Ticaret ve serveti ve bir gûna meşguliyeti olmadığından (Hi. 7. senesinde [İ.A.]) Ashab-ı Suffa sırasına idhal edilmişti. Bu darü’l-irfandan feyz almış ve huzur-ı risaletten bir an ayrılmamıştır. Bu cihetle ilmî mahfuzatı çoktu, kuvvetli bir hâfızaya sahipti; ifta mevkiinde bulundu. Tabakat müellifleri, Ebu Hüreyre’yi “İlim hazinesidir” diye tavsif ederler. Nefsî feragat ve zühdî hayatın müşahhas bir örneği idi.
Hazret-i Ömer tarafından «Bahreyn» Valiliğine tayin olunmuştu. Hazret-i Osman zamanında Mekke Kadısı ve Hazret-i Muaviye devrinde Medine Valisi idi. 5374 hadis rivayet etmiştir. Bunların 335’inde Buhari ve Müslim müttefiktir. 93’ü Buhari’de, 189’u yalnız Müslim’de, kalan 4757’si diğer hadis kitaplarında mezkûrdur. Doğrudan doğruya Resul-i Ekrem’den rivayet ettiği gibi Ebu Bekr, Ömer, Übeyy b. Kâ’b Hazaratı gibi ekâbir-i sahabeden de hadis nakletmiş ve kendisinden de hadis rivayet eden ashab ve tabiînin adedi 800’ü aştığını İmam Buharî bildiriyor.
Ebu Hüreyre’nin Resul-i Ekrem Efendimiz’le sohbeti üç seneyi aşmadığı halde bu kadar hadis rivayet edişini kendisine çok gören sahabe’ye müşarün-ileyh; “Kitabullah’dan iki âyet olmasa idi hiç bir hadis rivayet etmezdim” dedikten sonra: “Herkese Kitab’da beyan ettikten sonra indirdiğimiz âyat-ı beyyinatı ve hidayeti gizliyenlere Allah lanet etsin” mealindeki (2:159) ..._«X²7«i²9«~ _«8 «–YWB²U«< «w<¬gÅ7~ Å–¬~ âyetleri okumuş ve: “Muhacir kardeşlerimiz alış verişle, Ensar kardeşlerimiz de ziraatla meşgul iken Ebu Hüreyre... Resul-i Ekrem’in yanından ayrılmıyor ve onların hazır bulunmadıkları meclislerde bulunuyor, onların belleyemedikleri sözleri hıfzediyordu” demiş ve kendisine itiraz edenleri susturmuştur. (Bak: 293. p.sonu)
Hârikulâde metîn olan hıfzı ile beraber üç sene zarfında Resulullah’ın meclisinden ayrılmamış ve bu müddet zarfında olanca kuvvetini Resul-i Ekrem’in sözlerini ve işlerini hıfz ve kayda hasretmiştir. Medine’de yerleşmiş ve Hicretin 57 veya 58 tarihinde 78 yaşında orada irtihal etmiş ve Baki’ Kabristanına defn olunmuştur.» (Riyazüssalihîn Hadis Ravilerinin Hal Tercemeleri, Diyanet Yayınları Ankara- 1964, sh: 33)
Ebu Hüreyre’nin (R.A.) dua-yı Nebeviyeye mazhariyeti: «Ebu Hüreyre, Resul-i Ekrem Aleyhissalatü Vesselâm’a şekva etmiş ki, “Nisyan bana arız oluyor.” Resul-i Ekrem Aleyhissalatü Vesselâm ferman etmiş; bir mendil şeklinde birşey açmış. Sonra mübarek avucu ile gaibden birşey alır gibi, öyle avucunu oraya boşaltmış. İki-üç defa öyle yaparak Ebu Hüreyre’ye demiş: “Şimdi mendili topla.” Toplamış. Bu sırr-ı manevi-i dua-yı Nebevî ile Ebu Hüreyre kasem eder ki: “Ondan sonra hiçbir şey unutmadım.” İşte bu vakıalar, ehadis-i meşhuredendirler.» (M.146) (Mezkûr rivayet: S.B.M. 99. hadistir)
lir. Mezkûr âyette geçen « ²aÅA«# tebabdandır. Tebab, helak ve helake götüren hüsran
yuf olmak, yuh olmak, berbad olmak manalarına gelir. y«7_ÅA«# «t«7_ÅA«# tabirleri yuf
: (Bak: Matüridî)
qqEBU YUSUF r,Y< Y"~ : (Bak: İmam-ı Ebu Yusuf)
748- qqEBVAB-I SEMA š_W, ¬~Y"~ : Sema kapıları, gök kapıları. 78. surenin 18 ve 19. âyetlerinin tefsirinde deniliyor ki:
«O fasl günü o gündür ki, sura üfürülür. Yani sur üfürülünce siz ölüler uykudan uyanır gibi uyanır kalkarsınız da, (sure: 17, âyet: 71 mantukunca) her ümmet imamıyla çağrılarak derhal alay alay, ümmet ümmet, cemaat cemaat mahşere gelirsiniz ve o sırada sema açılmıştır. Nizam-ı âlem değişmiş; bugün kapalı, sağlam bir bina olan sema fethedilmiş; (sure: 69, âyet: 16 mazmununca) inşikak edip yer yer açılmıştır da hep kapılar olmuştur. Her tarafı kapılardan ibaret gibi küşad edilmiştir.» (E.T.5539) (Ehl-i Cehennem’in haşirden Cehennem’e gidişleri, bak: 3395.p.)
7. sure 40. âyetinin tefsirinde de şu beyan var:
«Şüphe yok o kimselere ki, küfre düştüler ve bizim vazıh âyetlerimizi tekzib ettiler, onların birer âyet-i İlahiye olduğunu kabul etmediler ve onlara karşı tekebbürde bulundular, onlara imandan ve muktezasıyla amel etmekten kaçındılar. Onlar için gök kapıları açılmaz, onların duaları, amelleri kabul edilmez veya onların ruhları oralara yükselemez. Ve deve, iğnenin deliğine girinceye kadar; öyle büyük bir cisim, o kadar dar bir yere girinceye kadar, öyle mümkün olmayan bir hâdisenin vukuuna değin, yani hiçbir zaman Cennet’e giremiyeceklerdir. Onların Cennet’e girmeleri, böyle vukuu muhal bir şeye muallaktır, onlar ebediyyen Cehennem’de muazzeb olup duracaklardır.» (Ömer Nasuhi Bilmen’in tefsirinden)
749- qqECEL u%~ : Her mahlukun ve canlının Allah tarafından takdir edilen ölüm vakti. Âhirete göç etmek. *İleride olacağı şüphesiz olan. *Allah’ın takdir ettiği ömür. (Bak: Mevt)
«Ecel: Bir nesne hakkında madrub ve mukadder olan müddete denir. Bu kelime Kur’an’da beş vecihle müsta’meldir:
1- İnsan hayatının sonu ki, mevt-i mukadderdir.
2- Muayyen vakit manasınadır.
3- Kâfirleri helâk etmek manasınadır.
4- İddet-i mutlakada kullanılır.
5- Azab ve ukubet manasındadır.
İntiha ve ecel, masdar olup gerilenmek ve teehhür demek olur. Aynı kökten gelen te’cil; bir muayyen vakte kadar müddet ve mühlet tayin etmek demektir.» (Kamus Tercümesinden özet)
«Ecel, hem müddete hem de müntehasına ıtlak olunur.» (E.T.)
750- Hayır ve şer işlenmesine göre, ecelin yani ecel-i muallakın değişmesi meselesine gelince: Bir âyette şöyle buyrulur:
«(71:4) ²vU¬"Y9† ²w¬8 ²vU«7 ²h¬S²R«< günahlarınızdan bir kısmını mağfiret etsin.. |ÅW«K8 ¯u«%«~ |«7¬~ ²v6²h±¬' ÏY<«— ve sizi müsemma bir ecele kadar te’hir etsin.
Keşşaf demiştir ki: Allah Teâla şöyle kaza buyurmuştur ki, meselâ: Nuh Kavmi iman ederlerse ömürleri bin senedir ve eğer küfr üzere giderlerse dokuzyüzün başında onları ihlak edecektir. Bu suretle onlara denilmiştir ki: İman edin ki, Allah sizi ecel-i müsemmaya kadar te’hir etsin. Yani tesmiye etmiş ve sizin için daha ilerisine gidemiyeceğiniz bir gaye olarak tayin buyurmuş olduğu vakte kadar bıraksın ki, o tam bin olan en uzun vakittir. Sonra da haber vermiş ki; o uzun gaye geldiği vakit, bu kısanın te’hir olunduğu gibi te’hir olunmaz. Razi de tefsirinde bunu aynen almıştır. Kazıyy ve Ebussuud ve Alusi dahi aynı manada yürümüş..» (E.T.5369-5373)
751- Diğer bir âyet de şöyle tefsir ediliyor: «İşte Allah o Hâliktır ki, insanları ibtidaen böyle bir çamurdan halk eyledi, (6:2) ®Ÿ«%«~|«N«5 Åv$ sonra bir ecel kaza etti, takdir ü hükmedip bilfiil mevki-i icraya koydu. Her dünyaya geleni ölümüne kadar bir ecel ile te’cil eyledi ki, her eceli yetenin ölmekte olduğu zahir ve hepinizin malum ve meşhududur. Bundan başka ˜«f²X¬2|ÅW«K8 °u«%«~«— takdir ü tesmiye edilmiş bir ecel, bir ecel-i müsemma da onun indinde, onun huzurunda vardır.» (E.T.1874)
752- «Hadis-i Şerif’te varid olmuştur ki: “Bazan belâ nazil oluyor, gelirken karşısına sadaka çıkar, geri çevirir.” (81) Şu hadisin sırrı gösteriyor ki: Mukadderat, bazı şeraitle vukua gelirken geri kalır. Demek ehl-i keşfin muttali olduğu mukadderat mutlak olmadığını, belki bazı şeraitle mukayyed bulunduğunu ve o şeraitin vuku bulmamasıyla, o hâdise de vukua gelmiyor. Fakat o hâdise ecel-i muallak gibi, Levh-i Ezelî’nin bir nevi defteri hükmünde olan Levh-i Mahv İsbat’ta mukadder olarak yazılmıştır. Gayet nadir olarak Levh-i Ezelî’ye kadar keşif çıkar. Ekseri oraya çıkamıyor. İşte bu sırra binaen, geçen ramazan-ı şerifte ve Kurban Bayramında ve daha başka vakitlerde istihraca binaen veya keşfiyat nev’inden verilen haberler, muallak oldukları şeraiti bulamadıkları için vukua gelmemişler ve haber verenleri tekzib etmiyorlar. Çünki mukadder imiş, fakat şartı gelmeden o da vukua gelmemiş.» (L.103-104)
753- Levh-i Ezelî’deki ecel-i müsemma ile, iyi ve kötü şartlara göre değişen ecel-i muallak arasında zıddiyet yoktur. Çünki ecel-i müsemma, levh-i mahv ve isbat ve ecel-i muallakı; yani bütün ahval-i âlemi başı ve sonuyla ihata eder.
Meselâ şerler sebebiyle mukadder olup gelecek olan belayı kader esbabı dairesinde gönderirken, makbul bir sadaka ve hayırla karşılanırsa, Allah ya bu hükmünü geri alacak veya gönderecek. İşte bu iki şıkkın hangisi olacaksa, ilm-i İlahî ezelî olarak onu bilir ve Levh-i Ezelî’de mukadder bulunur. Bu husus sadece ecel için değildir. Bütün ahval-i kâinatı, nihaî durumlarıyla Levh-i Ezelî ihata etmiştir. Muallak mukadderat onun dışında değildir.
754- Ecel-i muallakın bir hikmeti: Şerlerden ictinab ettirmek ve cehd ü gayreti teşvikle sadaka ve hayra sevketmektir. Çünki kader liyakata göre muamele eder. O halde ihtiyar ile hayır ve şerrin hangisine meyledilecekse, kader ona göre hükmeder. Nasılki çekirdeğin içinde kaderce konulan manevi bir proğramı vardır. Çekirdek için esbab âlemi olan toprakta o manevi proğramı kuvveden fiile çıkarken müsait veya namüsait şartlar karşısında çürümek veya büyümek cihetinde çekirdeğin de ecel-i muallakı vardır diye teşbihen söylenebilir. Yani iyi şartlarda ecel-i fıtrîsine kadar büyüyüp hayatı devam edecek; aksi halde ise arızalara maruz kalacak veya çürüyüp gidecektir.
Öyle de insanın ef’al-i ihtiyariye âleminde, hakikat-ı diniyeye ve rıza-yı İlahiyeye muvafık veya namuvafık temayül ve harekâtı dahi, kader kaza ve ata kanunlarının hükümlerine ve neticelerine maruzdur. (Bak: Kader)
755- Hem ecel-i muallakın diğer bir hikmeti de, melaike ve ruhaniyat âlemine bakar. Zira beşerin hayır ve şerlerine karşı, Allah’ın cemal ve celal tecellilerini ve haşmet-i saltanatını temaşa eden meleklere bir mütalaagâh olup manevi mukadderat âleminde nezaret vazifelerini ifa ederler.
Demek günah ve kötülüklere karşı Allah tarafından gelmeğe hazırlanan musibetlerin, iyilik ve sevablı amelle mukabele edilip durdurulabileceği düşünülerek, günahlara tövbe etmeli, hayır ve iyiliklere devamlı gayret göstermelidir. Hem bir haneyi belâlardan koruyan, içindeki masum ihtiyarlar olduğunu bildiren _ÅA«. š«Ÿ«A²7~ ²vU²[«V«2 Å`M«7 pÅ6Çh7~ „Y[ÇL7~ «²Y«7 (82) hadis-i şerifi de, iyilerin hürmetine merhamet-i İlahiye belâları durdurduğunu bildirmesi, meseleyi teyid ediyor. (Bak: Sadaka)
756- İşte en cüz’îden en küllîye kadar cereyan eden mukadderat, ilm-i İlahînin herşeyi ihata ettiğini isbat eder. «Hem umum zihayatın, ibham ünvanı altında bir kanun-u taayyüne bağlı olan ecelleri, ölümleri bir ilm-i muhiti gösteriyor. Çünki her taifenin, gerçi ferdlerin zahiren muayyen bir vakt-i eceli görünmüyor, fakat o taifenin iki had ortasında mahdud bir zamanda ecelleri muayyendir.» (M.243)
Evet «ecellerin adem-i taayyününde saklanan faidelerin kesreti, ilm-i Bari’de onların muayyen olduğuna nurlu bir delildir. Eğer ecellerin vakti muayyen olmuş olsaydı, ilm-i Bari cihetinden onların adem-i tayyünü tevehhüm olunacaktı ki; o zaman o taayyün kanun-u fıtrîye (tabiîye) tefvizi ile tevehhüm edilecekti. Binaenaleyh ecellerin iki hadd-i muayyen ortasında taayyün etmemesiyle, vehmin hakkı yoktur ki, ilm-i Bari’de dahi adem-i taayyününü iddia etsin.» (M.Nu.177) (Ecelin mübhem olması, bak: 3037.p.)
757- Ecel-i kaza ise, ecel-i müsemmanın fiile çıkıp kaza olmasıdır. Kur’anda (6:60) °u«%«~ |«N²T[¬7 âyeti ecel-i kazayı bildirir.
758- Ecel hakkında Kur’andan birkaç not:
-(Levh-i Ezelî’de) ecel takdim te’hir olunmaz: (7:34) (10:49) (15:5)(16:61) (23:43) (63:11)
-Semavat ve bütün içindeki ecramın birer ecel-i müsemması vardır: (13:2) (31:29) (35:13) (39:5) (46:3) (Semavatın ecel-i fıtrîsi, bak: 2015.p.)
-Allah mükelleflerin şerlerini, dünyada lihikmetin bir imtihan müddeti olarak bir ecel ile tehir eder: (10:11) (35:45)
Atıf notları:
-Her ümmetin bir eceli vardır, bak: 3907.p.
-Birr ü hayr ömrü artırır, bak: 3186.p.
759- qqEDEB …~ : Terbiye. Kavlen fiilen insanlara lütuf ile muamele etmek. Güzel ahlâk. Usluluk. Haya. * Ist. Sünnet-i Resul’e (A.S.M.) uygun hareket etmek. * Utanılacak şeylerden insanı koruyan meleke; kuvve-i rasiha-i nefsiye. * Edebiyat ve ondan bahseden ilim. (Bak: Adâb)
760- qqEDEBİYAT _["…~ : Düşünce, duygu veya herhangi bir hakikatı veya herhangi bir fikri yazı veya sözle, manzum veya nesir halinde güzel şekilde ifade sanatı. Bu sanatla uğraşan ilim kolu. * Edebiyata ait yazıları toplayan kitab. (Bak: Belâgat, Beyan, Cevamiü-l Kelim, Cezalet, İlm-i Bedi’, Kıraat, Lisan)
760/1- Edebiyat, tesirli ve güzel ifade etmek sanatı olduğu için, evvela hak ve hakikat öğrenilmelidir. Zira hakikata âşina olmıyan, edebiyatla neyi anlatacaktır? Edebiyat netice değil, vesiledir. Hak ve faydalı yolda kullanılırsa iyi, bâtıl ve zararlı yolda kullanılırsa kötü olur. Evet
(83) ¬–_«K¬±V7~ v[¬V«2 ¯s¬4_«X8 Çu6 |¬BÅ8~ |«V«2 ¿_«'«~ _«8 ¿«Y²'«~
Yani: Ümmetim hakkında ziyade korktuğum şeylerden biri de, cerbeze-i lisaniyesi olan herhangi bilgiç münafıktır, mealindeki hadis-i şerif edebiyatın şer ve şerirlerinden ümmeti ikaz eder. (Sihir gibi tesirli beliğ sözler, bak: 3397, 3398.p.lar)
Kur’an (6:112) âyetinde, batılı telkin eden insî ve cinnî şeytanların aldatıcı, yaldızlı ve parlak sözlerinin şerrinden ümmet ikaz edilir. (Bak: 3932.p.)
761- Ebedî ifadelerin de meşruiyet şartları vardır. Evet «lafızperestlik nasıl bir hastalıktır... öyle de; suretperestilk ve üslubperestlik ve teşbihperestlik ve hayalperestlik ve kafiyeperestlik şimdi filcümle, ileride ifrat ile tam bir hastalık ve manayı kendine feda edecek derecede bir maraz olacaktır. Hatta bir nükte-i zarafet için veya kafiyenin hatırı için, çok edib edebde edebsizlik etmeye şimdiden başlamışlardır. Evet lafza zinet verilmeli, fakat tabiat-ı mana istemek şartıyla... ve suret-i manaya haşmet vermeli, fakat mealin iznini almak şartıyla... ve üsluba parlaklık vermeli, fakat maksudun istidadı müsaid olmak şartıyla, ve teşbihe revnak vermeli, fakat matlubun münasebetini göze almak ve rızasını tahsil etmek şartıyla... ve hayale cevelan ve şa’şaa vermeli, fakat hakikatı incitmemek ve ağır gelmemek ve hakikata misal olmak ve hakikattan istimdad etmek şartıyla gerektir. » (M.79)
Bir atıf notu:
-Bu zamanda irşad müdellel olmalı, bak: 1706.p.
762- «Kelâmın hayatlanması ve neşv ü neması; manaların tecessümüyle ve cemadata nefh-i ruh etmekle bir mükâleme ve mübahaseyi içlerine atmaktır. Şöyle : Deveran ile tabir olunan vücutta ve ademde iki şeyin mukarenetiyle biri ötekisine illet ve me’haz ve menşe’ zannolunması olan itikad-ı örfi üzerine müesses olan mağlata-i vehmiye üstüne mebni olan kuvve-i hayalden neş’et eden sihr-i beyanıyla sehhar gibi cemadatı hayatlandırır, birbiriyle söyletir. İçlerine ya adaveti veya muhabbeti atar. Hem de manaları tecesüm ettirir, hayat verir, içinde hararet-i gariziyeyi derceder.
Eğer istersen gürültülü menzil ıtlakına şayeste olan bu beyte gir:
>¬‡²f«.|¬4‰ Ì_«[²7~ «— Ä_«8³²~ v¬M«B²F«#«— ¬y¬V²O«8 ¬a²E«#²w¬8 ¿«Ÿ²'¬²~ |¬X[¬%_«X<
Yani: “Mumatala-i Hak perdesi altında hulf-ül va’d benimle konuşuyor. Der. Aldanma!... Onun için sinemde ümidlerim ye’s ile kavgaya başladılar, o mütezelzil hane olan sadrımı harab ediyorlar.” Göreceksin nasıl şair-i sâhir emel ve ye’si tecsim etmekle hayatlandırarak nemmam olan ihlafın fitnesiyle bir muharebe ve muhasamayı temsil eyledi. Güya sinematoğraf gibi bu beyt senin aklına rüya görünüyor. Evet bu sihr-i beyanî bir nevi tenvim eder.» (Mu. 79)
Bir atıf notu:
-Risale-i nur, manayı lafza feda etmemiştir, bak: 3065 ilâ 3068.p.lar
763- Aşağıda dercedilen ve bir derece manzum olan parçada:
l- Hüsün ve aşk,
2- Hamaset ve şehamet,
3- Tasvir-i hakikat olarak edebiyatın üç sahası bulunduğu ve her üçünün de müsbet ve menfi olarak ikiye ayrıldığı izah edilir.
Mecmua, roman, sinema, radyo ve televizyon gibi neşir vasıtaları, edebiyatın bu üç sahasının menfi kısmında çok büyük manevi tahribat yapabilir. Çünki aşağıda izah edilen ve üç sahada hükmeden menfi edebiyat, milli bünyeye ancak bu vasıtalarla ve bilhassa televizyonla yayılır.
İşte edebiyatın mezkûr üç menfi ciheti, televizyon gibi neşir vasıtalarıyla yayıldığı için, bu âletlerin şer’î hükmünü sonunda beyan eden yazı şöyle başlıyor:
764- «Kâmilîn insanların zevk-i maalîsini hoşnud eden bir halet, çocukça bir hevese, sefihçe bir tabiat sahibine hoş gelmez,
Onları eğlendirmez. Bu hikmete binaen, bir zevk-i süflî, sefih, hem nefsî ve şehvanî içinde tam beslenmiş, zevk-i ruhîyi bilmez.
Avrupa’dan tereşşuh etmiş şu hazır edebiyat romanvarî nazarla, Kur’anda olan letaif-i ulviyet, mezaya-yı haşmeti göremez, hem tadamaz.
Kendindeki miheki ona ayar edemez. Edebiyatta vardır üç meydan-ı cevelan; onlar içinde gezer, haricine çıkamaz:
Ya aşkla hüsündür, ya hamaset ve şehamet, ya tasvir-i hakikat. İşte yabani edebse hamaset noktasında hakperestliği etmez.
Belki zalim nev-i beşerin gaddarlıklarını alkışlamakla kuvvetperestlik hissini telkin eder. Hüsün ve aşk noktasında, aşk-ı hakiki bilmez.
Şehvet-engiz bir zevki nefislerde zerkeder. Tasvir-i hakikat maddesinde, kâinata sanat-ı İlahî suretinde bakmaz,
Bir sıbga-i Rahmanî suretinde göremez. Belki tabiat noktasında tutar, tasvir ediyor, hem ondan da çıkamaz.
Onun için telkini aşk-ı tabiat olur Maddeperestlik hissi, kalbde de yerleştirir, ondan ucuzca kendini kurtaramaz.
Yine ondan gelen, dalaletten neş’et eden ruhun ızdırabatına o edebsizlenmiş edeb (müsekkin hem münevvim); hakiki fayda vermez.
Tek bir ilacı bulmuş, o da romanlarıymış. Kitab gibi bir hayy-ı meyyit, sinema gibi bir müteharrik emvat! Meyyit hayat veremez.
Hem tiyatro gibi tenasühvari, mazi denilen geniş kabrin hortlakları gibi şu üç nevi romanlarıyla hiç de utanmaz.
Beşerin ağzına yalancı bir dil koymuş, hem insanın yüzüne fâsık bir göz takmış, dünyaya bir âlüfte fıstanını giydirmiş, hüsn-ü mücerred tanımaz.
Güneşi gösterirse, sarı saçlı güzel bir aktrisi karie ihtar eder. Zahiren der: “Sefahet fenadır, insanlara yakışmaz.”
Netice-i muzırrayı gösterir. Halbuki sefahete öyle müşevvikane bir tasviri yapar ki, ağız suyu akıtır, akıl hâkim kalamaz.
İştihayı kabartır, hevesi tehyic eder, his daha söz dinlemez. Kur’andaki edebse hevayı karıştırmaz.
Hakperestlik hissi, hüsn-ü mücerred aşkı, cemalperestlik zevki, hakikatperestlik şevki verir; hem de aldatmaz.
Kâinata tabiat cihetinde bakmıyor; belki bir sanat-ı İlahî, bir sıbga-i Rahmanî noktasında bahseder, akılları şaşırtmaz.
Marifet-i Sani’in nurunu telkin eder. Herşeyde âyetini gösterir. Her ikisi rikkatli birer hüzün de veriyor, fakat birbirine benzemez.
765- Avrupazade edebse fakd-ül ahbabdan, sahibsizlikten neş’et eden gamlı bir hüznü veriyor, ulvi hüznü veremez.
Zira sağır tabiat, hem de bir kör kuvvetten mülhemane aldığı bir hiss-i hüzn-ü gamdar. Âlemi bir vahşetzar tanır, başka çeşit göstermez.
O surette gösterir, hem de mahzunu tutar, sahibsiz de olarak yabaniler içinde koyar, hiçbir ümid bırakmaz.
Kendine verdiği şu hissî heyecanla git gide ilhada kadar gider, ta’tile kadar yol verir, dönmesi müşkil olur, belki daha dönemez.
Kur’anın edebi ise: öyle bir hüznü verir ki, âşıkane hüzündür, yetimane değildir. Firak-ul ahbabdan gelir, fakd-ül ahbabdan gelmez.
Kâinatta nazarı, kör tabiat yerine şuurlu, hem rahmetli bir sanat-ı ilahî onun medar-ı bahsi, tabiattan bahsetmez.
Kör kuvvetin yerine inayetli, hikmetli bir kudret-i İlahî ona medar-ı beyan. Onun için kâinat, vahşetzar suret giymez.
Belki muhatab-ı mahzunun nazarında oluyor bir cemiyet-i ahbab. Her tarafta tecavüb, her canibde tehabbüb; ona sıkıntı vermez.
Her köşede istinas, o cemiyet içinde mahzunu vaz’ediyor bir hüzn-ü müştakane, bir hiss-i ulvi verir, gamlı bir hüznü vermez.
İkisi birer şevki de verir: O yabanî edebin verdiği bir şevk ile nefis düşer heyecana, heves olur münbasit; ruha ferah veremez.
766- Kur’anın şevki ise: Ruh düşer heyecana, şevk-i maâlî verir. İşte bu sırra binaen, Şeriat-ı Ahmediyye (A.S.M.) lehviyatı istemez.
Bazı âlat-ı lehvi tahrim edip, bir kısmı helal diye izin verip... Demek hüzn-ü Kur’anî veya şevk-i Tenzilî veren âlet, zarar vermez.
Eğer hüzn-ü yetimî veya şevk-i nefsanî verse, âlet haramdır. Değişir eşhasa göre, herkes birbirine benzemez.» (S.736-738)
İşte burada umumi bir ifade ile (âlat-ı lehvin tahrimi) yani günah ve sefahete âlet edilen cihazların haramiyeti beyan ediliyor.
767- qqEDİLLE-İ ERBAA yQ"‡~ ¬š y±7…~ : (Edille-i şer’iye) Fık: Fıkih ilminin istinad ettiği deliller; Kitab (yani Kur’an-ı Kerim’deki deliller) Sünnet, İcma-i Ümmet ve Kıyas-ı Fukaha. (Usul-ü erbaa ve edille-i asliye tabirleri de aynı manada kullanılır.) (Bak: Naklî Delil)
768- qqEDİLLE-İ TALİYE y[VQ# ¬š y±7…~ : Huk: Örf, âdet, teamül, istishab, asıl ve amel, maslahat-ı mürsele, kaide-i külliye, âsar-ı sahabe ve âsar-ı kibar-ı tabiîn gibi deliller.
769- qqEDVAR-I HAMSE yKW' ¬‡~—…~ : Beş devir. Beşeriyetin içtimaî ve iktisadî hayatındaki beş devir.
«Ehl-i dünyanın ve maddi tarihin nazarıyla nev’-i beşerin hayat-ı içtimaiyesi noktasından bakılsa görülüyor ki; hayat-ı içtimaiye-i siyasiye itibariyle beşer birkaç devri geçirmiş.
Birinci devri: Vahşet ve bedevilik devri.
İkinci devri: Memlukiyet devri.
Üçüncü devri: Esir devri.
Dördüncüsü: Ecir devri.
Beşincisi: Malikiyet ve serbestiyet devridir.
Vahşet devri dinlerle, hükümetlerle tebdil edilmiş, nim-medeniyet devri açılmış. Fakat nev-i beşerin zekileri ve kavileri insanların bir kısmını abd ve memlûk ittihaz edip hayvan derecesine indirmişler. Sonra bu memlûkler dahi bir intibaha düşüp gayrete gelerek o devri, esir devrine çevirmişler. Yani memlûkiyetten kurtulup fakat (el-hükmü lilgalib) olan zalim düstur ile yine insanların kavileri zaiflerine esir muamelesi yapmışlar. Sonra İhtilal-i Kebir gibi çok inkılablarla o devri de ecir devrine inkılab etmiş. Yani zenginler olan havass tabakası, avamı ve fukarayı ücret mukabilinde hizmetkâr ittihaz etmesi; yani sermaye sahibleri, ehl-i sa’yi ve ameli, küçük bir ücrete mukabil istihdam etmeleridir. Bu devirde, su-i istimalat o dereceye vardı ki, bir sermayedar kendi yerinde oturup bankalar vasıtasıyla bir günde bir milyon kazandığı halde, bir biçare amele sabahtan akşama kadar taht-el arz madenlerde çalışıp kut-u layemut derecesinde on kuruşluk bir ücret kazanıyor. Şu hal müdhiş bir kin, bir iğbirar verdi ki; avam tabakası havassa ilan-ı isyan etti. Şu asrın tabiriyle sosyalistlik, bolşeviklik suretinde evvel Rusya’yı zir ü zeber edip, geçen harb-i umumiden istifade ederek her yerde kök saldılar. Şu bolşevizmin perdesi altındaki kıyam-ı avam, havassa karşı bir kin ve bir tezyif fikrini verdiğinden büyüklere ve havassa aid medar-ı şeref her şeyi kırmak için bir cesaret vermiş.» (Osmanlıca Mektubat, sh: 581 Müellifi: Bediüzzaman Said Nursî) T.T. 5. cild 1050. hadis, yukarıda zikredilen malikiyet devrine işaret olabilir.)
770- «Beşer esirliği parçaladığı gibi ecirliği de parçalayacaktır:
Bir rü’yada demiştim: Devletler milletlerin hafif muharebesi; tabakat-ı beşerin şedid olan harbine terk-i mevki ediyor.
Zira beşer, edvarda esirlik istemedi, kanıyla parçaladı. Şimdi ecir olmuştur; onun yükünü çeker, onu da parçalıyor.
Beşerin başı ihtiyar; edvar-ı hamsesi var. Vahşet ve bedeviyet, memlûkiyet, esaret, şimdi dahi ecirdir, başlamıştır geçiyor.» (S.709)
770/1- qqEFLATUN –Y#Ÿ4~ : (Platon) (M.Ö. 427-347) Aristo’nun üstadı, Sokrat’ın talebesi, eski Yunan filozofudur.
Eflatun, şu görünen ve gelip geçici olan âlemden başka ezelî ve ebedî bir başka âlemin varlığını kabul eder. Bu âleme “ideler” âlemi adını verir. Ruh da bu âlemden gelmiş ve oraya dönecektir, der. Ona göre ideler âlemi hislerimizle değil, akıl yoluyla bilinebilir. Semavî bir dinden haberdar olduğuna dair, eserlerinde bir bilgi görülmemekle beraber felsefi görüşüne göre bir nevi vahdaniyete inanır ve ruhun ebedîliğini de kabul eder.
Putperest bir cemiyet içinde yaşamasına rağmen zamanındaki inkârcı filozoflardan sofestailere karşı ahlâkı ve insaniyeti müdafaa etmiştir. Onun fikirleri daha sonra bazı İslâm ve Hristiyan mütefekkirlerine müessir olmuş, maddeciliğe karşı “idealizm” denen maneviyatçı felsefeye kaynak teşkil etmiştir. Bununla beraber kendisinden önceki ve zamanındaki filozoflar gibi, yoktan var etme fikrine henüz sahib bulunmayıp uluhiyet sıfatlarında da hataya düşmüştür. (Bak: 936.p.)
771- qqEGOİZM •i[¶: Bencillik. Kendi menfaatını ön plana alma. Her iş ve davranışta kendini düşünme. Bencillik, hem ahlâk, hem de dinde reddedilen kötü bir huydur. Bencillikten kurtulmanın çaresi, İslâm terbiyesidir. (Bak: Enaniyet)
772- qEGOSANTRİZM •i
Dostları ilə paylaş: