Meşşaiye filozofları ve o dâhî mütefekkirler, Aristo, Eflatun ve benzerleri yanılmaz kişilerdir zehabına kapılmasalardı ve onların felsefelerini esas alacaklarına, doğrudan doğruya tecrübî ilimlerle uğraşıp araştırmalar yapsalardı, ilim sahasında daha büyük başarılara varabilecekleri gibi, dine aykırı fikirlere de belki düşmezlerdi. Böylece İslâm dünyasında sapık mezheblerin doğmasına sebeb olmazlardı.
: (Yun. Meta ta physica, Lat. metaphysica, Fr. metaphysişue, Os. maba’dettabia) Fizik ötesi.
Bu kelime ilk defa felsefenin bir bölümü olarak Aristo’nun (M.Ö.384-322) “Prote Philosophia” “İlk Felsefe” adlı eseri hakkında kullanılmıştır. Aristo’nun ölümünden sonra Andronikos adlı bir öğrencisi, hocasının eserlerini bir araya getirirken, bu eseri Physika (Fizik) adlı eserinden sonraya koyduğu için “Fizik’ten sonra” manasına gelen Metaphysika (Metafizik) adını almıştır. Aristo’nun “Prote Philosophia” dediği ve sonradan “Metafizik” şeklinde ismi değşitirilen eserinin mevzuu, var olan her şeyin müşterek prensiplerini araştırmaktır. Eski Yunanca’da “physis” tabiat demek olup physika (Fizik) tabiat ilmi manasında kullanılmıştır. Metaphysik kelimesi Arabçaya tercüme edilirken de bu kelimenin aslına sadık kalınarak “ Maba’d-üt tabia” olarak tercüme edilmiştir. Türkçe olarak “tabiat ötesi”, yahut “fizik ötesi” olarak ifade edilebilir.
2379- Felsefede, müşahede edilebilen tabiat hâdiseleri, yani maddi hâdiseler dışındaki mevzular metafizik olarak ele alınmış ve “metafizik”, felsefenin bir bölümü sayılmıştır. Kâinatın ve mecudatın ilk kaynağı, Allah, ruh gibi meseleler metafiziğin mevzuları arasında yer almıştır. Onsekiz ve Ondokuzuncu yüzyılda, müsbet ilimlerin gelişmesinin de tesiriyle, maddeci düşünce metafiziği toptan inkâr etmiş, müşahede ve tecrübe edilemiyen her türlü düşünce mevzularını metafizik olarak vasıflandırıp reddetmeye kalkışmıştır. Alman filozofu Kant (Mi. 1724-1804), ilmin ve felsefenin mevzuu yalnız müşahede edilen şeyler olarak alınırsa ilmin ve felsefenin var olamıyacağını izah etmiş, müşahede ve tecrübeye dayanan ilimlerin, müşahede ve tecrübe edilemiyen “zaman” ve “mekân”a dayandığını, aynı şekilde ruhî hâdiselerin de, müşahede edilemiyen ruha ve bütün mevcudatın ise müşahede edilemiyen Allah’a istinad ettiğini göstermiştir.
Esasen fizik dünyası, diğer bir ifade ile mahsûsat âlemi (beş duygunun taalluk ettiği âlem-i şehadet) yani maddi âlem, iman ve inkâr cihetinde istidlal sahasıdır. Yani âlemi şehadet; akıl, mantık, ilim ve insaf sahibleri için Hâlık ve Sâniine delalet eden bir âlemdir. Yoksa istidlalsiz olarak bizzat ya iman etmeyi veya inkâr etmeyi zaruri kılan bedihî hükümler sahası değildir. (Bak: 1894.p.) Ancak gaybî âlemlere nüfuz eden veliler veya iman-ı tahkikîde yüksek dereceye terakki edenler için, esasat-i imaniye bedahet derecesine gelir.
2380- İsbat etmenin ölçüsü tecrübe ve müşahede ise, metafizik mevzularının inkârı da imkânsızdır. Kant’a göre, rasyonalist metafiziğin mevzuları bir problem olarak vardır ve inkâr edilemez. Bununla alâkalı olarak der ki: “İnsan aklı ister istemez öyle sualler altında kalıp tedirgin olmaktadır ki, akıl onları ne kesin cevablandırabilir ne de onları reddedebilir.” Şu halde metafiziği, akıl veya tecrübî metotlarla çözülemiyen problemler sahası olarak anlamak gerekir. Bu karakterde bir çok metafizik problemler mevcuddur. Metafizik, insanın bilgi imkânının sınırlı oluşu ile alâkalıdır. İnsan gerek akıl, gerek göz, kulak gibi his organları ile sınırlı bilgi edinebilir. Tecrübî ilimler ne kadar ilerlerse ilerlesin, insanın bilme imkânı yine sınırlı kalır ve kaçınamıyacağı metafizik problemlerle karşı karşıya gelir. Bu noktada karanlıkta kalan insanın ufkunu hak din olan İslâm ve bunun dayanağı olan Kur’an aydınlatır.
Kur’an Allah kelâmı olmak sıfatıyla insan için gayb âlemine ait olan bir kısım hakikatları da bildirir. Varlığın, hayatın, ölümün manasını; yaradılışı, kıyameti, âhireti, ruhu, ebedî hayatı haber verir. Hiç bir tecrübî ilim, hiç bir felsefe, o mevzular hakkında hakikat vasfına sahib bilgi veremez. Ancak zanna tabi olurlar. Bu sebeble filozoflar, dine tabi olmadıkları zaman, ya inkâra sapar veya şüpheye düşerler, yahut zanna ve indî fikirlere dayanarak kurdukları teoriler, bir çok yanlışlar ihtiva edeceklerinden, sahibleri gibi fani olup, hataları anlaşıldığı zaman, kitabların ölü sahifeleri arasında gömülü kalıp kaybolurlar. Halbuki Kur’an her asırda yeniden nazil olmuş gibi dipdiri ebedî bir hayata ve ebedî hakikatlara mazhadır. (Bekir Sami Sağbaş, Felsefe Öğ.) (Bak: İsbat, İsbatiyecilik)
qqMEVLANA CELALEDDİN-İ RUMÎ z8—‡ w<±f7~ÄŸ% _9Y8 : Büyük evliyaullahtan olup, şöhreti bütün âlem-i İslâmda yaygındır. İlm ü fazlı ve şiir ve edebiyattaki kudreti dahi, envar-ı batınıyesiyle mütenasibdir. “Mesnevi”siyle sair şiir ve divanı çok meşhur olup, makamatı ve keramatı müsellemdir.
Aslen Horasan’lı olup, Hicri 604 tarihinde Belh şehrinde dünyaya gelmiştir. Nesebi, Hz. Ebubekir-i Sıddık’a (R.A.) müntehî olur. Pederi Bahaüddin Veled büyük ülemadan olup, talebe ve halktan kendisine çok teveccüh sebebiyle zamanının Harzemşah Meliki’nin rahatsızlığından mütevellid o diyarı terkederek Hicaz’a gitmişti. Hicaz dönüşü Şam’da Seyyid Bürhanüddin Hazretlerinin vasiyeti üzerine Anadolu’ya gelmiş ve nihayet Selçuklu Sultanı’nın davetiyle Konya’da yerleşmiştir. Hicrî 631’de Hz. Bahaüddin’in vefatı üzerine oğlu Hz. Celaleddin ders vermeye başlamış ve ilm ü fazlı hasebiyle kısa zamanda şöhret bulmuştu. Bir müddet sonra sofiyyun tarikine meyl ü muhabbet edip Konya’da Çelebi Hüsameddin’e intisab etmiş ve sonraları Şemsüddin-i Tebrizî ile bu yolda arkadaş olup ilerlemişti. Aşk-ı İlahî ateşiyle sûzan olunca bir mekânda duramayıp, bir direğe tutunarak döner ve ney ve dümbelek sesiyle vecde gelirdi ki, Mevlevî Tarikatı’ndaki “sema”ın mebdei budur. Bu makama eriştikten sonra, edebiyatta yüksek bir yeri olan “Mesnevî” yi yazmış ve aşk-ı İlahî üzerine birçok şiirler söylemiştir. Bu şiirlerinde 30 bin ve Mesnevî’sinde 47 binden çok beyt vardır. Hicri 672 tarihinde 69 yaşında vefat edip, türbesi Konya’da ziyaretgâhtır. (Kamus-ul A’lâm’dan telhisen alınmıştır.)
“Evet bir meyve, bir çiçek, bir ışık gibi küçücük bir ihsan, bir nimet, bir rızık; bir küçük âyine iken, tevhidin sırrıyla birden bütün emsaline omuz omuza verip ittisal ettiğinden, o nevi büyük âyineye dönüp o nev’e mahsus cilvelenen bir çeşit cemal-i İlahîyi gösterir. Ve fâni, muvakkat olan güzellik ile, bâki bir nevi hüsn-ü sermedîye irae eder. Ve Mevlana Celaleddin’in dediği gibi,
²a²,~«f' ¬–_«B²,Y" ¬–_«<—h²Z«8 ¬j²U«2 * ²a²,_«[¬7²—«~ ¬•~«… y¬6 |¬#« _«[«' ²–«~
sırrıyla bir âyine-i cemal-i İlahî olur. Yoksa eğer tevhid sırrı olmazsa, o cüz’î meyve tek başına kalır. Ne o kudsî cemal, ne de o ulvî kemali gösterir. Ve içindeki cüz’î bir lem’a dahi söner, kaybolur. Âdeta başaşağı olup elmastan şişeye döner.” (Ş.9)
2381- MEVLANA HALİD f7_' _9Y8 : Ebü’l Baha Eşşeyh Ziyaeddin Mevlana Halid (Hi: l192-1242) Nakşibendî Tarikatının Halidiye kolunun müessisidir. Hem asrın müceddidi olduğu, milyonlarca irşad ettiği kimselerin şehadetiyle sabit olmuştur. Şam’da vefat etmiştir. Hz. Osman Bin Affan (R.A.) soyundandır. İlim ve takvada ve her çeşit makbul vasıflarda, devrindeki en ileri âlimlerin ve velilerin fevkinde idi. Bütün ömrünü zühd ve vera ile geçirdi. Çok âlim ve veli yetiştirdi. Nahiv’de, Kelâm’da, Fıkıh’ta, Tasavvuf’ta kıymetli eserler verdi. O zamanda Hindistan’da bulunan Kutub Abdullah Dehlevî’den ders almıştı.
2382- Hz. Mevlana Halid’in müceddidiyeti ve tarihçesi hakkında âlim bir zat, bir yazısında şöyle der:
“Malum olsun ki: “Zübdet-ür Resail Umdet-ül Vesail” namında kutb-ül arifin Ziyaeddin Mevlana Halid’in Mektubat ve Resail-i Şerifelerinden muktebes nesayih-i kudsiyenin tercümesine dair bir risaleyi onüç sene mukaddem, Bursa’da Hoca Hasan Efendi’den almıştım. Nasılsa mütalaasına muvaffak olamamıştım. Ta bu günlerde -kitablarımın arasında birşey ararken-elime geçti. Dedim, bu Hazret-i Mevlana Halid, üstadımın hemşehrisidir. Hem İmam-ı Rabbani’den sonra, tarik-ı Nakşînin en mühim kahramanıdır. Hem Tarik-ı Halidiye-i Nakşiyenin piridir. Risaleyi mütalaa ederken, Hazret-i Mevlana’nın tercüme-i halinden şu fıkrayı gördüm:
Ashab-ı Kütüb-ü Sitte’den İmam-ı Hakim “Müstedrek”inde ve Ebu Davud “Kitab-ı Sünen”inde, Beyhaki “Şuab-ı İman”da tahriç buyurdukları:
_«Z«X<¬… _«Z«7 …¬±f«D< ²w«8 ¯}«X«, ¬?«_¬8 ¬±u6 ¬‰²~«‡|«V«2 ¬}Å8²~¬˜¬g«Z¬7 b«Q²A«< «yÁV7~ Å–¬~
(210) yani; “Her yüz senede Cenab-ı Hak bir müceddid-i din gönderiyor.” Hadis-i Şerifine mazhar ve mâsadak ve müzhir-i tam olan Mevlana Eşşehir Kutb-ül Arifîn, Gavs-ül Vasilîn, varis-i Muhammedî, kâmil-üt tarikat-ül aliyye ve’l müceddidiyye Halid-i Zülcenaheyn Kuddisi Sırruhu... ilh.
2383- Sonra tarihçe-i hayatında gördüm ki, tevellüdü (1193) tarihindedir. Sonra gördüm ki, (1224) tarihinde Saltanat-ı Hind’in payitahtı olan Cihanâbad’a dahil olmuş. Abdullah Dehlevî Hazretlerinden aldıkları füyuzat-ı maneviye ile Tarik-ı Nakşî silsilesine girip müceddidliğe başlamış. Sonra 1238’de ehl-i siyasetin nazar-ı dikkatini celbettiğinden, vatanını terk ederek diyar-ı Şam’a hicretle gitmiştir. Hem içinde gördüm ki; Hazret-i Mevlana’nın nesli, Hazret-i Osman Bin Affan’a mensubdur. Sonra gördüm ki; tercüme-i halinde istidad-ı fıtrî ve kabiliyet-i hârika ile sinni yirmiye baliğ olmadan evvel a’lem-i ülema-i asr ve allâme-i vakt olmuş, Süleymaniye kasabasında tedris-i ulûm ile iştigal eylemiştir.
2384- Sonra üstadımın tarihçe-i hayatını düşündüm. Baktım dört mühim noktada tevafuk ediyorlar.
Birincisi: Hazret-i Mevlana 1193’de dünyaya gelmiş, Üstadım ise,
1293’de. Tam Mevlana Halid’in yüz senesi hitam bulduktan sonra dünyaya gelmiş.
İkincisi: Hazret-i Mevlana’nın tecdid-i din mücahedesine başlangıcı ve mukaddemesi, Hindistan’ın payitahtına 1224’de girmiş. Üstadım ise aynen yüz sene sonra 1324’de Osmanlı saltanatının payitahtına girmiş, mücahede-i maneviyesine başlamış.
Üçüncüsü: Ehl-i siyaset, Hazret-i Mevlana’nın fevkalâde şöhretinden tevehhüm ederek diyar-ı Şam’a nakl-i mekân ettirilmesi, 1238’de vaki olmuştur. Üstadım ise, aynen yüz sene sonra 1338’de Ankara’ya gidip, onlarla uyuşamayıp onları reddederek-küserek-tekrar Van’a gidip, bir dağda inziva ederken 1338 senesini müteakip, Şeyh Said hâdisesinin vukuu münasebetiyle ehl-i siyasetin vehmine dokunmuş. Ondan korkarak Burdur ve Isparta Vilayetlerinde dokuz sene ikamet ettirilmiş.
Dördüncüsü: Hazret-i Mevlana Halid, yaşı yirmiye baliğ olmadan evvel allame-i zaman hükmünde, fuhul-i ülemanın üstünde görünmüş, ders okutmuş. Üstadım ise; tarihçe-i hayatını görenlere ve bilenlere malumdur ki: Ondört yaşında icazet alıp, a’lem-i ülema-i zamanla muarazaya girişmiş; ondört yaşında iken, icazet almaya yakın talebeleri tedris etmiştir.
2385- Hem Hazret-i Mevlana Halid, neslen Osmanlı olduğu ve Sünnet-i Seniyeye bütün kuvvetiyle çalıştığı gibi... üstadım da Kur’an-ı Hakim’e hizmet noktasında, meşreben Hazret-i Osman-ı Zinnureyn’in arkasından gidip, Hazret-i Mevlana gibi, Risale-i Nur eczalarıyla -bütün kuvvetiyle-Sünnet-i Seniyenin ihyasına çalıştı.
İşte bu dört noktadaki tevafukat, tam yüz sene fasıla ile Risale-i Nur’un takviye-i din hususundaki te’siratı; Hazret-i Mevlana Halid’in Tarik-ı Nakşiye vasıtasıyla hizmeti gibi azîm görünüyor. (*)
2386- Üstadım kendine ait medh ü senayı kabul etmiyor. Fakat Risale-i Nur,
Kur’ana ait olup medh ü sena Kur’anın esrarına aittir. Yalnız üstadımla
Hazret-i Mevlana’nın bir kaç farkı var:
Birisi: Hazret-i Mevlana, zülcenaheyndir. Yani hem Kadirî, hem Nakşî tarikat sahibi iken, Nakşîlik Tarikatı onda daha galibdir. Üstadım bilakis, Kadirî meşrebi ve Şazelî mesleği daha ziyade onda hükmediyor. Ben Üstadımdan işitim ki: Hazret-i Mevlana Hindistan’dan Tarik-i Nakşîyi getirdiği vakit, Bağdad dairesi Şah-ı Geylanî’nin ba’del-memat, hayatında olduğu gibi, taht-ı tasarrufunda idi. Hazret-i Mevlana’nın manen tasarrufu-bidayeten-cay-i kabul göremedi. Şah-ı Nakşibend ile İmam-ı Rabbani’nin ruhaniyetleri Bağdad’a gelip Şah-ı Geylani’nin ziyaretine giderek rica etmişler ki; “Mevlana Halid senin evladındır, kabul et.” Şah-ı Geylani, onların iltimaslarını kabul ederek Mevlana Halid’i kabul etmiş. Ondan sonra Mevlana Halid birden parlamış. Bu vakıa ehl-i keşifçe vaki ve meşhud olmuştur. O hâdise-i ruhaniyeyi, o zaman ehl-i velayetin bir kısmı müşahede etmiş, bazısı da rüya ile görmüşler. Üstadımın sözü burada hitam buldu.
2387- İkinci fark şudur ki: üstadım kendi şahsiyetini merciiyetten azlediyor. Yalnız Risale-i Nur’u merci’ gösteriyor. Hazret-i Mevlana Halid’in şahsiyeti, kutb-ül irşad, merci-il has ve- âmm olmuştur.
Üçüncü fark: Hazret-i Mevlana Halid, zülcenaheyn’dir. Fakat zamanın muktezasıyla ilm-i tarikatı ve Sünnet-i Seniyeyi esas tutmak cihetiyle tarikatı daha ziyade tutmuşlar. O noktada sarf-ı himmet etmiş. Üstadım ise şu dehşetli zamanın muktezasıyla ilm-i hakikatı ve hakaik-i imaniye cihetini iltizam ederek, tarikata üçüncü derecede bakmışlar.
Elhasıl: Baştaki Hadis-i Şerifin “Her yüz sene başında dini tecdid edecek bir müceddidi gönderiyor” müjdesinin ihbarına müvazi olarak Hazret-i Mevlana Halid, -ekser ehl-i hakikatın tasdikiyle-1200 senesinin yani Onikinci Asrın müceddididir. Madem tam yüz sene sonra, aynen dört cihette tevafuk ederek Risale-i Nur eczaları aynı vazifeyi görmüş. Kanaat verir ki-nass-ı Hadis ile-Risale-i Nur tecdid-i din hususunda bir müceddid hükmündedir.
Benim Üstadım daima diyor ki: “Ben bir neferim, fakat müşir hizmetini görüyorum. Yani kıymet bende yoktur. Belki Kur’an-ı Hakîm’in feyzinden tereşşuh eden Risale-i Nur eczaları bir müşiriyet-i maneviye hizmetini görüyor.” Üstadımı kızdırmamak için şahsını sena etmiyorum. Şamlı Hâfız Tevfik.” (S.T.14)
2388- qqMEVT Y8 : Ölüm. Âhirete göç. Dünyadan gitmek. Mevt, mü’minler için dünya vazifelerinden ve imtihanından bir paydostur. (Bak: Adem, Azrail, Ecel, Kabir, Rabıta-i Mevt, Şehid)
“Sual: Furkan-ı Hakîm’de
®Ÿ«W«2 w«K²&«~ ²vUÇ<«~ ²v6«YV²A«[¬7 «?Y«[«E²7~«— «²Y«W²7~ «s«V«' >¬gÅ7«~
(67:2) gibi âyetlerde: “Mevt dahi, hayat gibi mahluktur, hem bir ni’mettir” diye ifham ediliyor. Halbuki zahiren mevt, inhilaldir, ademdir, tefessühtür, hayatın sönmesidir, hêdim-ül lezzattır. Nasıl mahluk ve ni’met olabilir?
Elcevab: “Birinci Sual”in cevabının âhirinde denildiği gibi; mevt, vazife-i hayattan bir terhistir, bir paydostur, bir tebdil-i mekândır, bir tahvil-i vücuddur, hayat-ı bakiyeye bir davettir, bir mebde’dir, bir hayat-ı bakiyenin mukaddimesidir.
Nasılki hayatın dünyaya gelmesi bir halk ve takdir iledir; öyle de, dünyadan gitmesi de bir halk ve takdir ile, bir hikmet ve tedbir iledir. Çünki en basit tabaka-i hayat olan hayat-ı nebatiyenin mevti, hayattan daha muntazam bir eser’i san’at olduğunu gösteriyor. Zira meyvelerin, çekirdeklerin, tohumların mevti tefessüh ile, çürümek ve dağılmakla göründüğü halde, gayet muntazam bir muamele-i kimyeviye ve mizanlı bir imtizacat-ı unsuriye ve hikmetli bir teşekkülat-ı zerreviyeden ibaret olan bir yoğurmaktır ki, bu görünmeyen intizamlı ve hikmetli ölümü, sünbülün hayatıyla tezahür ediyor. Demek çekirdeğin mevti, sünbülün mebde-i hayatıdır; belki ayn-ı hayatı hükmünde olduğu için, şu ölüm dahi hayat kadar mahluk ve muntazamdır.
Hem zihayat meyvelerin yahut hayvanların mide-i insaniyede ölümleri, hayat-ı insaniyeye çıkmalarına menşe’ olduğundan; o mevt, onların hayatından daha muntazam ve mahluk denilir.
İşte en edna tabaka-i hayat olan hayat-ı nebatiyenin mevti; böyle mahluk, hikmetli ve intizamlı olsa, tabaka-i hayatın en ulvisi olan hayat-ı insaniyenin başına gelen mevt, elbette yer altına girmiş bir çekirdeğin hava âleminde bir ağaç olması gibi, yer altına giren bir insan da âlem-i berzahta elbette bir hayat-ı bakıye sünbülü verecektir.
2389- Amma mevt, ni’met olduğunun ciheti ise, çok vücuhundan dört vechine işaret ederiz.
Birincisi: Ağırlaşmış olan vazife-i hayattan ve tekalif-i hayatiyeden azad edip, yüzde doksandokuz ahbabına kavuşmak için, âlem-i berzahta bir visal kapısı olduğundan, en büyük bir ni’mettir.
İkincisi: Dar, sıkıntılı, dağdağalı, zelzeleli dünya zindanından çıkarıp; vüs’atli, sürurlu, ızdırapsız, baki bir hayata mazhariyetle Mahbub-u Baki’nin daire-i rahmetine girmektir.
2390- Üçüncüsü: İhtiyarlık gibi, şerait-i hayatiyeyi ağırlaştıran bir çok esbab vardır ki; mevti, hayatın pek fevkinde ni’met olarak gösterir. Meselâ: Sana ızdırap veren pek ihtiyar olmuş peder ve validen ile beraber, ceddin cedleri, sefalet-i halleriyle senin önünde şimdi bulunsaydı; hayat ne kadar nıkmet, mevt ne kadar ni’met olduğunu bilecektin. Hem meselâ: Güzel çiçeklerin âşıkları olan güzel sineklerin, kışın şedaidi içinde hayatları, ne kadar zahmet ve ölümleri ne kadar rahmet olduğu anlaşılır.
Dördüncüsü: Nevm, nasılki bir rahat, bir rahmet, bir istirahattır; hususan musibetzedeler, yaralılar, hastalar için.. öyle de: Nevmin büyük kardeşi olan mevt dahi, musibetzedelere ve intihara sevkeden belalarla mübtela olanlar için, ayn-ı ni’met ve rahmettir. Amma ehl-i dalalet için, müteaddid Sözlerde kat’i isbat edildiği gibi; mevt dahi hayat gibi nıkmet içinde nıkmet, azap içinde azaptır.” (M.7-8)
2391- Fakat “ehl-i iman için ölüm, vazife-i hayat külfetinden bir terhistir; hem dünya meydanındaki imtihanda, talim ve talimat olan ubudiyetten bir paydostur; hem öteki âleme gitmiş yüzde doksan dokuz ahbab ve akrabasına kavuşmak için bir vesiledir; hem hakiki vatanına ve ebedî makam-ı saadetine girmeye bir vasıtadır; hem zindan-ı dünyadan, bostan-ı cinana bir davettir; hem Hâlik-ı Rahim’inin fazlından, kendi hizmetine mukabil, ahz-ı ücret etmeye bir nöbettir. Madem ölümün mahiyeti hakikat noktasında budur; ona dehşetli bakmak değil, bil’akis rahmet ve saadetin bir mukaddemesi nazarıyla bakmak gerektir. Hem ehlullahın bir kısmının ölümden korkmaları, ölümün dehşetinden değildir. Belki daha fazla hayır kazanacağım diye, vazife-i hayatın idamesinden kazanacakları hayrat içindir. Evet ehl-i iman için ölüm, rahmet kapısıdır. ehl-i dalalet için, zulümat-ı ebediye kuyusudur.” (L.210)
2392- İşte ey ehl-i iman “sizlere müjde! Mevt idam değil, hiçlik değil, fena değil, inkıraz değil, sönmek değil, firak-ı ebedî değil, adem değil, tesadüf değil, failsiz bir in’idam değil. Belki bir Fâil-i Hakîm-i Rahim tarafından bir terhistir, bir tebdil-i mekândır. Saadet-i ebediye tarafına, vatan-ı aslîlerine bir sevkiyattır. Yüzde doksandokuz ahbabın mecmaı olan âlem-i berzaha bir visal kapısıdır.” (M.226)
2393- Hem Kur’anda (5:18) (40:3) (42:15) (50:43) (64:3) âyetlerinde zikredilen:
“ h[¬M«W²7~ ¬y²[«7¬~«— Yani: Ticaret ve me’muriyet için, mühim vazifelerle bu dar-ı imtihan olan dünyaya gönderilen insanlar; ticaretlerini yapıp, vazifelerini bitirip ve hizmetlerini itmam ettikten sonra, yine onları gönderen Hâlik-ı Zülcelal’ine dönecekler ve Mevla-yı Kerim’lerine kavuşacaklar. Yani bu dar-ı faniden gidip, dar-ı bakide huzur-u kibriyaya müşerref olacaklar. Yani esbab dağdağasından ve vesaitin karanlık perdelerinden kurtulup, Rabb-ı Rahim’lerine, makarr-ı saltanat-ı ebedîsinde perdesiz kavuşacaklar. Doğrudan doğruya herkes kendi Hâlikı ve Mabudu ve Rabbi ve Seyyidi ve Maliki kim olduğunu bilecek ve bulacaklar. İşte şu kelime bütün müjdelerin fevkinde, şöyle müjde eder. Ve der ki:
Ey insan! Bilir misin nereye gidiyorsun ve nereye sevk olunuyorsun? Otuzikinci Söz’ün âhirinde denildiği gibi: Dünyanın bin sene mes’udane hayatı, bir saat hayatına mukabil gelmiyen Cennet hayatının ve o Cennet hayatının dahi bin senesi, bir saat rü’yet-i cemaline mukabil gelmeyen bir Cemil-i Zülcelal’in daire-i rahmetine ve mertebe-i huzuruna gidiyorsun. Mübtela ve meftun ve müştak olduğunuz mecazi mahbublarda ve bütün mevcudat-ı dünyeviyedeki hüsün ve cemal, onun cilve-i cemalinin ve hüsn-ü esmasının bir nevi gölgesi.. ve bütün cennet, bütün letafetiyle, bir cilve-i rahmeti.. ve bütün iştiyaklar ve muhabbetler ve incizablar ve cazibeler, bir lem’a-i muhabbeti olan bir Mabud-u Lemyezel’in, bir Mahbub-u Layezal’in daire-i huzuruna gidiyorsunuz ve ziyafetgâh-ı ebedîsi olan Cennet’e çağrılıyorsunuz. Öyle ise kabir kapısına ağlıyarak değil, gülerek giriniz. Hem şu kelime şöyle müjde veriyor, diyor ki:
Dostları ilə paylaş: