2360- qqMESİH d[K8 : Bir şey üzerinde eli yürütmek. bir şeyden ondaki eseri gidermek manasındaki mesh kökünden gelen bu kelime, “mesih eden” demektir. *İsa Aleyhisselâm’ın bir ismidir. Bir kısım din âlimlerine göre; elini sürdüğü, meshettiği hastaların iyileşmesinden kinaye olarak “İsa Mesih” denmiştir.
“Rivayetlerde Hazret-i İsa Aleyhisselâm’a Mesih namı verildiği gibi her iki deccala dahi Mesih namı verilmiş ve bütün rivayetlerde
¬Ä_Å%Åf7~ ¬d[¬K«W²7~ ¬}«X²B¬4 ²w¬8 ¬Ä_Å%Åf7~ ¬d[¬K«W²7~ ¬}«X²B¬4 ²w¬8 (208) denilmiş. Bunun hikmeti ve te’vili nedir?
Elcevab: Allahu a’lem bunun hikmeti şudur ki: Nasılki emr-i İlahî ile İsa Aleyhisselâm, şeriat-ı Museviye’de bir kısım ağır tekalifi kaldırıp şarap gibi bazı müştehiyatı helal etmiş. Aynen öyle de; büyük deccal, şeytanın iğvası ve hükmü ile şeriat-ı iseviyenin ahkâmını kaldırıp hıristiyanların hayat-ı içtimaiyelerini idare eden rabıtaları bozarak, anarşistliğe ve “Ye’cüc ve Me’cüc”e zemin hazır eder. Ve İslâm deccalı olan Süfyan dahi, şeriat-ı Muhammediye Aleyhissalatü Vesselâm’ın ebedî bir kısım ahkâmını nefis ve şeytanın desiseleri ile kaldırmağa çalışarak hayat-ı beşeriyenin maddi ve manevi rabıtalarını bozarak, serkeş ve sarhoş ve sersem nefisleri başıboş bırakarak, hürmet ve merhamet gibi nurani zincirleri çözer; hevesat-ı müteaffine bataklığında, birbirine saldırmak için cebri bir serbestiyet ve ayn-ı istibdad bir hürriyet vermek ile dehşetli bir anarşistliğe meydan açar ki, o vakit o insanlar gayet şiddetli bir istibdaddan başka zabt altına alınamaz.” (Ş. 593)
Bu parağrafta zikredilen şarabın şeriat-ı İseviyede mübahiyeti, azimet değil, bir ruhsattır. Kitab-ı Mukaddes’te Matta İncili 9. babın 17. âyeti ve Yuhanna İncili 2. bab l ilâ ll. âyetlerinin ifade tarzından şarabın caiziyeti manası anlaşılıyor. Fakat Matta İncili 27. bab 34. âyeti ile, Markos İncili 15. bab 23. âyeti, İsa (A.S.)ın şarabı hiç içmediğini zikreder.
2361- “Deccal’a da mesih ismi verilmesinin bir sırrı şudur ki: Bir gözü silik, yani kör ve ayıplı olmasındandır. Sadece bu dünyayı görüp, âhireti görecek gözünün kör olmasındandır.” (O.A.L.) “Mesih, uğursuzluğundan naşi Deccal’ın lakabıdır. Nakşı silinmiş para, çok gezen adam, çok cima’ eden kimse, yalancı, kezzab ve bir tarafında gözü silik olan adama denir.” (Lügat-ı Remzi)
Hak Dini Kur’an Dili, cilt: 5, sahife: 4172’de şu izahat vardır: “Yalancı bir Mesih demektir. Varid olan hadis-i şeriflerde, Deccal: Bir yalancı ve halkı aldatmakta meharetli bir sahtekârdır ki, kâfirliği sahtekârlığı yüzünden belli olduğu halde bir takım hârikalar göstererek uluhiyet da’va eder. Deccal’ın bu suretle yalancı bir Mesih olması, onu Hıristiyanlık taklidi altında zuhur edeceğini anlatır.” (Bak: Deccal)
2362- qqMESLEK tVK8 : Yol. usul. Gidiş. *San’at. Geçim için tutulan yol. *Sistem. *Mezheb. Maneviyatta tutulan yol. (Bak: Tarikat, Nurculuk, Velayet-i Kübra)
Atıf notları:
-Bir mesleğin hak olup olmamasının ölçüsü, bak: 447.p.
-Risale-i Nur’un meslek-i esası, bak: 398.p.
-İslâmî meslekler arasında münaferet olmamalı, bak: 1833.p.
-Meslek taassubu, bak: 1828.p.
-Yalnız benim mesleğim haktır denmemeli, bak: 1513.p.
-Risale-i Nur’un değişmeyen esasları, bak: 2926.p.
2362/1- Risale-i Nur Mesleğini değiştirmemekle alâkalı iki hatıra:
“Bir gün Galatasaray Lisesi’nde okuyan ve sonradan eczası olan bir zât ziyarete gelmişti. Ben son ânında geldim. Tatsız bir vaziyet vardı, o anda anlayamadım. Onun ayrılmasından sonra Hazret-i Üstad, o anda hizmetinde bulunan kardeşlere çok hiddet etti. ‘Çocuk bunlar, çocuk olmasa tardedeceğim, bilmiyorlar. Çocuk bunlar!’ dedi. Ben de mes’eleden çok endişeli bir halet-i ruhiyeye girmiştim. Bu sırada Üstad Hazretleri karyolada oturuyorlardı. Ben ise yerde ve halının üzerindeydim. Birden bana hitaben şöyle dedi:
“Muhammed, kardeşim sen hakem ol, ben diyorum ki; Risale-i Nur’un neşir ve medrese tarzı hizmetlerinin devam ve inkişafı lâzım, bunlar ise başka şeyler, başka hizmetler düşüncesinde.” Ben mes’eleyi “başka hizmetler” tabirinden anlamakla beraber, “Üstadım bizim vazifemiz, Risale-i Nur’un neşri ve medreselerin devamıdır.” deyince Üstad yüksek sesle “Tamam” diye ifadede bulundu. Ve o hiddet hali akşama doğru hayli hafifledi. Sonra Muhsin Ağabeye sordum. Gelen kardeşin bizim tarz-ı hizmetimizi pasif telakki etmesi ve orada bazı konuşmaların cereyan etmesi, Üstad’ın hiddetlenmesine sebep olmuş.” (Son Şahitler-3 sh: 235)
2362/2- “Neşriyat esnasında Isparta’ya forma götürdüğüm bir defasında, dersten ağabeyler yeni çıkmışlardı. Üstad Hazretleri dersin sonunda şöyle bir sohbette bulunmuş. Zübeyr Ağabey taze taze nakletmişti:
“Kardaşlarım! Abdülkadir-i Geylanî şimdi gelse, ‘Said sen bu mesleğinden bir parça taviz versen, milyonlar insanlar senin kitaplarını okuyacak, fakat öyle yapmasan hem bunlardan mahrum kaldığın gibi, hapislerde zulümlerle, eziyetlerle cefa çekeceksin’ dese: ‘Hayır Üstadım ben bu zulümlere işkencelere razıyım, fakat mesleğimden en küçük bir taviz vermem’ diye ona söyleyeceğim” (Son Şahitler-3 sh: 246)
2363- qqMES’ULİYET }[7¶YK8 : Mes’ul olma hali. Yaptığı iş ve hareketten hesap vermeye mecbur oluş. (Bak: Adalet, Ceza, Cehennem, Fetret)
2364- Mes’uliyet mevzuu ile alâkalı “mühim ve mahrem bir mes’ele ve bir sırr-ı velayet: Âlem-i İslâmda Ehl-i Sünnet ve Cemaat denilen ehl-i hak ve istikamet fırka-i azimesi, hakaik-ı Kur’aniyeyi ve imaniyeyi, istikamet dairesinde hüve hüvesine Sünnet-i Seniyeye ittiba’ ederek muhafaza etmişler. Ehl-i velayetin ekseriyet-i mutlakası, o daireden neş’et etmişler. Diğer bir kısım ehl-i velayet, Ehl-i Sünnet ve Cemaatin bazı desatirleri haricinde ve usullerine muhalif bir caddede görünmüş. İşte şu kısım ehl-i velayete bakanlar iki şıkka ayrıldılar.
Bir kısım ise, Ehl-i Sünnetin usûlüne muhalif oldukları için velayetlerini inkâr ettiler. Hatta onlardan bir kısmının tekfirine kadar gittiler. Diğer kısım ki, onlara ittiba’ edenlerdir. Onların velayetlerini kabul ettikleri için, derler ki: “Hak yalnız Ehl-i Sünnet ve Cemaatin mesleğine münhasır değil.” Ehl-i bid’adan bir fırka teşkil ettiler, hatta dalalete kadar gittiler. Bilmediler ki; her hâdi zat, mühdi olamaz. Şeyhleri hatasından mazurdur. Çünki meczubdur. Kendileri ise mazur olamazlar. mutavassıt bir kısım ise; o velilerin velayetlerini inkâr etmediler, fakat yollarını ve mesleklerini kabul etmediler. Diyorlar ki: “Hilaf-ı usûl olan sözleri, ya hale mağlub olup hata ettiler veyahut manası bilinmez müteşabihat misillü şatahattır.”
Maatteessüf birinci kısım, hususan ülema-i ehl-i zâhir, meslek-i Ehl-i Sünneti muhafaza niyetiyle, çok mühim evliyayı inkâr, hatta tadlil etmeye mecbur olmuşlar. İkinci kısım olan tarafdarları ise, o çeşit şeyhlere ziyade hüsn-ü zan ettikleri için, hak mesleğini bırakıp, bid’ate hatta dalalete girdikleri olmuş.
2365- İşte şu sırra dair, pek çok zaman zihnimi işgal eden bir halet vardı. Bir zaman ben, bir kısım ehl-i dalalete mühim bir vakitte kahr ile dua ettim. Bedduama karşı müthiş bir kuvvet-i maneviye çıktı. Hem duamı geri veriyordu, hem beni men’eti.
Sonra gördüm ki: O kısım ehl-i dalalet, hilaf-ı hak icraatında bir kuvve-i maneviyenin teshilatıyla, arkasına aldığı halkı sürükleyip gidiyor, muvaffak oluyor. Yalnız cebr ile değil, belki velayet kuvvetinden gelen bir arzu ile imtizac ettiği için, ehl-i imanın bir kısmı o arzuya kapılıp hoş görüyorlar, çok fena telakki etmiyorlar.
İşte bu iki sırrı hissettiğim vakit dehşet aldım, Fesübhanallah dedim. “Tarîk-i haktan başka velayet bulunabilir mi?” dedim. Sonra bir mübarek arefe gününde müstahsen bir âdet-i İslâmiyeye binaen Sure-i İhlas’ı yüzer defa tekrar ederek okuyup, onun bereketiyle “Mühim bir suale cevab” namında yazılı mes’ele ile beraber şöyle bir hakikat dahi rahmet-i İlahiye ile kalb-i âcizaneme gelmiş. Hakikat şudur ki:
2366- Sultan Mehmed Fatih’in zamanında hikâye edilen meşhur ve manidar “Cibali Baba Kıssası” nev’inden olarak; bir kısım ehl-i velayet, zahiren muhakemeli ve âkıl görünürken, meczubdurlar. Ve bir kısmı dahi, bazan sahvede ve daire-i akılda görünür; bazan aklın ve muhakemenin haricinde bir hale girer. Şu kısımdan bir sınıfı ehl-i iltibastır; tefrik etmiyor. Sekir halinde gördüğü bir mes’eleyi, halet-i sahvede tatbik eder, hata eder ve hata ettiğini bilmez. Meczubların bir kısmı ise, indallah mahfuzdur, dalalete sülûk etmez. Diğer bir kısmı ise, mahfuz değiller; bid’at ve dalalet fırkalarında bulunabilirler. Hatta kâfirler içinde bulunabileceği, ihtimal verilmiş.
İşte muvakkat veya daimî meczub olduklarından, manen “mübarek mecnun” hükmünde oluyorlar. Ve mübarek ve serbest mecnun hükmünde oldukları için, mükellef değiller. Ve mükellef olmadıkları için, muaheze olunmuyorlar. Kendi velayet-i meczubaneleri baki kalmakla beraber, ehl-i dalalete ve ehl-i bid’aya tarafdar çıkarlar. Mesleklerine bir derece revaç verip, bir kısım ehl-i imanı ve ehl-i hakkı, o mesleğe girmeye meş’umane bir sebebiyet verirler.” (M. 342)
Bir atıf notu:
-Allah tarafından istediği kabul edilen bir latife, bak: 1980.p.
2367- Ferdlerde mes’uliyetin tahakkuku bazı şartlara bağlıdır. Akıl, büluğ, hakkıyeti sabit olan İlahî teklifin gelmiş olması, teklife ıttıla, teklifin ifasında gereken iktidar, teklife ikrahla değil, ihtiyaren muhalefet etmek gibi bir kısım şartlar vardır ki, tafsilatı fıkıh kitablarındadır.
Keza dinî teklifler gelmeden önceki fetret halinin neticesi olarak, cemiyette mevcut anlayış ve âdetlere ünsiyet etmiş olan cahiliye devri insanlarına, yeni gelen dinî tekliflerden cezaî müeyyideleri bulunan yasaklar tedricen hayata intikal ettirildi ve mer’iyete girdi. Ferdî ve içtimaî terbiyede tedric kaidesi olan bu husus, küllî bir düsturdur. Umum zaman ve mekânları içine alır. Yani herhangi bir zaman veya mekânda İslâmiyet’ten habersiz bir cemiyet bulunsa, yapılan dinî tebliği kabul edenlere aynı kaide tatbik olunur. Mevzumuzla bir derece alâkalı bahisler için 620, l169/1, 2166, 2294/3. p. sonu ve 3613. p.lara bakınız.
Mes’uliyet hakkında, bir hadis-i şerifte şöyle buyurulur:
¯~«‡ ¬‰_ÅX7~|«V«2 >¬gÅ7~ h[¬8«²_«4 ¬y¬BÅ[¬2«‡ ²w«2 °ÄÎY²K«8 ²vUÇV6«— ¯~«‡ ²vUÇV6 ««~
°}Å[¬2«‡ ?«~²h«W²7~«— ²vZ²X«2 °ÄÎY²K«8 «Y;«— ¬y¬B²[«" ¬u²;«~ ¯~«‡ u%Åh7~«— ¬y¬BÅ[¬2«‡ ²w«2 °ÄÎY²K«8
¬˜¬f¬±[«, ¬Ä_«8 |«V«2 ¯~«‡ f²A«Q²7~«— ²vZ²X«2 °}«7ÎY²K«8 «|¬; ¬˜¬f«7«— _«Z¬V²Q«" |«V«2
¬y¬BÅ[¬2«‡ ²w«2 °ÄÎY²K«8 ²vUÇV6«— ¯~«‡ ²vUÇVU«4 |«V«2 y²X«2 °ÄÎY²K«8 «Y;
“Haberiniz olsun ki, her birerleriniz birer çobandır ve her birerleriniz idaresi altındakilerden mes’uldür. İnsanlar üzerinde emîr bulunan bir kimse bir çobandır ve idaresindeki milletten mes’uldür. Erkek, ev halkı üzerinde bir çobandır ve idaresindeki aile efradından mes’uldür. Kadın kocasının evi ve çocukları üzerinde bir çobandır ve o da çobanlığından mes’uldür. Hizmetçi, efendisinin malı üzerinde bir çobandır. O da ondan mes’uldür. Haberiniz olsun. Her birerleriniz birer çobandır. Ve her birerleriniz güttüklerinden (yani elinin altında ne varsa ona lâyıkıyla bakıp korumaktan) mes’uldür.” (209) (Bak: 172. p.)
2368- Dünyada idlal eden ve edilenlerin mes’uliyetleri ve Cehennem’deki halleri
Kur’anda tasvir ediliyor. Dünyada iken münafık ve dalalet önderlerine aldanıp onlara uyanlar şöyle derler:
“(7:38) ¬‡_ÅX7~ «w¬8_®S²Q¬/ _®"~«g«2 ²v¬Z¬#³_«4 _«9YÇV«/«~ ¬š«ÎY«; _«XÅ"«‡
Ya Rabbena! Şunlar yok mu! İşte bizi bunlar şaşırttılar. Binaenaleyh sen bunlara ateşten katmerli bir azab ver. Buna karşı «Ä_«5 Allah der ki ¯r²Q«/ ¬±uU¬7 Hepinize katmerli, lahzadan lahzaya artan katlama usulüyle mütezayid muzaaf bir azab var. -Çünki bir kere iki taraf dalalde müşterektir. Saniyen; öndekilerin idlali, sonrakilerin de bu idlali kabul ile tervicleri vardır. Tâbi ile metbu yekdiğerinden mütekabilen kuvvet almıştır. Bu suretle bir tarafın dalal ve idlali, diğer tarafın onları taklid ve küfürleri yekdiğerin seyyiat ve azabını katlama tezyid eder.” (E.T. 2160)
İki atıf notu:
-Zalimleri safdilane affetme hatası, bak: 126.p.
-Âmirin hilaf-ı kanun emri, memuru mes’uliyetten kurtarmaz, bak: 3887.p.
2369- Diğer bir âyette de şöyle buyurulur: “(29:13) ²vZ«7_«T²$«~ kendi işledikleri günahların ağırlıklarını ²v¬Z¬7_«T²$«~ «p«8 ®_«T²$«~«— ve o ağırlıklarıyla beraber daha bir çok ağırlıkları –başkalarını idlal etmeğe, günaha sokmağa çalışmalarının günahlarını– yüklenecekler.” (E.T. 3667) (9:l15) (17:36) âyetleri de mes’uliyet hakkındadır.
Atıf notları:
-Muhabbetin taşkınlıklarından ehl-i hal mazur olabilir, bak: 1327.p.
-Ehl-i Sünnet haricinde olan bazı şahısların mes’uliyet durumları, bak: 2677, 3673-3676.p.lar
-Birisinin hatasıyla başkası mes’ul olmaz, bak: 1709.p.
qqMEŞAİYYUN –Y[¶<_L8 : (Bak: Meşşaiye)
qqMEŞİHAT-I İSLAMİYYE }[8Ÿ,É~}F[L8 : İslâmî işlerin ilmî mes’eleleri ile uğraşan devlet dairesi. (Bak: Şeyh-ül İslâm)
Atıf notları:
-Meşihat-ı İslâmiyeyi makam-ı lâyıkına is’ad etmek, bak: 23.p.
-Meşihat-ı İslâmiye hem âlî hem nezzare olacak, bak: 1339.p.
-Meşihatın za’fından doğan mahzurlar, bak: 3579.p.
2370- qqMEŞRUTİYYET }[0—hL8 : Bir hükümdarın başkanlığı altında millet meclisi ile idare edilen devlet sistemi. Osmanlı İmparatorluğu’nda 23 Temmuz 1908 İkinci Meşrutiyet’in ilanından 30 Ekim 1918 Mondros Mütarekesi’ne kadar geçen devir, meşrutiyet devridir. (Bak: İttihad ve Terakki, Monarşi)
2371- İkinci Meşrutiyet devrinde iktidarı elinde bulunduran İttihad ve Terakki Partisini müsbet mecraya sevketmeyi düşünen Bediüzzaman, bir ara Meşrutiyet Hükümeti’nin lehinde bulunarak makaleler neşretmişti. Ezcümle meşrutiyete teşvik ettiği devresinde irad ettiği “Hürriyete Hitab” başlıklı bir nutkunda: Hürriyet-i şer’î, şeriata istinad etmek, siyasî tarafgirliklerin ve menfaat-ı şahsiyenin terki, hem şeriat dairesinde ittihad-ı kulûb, muhabbet-i milliye, maarif, say’-i insanî, terk-i sefahet gibi şartlar, meşrutiyetin tahakkuk ve tealîsinde ana unsurlar olduğunu beyan eder. Hitabe aynen aşağıda konulmuştur.
“Hürriyete Hitab
Ey hürriyet-i şer’î! Öyle müthiş ve fakat güzel ve müjdeli bir sada ile çağırıyorsun ki, benim gibi bir bedeviyi tabakat-ı gaflet altında yatmışken uyandırıyorsun. Sen olmasaydın, ben ve umum millet, zindan-ı esarette kalacaktık. Seni ömr-ü ebedî ile tebşir ediyorum. Eğer aynülhayat-ı şeriatı menba-ı hayat yapsan ve o cennette neşv ü nema bulsan; bu millet-i mazlumenin de eski zamana nisbeten bin derece terakki edeceğini müjde veriyorum. Eğer hakkıyla seni rehber etse ve ağraz-ı şahsî ve fikr-i intikam ile sizi lekedar etmezse..
Ya Rab! Ne saadetli bir kıyamet ve ne güzel bir haşir ki,
Ês«& ¬²Y«W²7~ «f²Q«" b²Q«A²7~«— hakikatının küçük bir misalini bu zaman bize tasvir ediyor. Şöyle ki:
Asya’nın ve Rumeli’nin köşelerinde medfun olan medeniyet-i kadîme hayata başlamış; menfaatini mazarrat-ı umumiyede arayan ve istibdadı arzu edenler (78:40) _®"~«h# a²X6 |¬X«B²[«7_«< demeye başladılar. Yeni Hükümet-i Meşrutamız mu’cize gibi doğduğu için inşaallah bir seneye kadar,
_È[¬A«. ¬f²Z«W²7~|¬4 «–_«6 ²w«8 v¬±V«U9 sırrına mazhar olacağız.
Mütevekkilane, saburane tuttuğumuz otuz sene ramazan-ı sükûtun sevabıdır ki, azabsız cennet-i terakki ve medeniyet kapılarını bize açmıştır. Hâkimiyet-i milliyenin beraat-i istihlali olan kanun-u şer’î, hâzin-i Cennet gibi bizi duhûle davet ediyor.
Ey mazlum ihvan-ı vatan! Gidelim dahil olalım! Birinci kapısı, şeriat dairesinde ittihad-ı külûb; ikincisi, muhabbet-i milliye; üçüncüsü, maarif; dördüncüsü, sa’y-i insanî; beşincisi, terk-i sefahettir.
Ötekilerini sizin zihninize havale ediyorum...
Sakın ey ihvan-ı vatan! Sefahetlerle ve dinde laübaliliklerle tekrar öldürmeyiniz. Ve bütün efkâr-ı fâsideye ve ahlâk-ı rezileye ve desais-i şeytaniyeye ve tabasbusata karşı; şeriat-ı garra üzerine müesses olan kanun-u esasî Azrail hükmüne geçti, onları susturdu.
Sakın ey ihvan-ı vatan! İsrafat ve hilafat-ı şeriat ve lezaiz-i nameşrua ile tekrar ihya etmeyiniz! Demek şimdiye kadar mezarda idik, çürüyorduk. Şimdi bu ittihad-ı millet ve meşrutiyet ile rahm-ı madere geçtik; neşv ü nema bulacağız. Yüz bu kadar sene geri kaldığımız mesafe-i terakkiden inşaallah mu’cize-i Peygamberî ile, şimendifer-i kanun-u şer’iye-i esasiye amelen ve burak-ı meşveret-i şer’iyeye fikren bineceğiz. Bu vahşet-engiz sahra-yı kebiri kısa zamanda tayyetmekle beraber, milel-i mütemeddine ile omuz omuza müsabaka edeceğiz. Zira onlar kâh öküz arabasına binmişler, yola gitmişler. Biz birdenbire şimendifer ve balon gibi mebadiye bineceğiz, geçeceğiz. Belki cami-i ahlâk-ı hasene olan hakikat-ı İslâmiyenin ve istidad-ı fıtrînin ve feyz-i imanın ve şiddet-i açlığın hazma verdiği teshil yardımıyla fersah fersah geçeceğiz. Nasıl ki vaktiyle geçmiştik.
Talebeliğin bana verdiği vazife ile ve hürriyetin ferman-ı mezuniyetiyle ihtar ediyorum ki: Ey ebna-yı vatan! Hürriyeti su-i tefsir etmeyiniz, ta elimizden kaçmasın. Ve müteaffin olan eski esareti başka kabda bize içirmekle bizi boğmasın. (*) Zira hürriyet, müraat-ı ahkâm ve âdab-ı şeriat ve ahlâk-ı hasene ile tahakkuk eder ve neşvünema bulur.” (T.H.55)
2371/1- Fakat sonraları görüldü ki; yüzde on teşkil eden gizli komite mensublarının iğfal ve ifsadlarıyla, meşrutiyet istibdada ve tahribata inkılab etti. Bediüzzaman Hazretleri de muhalefetle ta’diline çalıştı.
2371/2- Bediüzzaman, Sultan II. Abdülhamid devrinde, hürriyet-i şer’iye ve hakikat ilminin ihyasını isterken tımarhaneye sevkedildi. Adeta o zaman “akla husumet” ediliyordu. İttihad ve Terakki hükümetinde de zalimane idamlarla “hayata adavet” edildi. Ve meşrutiyet ismi altında yürütülen istibdad şiddetlendi. Bediüzzaman o zamanın askerî mahkemesindeki müdafaasının müteferrik yerlerinde bu hususları beyan eder. Bu müdafaasının meşrutiyetle alâkalı bazı kısımlarını aynen alıyoruz:
“Vakta ki hürriyet divanelikle yâdolunurdu; zaif istibdad, tımarhaneyi bana mekteb eyledi. Vakta ki i’tidal, istikamet; irtica’ ile iltibas olundu, meşrutiyette şiddetli istibdad, hapishaneyi mekteb eyledi....
Bu hükümet, zaman-ı istibdadda akla husumet ediyordu; şimdi de hayata adavet ediyor. Eğer hükümet böyle olursa, yaşasın cünun! Yaşasın mevt!... Zalimler içinde yaşasın Cehennem! Ben zaten bir zemin istiyordum ki, efkârımı onda beyan edeyim. Şimdi bu Divan-ı Harb-i Örfi iyi bir zemin oldu.” (T.H. 61)
“Mukaddeme olarak söylüyorum: Mert olan, cinayete tenezzül etmez. Şayet isnad olunsa, cezadan korkmaz. Hem de, haksız yere idam olunsam, iki şehid sevabını kazanırım. Şayet hapiste kalsam, böyle hürriyeti lafızdan ibaret bulunan gaddar bir hükümetin en rahat mevkii hapishane olsa gerektir. Mazlumiyetle ölmek, zalimiyetle yaşamaktan daha hayırlıdır.” (T.H. 62)
“Ayasofya’da, Bayezid’de, Fatih’te, Süleymaniye’de umum ülema ve talebeye hitaben müteaddid nutuklar ile şeriatın ve müsemma-yı meşrutiyetin münasebet-i hakikiyesini izah ve teşrih ettim. Ve mütehakkimane istibdadın, şeriatla bir münasebeti olmadığını beyan ettim. Şöyle ki: ²vZ8¬…_«' ¬•²Y«T²7~ f¬±[«, hadisinin sırrıyla; şeriat âleme gelmiş, ta istibdadı ve zalimane tahakkümü mahvetsin. Herhangi bir nutuk irad ettim ise; herbir kelimesine kimsenin bir itirazı varsa, bürhan ile isbata hazırım. Ve dedim ki: “Asıl şeriatın meslek-i hakikisi, hakikat-ı meşrutiyet-i meşruadır.” Demek meşrutiyeti, delail-i şer’iye ile kabul ettim. Başka medeniyetçiler gibi taklidî ve hilaf-ı şeriat telakki etmedim. Ve şeriatı rüşvet vermedim. Ve ülema ve şeriatı, Avrupa’nın zünûn-u fasidesinden iktidarıma göre kurtarmaya çalıştığımdan cinayet ettim ki, bu tarz muamelenizi gördüm!” (T.H. 63)
“Herkesin şevkini kıran ve neş’esini kaçıran ve ağrazlar ve taraftarlıklar hissini uyandıran ve sebeb-i tefrika olan ırkçılık cem’iyat-ı akvamiye teşkiline sebebiyet veren ve ismi meşrutiyet ve manası istibdad olan ve İttihad ve Terakki ismini de lekedar eden buradaki şube-i müstebidaneye muhalefet ettim.
Herkesin bir fikri var. İşte sulh-u umumi, aff-ı umumi ve ref’-i imtiyaz lâzım. Ta ki biri bir imtiyaz ile, başkasına haşarat nazarıyla bakmakla nifak çıkmasın.” (T.H: 72)
“Eğer meşrutiyet bir fırkanın istibdadından ibaret ise ve hilaf-ı şeriat hareket ise: °p¬D«#²h8 |¬±9«~ ¬–«Ÿ«TÅC7~ f«Z²L«[²V«4 (*) Zira yalanlarla ittihad yalandır ve ifsadat üzerine müesses olan ism-i meşrutiyet fasiddir. Müsemma-yı meşrutiyet; hak, sıdk ve imtiyazsızlık üzerine beka bulacaktır.” (T.H. 73)
2371/3- “Ey Paşalar, Zabitler! Cinayetlerime ceza ve şimdi suallerime de cevab isterim. İslâmiyet ise insaniyet-i kübra ve şeriat ise medeniyet-i fuzla (en faziletli medeniyet) olduğundan; âlem-i İslâmiyet, medine-i fâzıla-i Eflatuniye olmağa sezadır.” (T:H. 74)
“İkinci Sual: Bir insan yılan suretine girse, yahut bir veli haydut kıyafetine girse, veyahut meşrutiyet, istibdad şekline girse; ona taarruz edenlerin cezası nedir? Belki hakikaten onlar yılandırlar, haydutturlar ve istibdaddırlar.
Sekizinci Sual: Bir fırka kendisine bir imtiyaz taksa, herkesin en hassas nokta-i asabiyesine daima dokundura dokundura zorla herkesi meşrutiyete muhalif gibi gösterse ve herkes de onların kendilerine taktığı ism-i meşrutiyet altında olan muannid istibdada ilişmiş ise, acaba kabahat kimdedir?..
Onuncu Sual: Fikir ve söz hürriyeti verilse, sonra da muahaze olunsa, acaba biçare milleti ateşe atmak için bir plan olmaz mı?..” (T.H. 75)
Elhasıl: Şedid bir istibdad ve tahakküm, cehalet cihetiyle şimdi hükümfermadır. Güya istibdad ve hafiyelik, tenasuh etmiş. Ve maksad da, Sultan Abdülhamid’den istirdad-ı hürriyet değilmiş, belki hafif ve az istibdadı, şiddetli ve kesretli yapmakmış!” (T.H.76)
“Eski Said’in İttihad Terakki komitesine şiddet-i muhalefetiyle beraber, onların hükümetine ve bilhassa orduya karşı tarafgirane yüksek takdiratı ve iltizamları ise, bir hiss-i kablelvuku ile-yağı içinde bulunan- o cemaat-ı askeriyede ve o cemiyet-i milliyede bir milyona yakın evliya mertebesinde olan şüheda, altı yedi sene sonra tezahür edeceğini hissetmiş. İhtiyarsız olarak, meşrebine muhalif onlara dört sene tarafgir bulunmuş. Sabık Harb-i Umumi çalkamasıyla o mübarek yağı alındı, yağı alınmış bir ayrana döndü. Yeni Said dahi Eski Said’e muhalefet edip mücahedesine döndü.” (K.L. 79) (Meşrutiyette şiddetli istibdad, bak: 1716.p.)
2372- qqMEŞŞAİYE y[¶<_L8 : İslâm dünyasında, Aristo’ya dayanan bir felsefe ekolüne verilen addır. Bu felsefe mensublarına “Meşşaiyyun” denir. “Meşşaiyyun” kelime manası ile “gezinenler” demektir. Bu adlandırmanın aslı, eski Yunanca “Peripatos” sözüdür ki, manası “gezinenler” demektir. Eski Yunan filozofu Aristo, Atina yakınında lise (likeion) okulunu kurmuş ve bu okulda derslerini öğrencileriyle beraber gezinerek verdiği için Aristo felsefesine bağlı bu okula, Peripatos okulu denmiştir. Peripatosculuk, yani Aristoculuk, Arabça ve Osmanlıcada yani İslâm dünyasında Meşşaiyye ve Batı dillerinde Peripatetizm tabiriyle ifade edilmiştir. Bu tabir, Aristocu felsefe çığırını anlatır.
2373- Meşşaiyye Aristo’ya atfedilen bir felsefi çığırın adı olmakla beraber müdafaa edilen fikirler yalnız Aristo’ya ait değildir. Aristo’nun yanında Eflatun’un bir takım fikirleri ve onun felsefesinin “Monizm” (bircilik, bir cevherden türeme) nazariyesi istikametinde te’vilini yapan Plotinos’un (Mi. 3. yy.) fikirleri ile, eski İran, Hint, Mezopotamya medeniyetlerinden gelen bazı fikirler, Meşşaiyye içine karışarak mezcedilmiştir. Meşşaî filozofları benimsedikleri felsefeyi temel alarak, İslâmın iman hakikatlarını bu felsefeye uydurma ve’dini, akıllarınca bu felsefe gözü ile anlayıp açıklamaya çalışmışlar, felsefelerine uymayan iman hakikatların te’vil yolu ile değiştirmişlerdir. Böylece İslâm dinine ters düşen bir takım neticelere varmışlardır.
Dostları ilə paylaş: |