1308- Sonra o Hâkim, şu musanna ve murassa Kur’anı, bir ecnebi feylesofa ve bir müslüman âlimine gösterdi. Hem tecrübe, hem mükâfat için emretti ki: “Herbiriniz, bunun hikmetine dair bir eser yazınız.”Evvela o feylesof, sonra o âlim, ona dair birer kitab te’lif ettiler. Fakat feylesofun kitabı, yalnız harflerin nakışlarından ve münasebetlerinden ve vaziyetlerinden ve cevherlerinin hasiyetlerinden ve tarifatından bahseder. Manasına hiç ilişmez. Çünki o ecnebi adam, arabi hattı okumayı hiç bilmez. Hatta o müzeyyen Kur’anı, bilmiyor ki bir kitabdır ve manayı ifade eden yazıdır. Belki ona münakkaş bir antika nazarıyla bakıyor. Lakin çendan arabi bilmiyor, fakat çok iyi bir mühendistir, güzel bir tasvircidir, mahir bir kımyagerdir, sarraf bir cevhercidir. İşte o adam, bu san’atlara göre eserini yazdı.
Amma Müslüman âlim ise ona baktığı vakit anladı ki: O Kitab-ı Mübin’dir, Kur’an-ı Hakim’dir. İşte bu hakperest zat, ne tezyinat-ı zahiriyesine ehemmiyet verdi ve ne de hurufun nukuşuyla iştigal etti. Belki öyle bir şeyle meşgul oldu ki, milyon mertebe öteki adamın iştigal ettiği mes’elelerinden daha âlî, daha gali, daha latif, daha şerif, daha nâfi, daha câmi’. Çünki nukuşun perdesi altında olan hakaik-ı kudsiyesinden ve envar-ı esrarından bahsederek gayet güzel bir tefsir-i şerif yazdı. Sonra ikisi, eserlerini götürüp o Hâkim-i Zişan’a takdim ettiler. O Hâkim, evvela feylesofun eserini aldı. Baktı gördü ki: O hodpesent ve tabiatperest adam, çok çalışmış. Fakat hiç hakiki hikmetini yazmamış. Hiçbir manasını anlamamış, belki karıştırmış. Ona karşı hürmetsizlik, belki edebsizlik etmiş. Çünki o menba-ı hakaik olan Kur’anı, manasız nukuş zannederek mana cihetinde kıymetsizlik ile tahkir etmiş olduğundan, o Hâkim-i Hakîm dahi, onun eserini başına vurdu, huzurundan çıkardı.
Sonra öteki hak-perest, müdakkik âlimin eserine baktı gördü ki. Gayet güzel ve nâfi’ bir tefsir ve gayet hakîmane, mürşidane bir te’liftir. “Aferin, bârekallah” dedi. İşte hikmet budur ve âlim ve hakîm, bunun sahibine derler. Öteki adam ise, haddinden tecavüz etmiş bir san’atkârdır. Sonra onun eserine bir mükâfat olarak herbir harfine mukabil, tükenmez hazinesinden “on altın verilsin” irade etti.
1309- Eğer temsili fehmettin ise, bak, hakikatın yüzünü de gör:
Amma o müzeyyen Kur’an ise, şu musanna kâinattır. O hâkim ise, Hakim-i Ezelî’dir. Ve o iki adam ise, birisi yani ecnebisi, ilm-i felsefe ve hükemasıdır. Diğeri, Kur’an ve şakirdleridir. Evet Kur’an-ı Hakim, şu Kur’an-ı Azîm-i Kâinatın en âlî bir müfessiridir ve en beliğ bir tercümanıdır.
Evet o Fürkandır ki, şu kâinatın sahifelerinde ve zamanların yapraklarında kalem-i kudretle yazılan âyât-ı tekviniyeyi cin ve inse ders verir. Hem her biri birer harf-i manidar olan mevcudata “manayı harfi” nazarıyla, yani onlara Sani’ hesabına bakar. “Ne kadar güzel yapılmış ne kadar güzel bir surette Saniinin cemaline delalet ediyor” der. Ve bununla kâinatın hakiki güzelliğini gösteriyor. Amma ilm-i hikmet dedikleri felsefe ise; huruf-u mevcudatın tezyinatında ve münasebatında dalmış ve sersemleşmiş, hakikatın yolunu şaşırmış. Şu kitab-ı kebirin hurufatına “mana-yı harfi” ile, yani Allah hesabına bakmak lâzım gelirken; öyle etmeyip “mana-yı ismî” ile, yani mevcudata mevcudat hesabına bakar, öyle bahseder. “Ne güzel yapılmış”a bedel, “Ne güzeldir” der, çirkinleştirir. Bununla kâinatı tahkir edip kendisine müşteki eder. Evet dinsiz felsefe, hakikatsız bir safsatadır ve kâinata bir tahkirdir.
1310- İkinci Esas: Kur’an-ı Hakim’in hikmeti, hayat-ı şahsiyeye verdiği terbiye-i ahlâkiye ve hikmet-i felsefenin verdiği dersin müvazenesi:
Felsefenin halis bir tilmizi, bir firavundur. Fakat menfaati için en hasis şey’e ibadet eden bir firavun-u zelildir. Her menfaatli şeyi kendine “Rab” tanır. Hem o dinsiz şakird, mütemerrid ve münanniddir. Fakat bir lezzet için nihayet zilleti kabul eden miskin bir mütemerriddir. Şeytan gibi şahısların, bir menfaat-ı hasise için ayağını öpmekle zillet gösterir denî bir muanniddir. Hem o dinsiz şakird, cebbar bir mağrurdur. Fakat kalbinde nokta-i istinad bulmadığı için zatında gayet acz ile âciz bir cebbar-ı hodfüruştur. Hem o şakird, menfaatperest hod-endiştir ki: Gaye-i himmeti, nefs ve batnın ve fercin hevesatını tatmin ve menfaat-ı şahsiyesini, bazı menfaat-ı kavmiye içinde arayan dessas bir hodgâmdır.
1311- Amma hikmet-i Kur’anın halis tilmizi ise, bir abddir. Fakat azam-ı mahlukata da ibadete tenezzül etmez, hem Cennet gibi azam-ı menfaat olan bir şeyi, gaye-i ibadet kabul etmez bir abd-i azizdir. Hem hakiki tilmizi mütevazidir, selim halimdir. Fakat Fâtırının gayrına, daire-i izni haricinde ihtiyariyle tezellüle tenezzül etmez. Hem fakir ve zaiftir. Fakr ve za’fını bilir. Fakat onun Malik-i Kerim’i, ona iddihar ettiği uhrevî servet ile müstağnidir ve Seyyidinin nihayetsiz kudretine istinad ettiği için kavidir. Hem yalnız livechillah, rıza-ı İlahî için, fazilet için amel eder, çalışır. İşte iki hikmetin verdiği terbiye iki tilmirzin muvananesiyle anlaşılır.
1312- Üçüncü Esas: Hikmet-i felsefe ile hikmet-i Kur’aniyenin hayat-ı içtimaiye-i beşeriyeye verdiği terbiyeler:
Amma hikmet-i felsefe ise, hayat-ı içtimaiyede nokta-i istinadı, “kuvvet” kabul eder. Hedefi, “menfaat” bilir. Düstur-u hayatı “cidal” tanır. Cemaatlerin rabıtasını, “unsuriyet, menfi milliyet”i tutar. Semeratı ise, “hevasat-ı nefsaniyeyi tatmin ve hacat-ı beşeriyeyi tezyid”dir. Halbuki: Kuvvetin şe’ni, “tecavüz”dür. Menfaatın şe’ni, her arzuya kâfi gelmediğinden üstünde “boğuşmak”tır. Düstur-u cidalin şe’ni, “çarpışmak”tır. Unsuriyetin şe’ni, başkasını yutmakla beslenmek olduğundan, “tecavüz”dür. İşte bu hikmettendir ki; beşerin saadeti selbolmuştur.
Amma hikmet-i Kur’aniye ise, nokta-i istinadı, kuvvete bedel “hakk”ı kabul eder. Gayede menfaate bedel, “fazilet ve rıza-yı İlahî”yi kabul eder. Hayatta düstur-u cidal yerine, “düstur-u teavün”ü esas tutar. Cemaatlerin rabıtalarında unsuriyet, milliyet yerine, “rabıta-i dinî ve sınıfî ve vatanî “ kabul eder. Gayatı, hevesat-ı nefsaniyenin tecavüzatına sed çekip, ruhu maaliyata teşvik ve hissiyat-ı ulviyesini tatmin eder ve insanı kemalat-ı insaniyeye sevkedip insan eder. Hakkın şe’ni, “ittifak”tır. Faziletin şe’ni, “tesanüd”dür. Düstur-u teavünün şe’ni, “birbirinin imdadına yetişmek”tir. Dinin şe’ni, “uhuvvet”tir, “incizab”dır. Nefsi gemlemekle bağlamak, ruhu kemalata kamçılamakla serbest bırakmanın şe’ni, “saadet-i dareyn”dir. “ (S.130-133)
1313- “Hikmet ve akıl ile halledilmiyen bir mes’ele-i mühimme:
(11:107) f<¬h< _«W¬7 °Ä_ÅQ«4 ¯–Ì_«- |¬4 «Y; ¯•²Y«< Åu6 (55;29)
Sual: Kâinattaki mütemadiyen şu hayret-engiz faaliyetin sırrı ve hikmeti nedir? Neden şu durmayanlar durmuyorlar; daima dönüp tazeleniyorlar?
Elcevab: Şu hikmetin izahı bin sahife ister. Öyle ise izahını bırakıp gayet muhtasar bir icmalini iki sahifeye sığıştıracağız.
İşte nasılki bir şahıs, bir vazife-i fıtriyeyi veyahut bir vazife-i içtimaiyeyi yapsa ve o vazife için hararetli bir surette çalışsa; elbette ona dikkat eden anlar ki, o vazifeyi ona gördüren iki şeydir.
Birisi. Vazifeye terettüb eden maslahatlar, semereler, faidelerdir ki; ona “ille-i gaiye” denilir.
İkincisi: Bir muhabbet, bir iştiyak, bir lezzet vardır ki, hararetle o vazifeyi yaptırıyor ki; ona “dai ve muktazi” tabir edilir. Meselâ: Yemek yemek, iştihadan gelen bir lezzet, bir iştiyaktır ki, onu yemeğe sevkeder. Sonra da yemeğin neticesi, vücudu beslemektir. Hayatı idame etmektir.
Öyle de: |«V²2«²~ u«C«W²7~ ¬y±V¬7«— Şu kâinattaki dehşet-engiz ve hayret-nüma hadsiz faaliyet, iki kısım Esma-i İlahiyeye istinad ederek iki hikmet-i vasia içindir ki, herbir hikmeti de nihayetsizdir.
1314- Birincisi: Cenab-ı Hakk’ın esma-i hüsnasının had ve hesaba gelmez enva-i tecelliyatı var. Mahlukatın tenevvüleri, o tecelliyatın tenevvüünden geliyor. O esma ise, daimî bir surette tezahür isterler. Yani, nakışlarını göstermek isterler. Yani, nakışlarının ayinelerinde cilve-i cemallerini görmek ve göstermek isterler. Yani, kâinat kitabını ve mevcudat mektubatını ânen feânen tazelendirmek isterler. Yani, yeniden yeniye manidar yazmak ve her bir mektubu, Zat-ı Mukaddes ve Müsemma-yı Akdes ile beraber, bütün zişuurların nazar-ı mütalaasına göstermek ve okutturmak iktiza ederler.
1315- İkinci sebeb ve hikmet: Nasılki mahlukattaki faaliyet bir iştiha, bir iştiyak, bir lezzetten geliyor. Ve hatta herbir faaliyette kat’iyen lezzet vardır; belki herbir faaliyet, bir nevi lezzettir. Öyle de Vacib-ül Vücud’a lâyık bir tarzda ve istiğna-yı zatîsine ve gına-yı mutlakına muvafıık bir surette ve kemal-i mutlakına münasib bir şekilde hadsiz bir şefkat-i mukaddese ve hadsiz bir muhabbet-i mukaddese var. Ve o şefkat-i mukaddese ve o muhabbet-i mukaddeseden gelen hadsiz bir şekv-i mukaddes var. Ve o şevk-i mukaddesden gelen hadsiz bir sürur-u mükaddes var. Ve osürur-u mukaddesden gelen-tabir caiz ise-hadsiz bir lezzet-i mukaddese var. Hem o lezzet-i mukaddeseden gelen hadsiz terahhumdan, mahlukatın faaliyet-i kudret içinde ve istidadları kuvveden fiile çıkmasından ve tekemmül etmesinden neş’et eden memnuniyetlerinden ve kemallerinden gelen ve Zat-ı Rahman-ı Rahim’e ait -tabir caiz ise-hadsiz memnuniyet-i mukaddese ve hadsiz iftihar-ı mukaddes vardır ki, hadsiz bir surette hadsiz bir faaliyeti iktiza ediyor.
İşte şu hikmet-i dakikayı felsefe ve fen ve hikmet bilmediği içindir ki, şuursuz tabiatı ve kör tesadüfü ve camid esbabı; şu gayet derecede alîmane, hakîmane, basîrane faaliyete karıştırmışlar, dalalet zulümatına düşüp nur-u hakikatı bulamamışlar...” (M.86-87)
1316- Hem “meselâ: Hakikat-ı mevcudattan bahseden hikmetü’l-eşya, Cenab-ı Hakk’ın (Celle Celaluhu) İsm-i Hakîm’inin tecelliyat-ı kübrasını müdebbirane, mürebbiyane eşyada, menfaatlarında ve maslahatlarında görmekle ve o isme yetişmekle ve ona dayanmakla şu hikmet hikmet olabilir. Yoksa ya hurafata inkılab eder ve malayaniyat olur veya felsefe-i tabiiye misillü dalalete yol açar.” (S. 263)
“Bir zaman, hikmet-i beşeriyenin masnuatın gayelerine dair gösterdiği faideler nazarımda çok ehemmiyetsiz göründü. Ve ondan bildim ki, o hikmet abesiyete gider. Onun için feylesofların ileri gidenleri, ya tabiat dalaletine düşer veya Sofestai olur veya ihtiyar ve ilm-i Sani’i inkâr eder veya Hâlik’a “mucib-i bizzat” der.” (M.286)
“Rububiyet-i ammedeki daire-i esbab-ı zâhiriyede, ehl-i gafletin nazarında hikmeti ve sebebi bilinmiyen işlerde, tesadüf namını vermişler. Ve hikmetleri ihata edilmiyen bazı ef’al-i İlahiyenin kanunlarını- tabiat perdesi altında gizlenmiş-görememişler, tabiata müracaat etmişler.” (M. 379)
Halbuki “müsebbebata takılan neticeler, gayeler, faideler; bilbedahe perde-i esbab arkasında bir Rabb-ı Kerim’in, bir Hakîm-i Rahim’in işleri olduğunu gösterir. Çünki şuursuz esbab, elbette bir gayeyi düşünüp çalışmaz. Halbuki görüyoruz; Vücuda gelen her mahluk, bir gaye değil, belki çok gayeleri, çok faideleri, çok hikmetleri takib ederek vücuda geliyor. Demek bir Rabb-i Hakîm ve Kerim o şeyleri yapıp gönderiyor. O faideleri onlara gaye-i vücud yapıyor.”(S.680)
1317- Evet “kasd ve iradeden doğan bir nizam-ı ekmel vardır. Hilkat ve yaratılışta tam bir hikmet hükümfermadır. Âlemde abes yok. Fıtratta israf yok. Bu şahidleri tezkiye eden, istikra-i tamdır ki; her fen, mevzuu bulunduğu nev’in nizamına bir şâhid-i âdildir.” (İ.İ. 53)
Evet “herbir fen nurlu bir bürhan olup, mevcudatın silsilelerinde salkımlar gibi asılıp sallanan maslahat semerelerini ve ahvalin değişmesinde gizli olan faideleri göstermekle Saniin kasd ve hikmetini ilan ediyorlar. “ (İ.İ. 87)
“Umum eşyada hususan zihayat masnualarda hikmetli bir kalıptan çıkmış gibi her şey’e bir miktar-ı muntazam ve bir suret hikmetle verildiği ve o suret ve o miktarda maslahatlar ve faideler için eğri büğrü hudutlar bulunması;hem, müddet-i hayatlarında değişitirdikleri suret-i libasları ve miktarları yine hikmetlere, maslahatlara muvafık bir tarzda mukadderat-ı hayatiyeden terkib edilen manevi ve muntazam birer suret, birer miktar bulunması, bilbedahe gösterir ki: Bir Kadir-i Zülcelal’in ve bir Hakîm-i Zülkemal’in kader dairesinde suretleri ve biçimleri tertib edilen ve kudretin destgahında vücudları verilen o hadsiz masnuat, o zatın vücub-u vücuduna delalet ve vahdetine ve kemal-i kudretine hadsiz lisan ile şehadet ederler. Sen kendi cismine ve azalarına ve onlardaki eğri büğrü yerlerin meyvelerine ve faidelerine bak! Kemal-i hikmet içinde kemal-i kudreti gör.” (S. 662)
1318- Hikmet hakkındaki mühim âyetlerden olan: (2:269)
š_«L«< ²w«8 «}«W²U¬E²7~ |¬#ÌY< (2:129) ²v¬Z[¬±6¬i<«— «}«W²U¬E²7~«— «_«B¬U²7~ vZW¬±V«Q<«— (2:151) «}«W²U¬E²7~ «— «_«B¬U²7~ vUW¬±V«Q<«— ²vU[¬±6«i<«— âyetlerinin meal-i icmalîleri der ki: Kur’an hikmet-i kudsiyeyi size bildiriyor. Sizi manevi kirlerden temizlendiriyor.” (Ş. 700)
Mezkûr âyetlerde ifade ve beyan edilen çok mühim ve küllî hakikatı tefsir eden “Risale-i Nur’an müstesna bir hassası, İsm-i Hakem ve Hakîm’in mazharı olup bütün safahatında, mebahisinde nizam ve intizam-ı kâinatın ayinesinde İsm-i Hakem ve Hakîm’in cilveleri olan hikmet-i kudsiyeyi ve hikemiyat-ı Kur’aniyeyi ders veriyor. Mevzuu ve neticesi, hikmet-i Kur’aniyedir. “ (Ş.700)
1319- Evet “kâinatta mündemiç hikmetlerin bütün enva u efradı adedince hamd ve şükürleri iktiza edenlerden birisi de, Hakîmiyettir. Zira insanın nefsi, Rahmaniyetin cilveleri ile; kalbi de Rahimiyetin tecelliyatı ile nimetlendikleri gibi; insanın aklı da Hakîmiyetin letaifi ile zevk alır, telezzüz eder. İşte bu itibarla ağız dolusu ile “Elhamdülillah” söylemekle hamd ü senaları istilzam eder.” (Ş.758)
1320- Bir hadis-i şerifte şöyle buyuruluyor:
“ «š_«W«UE²7~~YO¬7_«'«— «š_«W«VQ²7~ ~YV¬¶<_«,«— «š~«h«AU²7~ ~YK«7_«% Büyükler ile oturunuz, hem-meclis olunuz. Âlimlerden sorunuz, bilmediklerinizi öğreniniz. (Bak: Kur’an 16:43) Hikmet sahiplerinin de aralarına karışınız, kendilerinden istifadeye çalışınız.” (H.G. hadis: 144) (Bak. 1580,3881.p.lar)
Bir atıf notu:
- En iyi hediye hikmetli sözdür, bak: 1572/1p.
1321- Hikmet hakkındaki âyetlerin tefsirinden birkaç örnek:
«(2:151) _«X¬#_«<³~ ²vU²[«V«2 ~YV²B«< Öyle bir resul ki, size bizim bir mu’cize-i bakiye olan âyetlerimizi tilavet ediyor. ²vU[¬±6«i<«— Ve size her türlü şirk ü maasiden, ulviyet-i insaniyeye şeyn verecek maddi ve manevi çirkinliklerden pisliklerden temizliyecek; hakkın müzekka, mutahhar bir şâhid-i âdili haline getirecek; teksir ü tanzim edecek bir sirete sevk ediyor.
«}«W²U¬E²7~«— «_«B¬U²7~ vUW¬±V«Q<«— Hem size bütün feylesoflara ders verecek kitab ü hikmet ta’lim ediyor. Ümmi iken size kitab ü kitabet belletiyor, her türlü hikmetleri cami olan ilm-i hukuk ve şeraitini, hikmet-i teşrii, maali-i ahlâkı, esrar-ı içtimaîyi, mesalih-i beşeriyeyi, ilm-i mebde ü meadı, devlet-i kâinatta cari ve hâkim olan kavanin ve sünen-i İlahiyenin fezlekelerini ve bunların tarz-ı tatbik ü icrasını sünnet-i kavliye ve fiiliyesiyle öğretiyor.
«–YW«V²Q«# ~Y9YU«# ²v«7 _«8 ²vUW¬±V«Q<«— Ve size hiç bilmediğiniz, fikr ü nazarla bilmek imkânını bulamıyacağınız şeyleri, esrar-ı gaybiye ve ahval-i uhreviyeyi tarik-i vahiy ile bilip ta’lim eyliyor; eyliyor da sizi üstad-ı âlem ve hâkim-i cihan olacak ve bütün nâsa nümune-i imtisal bir ümmet-i vasat teşkil edecek bir hale getiriyor.” (E.T.538)
1322- Hem “(3:164) «}«W²U¬E²7~«— «_«B¬U²7~ vUW¬±V«Q<«— Onlara kitab ve hikmet ta’lim ederek Rabbaniyete i’la eyler. Kitab, zevahir-i şeriate; hikmet de onun mehasin ve ledünniyatına, esrar ü ilel ve menafiine işarettir.
Halbuki (3:165) ¯w[¬A8 ¯Ä«Ÿ«/ |¬S«7 u²A«5 ²w¬8 ~Y9_«6 ²–¬~«— bundan evvel aşikâr bir dalalet içinde bulunuyorlardı. O cahiliyet ve dalal,bir kaç sene içinde birdenbire bu yüksek hidayet ve hikmete münkalib oluverdi.” (E.T. 1224)
“ (4:l13) «}«W²U¬E²7~«— «_«B¬U²7~ «t²[«V«2 yÁV7~ «Ä«i²9²~«— Allah sana kitab ve hikmet indirdi. ²v«V²Q«# ²wU«# ²v«7_«8 «t«WÅV«2«— Ve bilmediğin esrar ü hakaiki sana bildirdi.-Kitab her delilin fevkinde bir delil, hikmet ilm ü amelde hakk u savaba isabet için en büyük bir haslet ve bu ilm-i ledün, zevahirin maverasını gösteren ve zahir ü batında hatadan ve zarardan sıyanet eden bir rahmet-i İlahiye bir ayn-i yakîn
_®W[¬P«2 «t²[«V«2 ¬yÁV7~ u²N«4 «–_«6«— ve bu suretle Allah’ın sana fadlı azîm oldu. Binaenaleyh sen nübüvvet-i amme ve riyaset-i tamme ile zahir ü batında hatadan masum olarak hükmedersin ve sana hiç bir vechile bir zarar gelmek ihtimali yoktur.” (E.T. 1464)
İki atıf notu:
-Hz. Mehdi’ye hikmet-i Kur’aniye verillir, bak: 2294/2.p.
-Batın ilmi, Allah’ın hikmetlerinden bir ilimdir, bak: 1590.p
1323- Hikmet kelimesinin geçtiği âyetlerden birkaç not:
-Kuran (17:39) âyetinde, makablindeki âyetlerde bildirilen emir ve tavsiyelerin hikmetler olduğu.
-Hikmet ve mev’iza-i hasene ile hakka davet etmek: (16:125)
-Resululah’ın (A.S.M.) ümmi kavme kitab ve hikmet ta’lim etmesi: (62:2)
-Resul, hikmet-i ta’lim eder: (2:129,151)
-Hikmet-i Kur’anı tezekkür etmek: (2:231)
-Allah İsa Aleyhisselâm’a hikmeti öğretti: (3:48) (5:110) (43:63)
-Peygamberlere hikmet verilmesi: (3:81)
-Âl-i İbrahim (A.S.)’a hikmet verildi: (4:54)
-Allah Lokman’a hikmet verdi: (31:12) (Bak: 2222.p)
-Peygamber (A.S.M.) ailesi ve dolayısıyla müslüman kadınlar taifesinin kendi evlerinde hikmet-i Kur’aniyeyi tezekkür etmelerini tavsiye: (33:34)
-Davud (A.S.)’a hikmet ihsan edildi: (38:20)
-”Hikmet-ün baligatün” ifadesi: (54:5)
-Yahya (A.S.)’a küçükken hikmet verilmesi: (19:12)-Benî İsrail’e hikmet verilmesi: (45:16)
1324- qqHİLAFET }4Ÿ' : Bir kimseye halef olmak ve onun yerine geçmek. *Din ve dünya işlerinde umumi reislik. İmam-ül Mü’minîn olan zat, şer’î hükümlerin icrasında Peygamberimiz Hz. Muhammed’e (A.S.M.) halef olduğu için, hilafet vazifesini alana “Halife” denmiştir. Buna İmamet-i Kübra da denir. Hilafet makamında bulunan zata “Halife” denir. (Bak.:Halife) (Bak: Abbasiler, Âl-i Beyt, Emanet, Emeviler, Rafiziler, Siyaset)
Hilafet, 1517 (Hi: 923) tarihinde Abbasilerden Osmanlılara intikal etmekle (Bak: 9. p. sonu) hilafet ve saltanat birleşmiş oldu. Hilafeti Sultan Selim Han’a terkeden, Mısır’da son Abbasi Halifesi El-Mütevekkil idi.
“İslâmiyetin himayesi ve i’lâsı, şer’î hükümlerin ve cezaların icra ve ikamesi, askerin techizi, öşür ve zekatın toplanması ve emsali muamelat için ümmet üzerine imam tayini farzdır. Halife şer’î hükümlerle idare ve hareket etmekle mukayyeddir. Bizzat kendi arzusuna göre hareket edemez ve şeriata muhalif bulunamaz.Bu itibarla da halife, hukuk nizamı ile kayıtlıdır ve seçimle başa geldiği için bir “İslâm Cumhuriyetinin Reisi” olmuştur. İslâm diyaneti ve siyasetinde hâkim, ancak Cenab-ı Hak’tır. Hilafet makamı, İlahî ahkâmı tatbik ve halkı iyi idare ile muvazzaftır.” (O.A.L.)
1325- İslâmiyet hayatında siyasî hilafet olduğu gibi, bütün mahlukat üstünde tasarrufa mezun ve müstaid olmak manasında ve manevi kemalat ile kazanılan hilafet-i arziye de vardır. Evet “insan saltanat-ı rububiyetin mehasinine nâzır ve esma-i kudsiyenin cilvelerine dellal ve kalemi kudretle yazılan mektubat-ı İlahiyeyi mütalaa ile mütefekkir olduğu cihetle, eşref-i mahlukat ve halife-i arz olmuştur.” (M.N. 222) (Bak: l140.p.da âyet notu)
“Hâkim-i Bilhak, Rahim-i Mutlak; insana öyle bir istidad verip, yer ile gökler ve dağlar tahammülünden çekindiği emanet-i kübrayı tahammül edip; yani küçücük cüz’î ölçüleriyle, sanatçıklarıyla Hâlikının muhit sıfatlarını, küllî şuunatını, nihayetsiz tecelliyatını ölçerek bilip; hem yerde en nazik, nazenin, nazdar, âciz, zaif yaratıp; halbuki bütün yerin nebatî ve hayvanî olan mahlukatına bir nevi tanzimat memuru yapıp, onların tarz-ı tesbihat ve ibadetlerine müdahale ettirip kâinattaki icraat-ı İlahiyeye küçücük mikyasta bir temsil gösterip rububiyet-i Sübhaniyeyi fiilen ve kalen kâinatta ilan ettirmek, meleklerine tercih edip, hilafet rütbesini verdiği halde; ona bütün bu vazifelerinin gayesi ve neticesi ve semeresi olan saadet-i ebediyeyi vermesin! Onu, bütün mahlukatının en bedbaht, en biçare, en musibetzede, en dertmend, en zelil bir derekeye atıp; en mübarek, nurani ve âlet-i tes’id bir hediye-i hikmeti olan aklı; o biçareye en meş’um ve zulmanî bir âlet-i tazib yapıp hikmet-i mutlakasına büsbütün zıt ve merhamet-i mutlakasına külliyen münafi bir merhametsizlik etsin ! Haşa ve kella! ...” (S.87)
1326- Âl-i Beyt’in esas vazifesi olan ve Allah tarafından ihsan olunan hilafet-i maneviye, biata dayanan hilafet-i siyasiyeden çok üstün olduğu hakikatı iyi anlaşılmadığından meydana gelen hilafet mes’elesi hakkında Beziüzzaman bir eserinde şöyle diyor:
“Şialarla Ehl-i Sünnet ve Cemaat’in medar-ı nizaı, hatta akaid-i imaniye kitablarına ve esasat-i imaniye sırasına girecek derecede büyütülmüş bir mes’eleye kısaca bir işaret edeceğiz. Mes’ele şudur:
Ehl-i Sünnet ve Cemaat der ki: “Hazret-i Ali (R.A.) Hulefa-i Erbaanın dördüncüsüdür. Hazret-i Sıddık (R.A.) daha efdaldir ve hilafete daha müstahak idi ki, en evvel o geçti.” Şialar derler ki: “Hak Hazret-i Ali’nin (R.A.) idi. Ona haksızlık edildi. Umumundan en efdal Hazret-i Ali’dir (R.A.) “ Davalarına getirdikleri delillerin hülasası: Derler ki: Hazret-i Ali (R.A.) hakkında varid ehadis-i Nebeviye ve Hazret-i Ali’nin (R.A.) “Şah-ı Velayet” ünvaniyle ekseriyet-i mutlaka ile evliyanın ve tariklerin mercii ve ilim ve şecaat ve ibadette hârikulâde sıfatları ve Hazret-i Peygamber Aleyhissalatü Vesselâm ona ve ondan teselsül eden Âl-i Beyt’e karşı şiddet-i alâkası gösteriyor ki; en efdal odur. Daima hilafet onun hakkı idi; ondan gasbedildi.
Elcevab: Hazret-i Ali (R.A.) mükerreren kendi ikrarı ve yirmi seneden ziyade o hulefa-i selaseye ittiba ederek onların Şeyhülislâmlığı makamında bulunması, şiaların bu davalarını cerhediyor. Hem hulefa-i selasenin zaman-ı hilafetlerinde fütuhat-ı İslâmiye ve mücahede-i a’da hâdiseleri ve Hazret-i Ali’nin (R.A.) zamanındaki vakıalar, yine hilafet-i İslâmiye noktasında Şiaların davalarını cerhediyor. Demek Ehl-i Sünnet ve Cemaat’ın davası, haktır. Eğer denilse: Şia ikidir. Biri; şia-i velayettir; diğeri, şia-i hilafettir. Haydi bu ikinci kısım, garaz ve siyaset karıştırmasıyla haksız olsun. Fakat birinci kısımda garaz ve siyaset yok. Halbuki şia-i velayet, şia-i hilafete iltihak etmiş, yani ehl-i turuktaki evliyanın bir kısmı, Hazret-i Ali’yi (R.A.) efdal görüyorlar. Siyaset cihetinde olan şia-i hilafetin davalarını tasdik ediyorlar.
1327- Elcevab: Hazret-i Ali’ye (R.A.) iki cihetle bakılmak gerektir. Bir ciheti; şahsî kemalat ve mertebesi noktasından. İkinci cihet: Âl-i Beyt’in şahs-ı manevisini temsil ettiği noktasındandır. Âl-i Beyt’in şahs-ı manevisi ise, Resul-i Ekrem Aleyhissalatü Vesselâm’ın bir nevi mahiyetini gösteriyor. İşte birinci nokta itibariyle Hazret-i Ali (R.A.) başta olarak bütün ehl-i hakikat, Hazret-i Ebubekir ve Hazret-i Ömer’i (R.A.) takdim ediyorlar. Hizmet-i İslâmiyette ve kurbiyet-i ilahiyede makamlarını daha yüksek görmüşler. İkinci nokta cihetinde Hazret-i Ali (R.A.) şahs-ı manevi-i Âl-i Beyt’in mümessili ve şahs-i manevi-i Âl-i beyt, bir hakikat-ı Muhammediyeyi (A.S.M.) temsil ettiği cihetle, müvazeneye gelmez. İşte Hazret-i Ali (R.A.) hakkında fevkalâde senakârane ehadis-i Nebeviye, bu ikinci noktaya bakıyorlar. Bu hakikatı te’yid eden bir rivayet-i sahiha var ki: Resul-i Ekrem Aleyhissalatü Vesselâm ferman etmiş: “Her Nebinin nesli kendindendir. Benim neslim, Ali’nin (R.A.) neslidir.” (135)
Hazret-i Ali’nin (R.A.) şahsı hakkında sair hulefadan ziyade senakârane ehadisin kesretle intişarının sırrı şudurki: Emeviler ile Hariciler, ona haksız hücum ve tenkis ettiklerine mukabil Ehl-i Sünnet ve Cemaat olan ehl-i hak, onun hakkında rivayatı çok neşrettiler. Sair Hulefa-i Raşidîn ise, öyle tenkid ve tenkise çok maruz kalmadıkları için, onlar hakkındaki ehadisin intişarına ihtiyaç görülmedi. Hem istikbalde Hazret-i Ali (R.A.) elîm hâdisata ve dahilî fitnelere maruz kalacağını nazar-ı Nübüvvetle görmüş, Hazret-i Ali’yi (R:A.) me’yusiyetten ve ümmetini onun hakkında su-i zandan kurtarmak için ˜«²Y«8Ç|¬V«Q«4 ˜«²Y«8 a²X6 ²w«8 (136) gibi mühim hadislerle Ali’yi (R.A.) teselli ve ümmeti irşad etmiştir.
Hazret-i Ali’ye (R.A.) karşı şia-i velayetin ifratkârane muhabbetleri ve tarikat cihetinden gelen tafdilleri, kendilerini şia-i hilafet derecesinde mes’ul etmez. Çünki ehl-i velayet, meslek itibariyle, muhabbet ile mürşidlerine bakarlar. Muhabbetin şe’ni, ifrattır. Mahbubunu makamından fazla görmek arzu ediyor ve öyle de görüyor. Muhabbetin taşkınlıklarında ehl-i hal mazur olabilirler. Fakat onların muhabbetten gelen tafdili, Hulefa-i Raşidîn’in zemmine ve adavetine gitmemek şartıyla ve usul-i İslâmiyenin haricine çıkmamak kaydıyla mazur olabilirler.
Şia-i hilafet ise; ağraz-ı siyaset içine girdiği için, garazdan tecavüzden kurtulamıyorlar, itizar hakkını kaybediyorlar: Hatta «h«W2 ¬m²RA¬7 ²u«" ¯±|¬V«2 ¬±`E¬7 « cümlesine mâsadak olarak Hazret-i Ömer’in (R.A.) eliyle İran milliyeti ceriha aldığı için, intikamlarını hubb-u Ali suretinde gösterdikleri gibi, Amr İbn-ül Asın Hazret-i Ali’ye (R:A.) karşı hurucu ve Ömer İbn-i Sa’dın Hazret-i Hüseyin’e karşı feci muharebesi, Ömer ismine karşı şiddetli bir gayz ve adaveti şialara vermiş.
Ehl-i Sünnet ve Cemaat’e karşı şia-i velayetin hakkı yokturki, Ehl-i Sünnet’i tenkid etsin. Çünki Ehl-i Sünnet, Hazret-i Ali’yi (R.A. tenkis etmedikleri gibi, ciddi severler. Fakat hadisçe tehlikeli sayılan ifrat-ı muhabbetten çekiniyorlar. Hadisce Hazret-i Ali’nin (R.A.( şiası hakkındaki sena-yı Nebevî, Ehl-i Sünnet’e aittir. Çünki istikametli muhabbetle Hazret-i Ali’nin (R.A.) şiaları, ehl-i hak olan Ehl-i Sünnet ve Cemaattir. Hazret-i İsa Aleyhisselâm hakkındaki ifrat-ı muhabbet, Nasara için tehlikeli olduğu gibi; Hazret-i Ali (R:A.) hakkında da o tarzda ifrat-ı muhabbet, hadis-i sahihte tehlikeli olduğu tasrih edilmiş.
Dostları ilə paylaş: |