İSLÂm prensipleri ansiklopediSİ



Yüklə 13,72 Mb.
səhifə62/169
tarix15.01.2018
ölçüsü13,72 Mb.
#38491
1   ...   58   59   60   61   62   63   64   65   ...   169
: Serbestlik Hür oluş. Başkasının baskısı ve emri al­tında olmamak. Meşru haklarına tam sahib olabilmek. Esaretin zıddı.

“Lisan-ı İslâm’da hürriyet, hukukuna malikiyet diye tarif olunur. (Keşf-i Pezdevî). Bunun zıddı, hukukuna başkasının malik olması demek olan esaret ve rıkkiyettir. Asl-ı hukuk ise vaz’-ı ilahîdir. Binaenaleyh herhangi bir ferdin vaz’-ı İlanhî olan hukuku kendi rızası munzam olmaksızın diğer bir vaz’ı be­şerî ile tebdil, tağyir veya tasarrufa mahkûm olabiliyorsa o artık yalnız Al­lah’ın kulu değildir. Ve onda bir hisse-i esaret vardır. Ve artık onun vecaib ü vezaifi, mahz-ı hakkın icabına değil, şunun bunun keyf ü iradesine tabidir.” (E.T. 129)

Kul Allaha karşı hür olamaz, insana karşı hür olur. Evet Allah’ın emir ve yasaklarına muhalefetten men edib uhrevî cezadan kurtaran şer’i ceza, fâni hayattaki hürriyet-ihayvaniden ebedî hayattaki hürriyete eriştirir. Demek ha­kiki hürriyet hürriyet-i şer’iyedir.

1405/1- Hürriyetler: Hürriyet-i din, hürriyet-i kelâm, hürriyet-i şahsiye, hürri­yet-i umumiye, hürriyet-i vicdan gibi muhtelif tabirlerle ifade edilir. Bu hürriyetlerin hududlarını tesbit etmekte beşer tarihinde hayli merhaleler geçi­rilmiş ve hayli fikir­ler, nazariyeler serdedilmiş ve kanunî hadler konulmuştur. Fakat bu sahada semavî dinlerin hükümran olduğu devreler müstesna, kavi­ler, mütehakkim azınlık istibdadat-ı mütenevviayı icra etmişler; (Bak: 1975/1 p.) fakat bu istibdadlar şiddetli hürriyet macadelelerine yol açmış ve zamanla da istibdadlar kırılmış ve daha da kıralacaktır. Beziüzzaman Hazretlerin bu­nunla alâkalı olarak şöyle der:

“Hayat-ı içtimaiye-i siyasi itibariyle beşer bir kaç devir geçirmiş

Birinci devir: Vahşet ve bedevilik devri.

İkinci devir: Memlukiyet devri.

Üçüncü devir: Esir devri.

Dördüncü devir: Ecir devri.

Beşinci devir: Malikiyet ve serbestiyet devridir.

Vahşet devri dinlerle, hükümetlerle tebdil edilmiş. Nim- medeniyet devri açıl­mış. Fakat nev-i beşerin zekileri ve kavileri, insanların bir kısmını abd ve memlûk ettihaz edip hayvan derecesine indirmişler. Sonra bu memlûkler bir intibaha düşüp, gayrete gelip o devri esir devrine çevirmişler. Yani memlûkiyetten kurtulup fakat “elhükmü lil galib” olan zalim düsturuyla yine insanların kavileri zaiflerine esir mu­amelesi yapmışlar. Sonra İhtilal-i Kebir gibi çok inkılablar ile bu devir de ecir dev­rine inkılab ettirilmiştir. Yani zen­ginler olan havas tabakası, avamı ve fukarayı ücret mukabilinde hizmetkâr ittihaz etmesi, yani sermaye sahipleri, ehl-i sa’y ve ameli kü­çük bir ücrete mukabil istihdam etmeleridir...” (Risale-i Nur Külliyatından 28. Mektub’un 6. Risalesi olan 6. Mes’ele’den)



1405/2- Bu mücadeleler aynı zamanda hürriyetlerin hudutlarının tesbitini ciddi bir mes’ele olarak ortaya koymuştur. Hürriyetlerin hududunu tesbitte değişmez ve müşterek ölçü ve esaslar olarak da:

1- Milli iradenin hükümranlığını sağlayan serbest seçim,

2- Fert ve zümre hâkimiyetini kaldıran hukuk devleti olma prensibi,

3- Fikir ve söz hürriyeti, yani düşünce ve inancını tebliğ, tedris ve neşir hürri­yetleri,

4- Din ve vicdan hürriyetleri tesbit edilmiştir. Yani, bu esaslara aykırı düşmeyen fikir ve faaliyetler, başkalarına zarar vermemek ve meşr’u hürri­yetlerine dokunma­mak şartıyla hür ve serbest bırakılır.

Bununla beraber, insaniyetin lâzım olan aile müessesesi ve iktisadiyatın temel prensibi olan hür teşebbüs ve mülkiyet hakkı da değişmez esaslardır. İktisadiyat prensibine aykırı düşen aşırı ve mutlak devletçilik, yani komü­nizmin hiç bir manevi varlık ve değer kabul etmeyen materyalist ve inkârcı vasfından sonraki bu ikinci vasfıda, insanın temel haklarına aykırıdır.

İşte mezkûr kıstas ve değişmez esaslar, hürriyetlerin tesbitinde temel öl­çülerdir. Bu ölçülere muhalefet edenlere hürriyet hakkı verilmez ve bu hu­susta kanunî mü­eyyideler konulur. (Bak: 2743.p.)

1406- Hürriyetin, yani İkinci Meşrutiyet’in ilânı zamanında şark vilayetle­rini, medeniyet ve meşrutiyet-i meşrua cihetinde ikaz etmeye çalışan Beziüzzaman Said Nursî ile muhatabları arasındaki sual ve cevabları ihtiva eden matbu Münazarat ve diğer bazı eserlerinden, hürriyet meselesiyle alâ­kalı bir kaç örnek:

“Sual: Hürriyeti bize çok fena tefsir etmişler. Hatta adeta hürriyette in­san her ne sefahet ve rezalet işlerse, başkasına zarar vermemek şartıyla birşey denilmez diye bize anlatmışlar. Acaba böyle midir?

Cevab: Öyleler hürriyeti değil, belki sefahet ve rezaletlerini ilan ediyorlar ve ço­cuk bahanesi gibi hezeyan ediyorlar. Zira nazenin hürriyet, adab-ı şeri­atla müteeddibe ve mütezeyyine olmak lâzımdır. Yoksa sefahet ve rezaletteki hürriyet, hürriyet değildir. Belki hayvanlıktır, şeytanın istibdadıdır. Nefs-i emmareye esir ol­maktır.

Hürriyet-i umumi, efradın zerrat-ı hürriyatının muhassalıdır. Hürriyetin şe’ni odur ki: Ne nefsine, ne gayriye zararı dokunmasın.” (Mün.14)

“Belki hürriyet budur ki: Kanun-u adalet ve te’dibden başka hiç kimse kimseye tahakküm etmesin. Herkesin hukuku mahfuz kalsın, herkes hare­kât-ı meşruasında şahane serbest olsun. ¬yÁV7~ ¬–—­… ²w¬8 ®_"«_"²‡«~ _®N²Q«" ²v­U­N²Q«" ²u«Q²D«< «ž nehyinin sır­rına mazhar olsun.” (Mün. 16)

1407- “Rabıta-i iman ile Sultan-ı Kâinat’a hizmetkâr olan adam, başka­sına te­zellül ile tenezzül etmeye ve başkasının tahakküm ve istibdadı altına girmeye, o adamın izzet ve şehamet-i imaniyesi bırakmadığı gibi; başkasının hürriyet ve huku­kuna tecavüz etmeyi dahi o adamın şefkat-i imaniyesi bı­rakmaz. Evet bir padişahın doğru bir hizmetkârı, bir çobanın tahakkümüne tenezzül etmez. Bir biçareye tahak­küme dahi, o hizmetkâr tenezzül etmez. Demek iman ne kadar mükemmel olursa, o derece hürriyet parlar. İşte Asr-ı Saadet..” (Mün. 18)

1408- “Sual: Gayr-ı müslimlere nasıl müsavi olacağız?

Cevab: Müsavat ise, fazilet ve şerefte değildir; hukuktadır. Hukukta ise, şah ve geda birdir. Acaba bir şeriat, karıncaya bilerek ayak basmayınız dese, tazibinden men’etse; nasıl Benî Âdem’in hukukunu ihmal eder? Kellâ ... Biz imtisal etmedik. Evet İmam-ı Ali’nin (R.A.) adi bir Yahudi ile muhakemesi ve medar-ı fahriniz olan Salahaddin-i Eyyubi’nin miskin bir Hristiyan ile mürafaası sizin şu yanlışınızı tashih eder zannederim.” (Mün. 24) (Bak: 779.p.)



1409- “İmandan gelen hürriyet-i şer’iye iki esası emreder.

²u«Q²D«< «ž¬…_«A¬Q²V¬7 ~®f²A«2 ­–Y­U«< «ž ¬y±V¬7 ~®f²A«2 «–_«6 ²w«8 «uÅ7«g«B«< «ž«— «uÅ7«g­< «ž ²–«~

¬w«W²&Åh7~ ­}Å[¬O«2 ­}Å[¬2²hÅL7~ «}Å<¬±h­E²7«~ ²v«Q«9 ¬yÁV7~ ¬–—­… ²w¬8 _®"_«"²‡«~ _®N²Q«" ²v­U­N²Q«"

Yani: İman bunu iktiza ediyor ki, tahakküm ve istibdad ile başkasını tezlil et­memek ve zillete düşürmemek... ve zalimlere tezellül etmemek... Al­lah’ı hakiki abd olan, başkalara abd olamaz. Birbirinizi -Allah’tan başka ken­dinize Rab yapmayınız. Yani Allah’ı tanımayan, herşeye, herkese nisbetine göre bir rububiyet tevehhüm eder; başına musallat eder.

Evet hürriyet-i şer’iye Cenab-ı Hak’ın Rahman, Rahim tecellisiyle bir ih­sanıdır ve imanın bir hassasıdır.” (H.Ş.61) (Hürriyetin tahdidi, bak: 1852.p.)

1410- “Hürriyeti adab-ı şeriatla takyid ediniz. Zira cahil efrad ve avam-ı nas kayıdsız hür olsa, sefih ve itaatsız olur.” (İ.M.Ş. 17)

“Evet, ihtilal-i Firansavîde hürriyet-perverlik tohumuyla ve aşılamasıyla sosya­listlik türedi., tevellüd etti. Ve sosyalistlik ise bir kısım mukaddesatı tahrib ettiğin­den aşıladığı fikir, bilahare Bolşevikliğe inkılab etti. Ve Bolşe­viklik dahi çok mukad­desat-ı ahlâkiye ve kalbiye ve insaniyeyi bozduğundan; elbette ektikleri tohumlar hiç bir kayıd ve hürmet tanımayan anarşislik mah­sulünü verecek. Çünki kalb-i insanî­den hürmet ve merhamet çıksa; akıl ve zekâvet, o insanları gayet dehşetli ve gaddar canavarlar hükmüne geçirir. daha siyasetle idare edilmez.” (Ş.588)



Bir atıf notu:

-Süfyan’ın getirdiği, birbirine saldırmaya yol açan hürriyet-i hayvanî, bak: 249.p

1411- “ Bazıları, “Sünnet-i Nebeviyeyi hedef-i maksad eden ittihad-ı İs­lâm, hür­riyeti tahdid eder ve levazım-ı medeniyeye münafidir.” diyorlar.

Elcevab: Asıl mü’min hakkıyla hürdür. Sani-i Âlem’e abd ve hizmetkâr olan, halka tezellüle tenezzül etmemek gerektir. Demek ne kadar imana kuvvet verilse, hürriyet de o kadar kuvvet bulur.

Amma hürriyet-i mutlak ise, vahşet-i mutlakadır, belki hayvanlıktır. Tahdid-i hürriyet dahi, insaniyet nokta-i nazarından zaruridir.

Salisen: Bazı sefih ve laübaliler, hür yaşamak istemediklerinden, nefs-i emmarenin esaret-i rezilesi altına girmek istiyorlar.

Elhasıl: Şeriat dairesinden hariç olan hürriyet, ya istibdad veya esaret-i nefis veya canavarcasına hayvanlık veya vahşettir.” (H.Ş. 97)

1412- “Hürriyet, müraat-ı ahkâm ve âdab-ı şeriat ve ahlâk-ı hasene ile ta­hakkuk ve neşv ü nema bulur. Sadr-ı evvelin yani sahabe-i kiramın o za­manda âlemde vah­şet ve cebr, istibdad hükümferma olduğu halde, hürriyet ve adalet ve müsavatları bu müddeaya bir bürhan-ı bâhirdir. Yoksa hürriyeti sefahet ve lezaiz-i nameşru’a ve israfat ve tecavüzat ve heva-i nefse ittiba’da serbestiyet ile tefsir ü amel etmek; bir padişahın esaretinden çıkmakla ve al­çakların istibdadı ve esaret-i rezilesinin altına girmekle beraber milletin ço­cukluk istidadını ve sefih olduğunu gösterdiğinden, pa­ralanmış olan eski esa­rete lâyık ve hürriyete adem-i liyakatını gösterir. Zira sefih mahcurdur.” (İ.M.Ş. 70)

Atıf notlar:

-İslâm’ın getirdiği hukukun hâkimiyetinden doğan hakiki hürriyet, bak: 776.p.

-Kuvvet kanunda olmalı, bak: 247.p.

qqHÜRRİYET-İ DİNİYE y[X<… ¬}: Din hürriyeti. Herhangi bir kimse­nin mensub olduğu dinin emirlerini ve icablarını yapmakta ve dinin nesilden nesile de­vam etmesi ve milletçe yaşanması ve din düşmanlarının iman ve ahlâk tahriba­tın­dan dinin korunması için zaruri olan talim, tedris, tebliğ ve neşir gibi hususlarda asayişe ve başkasının haklarına dokunmamak şartıyla-tam serbest ve hür olmaktır.

1413- qqHÜRRİYET-İ VİCDAN –~f%— ¬}: Vicdan hürriyeti. Hürri­yetçi ve meşru bir idare sistemi, serbest seçim ve hukukun hâkimiyeti pren­siplerine da­yanan ve din, vicdan, söz hürriyetleri gibi değişmez esaslar kabul eden ve bu esas­lara aykırı olmayan herhangi bir fikir veya inancı benimseyip benimsememekte ve icaplarına göre amel edip etmemekte ferdi serbest bıra­kan fakat bu konuda amme hukuk ile ferdî hukuka zarar vermeme ve teca­vüz etmeme şartlarını da getiren idare sistemidir. Devlet idaresinde iktidarın, meşru’ kanun hâkimiyetinde toplanıp, idare eden ve edilen bütün efradın kanun karşısında müsavi olması ve insanın insana hâ­kimiyetinin olmaması­dır.

Evet “İslâmiyetin bir kanun-u esasîsi olan hadis-i şerifte ²v­Z­8¬…_«'¬•²Y«T²7~­f¬±[«, (*) yani: Memuriyet, emirlik ise reislik değil; millete bir hizmetkârlıktır. Demokratlık, hürriyet-i vicdan, İslâmiyet’in bu kanun-u esa­sîsine dayanabilir. Çünki kuvvet ka­nunda olmazsa, şahsa geçer. İstibdad mutlak keyfi olur.” (E.L.II.163)



1414- Diğer bir ifade ile hürriyet-i vicdan: Amme hukuku ile ferdî hu­kuka teca­vüz etmemek şartıyla herhangi bir kimsenin herhangi bir fikir veya dini kabul et­mekte veya kabul etmemekte serbest olması. Ancak İslâmiyet’i kabul etmiş olan bir kimse, İslâm’ın esaslarını kısmen de olsa inkâr ve red­detmekte serbest değildir; İs­lâm hukukunda mürted muamelesini görür. (Bak: Mürted)

“Malumdur ki, her hükümette muhalifler bulunur. Asayişe, emniyete dokun­mamak şartıyla, hiç kimse vicdaniyle, kalbiyle kabul ettiği bir fikirden, bir metoddan dolayı mes’ul olamaz. Bu, hukukî bir mütearifedir. Hz. Ömer, hilafeti zamanında, adi bir hristiyan ile mahkemede birlikte muhakeme olun­dular. Halbuki o hristiyan, İslâm hükümetinin mukaddes rejimlerine, dinle­rine, kanunlara muhalif iken, mah­kemede onun o hali nazara alınmaması açıkça gösterir ki; adalet müessesesi hiçbir cereyana kapılmaz, hiçbir taraf­girliğe kaymaz. Bu, din ve vicdan hürriyetinin bir ana umdesidir ki; komünist olmayan şart garbda, bütün dünya adalet müesseselerinde cari ve hâkimdir.” (T.H. 651)



Bir atıf notu:

-Hürriyet-i vicdana aykırı olarak yapılan acib bir tecavüzü tenkid eden “Es’ile-i Sitte” başlıklı beyanat, bak: 3243/1.p.

1414/1- Bediüzzaman Hazretleri, bir talebesine yapılan haksız bir tenkid sebe­biyle sorulan suale verdiği cevabda, hürriyet-i vicdan prensibini şöyle açıklar:

“Atıf’a muaraza eden ve hücum eden tarikatçı müftü ve taassublu vaiz ve hoca ve ehl-i tarikat, ehemmiyetli ehl-i ilim ve tarikat, bu muarazada, en son perdesi re­jim hesabına ve tarafgirliğine ve himayesine dayanıp, Atıf’ın müdafaa ettiği sünnet-i seniyye mesleğine taarruz suretine girdiğini; ve Ri­sale-i Nur’a muaraza eden, bilerek veya bilmiyerek zendekaya yardım ettiğine bir delil, bu def’a adliyece benden sor­dular ki: Kürd Atıf, rejim aleyhinde ça­lışıyor. Demek onun muarızları, rejime da­yandılar

Bende dedim: Rejimi reddetmek ne vazifemizdir, ne de kuvvetimiz var ve ne de düşünüyoruz ve ne de Risale-i Nur izin veriyor. Fakat biz kabul etmiyoruz, amel etmiyoruz, istemiyoruz. Red başka, kabul etmemek başka­dır, amel etmemek daha başkadır. Hazret-i Ömer’in (R.A.) taht-ı hükmünde, kanun-u adalet-i şer’iyesini reddetmiyen ve ilişmiyen Yahudilere, Nasaraya ilişmiyordular. Demek kabu etme­mek, tasdik etmemek, idarece bir suç teşkil etmiyor ki; o çeşit muhalifler ve mün­kirler, en kuvvetli padişahların idaresi ve siyaseti altında bulunmuşlar. işte bu nokta-i nazardan, Risale-i Nur’un şakirdlerinden en müdhiş bir muhalif ve rejim müessi­sini tel’in de etse, bilfiil idareye ilişmese, onun mefkûresini kanunen ilişilmez. Hür­riyet-i vicdan ve hürriyet-i fikir, onları tebrie eder.” (K.L. 265) (Bak: 606/1.p.)

Atıf notları:

-Demokrasinin temel prensibleri, bak: 673/1.p

-Tesettür gibi dinî emirlere karşı, hukukî icbar getirilemez, bak: 3790.p.

-Gayr-ı müslim kadınlar, âdab-ı umumiyeyi ihlal edemez, bak: 3785/1.p. sonu.

1415- Hidayetin, dalaletten ayrılmasına da işaret eden Kur’an (2:256) âyetindeki şu ­f²-Çh7~ «wÅ[«A«# ²f«5 ¬w<Åf7~ |¬4 «˜~«h²6¬~ «ž cümlesi, makam-ı cifrî ve ebcedî ile bin üçyüz elli (1350) tarihine parmak basar ve mana-yı işarî ile der : Gerçi o tarihte, dini dünyadan tefrik ile dinde ikraha ve icbara ve mücahede-i diniyeye ve din için silahla cihada muarız olan hürriyet-i vicdan, hükümetlerde bir kanun-u esasî, bir düstur-u siyasî oluyor ve hükümet laik cumhuriyete döner. Fakat ona mukabil manevi bir cihad-ı dinî, iman-ı tah­kikî kılıncıyla olacak. Çünki dinde rüşd-ü irşad ve hak ve hakikatı gözlere gösterecek derecede kuvvetli bürhanları izhar edip tebyin ve tebey­yün eden bir nur Kur’an’dan çıkacak diye haber verip bir lem’a-i i’caz gösterir.” (Ş.271) (Laik Cumhuriyet, bak: 606.p.)

1416- Evet Bediüzzaman’ın bir mahkeme müdafaasında dediği gibi: “Madem hükümet-i cumhuriye, cumhuriyetteki hürriyet-i vicdan düsturuyla, dinsizlere ve sefahetçilere ilişmiyor. Elbette dindarlara ve takvacılara da iliş­memek gerektir.

Ve madem dinsiz bir millet yaşamaz ve Asya din noktasında Avrupaya benze­mez ve İslâmiyet hayat-ı şahsiye ve uhreviye cihetinde hrıstiyanlığa uymaz ve dinsiz bir müslüman başka dinsizler gibi olmaz. Ve bu bin sene­den beri dünyayı diyane­tiyle ışıklandıran ve bütün dünyanın tehacümatına karşı salabet-i diniyesini kahramanane müdafaa eden bu vatandaki milletin bir ihtiyaç-ı fitrîsi hükmüne ge­çen diyanet, salahat ve bilhassa iman hakikatlarının öğrenmesi yerlerine hiçbir terakkiyat, hiçbir medeniyet tuta­maz ve ihtiyacı onlara unutturamaz.” (Ş.357)



1417- “Eğer her asırda üçyüzelli milyonu kudsi ve semavi rehberi ve bütün saa­detlerinin proğramı ve dünyevî ve uhrevî hayatın mukaddes hazi­nesi olan Kur’an-ı Mu’ciz-ül Beyan’ın tesettür ve irsiyet ve teaddüd-ü zevcat ve zikrullah ve ilm-i dinin dersi ve neşri ve şeair-i diniyenin muhafazası hak­larında gelen ve te’vil kaldırmaz sarih çok âyât-ı Kur’aniyeyi inkâr etmek ve bütün İslâm müçtehidlerini ve umum şeyhülislâmları suçlu yapmak mümkün ise. ve hürriyet-i vicdan ve hürriyet-i fikri ve fikren ve ilmen muhalefeti memleketten ve hükümetlerden kaldırabilirseniz, beni bu şeylerle suçlu ya­pınız. Yoksa siz hakikat ve hak ve adalet mahkemesinde dehşetli suçlu olur­sunuz.” (Ş.432)

1418- Kur’anda vicdan hürriyetiyle alâkalı âyetler vardır. Ezcümle:

“(2:256) ¬w<¬±f7~ |¬4 «˜~«h²6¬~ «ž Dinde ikrah yoktur. Allah onu zorla kim­seye vermez. Dini ihtiyar ile dilemek lâzım gelir. Çünki ¬w<¬±f7~ |¬4 ikraha müteallik de­ğil, haberdir. Asl-ı ma’na “İkrah, dinde yoktur” demek olur. Ya’ni sade dine değil her neye olursa olsun cins-i ikrah, din-i hak olan İs­lâm’da mevcud değildir, daire-i dinde ikrah menfidir. Dinin mevzuu ef’al-i ıztırariye değil, ef’al-i ihtiyariyedir. Yoksa dinde, dine ikrah yoktur amma dünyaya ikrah olabilir demek değildir. Belki âlemde ikrah bulunabilir amma dinde, dinin hükmünde, dinin dairesinde olamaz veya olmamalıdır. Dinin şanı ikrah etmek değil, belki ikrahtan korumaktır. Binae­naleyh din-i İslâm’ın bihakkın hâkim olduğu yerde ikrah bulunmaz veya bulunma­malıdır. İkrah ile vaki’ olan amelde dinin va’dettiği sevab bulunmaz, rıza ve hüsn-i niyyet bu­lunmayınca hiç bir amel ibadet olmaz. ¬€_Å[ÅX7_¬" ­Ä_«W²2«ž²~ _«WÅ9¬~ (*) dır. Metalib-i diniyenin hepsi ikrahsız, hüsn-i niyyet ve rıza ile yapılmalıdır. Cihad da bu hikmet ile meşru’dur. ¬|4 de zarfiyet değil sebebiyet manası mülahaza edi­lirse mana şu olur: İkrah din için yoktur, yahut ikrah din için, dine idhal için yapılamaz. Ancak tebliğ ve teklif edilir.

­˜¬h²U­# ²a«9_«4«~ _®Q[¬W«% ²v­ZÇV­6 ¬Œ²‡«ž²~ |¬4 ²w«8 «w«8 ³ž« «tÇ"«‡ «š_«- ²Y«7«— (10.99) «w[¬X¬8ÌY­8 ~Y­9Y­U«< |ÅB«& «‰_ÅX7~ Binaenaleyh dine duhul için kimseye cebr ü ik­rah yapılmamalıdır.

1419- ¬±|«R²7~«w¬8 ­f²-Çh7~«wÅ[«A«# ²f«5 Rüşd gavayetten, doğruluk sapıklıktan iyice ay­rılmıştır. İkrahsız yapılmış olan küfr ü zulmün, fısk u isyanın bil’ihtiyar ka­zanılmış bir fi’l-i mükteseb olduğundan da şüphe yoktur. Ve artık bu yapıl­dıktan sonra onun netice-i lâzımesi olan ceza ve ikab da failinin kendi ka­zancı, kendi bir istihkakıdır ki bunda manayı cebr ü ikrah tasavvur olunmaz, o kendi kendine zulmetmiş olur.

1420- Dar-ı İslâm’da ikrah, memnu’dur. Hatta hiç bir kimseye din-i İs­lâm’a girmek için bile cebredilemez, herkes dininde serbest ve muhtardır. Ahkâm-ı İslâmiye altında müşrik, ehl-i kitab, Yahudi, Hristiyan hepsi hürri­yet-i diniyeleri ile yaşıyabilirler. Meselâ bir müşrik dilerse Yahudi veya Nas­rani olabilir, hiç birine müslüman ol diye cebredilmez. Ahdinde durmak ve vergisini vermek şartı ile di­ninde bırakılır. Fakat her kim olursa olsun ah­dinde durmıyanları da cürmüne göre cezasını görür. Birrıza kabul-i İslâm et­tikten, Allah’a Peygamberlerine ahid verdik­ten sonra döner irtidad eder de tevbe etmezse mücazat edilir ki, bu bir ikrah değil, nakz-ı ahdin netice-i zaruriyesidir. (Bak: Mürted)

İşte din-i hakta hürriyet-i vicdan ve ahd ü misak ve hukuk bu kadar yüsektir. Hatta bundan dolayıdır ki, i’lan-ı cihadda bile düşmana ya din-i hakkı kabul etmesi veya mağlubiyeti teslim ederek dininde kalıp hukuku mahfuz olmak üzere İslâm ta­biiyetinde vergi vermesi beyninde ihtiyarına mufavvaz bir teklif yapılır. Harben mağlub olduğu takdirde de, yine tebdil-i dine cebredilmeyip adalet dairesinde bir vergiye, bir inzibata mecbur tutulur.



1421- İkrah ile din olmaz. Fakat beyyinat-ı akliye ve ilmiyeyi dinlemeyen kefere ve zalemenin tecavüzatı da böyle bir beyyine-i fiiliye olmadan durdu­rulmaz; herkes her türlü zulm-ü ikraha ma’ruz kalır.

Cihadın hikmeti insanları ikrahtan korumak, hakkın bil’ihtiyar kabul ve intişa­rına sed çekmek istiyen ve gücünün yettiğine cebr ü ikrah eden hak düşmanlarının def’i ve mevaniin ref’idir.

Bu sebeble her ne zaman müslümanlara za’f ârız olur, din-i hak müdafaa edil­mezse fitneler kopacak, cebr ü ikrah çoğalacak, bütün beşeriyet herc ü merce uğra­yacaktır.” (E.T. 860 ilâ 865)

1422- Bir âyette Resulullah’a hitaben:

“(9:6) «¾«‡_«D«B²,~ «w[¬6¬h²L­W²7~ «w¬8 °f«&«~ ²–¬~«— Ve eğer müşriklerden biri sana isticare ederse-yani mühlet-i mezkûre çıktıktan sonra sana istiman eder, se­nin ken­disine eman verip car olmanı, yani taarruzdan himayeyi taleb ederse ­˜²h¬%«_«4 sen de ona eman ver ¬yÁV7~ «•«Ÿ«6 «p«W²K«< |ÅB«& ta ki Allah kelâmını dinle­sin. Hasılı öyle, o maksadla eman ver, ­y«X«8¶_«8 ­y²R¬V²"«~ Åv­$ sonra da onu me’menine iblağ eyle-istima’ ettikten sonra iman etmezse canı ve malı taar­ruzdan masun olarak onu eman yeri olan mahalline, vatanına yetiştir.” (E.T. 2458)

Diğer bir âyette de şöyle buyurulur:

“«‰_ÅX7~ ­˜¬h²U­# ²a«9_«4«~ _®Q[¬W«% ²v­ZÇV­6 ¬Œ²‡«ž²~ |¬4 ²w«8 «w«8³ž« «tÇ"«‡ «š_«- ²Y«7«

(10:99) «w[¬X¬8ÌY­8 ~Y­9Y­U«< |ÅB«& Yani: Eğer Rabbin dilese idi yer yüzünde kim varsa hepsi topyekün iman ederlerdi. O halde insanları hep mü’min olsunlar diye sen mi ikrah edeceksin.” (E.T. 2747)

1423- İşte mezkûr hakikatlar içindir ki, tahakküm ve istibdadı kaldırıp sülh-u umumiyi temin etmekle muvazzaf olan Muhammed (A.S.M.), bin dörtyüz sene ev­vel irad ettiği ve bütün müslümanlara hakiki hukuk-u insaniyeyi beyan eden Veda Hutbesiyle, insanlık umdelerini tesbit ve ilan etmiştir. S.B.M. 4. cild, 423. sahifeden 436. sahife arasında meali ve bazı ta­rihî bilgileri verilen ve metni S.M. 4. cild, sahife 80’de 147 numaralı hadis ile de tesbitli bulunan bu hutbe, aynı zamanda son bir “Vasiyet-i Nebeviye” mahiyetindedir. “Müslümanlıkta İbadet Tarihi” Tahir-ül Mevlevî , 2. baskı sh: 219’da Veda Hutbesi hakkında me’hazlarıyla beraber bilgi verilir.

1423/1- İslâmda harb değil, sulh-u umumi esastır. Bediüzzaman, eserle­rinde, başta Avrupa olmak üzere, bütün milletlerin zulümkâr mücadelelerini terkedip sulh-u umuminin te’sisine çalışmalarını tavsiye eder. Bilhassa İslâm medeniyetinin buna vesile olacağını müjdeler. Ezcümle diyor ki:

“Medeniyetin günahları iyiliklerine galebe edip seyyiatı hasenatına racih gel­mekle, beşer iki harb-i umumi ile iki dehşetli tokat yiyip o günahkâr me­deniyeti zir ü zeber edip öyle bir kustu ki, yerüzünü kanla bulaştırdı. İnşaallah istikbaldeki İslâmiyetin kuvvetiyle medeniyetin mehasını galebe edecek, zemin yüzünü pislik­lerden temizleyecek, sulh-u umumiyi de temin edecek.” (H.Ş. 36)

“Her kıştan sonra bir bahar, her geceden sonra bir sabah olduğu gibi, nev-i be­şerin dahi bir sabahı, bir baharı olacak inşaallah. Hakikat-ı İslâmiyenin güneşi ile, sulh-u umumi dairesinde hakiki medeniyeti görmeyi Rahmet-i İlahiyeden bekleye­bilirsiniz.” (H.Ş. 37)

“Eski zamanda İslâmiyet’in terakkisi, düşmanın taassubunu parçalamak ve ina­dını kırmak ve tecavüzatını defetmek; silah ile, kılınç ile olmuş. istik­balde silah, kılınç yerine; hakiki medeniyet ve maddi terakki ve hak ve hak­kaniyetin manevi kılınçları düşmanları mağlub edip dağıtacak.” (H.Ş. 35)



1423/2- Evet “cihat-ı haricîyi şeriat-ı garranın berahin-i katıasının elmas kılınçlarına havale edeceğiz. Zira medenilere galebe çalmak ikna iledir, söz anlama­yan vahşiler gibi icbar ile değildir. Biz muhabbet fedaileriyiz, husu­mete vaktimiz yoktur.” (H.Ş. 88)

“Külliyet-ül Hukuk Kongresinin cemiyetinde, bütün hukukiyyunun toplandığı o kongrede 1927 senesinde onun reisi feylesof üstad Shebol de­miş ki: “Ben itikad ediyorum ki: Muhammed’in misli, yani siretinde, tarzında bir adam şimdiki yeni âleme reis olsa, hükmetse bu yeni âlemin müşkilatını halledip, bu yeni karmakarışık âlemde müsalemet-i umumiyeye ve saadet-i hayatın husulüne sebeb olacak. Evet bu yeni âlemin müsalemet ve saadet-i hayatiyeye ne kadar şedid ihtiyacı var olduğunu herkes anlar!” (M.215)

İslâmiyet nazarında harb ancak bir mecburiyet neticesidir. “Nasıl, bin masum­ların hukukunu çiğneyen bir zalimi cezalandırmak ve yüz mazlum hayvanları par­çalayan bir canavarı öldürmek, adalet içinde mazlumlara bin rahmettir. Ve o zalimi afvetmek ve canavarı serbest bırakmak, bir tek yolsuz merhamete mukabil yüzer biçarelere yüzer merhametsizliktir ...” (Ş. 230)

Aynen öyle de mütecaviz bir milletin zalimane ve sulh-u umumiyi ihlal eden te­cavüzüne karşı zulmünü durdurmak için müsamaha ve şefkatle harb açmamak, bü­yük bir haksızlık olur. (Bak.Cihad)



1424- Vicdan hürriyetine işaret eden âyetlerden birkaç not:

-Peygamber, (insanları imana zorlamak için) bir vekil ve cebbar değildir: (4:80) (6:104,107) (7:54) (42:48) (50:45)

-İstiyen iman etsin, istiyen inkâr etsin; âhirette hesab verilecek: (18:29) (76:3)

-Peygamber müzekkirdir, musaytır (imana zorlayıcı) değil: (88:21,22)

-Din hürriyetini cebren ihlal eden zalimlerin takbihi: (96,9,10)

-Sizin (batıl) dininiz size, benim dinim da bana: (109:6)

-Bizim amellerimiz bizim, sizin amelleriniz sizindir, mealindeki âyetten bazı mü­fessirler, hürriyet-i diniye manasına da işaret olduğunu beyan ederler: (2:139)

-Mütecaviz olmayan bîtaraf gayr-ı müslimlere dokunulmaması: (4:90)

1425- qqHÜSEYİN (R.A.) w[K& : (Hi.6-61) Hazret-i Ali’nin (R.A.) Hazret-i Fatıma’dan olan ikinci oğludur. 6 yaşında iken dedesi Hazret-i Pey­gamber (A.S.M.) ve 6 ay sonra da annesi dar-ı bekaya irtihal ettiler. (Bak: Ha­san (R.A.)

Hazret-i Osman’a (R.A.) su-i kasd için evi kuşatıldığı zaman Hazret-i Ali (R:A.) Hazret-i Hasan’la Hüseyin’i Hazret-i Osman’ın (R.A.) yardımına gön­derdi. Hazret-i Ali (R.A.) mi. 661’de şehid edilince halifelik makamına geç­mesi için Hazret-i Ha­san’a biat edildi. Hazret-i Hasan Mi. 669’da zehirlene­rek şehid edilince Hazret-i Hüseyin, hilafete geçen Hazret-i Muaviye’ye biat etmedi. Fakat ona karşı da çık­madı, yani müstenkif kaldı. Sonra Hazret-i Muaviye oğlu Yezid’i Mi. 676 senesinde veliaht ilan etti ve ona biat edilme­sini -iktidar tahakkümünü kullanarak- istedi. Hal­buki biat bir serbestlik ve hürriyet-i şer’î çerçevesinde tahakkuk eder. Bilindiği gibi İslâm dininde hali­feler biatla vazife başına geçerler. (Bak: Biat) Hem hilafete geç­mek için halife namzedlerinde bulunması gereken şartlar vardır. (Bak: Halife)

Hatta kunut duasında geçen «¾­h­D²S«< ²w«8 ­¾­h²B«9«— ­p«V²F«9«— ifadesi, vazifedarlar ta­rafından ve usulüne uygun olmak şartıyla fücur ehlinin tahttan indirilmesini (hal’ini) ve terk edilmesini anlatır. Halbuki Yezid, takvaya uy­mayan serbest bir hayat yaşa­dığı nakledilir. Böyle bir kimsenin halifeliğine biat edilmez. Yezid’e biat edil­meme durumu karşısında bir derece tevakkuf edip durumun olgunlaştırılmasını bekleyen Hazret-i Muaviye, Mi. 680’de ve­fat edince yerine oğlu Yezid geçti ve biat meselesi­nin kendi lehinde tahakkuk etmiyeceğini düşünen Yezid, devlet iktidarına dayana­rak Medine’ye, kendine biat edilmesi tazyikini yaptı. Bunun üzerine Me­dine’de biat etmiyen büyük şahsiyetlerden başta Hazret-i Hüseyin, Abdullah bin Ömer, Abdul­lah bin Zübeyr, Abdurrahman bin Üzeyr ve İbn-i Abbas gibi mutemed zatlar biat etmediler ve Hazret-i Hüseyin de ihtiyaten Medine’den Mekke’ye gitti. Bu­nun üze­rine Irak’ın bilhassa Kûfe halkı ileri gelenleri, Yezid’e biat etmeyip Hz. Hüseyin’e biat edecekleri haberini Hz. Hüseyin’e gönderdiler. Hz. Hü­seyin hilafet emanetini ve dini muhafaza niyetiyle önce durumu tesbit için amcaza­desi Müslim Bin Ukayl’ı elçilerle beraber Kufe’ye gönderdi. Müslim oniki veya onsekiz bin kişilik Hz. Hüse­yin namına biat topladı.

1426- Bunu haber alan Yezid duruma müdahale ederek, baskılarla biat edenleri vazgeçirdi ve Müslim’i şehid ettirdi. Bu feci durumdan haberi bu­lunmayan Hz. Hü­seyin ailece ve kendine biat edenlerle beraber Irak’a gitti. Burada durumun vehametini haber alan Hz. Hüseyin dönmek istediyse de şehid edilen Müslim’in kardeşleri razı olmadıkları için, cemaatından dönmek istiyenlere izin verip geride az kalan cemaatiyle Kerbela’ya yakın bir yerde konakladı. Sonra Hz. Hüseyin’i takib eden Ömer bin Sa’d kumandasındaki Yezid’in ordusuyla karşılaştı ve onlara hitaben mücadele istemediğini ve mü­saade ederlerse geri döneceğini bildirdi ise de karşı ta­raf kabul etmeyip tes­lim olmasını istediler. Bunun üzerine bir günlük mühlet iste­yen Hz.Hüseyin ertesi günü 10 Muharrem Hi. 61 Cuma günü, Yezid ordusuna Âl-i Beyt-e hürmet ve sulh hitabesinde bulundu. Fakat buna bazı çılgınlar ok atmakla mukabele ettiler ve Hz. Hüseyin’in çok az olan askeri birliğine karşı harb aç­tılar. Bu harbde Yezid’in ordusunda 88 kişi öldü. Hz.Hüseyin (R.A.) da 72 arkadaşıyla bera­ber şehid oldular.

Bu ciğersûz hâdiseden müteessir olan Al-i Beyt’ten şerifler, seyyidler Horasan taraflarına gittiler. Böylece Abbasi Devleti temelinin atılmasına ze­min teşkil edilmiş oldu.



1427- Böyle meş’um şekilde Kerbela faciasının baş müsebbibi olan Yezid, Âlem-i İslâm’da lânete hedef olmuştur. Halk arasında dahi (yezid), hakaret ifadesi olarak kullanılır.

“Resul-i Ekrem (A.S.M.) Ümmü Seleme’nin, daha diğerlerin rivayet-i sa­hihi ile haber vermiş ki: “Hz.Hüseyin Taff yani Kerbela’da katledilecektir.” (143) Elli sene sonra aynı vakıa-i ciğer-suz vukua gelip o ihbar-ı gaybîyi tasdik etmiş.” (M.99)



Bir atıf notu:

-Hz. Hüseyin’in nesli, bak. 45.p.

1427/1- qqHÜSEYİN-İ CİSRÎ zhK% w[K& : (Hi. 1261/1327) Suriye ülemasındandır. Baba ve annesi Ehl-i Beyt’tendir. Cami-ül Ezher’de tahsil görmüş ve zamanın dinî, edebî ve felsefî ilimleriyle iştigal etmiştir. En meş­hur eseri “Risale-i Hamidiye”sidir. Türkçeye ve Orducaya tercüme edilmiş­tir. Rumi 1307 senesinde Tercüman-ı Hakikat gazetesi, kitab olarak neşret­miştir.

1428- qqHÜSN wK& : (Hüsün) Güzellik. İyilik. Eksiksizlik. Cemal ile kemal, hayır ve hasen.

Bir atıf notu:

-Fıtrî ve sun’i cemal, bak: Sıbgatullah

Ehl-i Sünnet ve Cemaat mezhebinde, eşya ve ef’alde hüsün ve kubuh zati ol­mayıp; emr-i İlahî ile hüsün, nehy-i İlahî ile de kubuh tahakkuk eder. (Bak: 3959.p.) Bu hüküm daha çok fıkha ait bir kaidedir. Daha geniş bir ifade ile hüsn-ü bizzat ve hüsn-ü bilgayr tabirlerinin hakikatı, bu bahsin sonunda izah edildi. (Bak. Muhabbet)



1429- Bütün hüsünlerin kayyumu ve istinadgâhı ise, hüsn-ü ezelî ve ebedî olan Cemal ve Kemal-i İlahidir ki, masnuat ayinelerinde tecelli edip perdeler arkasında tezahür eder. Cennet’te ise daha latifane ve zahir tecelli edecektir. (Bak: 863.p.)

Keza “ Nurun gelmesi elbette nuraniden ve vücud vermesi her halde mevcuddan ve ihsan ise gınadan ve sehavet ise servetten ve talim ilimden gelmesi bedihi olduğu gibi. hüsün vermek dahi hasenden ve güzelleştirmek güzelden ve cemal vermek cemilden olabilir... başka olamaz. İşte bu hakikata binaen iman ede­riz ki:

Bu kâinattaki görünen bütün güzellikler öyle bir güzelden geliyor ki; bu müte­madiyen değişen ve tazelenen kâinat, bütün mevcudatıyla ayinedarlık dilleriyle, o güzelin cemalini tavsif ve tarif eder.” (Ş.76) (Bak: 1972.p.)

1430- “Evet mevcudatta sebeb-i muhabbet olan hüsün ve ihsan ve ke­mal, Baki-i Hakiki’nin hüsün ve ihsan ve kemalâtının işarâtı ve çok perdeler­den geçmiş zaif gölgeleridir; belki cilve-i esma-i hüsnanın gölgelerinin göl­geleridir.” (L. 15)

Evet “ bütün maddi güzellikler kendi hakikatlarının ve manalarının ma­nevi gü­zelliklerinden ileri geliyor ve hakikatları ise, Esma-i İlahiyeden feyz alırlar ve onların bir nevi gölgeleridir.

Demek bu kâinatta bulunan bütün güzelliklerin envaı ve çeşitleri, âlem-i gayb arkasında tecelli eden ve kusurdan mukaddes, maddeden mücerred bir cemalin esma vasıtasıyla cilveleri ve işaretleri ve emaratlarıdır. Fakat nasılki Vacib-ül Vücud’un Zat-ı Akdes’i, başkalarına hiç bir cihette benzemez ve sı­fatları mümkinatın sıfatlarından hadsiz derece yüksektir. Öyle de, onun kudsi cemali, mümkinatın ve mahlukatın hüsünlerine benzemez, hadsiz de­recede daha âlîdir.

Evet koca Cennet bütün hüsün ve cemaliyle bir cilvesi bulunan ve bir saat mü­şahedesi ehl-i Cennet’e, Cennet’i unutturan bir cemal-i sermedî, el­bette nihayeti ve şebihi ve naziri ve misli olamaz.



1431- Malumdur ki; herşey’in hüsnü, kendine göredir, hem binler tarzda bulu­nur ve nevilerin ihtilafı gibi güzellikleri de ayrı ayrıdır. Meselâ: göz ile hissedilen bir güzellik, kulak ile hissedilen bir hüsün bir olmaması ve akıl ile fehmedilen bir hüsn-ü aklî, ağız ile zevkedilen bir hüsn-ü taam bir olmadığı gibi... kalb, ruh vesair zahirî ve batınî duyguların istihsan ettikleri ve güzel hissettikleri güzellikler, onların ihtilafı gibi muhteliftir.

Meselâ: imanın güzelliği ve hakikatın güzelliği ve nurun hüsnü ve çiçeğin hüsnü ve ruhun cemali ve suretin cemali ve şefkatin güzelliği ve adaletin gü­zelliği ve mer­hametin hüsnü ve hikmetin hüsnü ayrı ayrı oldukları gibi, Ce­mil-i Zülcelal’in niha­yet derecede güzel olan Esma-i Hüsnasının güzellikleri dahi ayrı ayrı olduğundan, mevcudatta bulunan hüsünler ayrı ayrı düşmüş.” (Ş. 77)



1432- Hem “Esma-i Hüsnanın her birisinin kendine mahsus öyle kudsi bir ce­mali var ki; birtek cilvesi, koca bir âlemi ve hadsiz bir nevi güzelleştiri­yor. Birtek çi­çekte bir ismin cilve-i cemalini gördüğün gibi, bahar dahi bir çi­çektir ve Cennet dahi görülmedik bir çiçektir. Baharın tamamına bakabilir­sen ve Cennet’i iman gö­züyle görebilirsen bak gör. Cemal-i Sermedî’nin de­rece-i haşmetini anla. O güzelliğe karşı iman güzelliğiyle ve ubudiyet cemali ile mukabele etsen, çok güzel bir mahluk olursun: Eğer dalaletin hadsiz çir­kinliğiyle ve isyanın menfur kubhiyle mukabele edip karşılasan, en çirkin bir mahluk olmakla beraber, bütün güzel mevcudatın ma­nen menfurları olur­sun.” (Ş.78)

1433- Hem “nasılki, yüzer hüner ve sanat ve kemal ve cemalleri bulunan bir zat; herbir hüner, kendini teşhir etmek ve herbir güzel sanat, kendini takdir ettir­mek ve herbir kemal, kendini izhar etmek ve herbir cemal, ken­dini göstermek iste­mesi kaidesince: O zat dahi bütün hünerlerini ve san’atlarını ve kemalâtını ve gizli güzelliklerini tarif edecek, gösterecek olan bir hârika sarayı yapmış. Hem kim o mu’cizeli sarayı temaşa etse, birden us­tasının ve sahibinin hünerlerine ve mehasinine ve kemalâtına intikal eder ve gözüyle görür gibi inanır, tasdik eder ve der ki: “Her cihetle güzel ve hünerli olmayan bir zat, böyle her cihetle güzel bir ese­rin masdarı, mucidi ve taklidsiz muhterii olamaz. Belki onun manevi hüsünleri ve kemalleri bu sa­ray ile tecessüm etmiş gibidir” hükmeder.

Aynen öyle de: Bu kâinat denilen meşher-i acaib ve saray-ı muhteşemin hü­sünlerini gören ve aklı çürük ve kalbi bozuk olmayan elbette intikal ede­cek ki; bu saray bir ayinedir, başkasının cemalini ve kemalini göstermek için böyle süslenmiş.



1434- Evet madem bu saray-ı âlemin başka emsali yok ki, güzellikleri ondan ik­tibas edip taklid edilsin. Elbette ve her halde bunun ustası kendi zatında ve esma­sında kendine lâyık güzellikleri var ki, kâinat ondan iktibas ediyor ve ona göre ya­pılmış ve onları ifade etmek için bir kitab gibi yazıl­mış.” (Ş. 78)

1435- Evet “fenlerin casus gibi tetkikatıyla ve hadsiz tecrübelerle sabit olmuş ki: Kâinatın nizamında galib-i mutlak ve maksud-u bizzat ve Sani’-i Zülcelal’in ha­kiki maksadları, hayır ve hüsün ve güzellik ve mükemmeliyet­tir. Çünki kâinata ait fenlerden herbir fen, küllî kaideleriyle bahsettiği nev’ ve taifede öyle bir intizam ve mükemmeliyet gösteriyor ki, ondan daha mü­kemmel akıl bulamıyor. Meselâ: Tıbba ait teşrih-i beden-i insanî fenni ve kozmoğrafyaya tabi Manzume-i Şemsiye fenni; nebatat ve hayvanata ait fenler gibi bütün fenlerin her birisi, küllî kaideleriyle bah­settiği o kısımda Sâni’-i Zülcelal’in o nev’deki nizamında mu’cizat-ı kudretini ve hikmetini ve (32:7) ­y«T«V«' ¯š²|«- Åu­6 ­w«K²&«~ hakikatını gösteriyor.

1436- Hem istikra-i tâmme ve tecrübe-i umumî gösteriyor, netice veriyor ki; Şer, kubh, çirkinlik, batıl, fenalık hilkat-ı kâinatta cüz’îdir,maksud değil, tebeidir ve dolayısıyladır, yani mesala çirkinlik, çirkinlik için kâinata girme­miş, belki güzelliğin bir hakikatı çok hakikatlara inkılab etmek için çirkinlik bir vâhid-i kıyasî olarak hilkata girmiş. Şer, hatta Şeytan dahi beşerin hadsiz terakkiyatına müsabaka ile ve­sile olmak için beşere musallat edilmiş. Bunlar gibi cüz’î şerler, çirkinlikler, küllî gü­zelliklere, hayırlara vesile olmak için kâi­natta halkedilmiş.

İşte, kâinat da hakiki maksad ve netice-i hilkat ve istikra-i tamme ile isbat edi­yor ki; hayır ve hüsün ve tekemmül esastır ve hakiki maksad onlardır. El­bette beşer bu kadar zulmî küfriyatlarıyla zemin yüzünü mülevves ve perişan ettikleri halde, ce­zasını görmeden ve kâinattaki maksud-u hakikîye mazhar olmadan, dünyayı bırakıp ademe kaçamıyacak. Belki Cehennem hapsine gi­recek.” (H:Ş. 38)



1437- “ Sual: Bir şeyin zıddı olmazsa, o şeyin nasıl kemâli olabilir?

Elcevab: Şu sual sahibi, hakiki kemâli bilmiyor. Yalnız nisbî bir kemâl zannedi­yor. Halbuki, gayre bakan ve gayre nisbeten hasıl olan meziyetler, fa­ziletler, tefev­vuklar, hakikî değiller, nisbîdirler, zaiftirler. Eğer gayr, nazardan sâkıt olsalar, onlar da sukut ederler. Meselâ: Sıcaklığın nisbî lezzeti ve fazi­leti, soğuğun te’siri iledir. Yemeğin nisbî lezzeti açlık eleminin te’siri iledir. Onlar gitse, bunlar da azalır. Hal­buki hakiki lezzet ve muhabbet ve kemâl ve fazilet odur ki; gayrın tasavvuruna bina edilmesin; zatında bulunsun ve biz­zat bir hakikat-ı mukarrere olsun. Lezzet-i vücud ve lezzet-i hayat ve lezzet-i muhabbet ve lezzet-i marifet ve lezzet-i iman ve lezzet-i beka ve lezzet-i rahmet ve lezzet-i şefkat ve hüsnü nur hüsn-ü basar ve hüsn-u ke­lam ve hüsn-ü kerem ve hüsn-ü sîret ve hüsn-ü suret ve kemâl-i zât ve kemâl-i sıfat ve kemâl-i ef’al gibi bizzat meziyetler; gayr olsun olmasın, şu meziyetler te­beddül etmez.

İşte Sâni-i Zülcelal ve Fâtır-ı Zülcemal ve Hâlik-ı Zülkemal’in bütün kemalâtı hakikiyedir, zâtiyedir; gayr ve mâsiva, ona te’sir etmez. Yalnız mezahir olabilirler. Seyyid Şerif-i Cürcani “Şerh-ül Mevakıf”da demiş ki: “Sebeb-i muhabbet, ya lezzet veya menfaat, ya müşâkelet (yani meyl-i cinsi­yet) ya kemâldir. Çünki kemâl, mahbub-u lizâtihîdir.” Yani; ne şeyi seversen; ya lezzet için seversin, ya menfaat için, ya evlada meyil gibi bir müşâkele-i cinsiye için, ya kemâl olduğu için seversin. Eğer kemâl ise, başka bir sebeb, bir garaz lâzım değil. O bizzat sevilir. Meselâ eski zamanda sahib-i kemâlat insanları herkes sever, onlara karşı hiçbir alâka olmadığı halde istihsankârane muhabbet edilir.

İşte Cenab-ı Hakk’ın bütün kemalâtı ve Esmâ-i Hüsnâsının bütün meratibleri ve bütün faziletleri, hakiki kemalât olduklarından bizzat sevilir­ler.”Mahbûbetün Lizatihâ”dırlar.” S.619)



1438- Hüsün ve hayrı geniş mânasıyla ihata eden ­y«T«V«' ¯š²|«- Åu­6 ­w«K²&«~ (32:7) âyetinin bir sırrı şöyle izah ediliyor:

“Herşeyde, hattâ en çirkin görünen şeylerde, hakikî bir hüsün ciheti var­dır. Evet kâinattaki herşey, her hâdise, ya bizzat güzeldir. Ona hüsn-ü bizzat denilir. Veya neticeleri cihetiyle güzeldir ki, ona hüsn-i bilgayr denilir. Bir kı­sım hâdiseler var ki, zâhirî çirkin, müşevveştir. Fakat o zâhirî perde altında gayet parlak güzellik­ler ve intizamlar var. Ezcümle:

Bahar mevsiminde fırtınalı yağmur, çamurlu toprak perdesi altında niha­yetsiz güzel çiçek ve muntazam nebatatın tebessümleri saklanmış ve güz mevsiminin ha­şin tahribatı, hazin firak perdeleri arkasında tecelliyat-ı celaliye-i sübhaniyenin maz­harı olan kış hâdiselerinin tazyikinden ve tazibin­den muhafaza etmek için nazdar çiçeklerin dostları olan nazenin hayvancık­ları vazifeleri hayattan terhis etmekle be­raber o kış perdesi altında nâzenin taze güzel bir bahara yer ihzar etmektir. Fırtına, zelzele, veba gibi hâdiselerin perdeleri altında gizlenen pek çok mânevi çiçeklerin inkişafı vardır. Tohum­lar gibi neşv ü nemâsız kalan birçok istidad çekirdekleri, zâ­hirî çirkin görü­nen hâdiseler yüzünden sünbüllenip güzelleşir. Güya umum inkılâblar ve küllî tahavvüller, birer mânevi yağmurdur. Fakat insan hem zâhirperest, hem hodgâm olduğundan zâhire bakıp çirkinlikle hükmeder. Hodgâmlık cihetiyle yalnız kendine bakan netice ile muhakeme ederek şer oldu­ğunu hükmeder. Halbuki eşyanın insana ait gayesi bir ise, Sâniinin esmasına ait binlerdir. (Bak: 2883/1.p.)

Meselâ: Kudret-i Fâtıranın büyük mu’cizelerinden olan dikenli otlar ve ağaçları muzır, mânasız telâkki eder. Halbuki onlar, otların ve ağaçların mü­cehhez kahra­manlarıdırlar.

Meselâ atmaca kuşu serçeler taslîti, zâhiren rahmete uygun gelmez. Hal­buki serçe kuşunun istidadı, o taslît ile inkişaf eder. Meselâ: Kar’ı, pek bâridane ve tatsız telâkki ederler. Halbuki o bârid, tatsız perdesi altında o kadar hararetli gayeler ve öyle şeker gibi tatlı neticeler vardırki, tarif edilmez. Hem insan hodgâmlık ve zâhirperestliğiyle beraber, herşey’i kendine bakan yüzüyle muhakeme ettiğinden, pek çok mahz-ı edebî olan şeyleri, hilaf-ı edeb zanneder.

Meselâ: Alet-i tenasül-i insan, insan nazarında bahsi hacalet-âverdir. Fa­kat şu perde-i hacâlet, insana bakan yüzdedir. Yoksa hilkate, san’ata ve gayat-ı fıtrata ba­kan yüzler öyle perdelerdir ki, hikmet nazarıyla bakılsa; ayn-ı edebdir. Hacâlet ona hiç temas etmez. İşte menba-ı edeb olan Kur’an-ı Ha­kîm’in bazı tâbiratı bu yüzler ve perdelere göredir.” (S.231)

Bazı rivayetlerde hayrın güzel yüz (sîma) sahibinde aranması tavsiye edi­lir. (Bak: K:H.394. hadis)

qqHÜSN-Ü ZANN ±w1 ¬wK& : (Hüsn-i zan) Bir kimsenin veya bir hâdi­senin iyiliği hakkındaki vicdanî ve iyi kanaat. İyi fikirde bulunup, iyi olacağını düşünmek (Bak: Menfi, Zann)


Yüklə 13,72 Mb.

Dostları ilə paylaş:
1   ...   58   59   60   61   62   63   64   65   ...   169




Verilənlər bazası müəlliflik hüququ ilə müdafiə olunur ©muhaz.org 2024
rəhbərliyinə müraciət

gir | qeydiyyatdan keç
    Ana səhifə


yükləyin