hususunda büyük üstadları, büyük imamları vardır. Bunlardan herbiri, selef-i salihîn mezhebi üzere yürümüş, İslâm âleminde yüz gösteren muhtelif cereyanlara, felsefî nazariyelere karşı hak ve hakikatı müdafaaya çalışmış, İslâm akaidinin ne kadar doğru olduğunu yeni yeni delillerle, mütalaalar ile isbat etmiştir. İşte bu büyük mücahidlerden birisi İmam-ı Matüridî, diğeri de İmam-ı Eş’arî’dir.
241l- İmam-ı Ebu Mansur Muhammed Matüridî (Hi.280) tarihinde doğmuş, (Hi.333) tarihinde Semerkant’ta vefat etmiştir. Mensub olduğu Matürid, Buhara ilçelerinden biridir. Kendisi Hanefi mezhebindeydi. Pek kıymetli tefsiri ve sair eserleri vardır. Bizim itikadda imamımızdır. Hanefî mezhebinde bulunan müslümanların en büyük kısmı itikadda Ebu Mansur-u Matüridî’ye tabidir.
2412- İmam Ebu Hasan Aliyy-ül Eş’arî (Hi. 260) tarihinde Basra’da doğmuş, (Hi.324) tarihinde Bağdat’ta vefat etmiştir. Büyük dedesi, ashab-ı güzinden Ebu Muse-l Eş’arî’dir.
Ebu Hasan-il Eş’arî, Şafiî mezhebinde idi. Ehl-i Sünnet itikadında pek çok hizmet etmiştir.Pek değerli eserleri vardır. Malikîler ile Şafiîlerin hemen ekserisi, Hanefîlerin bir kısmı ve Hanbelî mezhebindeki müslümanların bir kısım fuzalası, itikad meselelerinde Ebu-l Hasan-il Eş’arî’ye tabidirler. (Bak: Eş’arî)
2413- İmam-ı Matüridî ile Eş’arî arasında esas itibariyle ihtilaf yoktur. Her ikisi de Selef-i Salihîn mezhebini takib etmiştir, ikisi de hak üzeredir. Ancak ikinci derecede bulunan füruattan sayılan birkaç tali meselede ihtilafları vardır. Fakat bunların başlıcaları da lafzî, zahirî bir ihtilaftan başka değildir. Binaenaleyh, bugün müslümanların en büyük kısmı, itikadca ya İmam-ı Matüridî’ye veya imam-ı Eş’arî’ye tabi bulunmaktadır. “ (B.İ.İ. 32-33)
2414- “İslâm ülemasi, herhangi bir ilim şubesi ile iştigal edip o hususta temayüz eden İslâm âlimlerini müteaddid tabakalara, derecelere ayırmışlardır. Bu sayede her âlimin zamanı, muhiti, daire-i ihtisası ve bilgisinin intişar sahası bilinmiş olur.
İşte bu cümleden olmak üzere tefsir, hadis, kelâm, fıkıh gibi, şer’î ilimler ile mütevaggil olan İslâm âlimleri de “Tabakat-ül Müfessirîn”, “Tabakat-ül Muhaddisîn”, “Tabakat-ül Mütekellimîn”, “Tabakat-ül Fukaha” denilen muhtelif tabakalara ayrılmışlardır.
Müctehidler ile sair fukahanın tabakata ayrılmaları ashab-ı kiram ile kibar-ı tabiîn devrinden sonraya müsadiftir. Çünkü bilahare İslâm muhiti ziyadesiyle genişlemiş, şer’î hâdiseler çoğalmış, bir kısım ahkâm hakkında muhtelif içtihadlar tecelli etmiş, bir takım ilimlerin müdevven bir hale gelmesine lüzum görülmüş olduğu cihetler şer’î ilimler ve kitaplarda kayd ve zabtedilerek müdevven bir hale getirilmiş, bu ilimlerde ihtisasları olan zatlar tabakata tabi tutulmuş, bunun neticesi olarak fıkhî mezheblere mensub zevata ait “Tabakat-ı Fukaha”da vücuda gelmiştir.
2415- İkinci ve Üçüncü Asr-ı Hicrîde, en ziyade iştihar ve temayüz eden müctehidler; İmam-ı A’zam, İmam-ı Malik, İmam-ı Şafii, İmam-ı Ahmed- İbn-i Hanbel hazeratıdır. Bu muhterem zatlar, Kur’an-ı Mübin’in âyetlerinden, Resul-i Ekrem’in hadislerinden ashab-ı kiram ile kibar-ı tabiînin asrından şer’î hükümleri istinbat, tetebbu ve tetkik ederek bunları bir ilim halinde tedvin ve neşrettikleri cihetle, birer müessese-i fıkhiyye vücuda gelmiş, bu müesseselerden herbirine bir “mezheb-i fıkhî” denilmiş, böyle bir mezhebin kudretli müessisine de “imam” namı verilmiştir. Bu mezhebler müessislerinin namına izafe edilerek “Mezheb-i Hanefî”, “Mezheb-i Malikî”, “Mezheb-i Şafiî”, “Mezheb-i Hanbelî” ünvanı ile yad olunmaktadır. Hepsine birden “mezahib-i fıkhiyye” denilir.
2416- Yukarıda yazıldığı vechile gerek ashab-ı kiram ve gerek tabiîn ile tebe-i tabiîn arasında bir çok müctehidler yetişmiştir. Fakat bunların mezhebleri birer müessese-i fıkhiyye halinde teessüs edip devam eylemiş olmadığı için bunlardan bir çoğunun mezhebi kendi zamanına münhasır kalmış veya bir müddet devam etmiş ise de tabileri münkariz olmakla nihayete ermiştir.
2417- Tabiîn ve tebe-i tabiîn hazeratından müçtehid olup da müessese-i içtihadiyeleri devam etmemiş olan zatların başlıcaları şunlardır: İbrahim Nehaî, İbn-i Ebi Leyla, İbn-i Şübrüme, Süfyan-ı Sevrî, Hasan İbn-i Salih, Abdurrahman-ı Evzaî, Amr İbn-i Haris, Leys İbn-i Sa’d, Abdullah İbn-i Ebu Cafer, İshak İbn-i Raheveyh, Ebu Ubeyd, Kasım İbn-i Selâm, Ebu Sevr-i Bağdadî, İbn-i Huzeyme, İbn-i Nasr-ı Mervezî, İbn-i Münzir-i Nişaburî, Davud-u Zahirî, İbn-i Cerir-i Taberî. (Rahmetullahi aleyhim)” (H.İ.cild l, sahife: 335)
2418- “Şüphesiz ki Allah Teala dört mezheb için beka ve başka mezhebler üzerine galibiyet takdir etti. Evzaî’nin mezhebi Endülüs’de, Malikî mezhebi önünde bekasını koruyamadı. Leys b. Sa’d’ın mezhebi, Mısır’da diğer mezheb ülemasının yaptığı gibi kendini tedvin edecek ve onu insanlar arasında yaşayacak taraftar bulamadı. Mısırlılar evvela Malikî mezhebinden, saniyen de Şafiî mezhebinden ihtiyaç gördükleri şeyler bulmuşlardır. Davud ez-Zahir’in mezhebi, imamların yok olmasıyla ve büyük çoğunluğunun onun müntesiblerini hoş karşılamamasıyla yok oldu. İbn-i Haldun’un zikrettiği gibi, ancak kitab ciltleri içinde kaldı. Yine böylece diğer fakihlerin mezhebleri de zamanla ortadan kalkmış ve onların zikri ancak kitablarda kalmıştır.
Hülasa olarak, bu dört mezheb ehl-i İslâmda bütün şehirlerde büyük çoğunluğun (cumhurun) mezhebi oldu. İnsanlar bunları taklid etmekle yetinip durdular... Ülema bunları taklid etmenin vücubuyla, bunların başkasını taklid etmesinin ise adem-i cevaziyle fetva verdiler. Fetva ve kaza işleri, müslümanlar arasında ancak bu mezheblerden birisi üzere olan kimselere verildi.” (Dört Mezhebin Fıkıh Kitabı ci: l, shf: 49)
2419- “Asırlara göre şeriatlar değişir. Belki bir asırda, kavimlere göre ayrı ayrı şeriatlar, peygamberler gelebilir ve gelmiştir. Hatem-ül enbiya’dan sonra; şeriat-ı kübrası, her asırda, her kavme kâfi geldiğinden, muhtelif şeriatlara ihtiyaç kalmamıştır. Fakat teferruatta, bir derece ayrı ayrı mezheblere ihtiyaç kalmıştır. Evet nasılki mevsimlerin değişmesiyle elbiseler değişir, mizaçlara göre ilaçlar tebeddül eder. Öyle de, asırlara göre şeriatlar değişir, milletlerin istidadına göre ahkâm tahavvül eder. Çünki ahkâm-ı şer’iyenin teferruat kısmı, ahval-i beşeriyeye bakar. Ona göre gelir, ilaç olur. Enbiya-yı salife zamanında, tabakat-ı beşeriye birbirinden çok uzak ve seciyeleri hem bir derece kaba, hem şiddetli ve efkârca ibtidaî ve bedeviyete yakın olduğundan, o zamandaki şeriatlar, onların haline muvafık bir tarzda ayrı ayrı gelmiştir. Hatta bir kıt’ada bir asırda, ayrı ayrı peygamberler ve şeriatlar bulunurmuş.
Sonra Âhirzaman Peygamberi’nin gelmesiyle, insanlar güya ibtidaî derecesinden, idadiye derecesine terakki ettiğinden, çok inkılabat ve ihtilatat ile akvam-ı beşeriye birtek ders alacak, birtek muallimi dinliyecek, birtek şeriatla amel edecek vaziyete geldiğinden, ayrı ayrı şeriata ihtiyaç kalmamıştır, ayrı ayrı muallime de lüzum görülmemiştir.
Fakat, tamamen bir seviyeye gelmediğinden ve bir tarz-ı hayat-ı içtimaiyede gitmediğinden, mezhebler taaddüd etmiştir. Eğer beşerin ekseriyet-i mutlakası bir mekteb-i âlînin talebesi gibi, bir tarz-ı hayat-ı içtimaiyeyi giyse, bir seviyeye girse; o vakit mezhebler tevhid edilebilir. Fakat bu hal-i âlem, o hale müsaade etmediği gibi, mezahib de bir olmaz. (Bak: 3210 p.sonu)
2420- Eğer desen: Hak bir olur; nasıl böyle dört ve oniki mezhebin muhtelif ahkâmları hak olabilir?
Elcevab: Bir su, beş muhtelif mizaçlı hastalara göre nasıl beş hüküm alır; şöyle ki: Birisine, hastalığının mizacına göre su ilaçtır, tıbben vacibdir. Diğer birisine, hastalığı için zehir gibi muzırdır; tıbben ona haramdır. Diğer birisine, az zarar verir tıbben ona mekruhtur. Diğer birisine, zararsız menfaat verir; tebben ona sünnettir. Diğer birisine, ne zarardır, ne menfaattir afiyetle içsin, tıbben ona mübahtır. İşte hak burada taaddüd etti. Beşi de haktır. Sen diyebilir misin ki: “Su yalnız ilaçtır, yalnız vacibdir, başka hükmü yoktur”.
İşte bunun gibi, ahkâm-ı İlahiye mezheblere hikmet-i İlahiyenin sevkiyle ittiba edenlere göre değişir, hem hak olarak değişir ve herbirisi de hak olur, maslahat olur. Meselâ, hikmet-i İlahiyenin tensibiyle İmam-ı Şafii’ye ittiba eden, ekseriyet itibariyle Hanefilere nisbeten köylülüğe ve bedeviliğe daha yakın olup cemaatı birtek vücud hükmüne getiren hayat-ı içtimaiye de nakıs olduğundan, herbiri bizzat dergâh-ı Kadıy-ül Hacat’ta kendi derdini söylemek ve hususi matlubunu istemek için, imam arkasında Fatiha’yı birer birer okuyorlar. Hem ayn-ı hak ve mahz-ı hikmettir. İmam-ı Azam’a ittiba edenler, ekseriyet-i mutlaka itibariyle, İslâmî hükümetlerin ekserisi, o mezhebi iltizam etmesiyle medeniyete, şehirliliğe daha yakın ve hayat-ı içtimaiyeye müstaid olduğundan; bir cemaat, bir şahıs hükmüne girip, birtek adam umum namına söyler; umum kalben onu tasdik ve rabt-ı kalb edip, onun sözü umumun sözü hükmüne geçtiğinden, Hanefi Mezhebi’ne göre imam arkasında Fatiha okunmaz. Okunmaması ayn-ı hak ve mahz-ı hikmettir.
Dostları ilə paylaş: |