1828- “...Yüz defa söylemişim, yine söyleyeceğim: Ehl-i medrese, ehl-i mekteb, ehl-i tekkenin müsalahalarıdır. Ta, temayül ve tebadül-ü efkâriyle lâakal maksadda ittihad eylesinler. Teessüf ile görülüyor ki: Onların tebayün-ü efkârı, ittihadı, tefrik ettiği gibi; tehalüf-ü meşaribi de terakkiyi tevkif etmiştir. Zira herbiri mesleğine taassub, başkasının mesleğine sathiyeti itibariyle tefrit ve ifrat ederek; biri diğerini tadlil, öteki de berikini techil eyliyor. Elhasıl: İslâmiyet hariçte temessül etse; bir menzili mekteb, bir hücresi medrese, bir köşesi zaviye, salonu dahi mecma-ül küll.. biri diğerinin noksanını tekmil için bir meclis-i şûra olarak, bir kasr-ı meşid-i nurani timsalinde arz-ı didar edecektir.” (Mün. 82)
1829- “Sual: Acaba kâinatta, şu meclis-i âlî-i İslâm, şu sergerden küre şehrinde bir intizamı daha bulamıyacak mıdır?
Cevab: İman ederim ki: Umum Âlem-i İslâm; millet-i insaniyede ve Âdem kavminde bir meclis-i meb’usan-ı mukaddese hükmüne geçecektir. Selef ve halef asırlar üzerine birbirine bakıp mabeynlerinde bir encümen-i şûra teşkil edeceklerdir. Fakat birinci kısım olan ihtiyar babalar, sâkitane ve sitayişkârane dinleyeceklerdir. “ (Mün:73)
1830- Sual: “İttihad-ı İslâm cemaati, sair cemiyet-i diniye ile şakk-ül asadır. Rekabet ve münaferatı intac eder.
Elcevab: Evvela umur-u uhreviyede hased ve müzahamet ve münakaşa olmadığından bu cemiyetlerden hangisi münakaşaya, rekabete kalkışsa, ibadette riya ve nifak etmiş gibidir.
Saniyen: Muhabbet-i din saikasıyla teşekkül eden cemaatlerin iki şart ile umumunu tebrik ve onlarla ittihad ederiz.
Birinci şart: Hürriyet-i şer’iyeyi ve asayişi muhafaza etmektir.
İkinci şart: Muhabbet üzerinde hareket etmek, başka cemiyete leke sürmekle kendisine kıymet vermeğe çalışmamak. Birinde hata bulunsa, müfti- i ümmet cemiyet-i ulemaya havale etmektir.
Salisen: İ’la-yı kelimetullahı hedef-i maksad eden cemaat, hiçbir garaza vasıta olamaz. isterse muvaffak olamaz. Zira nifaktır. Hakkın hatırı âlîdir, hiçbir şeye feda olunmaz. Nasıl süreyya yıldızları süpürge olur veya üzüm salkımı gibi yenilir? Şems-i hakikata “püf -üf” eden divaneliğini ilan eder.
Ey dinî cerideler! Maksadımız: Dinî cemaatlar maksadda ittihad etmelidirler. Mesalikte ve meşreblerde ittihad mümkün olmadığı gibi, caiz de değildir. Zira taklid yolunu açar ve “neme lâzım başkası düşünsün” sözünü de söylettirir.” (H.Ş. 98)
1831- “Ben kusurlu fehmimle şu zamanda, hey’et-i içtimaiye-i İslâmiyeyi, çok çark ve dolapları bulunan bir fabrika suretinde tasavvur ediyorum. O fabrikanın bir çarkı geri kalsa, yahut bir arkadaşı olan başka bir çarka tecavüz etse, makinenin mihanikiyeti bozulur.
Onun için ittihad-ı İslâmın tam zamanı gelmeye başlıyor. Birbirinizin şahsî kusurlarına bakmamak gerektir. “ (H.Ş. 58)
“Bizim cemaatımızın meşrebi: Muhabbete muhabbet ve husumete husumettir. Yani beyn-el İslâm muhabbete imdad ve husumet askerini bozmaktır.
Mesleğimiz ise, ahlâk-ı Ahmediye (Aleyhissalâtü Vesselâm) ile tahalluk ve Sünnet-i Peygamberîyi ihya etmektir. Ve rehberimiz şeriat-ı garra ve kılıncımız da berahin-i katıa ve maksadımız i’lâ-yı Kelimetullahtır. Cemaatimize herbir mü’min manen müntesibdir. Sûreten intisab ise, Sünnet-i Nebeviyeyi kendi âleminde ihyaya azm-i kat’î iledir. En evvel mürşid-i umumî olan ülema ve meşayih ve talebeyi, şeriat namına ittihada davet ederiz.” (H.Ş. 86)
“Ehl-i hidayet ve diyanet ve ehl-i ilim ve tarikat, hak ve hakikata istinad ettikleri için ve herbiri bizzat tarik-i hakta yalnız Rabbisini düşünüp, tevfikına itimad ederek gittiklerinden, manen o meslekten gelen izzetleri var. Zaaf hissettiği vakit; insanların yerine Rabbisine müracaat eder, meded ondan ister. Meşreblerin ihtilafıyla, zâhir meşrebine muhalif olana karşı muavenet ihtiyacını tam hissetmiyor, ittiifaka ihtiyacını göremiyor. Belki hodgâmlık ve enaniyet varsa, kendini haklı ve muhalifini haksız tevehhüm ederek; ittifak ve muhabbet yerine, ihtilaf ve rekabet ortaya girer.İhlası kaçırır, vazifesi zir ü zeber olur.
İşte bu müdhiş sebebin verdiği vahim neticeleri görmemenin yegane çaresi “dokuz emir”dir.
l- Müsbet hareket etmektir ki; yani: Kendi mesleğinin muhabbetiyle hareket etmek. Başka mesleklerin adaveti ve başkalarının tenkisi, onun fikrine ve ilmine müdahale etmesin; onlarla meşgul olmasın.
2- Belki daire-i İslâmiyet içinde hangi meşrebde olursa olsun, medar-ı muhabbet ve uhuvvet ve ittifak olacak çok rabıta-i vahdet bulunduğun u düşünüp ittifak ederek.
3-Ve haklı her meslek sahibinin, başkasının mesleğine ilişmemek cihetinde hakkı ise: Mesleğim haktır, yahut daha güzeldir diyebilir. Yoksa başkasının mesleğinin haksızlığını veya çirkinliğini ima eden “Hak yalnız benim mesleğimdir” veyahut “Güzel benim meşrebimdir” diyemez olan insaf düsturunu rehber etmek.
4-Ve ehl-i hakla ittifak tevfik-i İlahînin bir sebebi ve diyanetteki izzetin bir medarı olduğunu düşünmekle,
5- Hem ehl-i dalalet ve haksızlık-tesannüd sebebiyle-cemaat suretindeki kuvvetli bir şahs-ı manevînin dehasıyla hücumu zamanında; o şahs-ı manevîye karşı, en kuvvetli ferdî olan mukavemetin mağlub düştüğünü anlayıp ehl-i hak tarafındaki ittifak ile bir şahs-ı manevî çıkarıp o müthiş şahs-ı manevi-i dalalete karşı, hakkaniyeti muhafaza ettirmek.
6- Ve hakkı, batılın savletinden kurtarmak..için
7- Nefsini ve enaniyetini..
8- Ve yanlış düşündüğü izzetini..
9- ,Ve ehemmiyetsiz rekabetkârane hissiyatını terketmekle ihlası kazanır, vazifesini hakkıyla ifa eder. (*) “ (L.150)
1832- “Eğer denilse: Hadisde °}«W²&«‡ |¬BÅ8~ ¬¿«Ÿ¬B²'¬~ (178) denilmiştir. İhtilaf ise, tarafgirliği iktiza ediyor. Hem tarafgirlik marazı; mazlum avamı, zalim havvassın şerrinden kurtarıyor. Çünki bir kasabanın ve bir köyün havassı ittifak etseler, mazlum avamı ezerler. Tarafgirlik olsa, mazlum bir tarafa iltica eder. kendisini kurtarır. Hem tesadüm-ü efkârdan ve tehalüf-ü ukulden hakikat tamamıyla tezahür eder?
Elcevab: Birinci suale deriz ki: Hadisteki ihtilaf ise, müsbet ihtilaftır. Yani: Herbiri kendi mesleğinin tamir ve revacına sa’yeder. Başkasının tahrib ve ibtaline değil, belki tekmil ve ıslahına çalışır. Amma menfi ihtilaf ise ki, garazkârane, adavetkârane birbirinin tahribine çalışmaktır. Hadisin nazarında merduddur. Çünki birbiriyle boğuşanlar, müsbet hareket edemezler..
İkinci suale deriz ki: Tarafgirlik eğer hak namına olsa, haklılara melce’ olabilir. Fakat şimdiki gibi garazkârane, nefis hesabına olan tarafgirlik, haksızlara melce’dir ki; onlara nokta-i istinad teşkil eder. Çünki garazkârane tarafgirlik eden bir adama şeytan gelse, onun fikrine yardım edip tarafdarlık gösterse, o adam o şeytana rahmet okuyacak. Eğer mukabil tarafa melek gibi bir adam gelse, ona haşa lânet okuyacak derecede bir haksızlık gösterecek.
Üçüncü suale deriz ki: Hak namına, hakikat hesabına olan tesadüm-ü efkâr ise; maksatta ve esasta ittifak ile beraber, vesailde ihtilaf eder. Hakikatın her köşesini izhar edip, hakka ve hakikata hizmet eder. Fakat tarafgirane ve garazkârane firavunlaşmış nefs-i emmare hesabına hodfüruşluk, şöhretperverane bir tarzdaki tesadüm-ü efkârdan barika-i hakikat değil, belki fitne ateşleri çıkıyor. Çünki maksatta ittifak lâzım gelirken, öylelerin efkârının küre-i arzda dahi nokta-i telakisi bulunmaz. Hak namına olmadığı için, nihayetsiz müfritane gider. Kabil-i iltiyam olmayan inşikaklara sebebiyet verir. Hal-i âlem buna şahittir.” (M.268)
1833- “Sebeb-i ihtilaf-ı muzır: Bu haktır düsturu yerine; yalnız hak budur ve en güzeli budur hükmü yerine, güzeli budur hükmü ikamet edilmiştir. (Elhubbu lillah) esas-ı merhametkârı yerine (velbuğzu fillah) ikame edilmiştir. Kendi mesleğinin muhabbeti yerine, başka meslekten nefret, harekâtında hâkim kılınmıştır. Hakikata muhabbet yerine “ene” tarafgirliği müdahale etmiştir. Vesail ve delail, makasıd ve gayat yerine ikame edilmiştir.
Halbuki: Fasid bir delil ile, hak bir netice zihinde ikame edilir. Ve batıl bir vesile ile hak bir gaye, fikirde tesbit edilir. Madem gayat ve makasıd haktır; delil ve vesilelerdeki fesad, böyle inşikak-ı kuluba sebebiyet vermemeli. “ (S.T.İ. 74)
1834- “Ehl-i hidayetin ihtilafı ve adem-i ittifakı zaaflarından olmadığı gibi; ehl-i dalaletin kuvvetli ittifakı da kuvvetlerinden değildir. Belki ehl-i hidayetin ittifaksızlığı, iman-ı kâmilden gelen nokta-i istinad ve nokta-i istinaddan neş’et eden kuvvetten ileri geldiği gibi; ehl-i gaflet ve ehl-i dalaletin ittifakları kalben nokta-i istinad bulmadıkları itibariyle zaaf ve aczlerinden ileri gelmiştir. Çünki zaifler ittifaka muhtaç oldukları için, kuvvetli ittifak ederler. Kaviler ihtiyacı tam hissetmediklerinden, ittifakları zaiftir. Arslanlar, tilkiler gibi ittifaka muhtaç olmadıkları için ferdi yaşıyorlar. Yabani keçiler, kurtlardan muhafaza için, bir sürü teşkil ederler. Demek zaiflerin cemiyeti ve şahs-ı manevisi kavi olduğu gibi, (*) kavilerin cemiyeti ve şahs-ı manevisi ise zaiftir. Bu sırra bir işaret-i latife ve zarif bir nükte-i Kur’aniyedir ki ferman etmiş:
(12:30) ¬}«X<¬f«W²7~|¬4 °?«Y²K¬9 «Ä_«5«— Müenneslerin cemaatine iki katlı müennes olduğu halde, müzekker fiili olan «Ä_«5 buyurması.. hem ~«h²2«²~ ¬a«7_«5«— (49:14) buyurmakla müzekkerlerin cemaatına müennes fiili olan ²a«7_«5 tabiriyle latifane işaret ediyor ki: Zaif ve halim ve yumuşak kadınların cemiyeti kuvvetleşir, sertlik ve şiddet kesbedip bir nevi reculiyet kazanır. Müzekker fiilini iktiza ettiğinden °?«Y²K¬9 «Ä_«5«— tabiriyle gayet güzel düşmüş. Kavi erkekler ise hususan bedevi a’rab olsa kuvvetlerine güvendikleri için cemiyetleri zaif olup hem ihtiyatkârlık hem yumuşaklık vaziyetini aldığından, bir nevi kadınlık hasiyeti takındıkları için müennes fiilini iktiza ettiğinden ~«h²2«²~ ¬a«7_«5 müennes fiiliyle tabiri tam yerindedir. Evet ehl-i hak gayet kuvvetli bir nokta-i istinad olan iman-ı billahtan gelen tevekkül ve teslim ile başkalara arz-ı ihtiyaç edip muavenet ve yardımlarını istemez. istese de gayet fedakârane yapışmaz. Ehl-i dünya dünya işlerinde hakiki nokta-i istinadlarından gaflet ettiklerinden zaaf ve acze düşüp şiddetli bir surette yardımcılara ihtiyacını hisseder; samimane, belki fedakârane ittifak ederler.
İşte ehl-i hak, ittifaktaki hak kuvvetini düşünmediklerinden ve aramadıklarından, haksız ve muzır bir netice olan ihtilafa düşerler. Haksız ehl-i dalalet, ise ittifaktaki kuvveti, aczleri vasıtasıyla hissettiklerinden, gayet mühim bir vesilse-i makasıd olan ittifakı elde etmişler.
İşte ehl-i hakkın bu haksız ihtilaf marazının merhemi ve ilacı
(8:46) ²vUE<¬‡ «`«;²g«#«— ~YV«L²S«B«4 ~Y2«ˆ_«X«# ««— âyetindeki şiddetli nehy-i İlahî;
(5:2) >«Y²TÅB7~«— ¬±h¬A²7~|«V«2 –«—_«Q«#«— âyetinde hayat-ı içtimaiyece gayet hikmetli emr-i İlahîyi düstur-u hareket etmek. Ve ihtilafın İslâmiyet’e ne derece zararlı olduğunu ve ehl-i dalaletin ehl-i hakka galebesini ne derece teshil ettiğini düşünüp, kemal-i zaaf ve acz ile, o ehl-i hakkın kafilesini fadakârane, samimane iltihak etmektir; şahsiyetini unutmakla riya ve tasannudan kurtulup, ihlası elde etmektir.” (L. 153)
Elhasıl: Dinî sahada vuku bulan ihtilâfın bir sebebi, re’y farklılığıdır. Yani şer’i me’hazların farklı manaları anlamaya yolu açık olan ifadelerinden bir kanaat-ı ilmîyyeye sahip olunur. Ehl-i sünnet imamları arasında olduğu gibi. Bu ihtilaf müsbettir. (Bu ihtilaf müsbettir. Silinecek) Tarafgirliğe ve tefrikaya sebeb olmaz. İhtilafın diğer bir sebebi ise temayülat-ı hissiyedendir. O da, enaniyet ve menfaata dayanır ve tefrikaya sebeb olur.
1834/1- Bediüzzaman Hazretleri ehl-i imandan gelecek tenkide karşı, ihtilafa meydan vermeyip sulhkârane karşılamayı tavsiye eden ehemmiyetli bir mektubunda şöyle diyor:
“Gayet ciddi bir ihtar ile bir hakikatı beyan etmeye lüzum var. Şöyle ki:
yÁV7~ Ŭ~ «`²[«R²7~ v«V²Q«< « sırrıyla ehl-i velayet, gaybî olan şeyleri bildirilmezse bilmezler. En büyük bir veli dahi, hasmının hakiki halini bilmedikleri için, haksız olarak mübareze etmesini Aşere-i Mübeşşere’nin mabeynindeki muharebe gösteriyor. Demek iki veli, iki ehl-i hakikat birbirini inkâr etmekle makamlarından sukut etmezler. Meğer bütün bütün zahir-i şeriata muhalif ve hatası zâhir bir içtihad ile hareket edilmiş ola.
Bu sırra binaen (3:134) ¬‰_ÅX7~ ¬w«2 «w[¬4_«Q²7~«— «o²[«R²7~ «w[¬W¬1_«U²7~«— deki ulüvv-ü cenab düsturuna ittibaen ve avam-ı mü’minînin şeyhlerine karşı hüsn-ü zanlarını kırmamakla, imanlarını sarsılmadan muhafaza etmek ve Risale-i Nur’un erkânlarının haksız itirazlara karşı haklı fakat zararlı hiddetlerinden kurtarmak lüzumuna binaen; ve ehl-i ilhadın iki taife-i ehl-i hakkın mabeynindeki husumetten istifade ederek, birinin silahıyla, itirazlarıyla ötekini cerhedip ve ötekinin delilleriyle berikini çürütüp ikisini de yer vurmak ve çürütmekten istinaben,. Risale-i Nur şakirdleri, bu mezkûr dört esasa binaen, muarızlara hiddet ve tehevvürle ve mukabele-i bilmisille karşılamamalı. Yalnız kendilerini müdafaa için müsalahakârane, medar-i itiraz noktaları izah etmek ve cevab vermek gerektir.
Çünki bu zamanda enaniyet çok ileri gitmiş. Herkes, kameti miktarında bir buz parçası olan enaniyetini eritmeyip, bozmuyor; kendini mazur biliyor, ondan niza çıkıyor. Ehl-i hak zarar eder, ehl-i dalalet istifade ediyor.
İstanbul’da malum itiraz hâdisesi ima ediyor ki; ileride meşrebini çok beğenen bazı zatlar ve hodgâm bazı sofi-meşrebler ve nefs-i emmaresini tam öldürmiyen ve hubb-u cah vartasından kurtulmıyan bazı ehl-i irşad ve ehl-i hak, Risale-i Nur’a ve şakirdlerine karşı kendi meşreblerini ve mesleklerinin revacını ve etba’larının hüsn-ü teveccühlerini muhafaza niyetiyle itiraz edecekler, belki dehşetli mukabele etmek ihtimali var. Böyle hâdiselerin vukuunda, bizlere itidal-i dem ve sarsılmamak ve adavete girmemek ve o muarız taifenin de rüesalarını çürütmemek gerektir.
Faş etmek hatırıma gelmiyen bir sırrı, faş etmeye mecbur oldum. Şöyle ki:
Risale-i Nur’un şahs-ı manevisi ve o şahs-ı maneviyi temsil eden has şakirdlerinin şahs-ı manevisi “Ferid” makamına mazhar oldukları için, değil hususi bir memleketin kutbu, belki-ekseriyet-i mutlaka ile-Hicaz’da bulunan kutb-u azamın tasarrufundan hariç olduğunu ve onun hükmü altına girmeye mecbur değil. Her zamanda bulunan iki imam gibi, onu tanımağa mecbur olmuyor. Ben eskide Risale-i Nur’un şahs-ı manevisini, o imamlardan birisini zannediyordum. Şimdi anlıyorum ki; Gavs-ı Azam’da, kutbiyet ve gavsiyetle beraber “ferdiyet” dahi bulunduğundan, âhirzamanda şakirdlerinin bağlandığı Risale-i Nur, o ferdiyet makamının mazharıdır.
Bu gizlenmeye lâyık olan bu sırr-ı azîme binaen, Mekke-i Mükerreme’de, dahi -farz-ı muhal olarak-Risale-i Nur’un aleyhinde bir itiraz kutb-u azamdan dahi gelse; Risale-i Nur şakirdleri sarsılmayıp, o mübarek kutb-u azamın itirazını iltifat ve selâm suretinde telakki edip, teveccühünü de kazanmak için, medar-ı itiraz noktaları o büyük üstadlarına karşı izah etmek, ellerini öpmektir.
Evet kardeşlerim; bu zamanda öyle dehşetli cereyanlar ve hayatı ve cihanı sarsacak hâdiseler içinde, hadsiz bir metanet ve itidal-i dem ve nihayetsiz bir fedakârlık taşımak gerektir.
(14:3) ¬?«h¬'«²~ |«V«2 _«[²9Çf7~ «?_«[«E²7~ «–YÇA¬E«B²K«< âyetinin sırr-ı işarîsiyle, âhireti bildikleri ve iman ettikleri halde, dünyayı âhirete severek tercih etmek ve kırılacak şiyeyi baki bir elmasa, bilerek rıza ve sevinçle tercih etmek; ve akıbeti görmeyen kör hissiyatın hükmüyle, hazır bir dirhem zehirli lezzeti, ileride bir batman safi lezzete tercih etmek, bu zamanın dehşetli bir marazı, bir musibetidir. O musibet sırrıyla, hakiki mü’minler dahi bazan ehl-i dalalete tarafdar olmak gibi dehşetli hatada bulunuyorlar. Cenab-ı Hak, ehl-i imanı ve Risale-i Nur şakirdlerini bu musibetlerin şerrinden muhafaza eylesin, amin!” (K.L. 195)
Atıf notları:
-Cemaatı birleştiren hususiyetler, bak: 520.p.
-İttihad-ı Muuhammedî Cemiyeti’ne dair dokuz suale Bediüzzaman’ın verdiği cevab, bak: 1849-1854.p.lar
1835- İTTİHAD-I İSLÂM •Ÿ,É~ …_E#É~ : İslâm birliği. «Hepiniz birden hablullah’a (Bak Hablullah) tutunup sarılın (birlik olun)” mealindeki (3:103) âyeti, çok hakikatları ifade ettiği gibi İslâm birliğini de emreder. (Bak: İttifak ve Şura maddesinde 3575-3582.p.lar)
İttihad-ı İslâmın varlığı ve devamı için:
l- İslâm milliyetini esas alıp, menfi unsuriyet fikrini bırakmak.
2- İslâm dünyasındaki dinî cemaatler gayede ve dinî esaslarda ittifak edip teferruat meseleleri medar-ı niza etmemek.
3- İslâm devletleri arasında, meşveret-i şer’iyeyi yapmak gerekiyor.
Bunlar en ehemmiyetli sebeblerinden üç tanesidir.
1836- İttihad-ı İslâm yani İslâm birliği, bütün müslümanları derecelerine göre alâkadar eden ehemmiyetli bir mes’eledir. Zira ittihad-ı İslâm sadece siyasi bir mes’ele değildir. Bu ittihad, iki mü’minin imanî kardeşlik rabıtalarıyla irtibat ve tesanüdlerinden başlayarak tâ âlem-i İslâm genişliğinde bütün müslümanların teavün ve teşrik-i mesailerine kadar gider.
Müslümanların bu dinî kardeşliğinden gelen ve tesanüdden hasıl olan muazzam kuvvetle, dinimiz, milletimiz, vatanımız her türlü tehlike ve her çeşit düşmanlardan muhafaza edilir ve sulh-u umumîye de vesile olur.
Bunun içindir ki, bu maddi ve manevi kuvvetin karşısında dayanamıyan düşmanlar, bu kuvvetin dağılıp parçalanması için her çeşit hile ve planlarla âlem-i İslâmın ittihad ve tesanüdünü bozmağa çalışırlar.
İşte bu bozguncuların ifsadlarına karşı müteyakkız olmağa ve dinimizin çok ehemmiyetle emrettiği İslâm kardeşliğinin mana ve mahiyetini ve ehemmiyetini bilmeğe ve icablarını yapmağa gayret göstermek gerektir.
Kur’an (8:73) âyetinde, beyn-el İslâm teavün olmazsa büyük fesadların zuhura geleceğine dikkat çekilmektedir.
Bütün İslâm cemaatleri, zaruriyat-ı diniyede, dinî cemaatlar de mesleklerinin esaslarında ittifak edip fer’î mes’eleleri meşverete bırakmaları, ihtilafı önleyip ittifakı sağlamanın tek çaresidir. Bu zarurî kaidenin dışında yapılacak olan ittifaklar, dinî mahiyeti kazanamaz ve bu tarzdaki usulsüz ittifak teşebbüslerine ehl-i hak katılmaz. Bediüzzaman Hazretleri diyor ki:
“Tarafgirlik eğer hak namına olsa, haklılara melce’ olabilir. Fakat şimdiki gibi garazkarane, nefis hesabına olan tarafgirlik, haksızlara melce’dir ki onlara nokta-i istinad teşkil eder. “( M. 268)
Şu halde ittifak edilecek esasların usulüne göre tesbiti zaruridir ki o esaslara bağlı kalınsın. Aksi halde şahsî re’y ve temayüllere göre hareket edilir. Bu ise ihtilafın esasıdır.
İslâmiyet teavünü netice verecek mühim vazife ve düsturlar getirmiştir. Meselâ, teavün ve ittihad-ı İslâm için haccın ehemmiyeti çok büyüktür. (Bak: 1088,1089 ve 1090.p.sonu)
1837- “Hakiki milliyetimizin esası, ruhu ise İslâmiyet’tir. Ve hilafet-i Osmaniye ve Türk Ordusunun o milliyete bayraktarlığı itibariyle, o İslâmiyet milliyetinin sadefi ve kal’ası hükmünde Arab ve Türk hakiki iki kardeş, o kal’a-i kudsiyenin nöbettarlarıdırlar. İşte bu kudsi milliyetin rabıtasıyla, umum ehl-i İslâm bir tek aşiret hükmüne geçiyor. Aşiretin efradı gibi İslâm taifeleri de, birbirine uhuvvet-i İslâmiye ile mürtebit ve alâkadar olur. Birbirine manen (lüzum olsa maddeten) yardım eder.Güya bütün İslâm taifeleri bir silsile-i nuraniye ile birbirine bağlıdır.” (H.Ş. 54)
“Bu zamanın en büyük farz vazifesi, İttihad-ı İslâm’dır.” (H.Ş.90)
“Arap taifeleri, Cemahir-i Müttefika-i Amerika gibi, en ulvi bir vaziyete girmeğe, esarette kalan hâkimiyet-i İslâmiye eski zaman gibi küre- arzın nısfında belki ekserisinde, te’sisine muvaffak olmanızı Rahmet-i İlahiyeden kuvvetle bekliyoruz. Bir kıyamet çabuk kopmazsa inşaallah nesl-i âti görecek.” (H.Ş.57)
Evet”azametli bahtsız bir kıt’anın, şanlı tali’siz bir devletin, değerli sahibsiz bir kavmin reçetesi: İttihad-ı İslâmdır.” (M.430)
1838- “Hey’et-i içtimaiye-i İslâmiye, büyük bir ordudur, kabail ve tavaife inkısam edilmiş. Fakat binbir bir birler adedince cihet-i vahdetleri var. Hâlikları bir, Rezzakları bir, peygamberleri bir, kıbleleri bir, kitabları bir, vatanları bir, bir, bir, bir... binler kadar bir, bir. İşte bu kadar bir, birler; uhuvveti muhabbeti ve vahdeti iktiza ediyorlar.” (M. 322)
1839- “Bu memleketteki ehl-i siyaset garba ve ecnebiye siyasi ve manevi verdiği rüşvetin yüz mislini âlem-i İslâmın ileride cemahir-i müttefikası hükmünde olacak olan dört yüz milyon müslaman kardeşlere memleket ve milletin ve bu devlet-i İslâmiyenin selâmeti için gayet azîm bir rüşvet vermesi lâzım ve elzemdir.
İşte o makbul, lâzım ve çok menfaatli, caiz ve vacib rüşvet ise: Teavün-ü İslâmın esası ve hediye-i Kur’an’ın semavi bir düsturu ve rabıtası ve kudsi kanun-u esasisi olan (3:103) _®Q[¬W«% ¬y±V¬7 ¬u²A«E¬" ~YW¬M«B²2~«—
(49:10) °?«Y²'¬~ «–YX¬8ÌYW²7~_«WÅ9¬~ (6:164) >«‡²h²'~ «‡²ˆ¬— °?«‡¬ˆ~«— ‡¬i«#««—
(8:46) ²vUE<¬‡ «`«;²g²#«— ~YV«L²S«B«4 ~Y2«ˆ_«X«# ««— kudsî esasî kanunlarını, düstur-u hareket etmektir.” (E.L.II.83)
“Eski zamamda İngiliz, Fransız, Amerika siyasetleri ve menfaatleri buna muarız olmakla mani olurdular. Şimdi menfaatleri ve siyasetleri buna muarız değil; belki muhtaçtırlar. Çünki komünistlik, masonluk, zındıklık, dinsizlik doğrudan doğruya anarşistliği intac ediyor.
Ve bu dehşetli tahrib edicilere karşı, ancak ve ancak hakikat-ı Kur’aniye etrafında ittihad-ı İslâm dayanabilir. Ve beşeri, bu tehlikeden kurtarmağa vesile olduğu gibi, bu vatanı istilai-i ecanibden ve bu milleti anarşilikten kurtaracak yalnız odur.” (E.L.II.24) (Bak: 785.p.)
1840- “Cemahir-i müttefika-yı İslâmiyenin kudsi kanun-u esasiyelerinin menbaı olan Kur’an-ı Hakîm’in istikbale tam hâkim olup beşeriyete tam bir bayramı getireceğine çok emareler var.” (E.L.I.76)
“Çok zamandan beri esaret altında kalmış ve istiklaliyetini kaybetmiş Hindistan, Arabistan gibi âlem-i İslâmın büyük memleketleri birer devlet-i İslâmiye şeklinde Hind’de yüz milyon bir devlet-i İslamiye, Cava’da elli milyondan ziyade bir devlet-i İslâmiye ve Arabistan’da dört-beş hükümet bir cemahiri-i müttefika gibi Arab birliği ile İslâm birliğini birleştirmesindeki âlem-i İslâmın bu büyük bayramının mukademesini tebrik ile, bu bayram bize müjde veriyor.” (E.L-l.268)
“Evet o ecnebilerin canavarlar gibi yaptıkları muamele ve zulümler, İslâm dünyasında hürriyet ve istiklal ve ittihad-ı İslâm cereyanını da hızlandırmıştır. Nihayet müstakil İslâm devletlerinin teşkilini intac etmiştir.
İnşaallahü Teala Cemahir-i Müttefika-i İslâmiye de meydana gelecek ve İslâmiyet, dünyaya hâkim ve hükümran olacaktır. Rahmet-i İlahiyeden kuvvetle ümid ve niyaz ediyoruz.” (Kn. 54) (Bak. 933.p. sonundaki atıflar.)
1841- qqİTTİHAD-I MUHAMMEDÎ CEMİYETİ
( |B[Q[W% >fWE8 …_E±#É~ : Süheyl Paşa, Mehmed Sadık, Ferik Rıza Paşa, Derviş Vahdetî ve arkadaşları tarafından İstanbul’da resmen 5 Nisan 1909 tarihinde kurulan cemiyettir. (Geniş bilgi için 2943/1.p.a bakınız.)
“Cemiyetin kuruluşu Ayasofya’da okutturulan bir mevlidle ilan edildi. Bu mevlid dolayısıyla büyük merasimler yapıldı. Ayasofya Meydanı İstanbul’da o güne kadar görülmemiş bir kalabalıkla dalgalanıyordu. Cemiyetin kuruluş töreninde Bediüzzaman da hazır bulunmuştu. Bediüzzaman belinde taşıdığı hançeri ile kürsüye çıktı ve ateşîn bir hitabede bulundu. O gün mevlidde bulunan Hafız Ali Rıza Sağman “Mevlid Nasıl Okunur ve Mevlidhanlar” isimli eserinde “Bediüzzaman’ın kürsüde, ayakta irad eylediği mev’ize şaheser idi” demektedir.” (Bilinmeyen Taraflarıyla Bediüzzaman S.Nursî sh:116)
1842- “İttihad-ı Muhammedî Cemiyeti’nin nizamnamesine göre:
“Anasır-ı muhtelif-i İslâmiyenin tehzib-i ahlâkına, içtimaî terakkiyatına yegâne âmil olan İslâmiyetin ilâ-yevm-il kıyam devamını temine gayret eylemek, bütün müslümanların faaliyet-i siyasiye ve içtimaiyelerini tezyin ve tevhid etmek ve usul-ü meşvereti muhafaza eylemek ve âlem-i İslâmiyeti taarruzdan siyanet eylemek” başlıca gayedir.” (Türkiye’de Siyasi Partiler, sh.271)
İttihad-ı Muhammedî Cemiyetinin resmen kuruluşundan bir hafta sonra meşhur ve meş’um “31 Mart Hâdisesi” vukua gelmiştir. (13 Nisan 1909)
Bu hâdise sebebiyle İttihad-ı Muhammedî Cemiyeti kurucuları ve müntesiblerinden çok kimse de, Hareket Ordusunun Divan-ı Harb-i Örfi’sinde cezalandırılmış bir kısmı da idam edilmiştir. Bediüzzaman da bu dehşetli mahkemede muhakeme edilmiş ve kendisinden evvel mahkemece idamına hükmedilen onbeş kişi gözünün önünde asılmış vaziyetteyken yaptığı cesurane müdafaası neticesinde beraetine hükmedilmiştir. Bediüzzaman, mahkemeden çıkarken mahkeme heyetine teşekkür etmiyerek, “Yaşasın zalimler için Cehennem” diye haykırarak arkasından büyük bir kalabalıkla Sultanahmed’e doğru yürümüştür.
Devrin hâdisatına ve bilhassa 31 Mart hâdisesinin sebeb ve mahiyetine ışık tutan bu müdafaası, kısa bir zaman içerisinde iki defa matbaalarda basılmış ve neşredilmişti. “İki Mekteb-i Musibetin Şehadetnamesi” veya “Divan-ı Harb-i Örfî ve Said-i Nursî ismiyle neşredilen bu kitaba Bediüzzaman’ın bizzat yazdığı mukaddime şöyledir:
1843- “Vakta ki hürriyet divanelikle yadolunurdu; zayıf istibdad tımarhaneyi bana mekteb eyledi. Vakta ki i’tidal, istikamet; irtica ile iltibas olundu; meşrutiyette şiddetli istibdat, hapishaneyi mekteb yaptı.
Ey şu şehadetnamemi temaşa eden zevat! Lütfen ruh ve hayalinizi misafireten, yeni medeniyete karışmış asabi bir bedevi talebenin hal-i ihtilalde olan cesed ve dimağına gönderiniz. Ta tahtie ile hataya düşmeyiniz. Otuzbir Mart Hâdisesinde Divan-ı Harb-i Örfî’de dedim ki:
Ben talebeyim, onun için her şeyi mizan-ı Şeriatle müvazene ediyorum. Ben milliyetimizi, yalnız İslâmiyet biliyorum. Onun için her şeyi de İslâmiyet nokta-i nazarından muhakeme ediyorum.
Ben hapishane denilen âlem-i berzahın kapısında dururken ve darağacı denilen istasyonda âhirete giden şimendüferi beklerken, cemiyet-i beşeriyenin gaddarane hallerini tenkid ederek; değil yalnız sizlere, belki bu zamandaki nev-i benî beşere irad ettiği bir nutuktur. Onun için (86:9) h¬¶<~«hÅK7~|«V²A# «•²Y«< sırrınca kabr-i kalbden hakaik çıplak çıktı. Namahrem olan kimseler nazar etmesin. Âhirete kemal-i iştiyak ile müheyyayım, bu asılanlarla beraber gitmeye hazırım. Nasılki bir bedevi garaibperest, İstanbul’un acaib ve mehasinini işitmiş, fakat görmemiş; nasıl kemal-i hahişle görmeyi arzu eder! Ben de ma’rez-i acaib ve garaib olan âlem-i âhireti, o hâhişle görmek istiyorum. Şimdi de öyleyim. Beni oraya nefyetmek, bana ceza değil; sizin elinizden gelirse, beni vicdanen tazib etdiniz! Ve illâ başka suretle azab, azab değil, benim için bir şandır!
1844- Bu hükümet zaman-ı istibdatta akla husumet ederdi. Şimdi de hayata adavet ediyor. Eğer hükümet böyle olursa; yaşasın cünun, yaşasın mevt! Zalimler için de yaşasın Cehennem! Ben zaten bir zemin istiyordum ki, efkârımı onda beyan edeyim. Şimdi bu Divan-ı Harb-i Örfi iyi bir zemin oldu.
Bidayetlerde herkesten sual olunduğu gibi, Divan-ı Harb’de bana da sual ettiler.”Sen de şeriatı istemişsin?
Dedim: Şeriatın bir hakikatına, bin ruhum olsa feda etmeğe hazırım! Zira şeriat, sebeb-i saadet ve adalet-i mahz ve fazilettir. Fakat ihtilalcilerin isteyişi gibi değil.
1845- Hem de dediler: İttihad-ı Muhammediye’ye (A.S.M.) dâhil misin?
Dedim: Meal’iftihar! En küçük efradındanım. Fakat benim tarif ettiğim vecihle... Ve o ittihaddan olmayan, dinsizlerden başka kimdir? Bana gösterin.
İşte o nutku şimdi neşrediyorum. Ta ki, Meşrutiyeti lekeden ve ehl-i şeriatı me’yusiyetten ve ehl-i asrı tarih nazarında cehil ve cünundan ve hakikatı evham ve şüpheden kurtarayım. İşte başlıyorum:
Dedim: Ey Paşalar, Zabitler! Hapsimi iktiza eden cinayetlerin icmali:
‡¬g«B²2«~ «r²[«6 |¬7 ²uT«4 |¬"Y9† ²a«9_«6 _«Z¬" ÇĬ…«~ |¬BÅV7«~ |¬X¬,_«E«8 ~«†¬~ Yani: Medar-ı iftiharım olan mehasinim, şimdi günah sayılıyor. Artık nasıl i’tizar edeyim, mütehayyirim. Mukaddeme olarak söylüyorum: Mert olan cinayete tenezzül etmez. Şayet isnad olunsa cezadan korkmaz. Hem de haksız yere idam olunsam, iki şehid sevabını kazanırım.Şayet hapiste kalsam, böyle hürriyeti lafızdan ibaret bulunan gaddar bir hükümetin en rahat mevkii hapishane olsa gerektir. Mazlumiyetle ölmek, zalimiyetle yaşamaktan daha hayırlıdır. “(İ.M.Ş. 9-12)
Müdafaanın devamını merak edenleri, mezkûr kitaba havale ederiz.
1846- Yine başka bir kitabında, 31 Mart hâdisesinde iyi niyetli hamiyetperverlerin müsbet düşüncelerinin kargaşalığa getirildiğini şöyle beyan eder:
“İslâmiyet’in meşrutiyet-perver ve hamiyetli fedaileri, cevher-i hayat makamında bildikleri nimet-i meşrutiyeti şeriata tatbik edip, ehl-i hükümeti adalet namazında kıbleye irşad ve tam mukaddes şeriatı meşrutiyet kuvvetiyle i’la; ve meşrutiyeti şeriat kuvvetiyle ibka; ve bütün seyyiat-ı sabıkayı, muhalefet-i şeriat üzerine ilka etmek için bazı telkinatta ve teferruatın tatbikatında bulundular. Sonra, sağını solundan farkedemiyenler, haşa, şeriatı istibdada müsaid zannederek, tuti kuşları taklidi gibi “Şeriat isteriz!” demekle, hakiki maksad ortada anlaşılmaz oldu. Zaten planlar serilmişti. İşte o zaman yalan olarak hamiyet maskesini takınan bazı herifler, o ism-i mukaddese tecavüz ettiler. İşte cay-ı ibret bir nokta-i siyah.” (Mün.36)
1847- 31 Mart hâdisesi hakkında İsmail Hami Danişmend de şunları söylüyor:
“İttihad Terakki komitesinin İstanbul da tertib etmiş olduğu siyasi cinayetlerin şehirde bir tedhiş havası hasıl etmesi, hususan İsmail Mahir Paşa’nın yolda öldürülmesi, “Serbestî Gazetesi”nin İttihat ve Terakki Cemiyetini şiddetli tenkid eden baş muharriri Hasan Fehmi Bey’in köprü üzerinde vurulması ve buna rağmen katilin yakalanmaması, alaylı zabitlerin ordudan çıkarılmasına karar verilmiş olması ve ordudan çıkarılması, devlet dairelerinde yapılan tensikat üzerine bir çok memurun açıkta kalması, garb menbalarında bile tenkid edilmiştir.
Buna göre 31 Mart Hâdisesi, halkın ruhî temayül ve maneviyatına karşı İttihad-Terakki komitesinin lüzumsuz bir laübalilikle hareket etmesi, İttihat-Terakki müesseseleriyle kumandanlarının halk arasında şayi olan masonluğu, Bosna-Hersek ve Bulgaristan felaketleri ve Girit buhranı sebebiyle halk arasında bütün bu vilayetlerin İttihad-Terakki Cemiyeti tarafındansatıldığına dair şayialar çıkması ve Paris’te Jön Türklerle bir müddet çalıştıktan sonra İstanbul’a gelip Şura-yı Devlet azası olan müverrih Murad Bey’in o sırada “Mizan Gazetesi”ni tekrar neşre başlayarak İttihad-Terakki’ye karşı çok şiddetli hücumlarla bulunması ve İngiliz entellijans servisinin ve İttihad ve Terakki’nin Sultan Abdülhamit’i tahttan indirmek için bahaneler araması gibi çeşitli sebeblerin tesiri altında meydana gelmiştir.” (Osmanlı Tarihi Koronojisi ci: 4)
1848- “İttihad-ı Muhammedî Cemiyetinin kapatılması:
İttihad- Teraki’nin hışmına uğrayan kimselerle, alaylı denilerek ordudan ihrac edilen ve edilmek istenenlerin ve bilhassa”Serbetî” Gazetesinin baş yazarı Hasan Fehmi’nin katlinden galeyana gelenlerin protestosu mahiyetinde olan ve bazı dış tahriklerin de âmil olduğu, fakat hiçbir şekil ve surette dinî çevrelerin dinî bir reaksiyonu manasında olmayan; fakat Abdülhamid’i hal’ etmek isteyen ittihad- Terakkicilerin hal’e bir esbab-ı mucibe bulmak için bir irtica hareketi şeklinde göstermek istedikleri ve fakat böyle bir mahiyeti olmadığı, İttihad-Terakki’nin en salahiyetlileri tarafından kabul edildiği gibi, milletin siyasi haklarını gasbetmek için bahane uydurmağa çalışan çevrelerin haricindeki bütün ilim adamlarının, irticaî bir mahiyeti olmadığını tesbit ettikleri 31 Mart olayını müteakib bu cemiyetin feshedilmesi yoluna gidilmiştir.”(Bilinmeyen Taraflarıyla Bediüzzaman S.Nursî, sh: 132)
Yani Hareket Ordusu İstanbul’da örfi idareyi ilan ettikten (25 Nisan 1909) sonra Divan-ı Harb-i Örfi tarafından kapatıldı ve Volkan Gazetesi sahibi ve İttihad-ı Muhammedi Cemiyeti kurucularından Derviş Vahdetî ve bazı arkadaşları idam edildiler.
1849- İttihad-ı Muhammedî Cemiyetine dair evhamlı dokuz suale Bediüzzaman Hazretlerinin verdiği cevab:
“Redd-ül Evham (31 Mart 1909)
İttihad-ı Muhammedî (Aleyhissalatü Vesselâm) cemaatine isnad ettikleri dokuz evham-ı fasideyi reddedeceğim.
Birinci Vehim. Böyle nazik bir zamanda din meselesini ortaya atmak münasib görülmüyor.
Elcevab: Biz dini severiz. Dünyayı da yine din için severiz.
¯w<¬… «Ÿ¬" _«[²9 Çf7~ |¬4 «h²[«' «
Saniyen: Madem ki Meşrutiyette hakimiyet millettedir. Mevcudiyet-i milleti göstermek lâzımdır. Milletimiz de yalnız İslâmiyet’tir. Zira Arab, Türk, Kürd, Arnavut, Çerkez, Lazların en kuvvetli ve hakikatlı revabıt ve milliyetleri, İslâmiyet’ten başka bir şey değildir. Nasılki az ihmal ile tevaif-i mülûk temelleri atılmakta ve onüç asır evvel ölmüş olan asabiyet-i cahiliyeyi ihya ile fitne ikaz olunmaktadır. Ve oldu gördük.
1850- İkinci Vehim: Bu ünvan tahsisiyle, müntesib olmayanları vehim ve telaşa düşürüyor?
Elcevab: Evvel de söylemiştim. Ya mütalaa olunmamış veya su-i tefehhüme uğramış olduğundan tekrarına mecbur oldum. Şöyle ki:
İttihad-ı İslâm olan İttihad-ı Muhammedî (Aleyhissalatü Vesselâm) dediğimiz vakit, umum mü’minlerin mabeyninde bilkuvve veya bilfiil sabit olan ittihad muraddır. Yoksa, İstanbul ve Anadolu’daki cemaat murad değildir. Amma bir katre su da, sudur. Bu ünvandan tahsis çıkmaz. Tarif-i hakikisi şöyledir:
Esas temeli, şarktan garba, cenubdan şimale mümted ve merkezi Haremeyn-i Şerifeyn ve cihet-i Vahdeti tevhid-i İlahî peyman ve yemini iman... nizamnamesi, Sünnet-i Ahmediye (Aleyhissalatü Vesselâm) kanunnamesi, evamir ve nevahi-i şer’iye.. kulûb ve encümenleri, umum medaris, mesacid ve zevaya... o cemaatin ilelebed ve muhalled nâşir-i efkârı umum kütüb-ü İslâmiye ve her vakit naşir-i efkârı başta Kur’an ve tefsirleri (ve bu zamanda bir tefsiri, Risale-i Nur) ve i’la-yı kelimetullahı hedef ve maksad eden umum dinî ve müstakim ceraiddir. Müntesibîni, umum mü’minlerdir. Reisi de Fahr-i Âlem’dir (Aleyhissalatü Vesselâm).
Şimdi istediğimiz nokta, mü’minlerin teveccühleri ve teyakkuzlarıdır. Teveccüh-ü umuminin tesiri inkâr edilmez. ittihadın hedefi ve maksadı i’la-yı Kelimetullah ve mesleği de kendi nefsiyle cihad-ı ekber ve başkalarını irşaddır. Bu mübarek hey’etin yüzde doksan dokuz himmeti siyaset değildir.Siyasetin gayri olan hüsn-ü ahlâk ve istikamet ve saire gibi makasıd-ı meşruaya masruftur. Zira bu vazifeye müteveccih olan cemiyetler pek az, kıymet ve ehemmiyeti ise pek çoktur. Ancak yüzde biri, siyasiyyunu irşad tarikiyle siyasete taalluk edecektir. Kılınçları, berahin-i kat’iyyedir. Meşrebleri de muhabbet olduğu gibi, beynel’mü’minîn uhuvvet çekirdeğinde mündemiç olan muhabbete şecere-i tuba gibi neşv ü nema vermektir.
1851- Beşinci Vehim. Ecnebilerin bundan tevahhuş etmek ihtimali var?
Elcevab: Bu ihtimale ihtimal verenler mütevahhiştir. Zira merkez-i taassublarında İslâmiyet’in ulviyetine dair konferanslarla (*) takdis etmeleri bu ihtimali reddeder. Hem de düşmanlarımız onlar değil; asıl bizi bu kadar düşürüp i’la-yı Kelimetullah’a mani olan ve cehalet neticesi olan muhalefet-i şeriattır. Ve zaruret ve onun semeresi olan su-i ahlâk ve harekettir. ve ihtilaf ve onun mahsulü olan ağraz ve nifaktır ki, ittihadımız bu üç insafsız düşmana hücumdur.
Amma ecnebilerin vahşi oldukları kurun-u vustada; İslâmiyet, vahşete karşı husumet ve taassuba mecbur olduğu halde, adalet ve itidalini muhafaza etmiş. Hiçbir vakit engizisyon gibi etmemiş. Ve zaman-ı medeniyette ecnebiler medeni ve kuvvetli olduklarından, zararlı olan husumet ve taassub zail olmuştur. Zira din nokta-i nazarından medenilere galebe çalmak ikna iledir, icbar ile değildir. Ve İslâmiyeti, mahbub ve ulvi olduğunu evamirine imtisalen ef’al ve ahlâk ile göstermek iledir. İcbar ve husumet, vahşilerin vahşetine karşıdır.
1852- Altıncı Vehim: Bazıları, “Sünnet-i Nebeviyeyi hedef-i maksad eden ittihad-ı İslâm, hürriyeti tahdid eder ve levazım-ı medeniyeye münafidir” diyorlar.
Elcevab. Asıl mü’min,hakkıyla hürdür. Sânii Âlem’e abd ve hizmetkâr olan, halka tezellüle tenezzül etmemek gerektir. Demek ne kadar imana kuvvet verilse, hürriyet de o kadar kuvvet bulur. Amma hürriyet-i mutlak ise, vahşet-i mutlakadır, belki hayvanlıktır. Tahdid-i hürriyet dahi insaniyet nokta-i nazarından zaruridir.
Salisen: Bazı sefih ve laübaliler hür yaşamak istemediklerinden, nefs-i emmarenin esaret-i rezilesi altına girmek istiyorlar.
Elhasıl: Şeriat dairesinden hariç olan hürriyet, ya istibdad veya esaret-i nefis veya canavarcasına hayvanlık veya vahşettir. Böyle laübaliler ve zındıklar iyi bilsinler ki, dinsizlik ve sefahetle sahib-i vicdan hiçbir ecnebiye kendilerini sevdiremezler ve benzetemezler. Zira mesleksiz ve sefih sevilmez. Ve bir kadına yakışır-istihsan ettiği-libası erkek giyse maskara olur.
1853- Yedinci Vehim: İttihad-ı İslâm cemaati, sair cemiyet-i diniye ile şakk’ül-asadır. Rekabet ve münaferatı intac eder.
Elcevab: Evvela, umur-u uhreviyede hased ve müzahamet ve münakaşa olmadığından bu cemiyetlerden hangisi münakaşaya, rekabete kalkışsa ibadette riya ve nifak etmiş gibidir.
Saniyen: Muhabbet-i din saikasıyla teşekkül eden cemaatlerin iki şart ile umumunu tebrik ve onlarla ittihad ederiz.
Birinci şart: Hürriyet-i şer’iyeyi ve asayişi muhafaza etmektir.
İkinci şart: Muhabbet üzerine hareket etmek, başka cemiyete leke sürmekle kendisine kıymet vermeğe çalışmamak. Birinde hata bulunsa, müfti-i ümmet cemiyet-i ülemaya havale etmektir.
Salisen: İ’layı Kelimetullahı hedef-i maksad eden cemaat, hiçbir garaza vasıta olamaz. İsterse de muvaffak olamaz. Zira nifaktır. Hakkın hatırı âlîdir, hiçbir şeye feda olunmaz. Nasıl Süreyya yıldızları süpürge olur veya üzüm salkımı gibi yenilir? Şems-i Hakikata “püf, üf” eden divaneliğini ilan eder.
Ey dinî cerideler! Maksadımız: Dinî cemaatlar maksadda ittihad etmelidirler. Mesalikte ve meşreblerde ittihad mümkün olmadığı gibi caiz de değildir. Zira taklid yolunu açar ve “Neme lâzım, başkası düşünsün” sözünü de söylettirir.
1854- Sekizinci Vehim: Ehl-i ittihad-ı İslâm olan buradaki cemaata, manen gibi sureten de intisab edenlerin ekserisi avam, bir kısmı da meçhulülhal olduğundan, fitne ve ihtilafı ima ediyor.
Elcevab: Belki ağraza adem-i müsaadesine binaendir. Hem de madem maksadı, ittihad ve ila-yı Kelimetullahtır. Teşebbüsat ve harekâtı da ibadettir. İbadet camiinde şah ve geda birdir. Müsavat hakiki düsturdur. İmtiyaz yoktur. Zira en ekrem, en müttakidir. Ve en müttaki, en mütevazidir. Binaenaleyh, manen asıl hakikat-ı ittihada intisab ile beraber sureten onun nümunesi olan bu uhrevî ve sırf dinî cemaate intisab ile teşerrüf edecek. Yoksa şeref vermiyecektir. Bir katre, bahr-ı ummanı tezyid edemez. Hem de, bir günah-ı kebire ile imandan çıkmadığı gibi; şems garbdan tulû etmediğinden tevbenin kapısı da açıktır. Bir desti müteneccis su, bir denizi tencis etmediği gibi, kendi de temizlendiğinden şimdi bu nümune-i ittihada intisab eden adama şartımız olan Sünnet-i Nebeviyeyi (Aleyhissalatü Vesselâm) ihya ve evamirine imtisal ve nevahiden içtinab ve asayişe ilişmemek elinden gelse-azm-i kat’i ile dahil olan bazı meçhulülhal olanlar bu hakikat-i âliyeyi lekedar etmez. Zira kendi lekedar olsa da imanı mukaddestir. Rabıta da imandır. Bu ünvan-ı mukaddese böyle bahane ile leke sürmek; İslâmiyet’in kıymet ve ulviyetini bilmemekle beraber, kendini ahmakunnas ilan etmektir. Nümune-i ittihad olan cemaatimize-sair cem’iyat-ı dünyeviyeye kıyasen -leke sürmeyi, tariz etmeyi cemi’ kuvvetimizle reddederiz. İstifsar tarıkiyle bir itirazları olursa cevaba hazırız. İşte meydan..
Benim dahil olduğum cemaat burada tafsil ettiğim İttihad-ı İslâmdır. Yoksa muterizlerin batıl tevehhüm ettikleri cemiyet-i mutehayyile değildir.Bu dinî hey’et efradı, şarkta olsa, garbda olsa, cenubda olsa, şimalde olsa beraberiz.” (H.Ş. 93.100)
1855- qqİTTİHAD VE TERAKKİ CEMİYETİ
|B[QW%|¬±5h#—…_E±#É~ :
1918 tarihinine kadar devam etmiş ve Osmanlı İmparatorluğu’nun son zamanlarında mühim rol oynamış bir siyasi parti. (Bak: Meşrutiyet, Tanzimat)
Osmanlı imparatorluğunun son devrelerinde ve imparatorluğun yıkılışında çok sözü edilen ittihad ve Terakki Cemiyeti, bilinen ve bilinmeyen taraflarıyla tarihimizde mühim bir mes’ele ve ibret alınacak tarihî bir manzara olduğundan dolayı, Sultan Abdülaziz’den İmparatorluğun sonuna kadar olan safahatın bazı mühim kısımlarını ve Sultanlarını, İsmail Hami Danişmend’in Osmanlı Tarihi Kronolojisinden kısm-ı ekserisini aynen ve kısmen de telhisen naklediyoruz:
1856- “Sultan Abdülmecid: l Temmuz 1839 Pazartesi, 17 yaşında iken tahta çıkmıştır. 25 Hazieran 1861’de vefat etmiştir.
Sultan Abdülaziz: Abdülmecid’in küçük kardeşi olup 25 Haziran 1861’de 32 yaşında iken tahta çıkmıştır. 30 Mayıs 1876’da tahttan indirilmiştir.
4 Haziran 1876’da Avni Paşa çoktan planlamış olduğu cinayeti saraydan elde ettiği adamlarına yaptırdı.
(İsmail Hami Danişmend Osmanlı Tarihi Kronolojisi kitabında bu feci hâdisenin intihar olmayıp, cinayet olduğunu 31 delil ile izah etmektedir.
Sultanın cenazesi 5 Haziran 1876 günü büyük bir merasimle kaldırıldı. Babası Sultan ikinci Mahmud Han’ın Çemberlitaş’taki türbesine defnedildi.
Beşinci Murat: 30 Mayıs 1876’da 36 yaşında iken tahta çıkmış, 31 Ağustos 1876’da tahttan indirilmiştir. 29 Ağustos 1904’de de vefat etmiştir.
1857- İkinci Abdülhamit: 31 Ağustos 1876 Perşembe günü tahta çıkmış ve 27 Nisan 1909 Salı günü tahttan indirilmiştir. Tahta çıkmadan önce meşrutiyeti ilan edeceğini va’deden Sultan Abdülhamid, 10 Eylül Pazar günü kanun-u esasî hazırlanması için Mithat Paşa riyasetinde encümen teşkil ettirmiş ve 23 Kanun-u Evvel 1876 Cumartesi birinci meşrutiyeti ilan etmiştir.
19 Mart 1877 Pazartesi ilk meclis-i meb’usanın açılış merasimini yaptırmış ve böylece devlet idaresinde kanun-u esasi ve meclis sistemi başlamıştır. Fakat meclis, çok karışıklıklara sebeb olduğundan 13 Şubat 1878 Çarşamba günü tatil edilmiştir. Fakat kanun-u esasi mer’iyette kalmış ve kayd-ı hayat şartıyla tayin edilmiş olan meclis azası öldükçe azalan meclis-i ayan hiçbir zaman içtima etmemekle beraber resmen mevcudiyetini daima muhafaza etmiştir. Ancak bu meclisin devamlılığı icraî değil nazarî manada kalmıştır.
1858- İkinci Meşrutiyet ise, 23 Temmuz 1908’de ilan edilmiş ve 17 Kanun-u Evvel 1908 Perşembe günü de ikinci meşrutiyet meclis-i meb’usanı açılmıştır. Meşrutiyetin ilanında âmil olan “İttihad ve Terakki” ismindeki balkan komitesinin pek tuhaf bir teşekkül tarihi vardır. Memlekette kanlı bir hatıradan başka bir şey bırakmayan bu gizli cemiyet, şekilden şekile girerek nihayet bir Balkan Komitesi haline gelmiştir.
“İttihad ve Terakki”nin “Terakki ve ittihad” ismiyle ilk teşekkülü 1890 tarihinde ve İstanbul Askeri Tıbbiyesindedir. Müessisleri de Doktor Abdullah Cevdet, ishak Sukutî ve İbrahim Temo’dir Meşrutiyet istihsali için kurulan bu gizli cemiyet, az zamanda Tıbbiye’den şehre yayılmıştır.
Bab-ı Seraskerî Muhasebat Dairesi mümeyyizlerinden Hacı Ahmed Efendi umumi reis ve Nümune-i Terakki mektebi müdürü Nadir Bey de kâtib-i umumi seçilmiştir.
1859- Meşhur “Mizan” gazetesinin sahibi olduğu için, “Mizancı” denilen Düyun-u Umumiye komiseri müverrih Murat Bey’le, sonraları işkodra valisi ve müşir olan birinci fırka kumandanı Kâzım Paşa gibi bazı mühim şahsiyetlerin iltihakı üzerine büsbütün kuvvetlenen bu ilk “İttihad ve Terakki^, Sultan Hamid’i hal edip Bab-ı Âli’yi basarak Sultan Murad’ı veyahud Veliahd Reşat Efendi’yi tahta çıkarmak üzere icraata geçeceği sırada, kâtib-i umumi Nadir Bey’in Mekatib-i Askeriye Nazırı ismail Paşa akrabasından Mazhar Bey’i cemiyete almak ümidiyle ihtiyatsızca yaptığı ifşaat üzerine meydana çıkmış, azasının birçoğu yakalanıp öteye beriye sürülmüş ve bazıları da Mısır’a ve Avrupa’ya kaçmıştır. Faaliyet merkezinin Paris’e intikali işte bu vaziyet üzerinedir.
Bununla beraber İstanbul’da elegeçmemiş olanlar da vardır ve bunlar bir müddet sonra Avrupadakilerle muhabereye başlayıp ikinci bir faaliyet devrine girmişler ve hatta Harbiye Mektebinde Sultan Aziz vak’asındaki elebaşıların manidar isimleriyle Süleyman Paşa ve Hüseyin Avni Paşa komitelerinin kurulmasında önayak olmuşlardır.
Nihayet Harbiye ve Tıbbiye talebesinin Yıldız’a karşı büyük bir nümayiş yapmasına karar verilmişse de, hükümet haber aldığı için birçok tevkifat yapılmış, 2 Temmuz 1897 (l Safer 1315) Cuma günü Taşkışla Divan-ı Harbi’nde onikisi idam olmak üzere 81 mahkumiyet kararı verilmiş, fakat Sultan Hamid idam cezalarını küreğe tahvil etmiştir.” (Aynı eser sh: 357)
1860- “.... Dikkat edilecek mühim bir nokta vardır; bir müddet sonra “Fırka”, “Parti” ismini alan “İttihad ve Terakki” komitesinin 1908 (1326)’dan 1918 (1337) tarihine kadar 10 seneye yaklaşan meş’um iktidarı üç devreye ayrılır:
l- Meşrutiyetin ilanına tesadüf eden bu 23 Temmuz 1908 (1326) Perşembe gününden itibaren, 31 Mart Vak’ası üzerine istanbul’a gelen Hareket Ordusunun 1909 (1327) senesi 27 Nisan (6 Rebi’ül âhir) Salı günü Sultan Hamid’i hal’edip, devlet mukadderatına hâkim olduğu tarihe kadar 9 ay 5 gün süren birinci devirde, “İttihad ve Terakki” erkân-ı hükümete iştirak etmemiş olduğu gibi padişahın nüfuzunu da tamamıyla kıramamıştır. Bu ilk devir icraatından cemiyet resmen ve kanunen mes’ul değildir. Fakat meşrutiyetin daha ilk günlerinden itibaren komitenin en mühim erkânından olan Talat, Cavid, Cemal ve Rahmi Efendiler ve bazı arkadaşları İstanbul’a gelmiş, hükümet erkâniyle her gün temas ederek her meselede “İttihad ve Terakki”nin iradelerini dikte etmiş, kabinelerin teşekkülünde cemiyetin telkinatı en mühim âmil olmuş, taşralarda valilerle mutasarrıflar ve kaymakamlar hep İttihad ve Terakki şubelerinin talimatına göre hareket etmiş ve nihayet muhalif gazetecilerle eski devir adamları sokak ortalarında karanlıklarda gizli eller tarafından vurularak siyasi cinayetler işlenmiye başlanmıştır. Sarhoş bir mülâzımın yakası açık ve düğmeleri çözük bir halde Şam’daki Beşinci Ordu Kumandanını bir bahçe toplantısında meşrutiyete sadakat yeminine davet etmesi, çocukluk hafızamda feci bir levha gibi nakşolup kalmıştır. Orduyu siyasete âlet ittihaz edip perde arkasında emir tebliğ etmekle geçen bu ilk devir, “İttihad ve Terakki” komitesinin gayr-ı mes’ul vaziyetteki “tahakküm devri”dir.
2- Sultan Hamid’in 1909=1327 senesi 27 Nisan= 6 Rebi’ül-ahir Salı günü hal’i üzerine, “İttihad ve Terakki” komitesinin devlete tamamıyla hâkim olmasından itibaren komiteye muhalif olan “Halaskâran” grubunun tazyikiyle dokuzuncu ve sonuncu Said Paşa kabinesinin sukutuna tesadüf eden 16 Temmuz 1912=l Şa’ban 1330 Salı gününe kadar 3 sene 2 ay 19 gün süren ikinci devir “İttihad ve Terakki” komitesinin resmi mes’uliyetlere iştirak ettiği”ilk hâkimiyet devri”dir.
3- İttihadçıların 23 Kanunusani 1913=14 Safer 1331 Perşembe gününe tesadüf eden Bab-ı Âli baskınından 14 Teşrinievvel 1918=8 Muharrem 1337 Pazartesi günü Birinci Cihan Harbinin feci neticesi üzerine Tal’at Paşa kabinesinin istifasından dolayı İzzet Paşa kabinesinin teşekkülüne kadar 5 sene 8 ay 22 gün süren üçüncü devir de “İttihad ve Terakki” komitesinin Osmanlı imparatorluğu’nu yele verdiği “son hakimiyet devri” dir.
İşte bu suretle “İttihad ve Terakki” ismindeki Balkan komitesi 9 ay 5 gün süren gayr-ı mes’ul bir tahakküm devrinden sonra mecmuu 8 sene ll ay ll gün tutan iki mutlak hâkimiyet devri geçirmiş demektir. Bu iki hâkimiyet devri arasındaki kısa fasıla altı ay, sekiz günden ibarettir. İlk tahakküm devriyle iki hâkimiyet devrinin mecmuu da 9 sene 8 ay 16 gün tutmaktadır.
1861- Meşrutiyetin ilanından biraz sonra komitenin “merkez-i umumisi” Selanik’ten İstanbul’a nakledilmiştir. Derhal ilan edilen afv-ı umumi üzerine Avrupa’daki Jön Türklerle, memleketin muhtelif yerlerindeki menfiler artık İstanbul’a dönmeye başlamış, birçokları mızıkalarla karşılanıp alkışlanmış, hatta Osmanlı İmparatorluğu’nun mahalli muhtariyetlere ayrılarak parçalanması için yıllarca propaganda yapan “adem-i merkeziyetçi” (Bak: Adem-i Merkeziyet) Sabahaddin bile bir milli kahraman tavrı takınıp gelmekten çekinmemiş ve kimse işin farkında olmadığı için o bile hararetli tezahürlerle karşılanmıştır.” (Aynı eser, sh. 364) (Bak: Ahrar Fırkası)
1862- “23/24 Nisan (2/3 Rebi’ül-âhir) Cuma- Cumartesi gecesi: Hareket Ordusu’nun İstanbul’a girmeye başlaması ve ikinci Meşrutiyetin örfileşmesi
31 Mart vak’asının jandarma yüzbaşılarından Çerkez İsmail Canbulat Efendi tarafından Selaniğe derhal bildirildiği rivayet edilir. Sonraları dahiliye nazırlığına kadar çıkarılan bu zaptiye yüzbaşısı, “Meşrutiyet mahvoldu” diye bir telgraf çekmiştir. Tahsin Uzer’in yine aynı fıkrada bahsi geçen gayr-ı münteşir hatıratına göre, Selaniğe haber gider gitmez askerî kulübde bir içtima akdedilmiş ve Üçüncü Ordu Kumandanı Birinci Ferik Mahmud Şevket Paşa’nın idare ettiği müzakerede İstanbul’a derhal kuvvet sevkedilip meşrutiyetin kurtarılmasına karar verilerek bu kuvvete “Hareket Ordusu” gibi manasız bir isim takılmıştır.
Muhtelif yerlerden parça parça yola çıkan bu derme çatma “ordu”, kozmopolit bir kütleden başka birşey değildir. İçinde her milletten mahlukat vardır; hatta Selanik Yahudilerinden bile katılanlar olmuştur. Türk düşmanı Makedonya çetelerinin teşkil ettikleri gönüllü kuvvetler içinde bilhassa Bulgar müfrezesi pek meşhurdur. Bir takım keçe-külahlı Arnavut serserilerinden de bahsedilir. Selanik’ten pişdar şeklinde ilk hareket eden asker ve gönüllü kuvveti 15 Nisan (24 Rebi’ül-evvel) Perşembe günü yola çıkmış ve ondan sonra da 19,20,21 Nisan (28,29,30 Rebi’ül-evvel) Pazartesi, Salı ve Çarşamba günleri yine Selanik’le Drama, Serez, Gümülcine, Manatır ve Üsküp’ten birçok askerî trenler daha hareket ettirilmiştir.
1863- Hareket Ordusu’nun başına ilkönce Selanik Redif Fırkası Kumandanı Ferik Hüseyin Hüsnü Paşa geçmiştir. Sadr-ı A’zam Said Paşa’nın hatıratına göre İstanbul önlerine gelen ilk kuvvetler içindeki Selanik Jandarma bölüğü 19 Nisan (28 Rebi’ül-evvel) Pazartesi günü, ilkönce Ayastefanos (Yeşilköy) istasyonunu işgal etmiş ve Hareket Ordusu’nun ilk kumandanı Hüseyin Hüsnü Paşa’da ertesi gün Hadım Köyü’ne gelmiştir. Üçüncü Ordunun başında Hadi Paşa’yı vekil bırakan Mahmut Şevket Paşa’nın 7 treniyle Selanik’ten hareketi 18 Nisan (27 Rebi’-ül- evvel) Pazar gününe ve Ayastefanos’a muvasalatı da 22 Nisan (l Rebi’-ül-âhir) Perşembe gününe müsadiftir.
1864- Hareket Ordusu Ayastefanos’a gelince İstanbul’daki ayandan bazılarıyla, meb’usların ekserisi, birdenbire oraya gidip gene 22 Nisan (l Rebi’ül-âhir) Perşembe günü Yat-Kulüb’ün sonradan yanmış olan sahil binasında “Meclis-i Umumi-i Milli” halinde ve o sırada Ayan Reisi olan eski Sadr-ı A’zam Said Paşa’nın riyasetinde gizli bir celse akdettikten sonra, Hareket Ordusu lehinde bir beyanname neşretmiştir. Sultan Hamid’in hal’ine ilkönce işte bu celsede karar verilmişse de henüz ordu İstanbul’a girmemiş ve girdiği takdirde akıbetin ne olacağı da iyice anlaşılmamış olduğu için mes’ele son derece gizli tutulmuştur. Hatta bu kadarla da iktifa edilmeyerek gizli celsenin akdedildiği gün ayan reisi Said, reis-i sanisi Gazi Ahmet Muhtar ve Meclis-iMeb’usan birinci reis-i vekili Tal’at imzalarıyla Sadaret Makamına çekilen telgrafta padişaha teminat verildiği gibi, ertesi gün “Hareket Ordusu Kumandanı Mahmud Şevket” imzasıyla gene Sadr-ı A’zama çekilen telgrafta da hal’e ait dedikodular tekzib edilmiştir. Halbuki o sırada padişahın hal’i takarrür etmiş ve hatta bir fetva müsveddesi bile hazırlanmıştır. Her halde Ayan Reisi Said Paşa’nın 33 senelik velinimeti olan ve kendisini Ziraat Meclisi azalığından itibaren yükselte yükselte yedi defa Sadarete çıkarmış ve ihsanlarıyla da büyük bir servet sahibi haline getirmiş olan Sultan Abdülhamid’e karşı oynadığı rol, pek hoş bir rol değildir...” (Aynı eser, sh: 375)
1865- “... Hareket Ordusu, İstanbul’a girdikten sonra kurulan ve suçlulardan fazla suçsuzları darağacına çeken meşhur Divan-ı Harb-i Örfi azasından birinin bana anlattığını burada tarihe tevdi’ etmeyi milli bir vazife bilirim: İstanbul’un padişaha sâdık birinci ordusunun sâdık olmıyan kumandanı mahmud Muhtar Paşa, “31 Mart Vak’ası” üzerine Selaniğe kaçınca, Yıldız’a gidip huzura kabul edilen bir iki müşir ve ferik, Sultan Hamid’in ayaklarına kapanarak Hareket Ordusu’na mukavemet edilmesini istirham ettikleri halde padişah kabul etmemiş, asabi bir sesle; Paşalar, ben Halife-i İslâmım. Müslümanı müslümana kırdıramam! deyip bitişik odaya çekilmiştir.
...Sultan Abdülhamid o kadarla da kalmamış, bir taraftan Topçu Feriki Hurşid Paşa ile Ders Vekili Halis Efendi’yi, Hareket Ordusu’na gönderip meşrutiyetin mahfuz olduğunu te’min ederken, bir taraftan da Birinci Ordu’nun yeni kumandanı Nazım Paşa’yı Rumeli kuvvetlerine mukavemet etmemeleri için İstanbul askerlerine yemin ettirmeye me’mur etmiştir. Ayastefanos açıklarına gelmiş olan donanmanın da müzaheretine istinad eden Hareket Ordusu’nun bu gece ezanî saat 4.25 (zevalî 11.33) de İstanbul’a kolayca hulûle başlaması işte o sayededir. Gece bazı mevkiler işgal edildikten sonra sabaha kadar muhtelif kollardan şehrin işgaline başlanmış, Padişah kan dökülmemesini emrettiği halde Bab-ı Âlî’de, Taksim Kışlasında, Taşkışla’da, Harbiye’de ve Selimiye’de görülen mukavemetler yüzünden bazı müsademeler olmuş ve top bile kullanılmış. Selimiye’den maada Yıldız’daki İkinci Fırka da ertesi gün teslim olunca Hareket Ordusu artık İstanbul’a tamamıyla hâkim kesilmiştir.
1866- ...Tabii derhal”Divan-ı Harb-i Örfi”lerle darağaçları kurulmuş, suçluların yanında suçsuzlar da ipe çekilmiş veyahud hapse atılmış, eski devir adamlarından birçok kimseler öteye beriye sürülmüş, idare-i örfiye mıntıkası, mutlakiyete rahmet okutan bir tedhiş sahası haline gelmiş, bütün Birinci Ordu efradı angarya ile çalıştırılmak üzere Rumeli yollarına sürülmüş, inkılabı koruma bahane ve teranesiyle “İttihad ve Terakki” hâkimiyetini idame için bu tedhiş rejimi gittikçe tabii hal şeklini almış, hafiyelik yeni bir şekle istihale etmiş, matbuatın ağzına yepyeni bir kilit vurulmuş ve netice olarak Meşrutiyet örfileşerek “Hürriyet” ismi altında iki meclisli tuhaf bir mutlakıyet kurulmuştur.
1867- ... 27 Nisan (6 Rebi’ül-âhir) Salı, ezanî saat 6.30 (zevalî l.32) İkinci Abdülhamid’in hal’i:
Yukarıdaki fıkrada Ayastefanos (Yeşilköy)de toplandığını gördüğümüz “Meclis-i Milli” azası İstanbul’un Hareket Ordusu tarafından işgali tamamlandıktan sonra 26 Nisan (5 Rebi’ül-âhir) Pazartesi günü İstanbul’a dönmüş ve bugün de Ayasofya’daki binada 240 meb’usla 34 ayandan mürekkep 274 kişilik bir “Meclis-i Umumi-i Milli” halinde tekrar toplanarak Sultan Hamid’in hal’ine ittifakla karar vermiştir. Hali’ fetvasının ilk müsveddesini sarıklı meb’uslardan Elmalılı Hamdi Hoca (Küçük Hamdi Efendi) yazmış, Meclis’e davet edilen Fetva Emini Hacı Nuri Efendi metin ve dürüst adam olduğu için, riyaset odasında toplanan hususi encümende bu müsveddeye karşı “tahallül gösterip” ve hatta istifa ettiğini söyleyip hal’e muhalefet etmiş ve nihayet padişaha kendiliğinden feragat teklif edilmesini tavsiye ettiği için fetvanın son kısmı tadil edilerek hali’ ve feragat şıklarından birinin tercihi “erbab-ı hall ü akde” yani Meclis-i Milliye bırakılmış, Şeyh-ül İslâm Mehmet Ziyaüddin Efendi’nin imza ettiği bu muaddel şekil Hey’et-i Umumiyede okununca İttihadçı meb’uslar:
-Hal’i, hali’! diye bağırışmış ve işte o sırada Sultan Hamid’in yetiştirmesi ve lütufdidesi olan Meclis-i Milli Reisi Küçük Said Paşa riyaset kürsüsünde ayağa kalkarak:
-Efendiler, okunan fetva-yı şerife ve millet tarafından gönderilen arzu-yu umumi mucibince Sultan abdülhamid Han-ı Sani’nin hilafet ve saltanattan hal’ine karar veriyor musunuz? deyince eller kaldırılırken “feragat” taraftarları tereddüd gösterdikleri için ayağa kalkılması ihtar edilmiş ve işte bunun üzerine ittifakla hal’e karar verilmiştir. Fetva metnindeki hali’ sebebleri tamamıyla yalan ve iftiradan ibarettir. Bu sebeblerin en mühimmi olarak 31 Mart vak’asında Sultan Hamid’e isnad edilen mes’uliyet iftirası, diğer sebeblerin en mühimleri de “Kütüb-ü şer’iyyenin men’ü ihrakı” tebaanın “katli” ve beyt-ül -malın “tebzir ü israfı” gibi safsatalardır. Halbuki Sultan Hamid’in en büyük hususiyeti kan dökmekten içtinabıdır.” (Aynı eser, sh: 376-377
1868- «... Sultan Hamid, Çırağan Sarayında oturmak istediğini Meclis-i Milli’ye bildirdiği halde, Hareket Ordusunun artık diktatör kesilen kumandanı Bağdatlı Gürcü yahud Çeçen Mahmud Şevket Paşa elçabukluğu ederek “Hakan-ı mahlu”u hal’ettiği gece Selanik’e sevkettirmiştir. Eşyasını bile almadan birkaç bavulla geceyarısı Yıldız Sarayı’ndan çıkarılan Sultan Hamid, “cem’iyyet” denilen komite tarafından Selanik’teki ikametgâhının “Mübayaa Me’murluğu”na tayin edilen Tahsin Uzer’in hatıratına nazaran, aile ve maiyet efradından 38 kişiyle hareket etmiştir. 27/28 Nisan (6/7 Rebi’ül-âhir) Salı/Çarşamba gecesi, zevalî saat birde, Sirkeci İstasyonundan hareket eden hususi trenin iki yahud üç vagondan ibaret olduğu rivayet edilir. Salonlu vagona Sultan Hamid’le ailesi yerleşmiş, ötekine de maiyeti binmiştir. 28 Nisan (7Rebi’ül-âhir) Çarşamba günü akşam ezanından sonra Selaniğe vasıl olan bu hazin kafile, Kılkış İstasyonunda 15 hususi arabayla bir süvari müfrezesi tarafından takib edilerek Allatini Köşküne isal edilmiştir....” (Aynı eser, sh: 379)
1869- “Beşinci Mehmed: 27 Nsian (6 Rebi’ül-âhir) Salı, 1909 (1327 Beşinci Mehmed’in cülusu:
Sultan Mecid’in Abdül Aziz’den sonra sırayla tahta çıkan dört oğlunun üçüncüsü ve Osmanlı Padişahlarının otuzbeşincisi olan Beşinci Mehmed Reşad’ın cülusunda iki garabete tesadüf edilir.
Birinci garabet, Sultan Hamid’in hal’ine karar veren Meclis-i Milli’de Reis Küçük Said Paşa’nın o tarihî karardan sonra Veliahd Mehmed
Reşad Efendi’nin saltanatını hiç lüzum olmadığı halde re’ye koyması ve işte bu suretle Reşad Efendi’nin “intihabla” iclas edilmiş olmasıdır. Hatta bu “intihab” iki kişilik bir hey’etle derhal kendisine tebliğ edilmiştir. Bu hareket o zamanki kanun-u esasinin üçüncü maddesine mugayirdir; çünki o madde mucibince saltanat zaten “ekber-i evlad”a aittir. İkinci garabet de, Ayandan Ferik Sami Paşa’nın teklifiyle Meclis-i Milli, Hareket Ordusu’nun İstanbul’a girişini şehrin ikinci fethi saymak saygısızlığında bulunduğu için, ilk fatih olan “İkinci Mehmed”in ismine nazire olarak yeni padişaha “Birinci Reşad”yerine “Beşinci Mehmed” isminin takılıvermiş olmasıdır. Bununla beraber halk arasında Sultan Reşad ismi kullanılmıştır. (Aynı eser, sh: 380)
1870- “Altıncı Mehmed Sultan Vahidüddin (Vahdeddin)’in tahta çıkışı: 4 Temmuz Perşembe günü 1918’de olmuştur. 4,5 seneye yaklaşan saltanatta kalmış olup 1922’de tahttan indirilmiştir.
l Teşrinisani (ll Rebi’ül-evvel) 1922 Çarşamba, Saltanatın ilgası:
Büyük Millet Meclisinin neşrettiği iki maddelik bir kanunla lağvedilmiştir. Yalnız Hilafet ibka edilmiş ve ikinci maddede “ilmen ve ahlâken erşed ve aslah olan” Osmanlı şehzadesine meclisin intihabiyle tevcih edileceğinden bahsolunmuştur. O sırada Hilafet sıfatı henüz Sultan Vahidüddin’dedir.
Osmanlı tarihi hakikatte işte bugün nihayet bulmuş demektir. ..(Aynı eser, sh: 467)
“... Saltanatın üç gün evvel ilga edilmiş olmasına rağmen padişahın bu emr-i vâkıı kabul etmekte gösterdiği tereddütten dolayı bir gün evvel sarayda ve bugün de Bab-ı Âli’de toplanan Hey’et-i Vükela nihayet istifaya karar vermiş ve istifaname alel-usul padişaha takdim edilmiştir. ertesi gün Ankara mümessili Re’fet Paşa Divanyolundaki “Şark Mahfili”ne Nezaret müsteşarlarını çağırıp her türlü faaliyetlerini tatil etmeleri hakkında emirler vererek İstanbul Hükümetine fiilen nihayet vermiştir.” (Aynı eser, sh: 468)
“16/17 Teşrinisani 1922 gecesi “Malaya” ismindeki İngiliz zırhlısına binen Sultan Vahidüddin bu gece sabaha karşı Malta’ya hareket etmiş ve oradan Mekke’ye gitmiştir... 18 Teşrinisani (28Rebi’ül-evvel) tarihinde Büyük Millet Meclisi hilafetten hal’ine karar vermiştir.” (Aynı eser, sh: 468)
1871- “19 Teşrinisani (29 Rebi’ül-evvel) Pazar; son halife Abdülmecid İbn-i Abd-ül Aziz’in hilafeti:
Sultan Aziz’in oğullarından hiçbirisi padişah olamamış, yalnız son Veliahd Abdülmecid Efendi Büyük Millet Meclisi tarafından halife intihab edilmiştir. Mükerrer cüluslar sayılmamak şartıyla Osmanlı Hanedanından 36 hükümdar yetişmiştir. Yavuz devrinde hilafetin Arablardan Türklere intikalinden itibaren yetişen Osmanlı Halifelerinin mecmuu da 29’dur. Bunların hepsi hilafetle saltanatı cem’ etmiş oldukları halde, saltanatın ilgasından dolayı yirmidokuzuncu halife Abdülmecid yalnız hilafet sıfatını haizdir, padişah değildir. Kendisine bütün İslâm halifelerinin haiz oldukları “Emir-ül Mü’minîn” ünvanı yerine “Halife-i Müslimîn” ünvanının verilmesi de işte bundandır. İntihabının ertesi günü, halifenin resmi kıyafeti redingot olacağı Ankara’dan bildirilmiştir.
1872- 24 Teşrinisani (4 Rebi’ül-âhir) Cuma,biat merasimi:
Büyük Millet Meclisinin gönderdiği bir hey’et de hazır olduğu halde Topkapı Sarayındaki Hırka-i Şerif dairesinde yeni halifeye biat edilmiş ve Fatih Camiinde de hutbe okunmuştur. Bu münasebetle halife Abdülmecid ibn-i Abdülaziz İslâm âlemine hitaben bir beyanname neşretmiş ve kendisini intihab eden Meclis’e de teşekkürlerini bildirmiştir. ..” (Aynı eser, sh: 469)
1873- “2 Teşrinievvel (20 Safer) Salı, işgal kuvvetlerinin İstanbul’dan çekilmesi, 1923:
Dolmabahçe meydanında iki taraf bayrakları karşılıklı olarak selâmlandıktan sonra İ’tilaf askerleri gemilerine binmişlerdir. Resmi işgal tarihi olan 16 Mart 1920 (25 Cumadel-âhire 1338) Salı gününden itibaren Osmanlı payitahtı 3 sene 6 ay 16 gün düşman işgali altında kalmıştır; fakat hakikatta bu işgal ilk düşman kuvvetlerinin İstanbul’a gelmesinden itibaren başlamaktadır.” (Aynı eser, sh: 469)
1874- “3Mart (26 Receb) 1924 (1342) Pazartesi, Hilafetin ilgası ve Osmanlı tarihinin sonu:
Büyük Millet Meclisinin neşrettiği 341 numaralı kanunun birinci maddesinde “Halife hal’edilmiştir. Hilafet, hükümet ve cumhuriyet mana ve mefhumunda esasen mündemic olduğundan makam-ı hilafet mülgadır.” denilmektedir. Aynı kanun mucibince Osmanlı Hanedanının Türk topraklarından ihracına da karar verilmiştir. Abdülmecid’in hilafeti 1922 (1341) senesi 19 Teşrinisani (29 Rebi’ül-evvel) Pazar gününden itibaren l sene 3 ay 14 gün sürmüştür. Yavuz Sultan Selim’in 1517 (923) senesi 20 Şubat (28 Muharrem) Cuma günü hilafeti ihrazından bugünkü ilgasına kadar, takvim ıslahından mütevellit on günlük fark da hesab edilmek şartıyla, Osmanlı Hanedanı tam 407 sene l gün hilafet makamında bulunmuştur. Abdülmecid bu sülaleden yirmidokuzuncu halifedir.” (Aynı eser, sh: 470)
1875- “3/4 Mart (26/27 Receb) Pazartesi/Salı gecesi, son halifenin hudud haricine ihracı 1924:
İstanbul valisi Haydar ve polis müdürü Sa’duddin Beylerle diğer bir takım me’murlardan mürekkep bir hey’et, Dolmabahçe Sarayı’na gitmiş ve yalnız vali ile polis müdürü huzura kabul edilip halifeye Meclisin kararını tebliğ etmiştir. Abdülmecid o gece hareket emrine i’tiraz edip hazırlanabilmek için bir iki gün müsaade edilmesini istemişse de kabul edilmediği için, bir kaç satte alellacele hazırlanıp sabaha karşı saat beş buçukta oğlu Ömer Faruk, kızı Dürrişehvar, refikaları, hususi hekimi, hususi kâtibi ve saray erkânından biri de maiyetinde olduğu halde otomobillerle Çatalca’ya sevkedilmiş ve ertesi akşam üstü oradan geçen ekspresle Ankara hükümetinin tensib ettiği İsviçre’ye müteveccihen yola çıkarılmıştır.” (Aynı eser, sh: 470)
Böylece Osmanlı İmparatorluğu’na hazin bir şekilde son verilmiştir. Bu tarihî safahatta, ekseriyet teşkil eden iyi niyetli şahsiyetlerden bir kısmını aldatarak kuvvet kazanan gizli münafık cereyan mensubları, yüzde on kadar olmalarına rağmen vatanperverlik kisvesiyle menfi gaye ve niyetlerini gizleyip feci tahribata sebebiyet vermişlerdir. Osmanlı Devleti’nin bu son tarihî durumu, tekrar öyle neticelere düşmemek için en çok ibret alınacak bir tablodur:
Bir atıf notu:
-İttihadçıların dinde laübaliliklerinden dolayı dahilde nefret görmeleri, bak:383.p.
1876- qqİZZET ?±i2 : Bir kimse zelil iken kavi ve kudret sahibi olmak. * Ziyadelik ve üstünlük. * Değer, kıymet, kuvvet. Muhterem ve mu’teber olmak.*Bulunmaz derecede az olan şey. (Bak: Şahsiyet, Tevazu)
“İzzetin zıddı zillet, kibrin zıddı tevazudur. Bazan da izzet inad ve hamiyeti cahiliye manasında istiare olunur ki kâfirlerin iddia ettikleri izzet bu manayadır.” (E.T. 5010)
1877- “Malumdur ki, bir zatta içtima eden ahlâk-ı âliyenin imtizacından izzet-i nefis, haysiyet, şeref, vakar gibi; hasis, alçak şeylere tenezzül etmeğe müsaade etmeyen yüksek haller husule gelir. Evet melaike ulüvv-i şanlarından, şeytanları reddeder, kabul etmezler. Kezalik bir zatta içtima eden ahlâk-ı âliye; kizb, hile gibi alçak halleri reddeder.” (İ.İ. 107)
1878- “Hasletlerin yerleri değişse, mahiyetleri değişir:
Bir haslet... yer ayrı, sima bir. Kâh dev, kâh melek, kâh salih, kâh talih; misali şunlardır:
Zaifın kaviye karşı izzet-i nefsi sayılan bir sıfat, ger olursa kavide, tekebbür ve gururdur.
Kavinin bir zaife karşı da tevazuu sayılan bir sıfatı, ger olursa zaifte, tezellül ve riyadır.” (S.724) (Bak: 241.p.)
1879- Hem “zalim ve vicdansız bir adam, birisini yere atıp ayağıyla onun başını kat’i ezecek bir surette davransa, o yerdeki adam eğer o vahşi zalimin ayağını öpse; o zillet vasıtasıyla kalbi başından evvel ezilir; ruhu cesedinden evvel ölür. Hem başı gider, hem izzet ve haysiyeti mahvolur. Hem o canavar vicdansız zalime karşı zaaf göstermekle, kendisini ezdirmeye teşci’ider. Eğer ayağı altındaki mazlum adam, o zalimin yüzüne tükürse; kalbini ve ruhunu kurtarır, cesedi bir şehid-i mazlum olur.” (M.416)
1880- İzzetin korunmasında dikkat edilecek diğer bir cihet de iktisaddır.
“İktisad ise, kanaatı intac eder. «p«W«0 ²w«8 ÅÄ«† «p«X«5 ²w«8 Åi«2 (179) hadisin sırrıyla kanaat izzeti intac eder “ (L.146)
“İktisad, sebeb-i izzet ve kemal olduğuna delalet eden bir vakıa: Bir zaman, dünyaca sehavetle meşhur Hatem-i Taî, mühim bir ziyafet veriyor. Misafirlerine gayet fazla hediyeler verdiği vakit, çölde gezmeğe çıkıyor. Bakar ki: Bir ihtiyar fakir adam, bir yük dikenli çalı ve gevenleri beline yüklemiş; cesedine batıyor, kanatıyor. Hatem ona dedi: “Hatem-i Taî, hediyelerle beraber mühim bir ziyafet veriyor. Sen de oraya git; beş kuruşluk çalı yüküne bedel beşyüz kuruş alırsın.”
O muktesid ihtiyar demiş ki: “Ben, bu dikenli yükümü izzetimle çekerim, kaldırırım. Hatem-i Taî’nin minnetini almam.”
Sonra, Hatem-i Taî’den sormuşlar.”Sen kendinden daha civanmerd, aziz kimi bulmuşsun?”
Demiş: “İşte o sahrada rast geldiğim o muktesid ihtiyarı benden daha aziz, daha yüksek, daha civanmerd gördüm.”“ (L.142) (Bak: İstiğna)
1881- “Küçük bir mikroba mağlub olan bu küçük insan, terbiye-i Kur’an ile ne kadar teali ediyor ve ne derece letaifi inbisat eder ki, koca dünya mevcudatını, virdine tesbih olmakta kısa görüyor. Ve Cennet’i zikir ve virdine gaye olmakta az gördüğü halde, kendi nefsini Cenab-ı Hakk’ın edna bir mahlukunun üstünde büyük tutmuyor. Nihayet izzet içinde, nihayet tevazuu cem’ ediyor. Felsefe şakirdlerinin buna nisbeten ne derece pest ve aşağı olduğunu kıyas edebilirsin.” (L.l19)
1882- İzzet, şahsiyet ve medenî cesaret sahibi olmanın en önemli ciheti, dinî hizmette tezellül ve aşağılık duygusuna (kompleks’e) kapılmadan, dinî hayatı aleniyette ve şereflilik şuuru ile yaşamak ve tebliğde çekingenlik göstermemektir. Bilhassa şerair-i diniyeyi yaşayarak İslâmî şahsiyeti izhar etmek gerektir. (Şeairi izhar etmek, bak: 3113.p.) R.E. 298. sahifenin son hadisinde bildirildiği gibi, gizli din düşmanları müslümanların dini müdafaalarında çekingenlik hissini uyandırmak için her türlü vasıtalarla aleyhte propagandalar ve yaygaralar yaparlar. Hakiki mü’minler böyle yaygaralara ehemmiyet vermez ve aldırmazlar. Zira hak yolunda hizmet eden mü’min, sayıca çok fakat şahsiyet ve manevi değeri olmayan tenkitçilerin nazarına değil, Allah ve O’na bağlı olan ehl-i hakkın nazarına ehemmiyet verir. Bir mahkeme hâdisesi münasebetiyle bu hakikatı yaşıyarak beyan eden Bediüzzaman şöyle diyor:
“Ben, bu gece Eski Said’in izzetli damarıyla, ellerimiz kelepçeli beraber mahkemeye süngülü neferat ile sevkimizi düşündüm. Şiddetli bir hiddet geldi. Birden kalbe ihtar edildi ki: Hiddet değil, belki kemal-i iftiharla, şükür ve sevinçle bu vaziyeti karşılamak lâzımdır. Çünki zişuur ve haddü hesaba gelmiyen melek ve ruhanilerin ve insanlardan ehl-i hakikatın ve ashab-ı vicdanın ve iman-ı tahkiki sahiplerinin nazarlarında, hak ve hakikat ve Kur’an ve iman yolunda bu asra meydan okuyan bir kahramanlar kafilesi suretinde görünüyorlar. Bunların teveccühü ise rahmet-i ilahiyeyi ve kabul-u Rabbaniyeyi gösteren bu yüksek takdir ve tahsinlerine karşı mahdud bir kısım serseri ve haylaz ve sefihlerin tahkirkârane nazarlarının hiçbir ehemmiyeti olamaz. Hatta bir gün hastalık için araba ile gittiğim zaman, çok ağırlık hissettim. Ve sonra sizin gibi elim bağlı beraber gittiğim vakit, büyük bir inşirah ve manevi bir ferah hissettim. Demek o hal, bu sırdan ileri gelmiş.” (Ş.321)
Atıf notları:
-Müslümanlarda şeairi terk ile izzetin zail olması, bak. 3495.p.
-Avrupa fikir ve felsefesine karşı İslâmı, semavi istiklaliyetiyle müdafaa etmek, bak: 1757.p.
1883- Kur’anda izzet kelimesinin geçtiği âyetlerden birkaç not:
-İzzet ve zillet, meşiet-i ilahiye iledir: (3:26)
-İzzet, Allah’ta ve dolayısıyla dinî şahsiyetlerde olduğundan, kâfirlerin tenkitlerine değer vermemek: (10:65) (63:8)
-İzzet isteyen bilsin ki, bütün izzet Alah’ındır: (35:10)
-Kâfirlere karşı izzetli, mü’minlere karşı mütevazi ve merhametli ve levm-i laimden çekinmeyen mücahid mü’minler: (5:54) (Bak: 522, 2716.p.lar)
Dostları ilə paylaş: |