1919- ... Zulmet esası i’tibariyle ademî olduğundan güneşi ve sair ecram-ı münire yaratılmazdan evvel sema elbette muzlim, gece halinde demek idi. Ecram-ı muzie yaratılmağa başlandığından i’tibaren gitgide o gece giderilmiş ve gündüzü çıkarılmıştır... Bundan sonra söyleneceği cihetle buradaki geceyi ve gündüzü dediğimiz gibi semanın kendisinin gecesi ve gündüzü diye anlamak bize daha muvafık görünüyor. «Œ²‡«²~«— Arza gelince _«Z[«&«… «t¬7† «f²Q«" ondan sonra da onu bast edip döşedi. Arzın üzerinde yaşadığımız kışrını ondan sonra yaratıp döşek halinde döşedi.” (E.T. 5564-5566)
Kur’an (51:47) âyetinde geçen “mûsiûn” ifadesinden, Allah’ın bu kâinatı tevsi” ettiği manasını anlayanlar vardır. Cevşen-ül Kebir namındaki meşhur ve hârika münacat-ı Ahmediye’nin 63. ve 92. ukdesinde geçen “Ya Râfi’assemai’“ ifadesi de aynı manayı te’yid eder.
1920- Âlemimizin ilk yaradılışı mes’elesine ait âyetler vardır. Ezcümle:
ÅwZ<ÅY«K«4 ¬š_«WÅK7~|«7¬~>«Y«B²,~ Åv$ _®Q[¬W«% ¬Œ²‡«²~ |¬4 _«8 ²vU«7 «s«V«' >¬gÅ7~ «Y;
°v[¬V«2 ¯š²|«- ¬±uU¬" «Y;«— ¯~«Y«W«, «p²A«, (2:29) âyetinde geçen Åv$ ifadesiyle “Bu âyet, arzın semadan evvel yaratılmış olduğuna delalet eder ve (79:30) _«Z[«&«… «t¬7«† «f²Q«" «Œ²‡«²~«— âyeti de semavatın arzdan evvel halkedildiğine dâldir. Ve _«W; _«X²T«B«S«4 _®T²#«‡_«B«9_«6(21:30) âyeti ise ikisinin bir maddeden beraber halkedilmiş
ve sonra birbirinden ayırd edilmiş olduklarını gösteriyor. Şeriatın nakliyatına nazaran, Cenab-ı Hak bir cevhereyi, bir maddeyi yaratmıştır, sonra o maddeye tecelli etmekle bir kısmını buhar, bir kısmını da mayi kılmıştır; sonra mayi kısmı da, tecellisiyle tekâsüf edip ²f«"«ˆ (köpük) kesilmiştir; sonra arz veya yedi küre-i arziyeyi o köpükten halketmiştir. Bu itibarla, herbir arz için hava-i nesimîden bir sema hasıl olmuştur; sonra o madde-i buhariyeyi bastetmekle yedi kat semavatı tesviye edip yıldızları içine zer’etmiştir; ve o yıldızlar tohumuna müştemil olan semavat inikad etmiş, vücuda gelmiştir.
1921- Hikmet-i cedidenin nazariyatı ise şu merkezdedir ki: Görmekte olduğumuz manzume-i şemsiye ile tabir edilen güneşle ona bağlı yıldızlar cemaati basit bir cevhere imiş; sonra bir nevi’ buhara inkılab etmiştir; sonra o buhardan, mayi-i narî hasıl olmuştur; sonra o mayi-i narî bürudet ile tasallub etmiş yani katılaşmış, sonra şiddet-i hareketiyle bazı büyük parçaları fırlatmıştır. O parçalar tekâsüf ederek seyyarat olmuşlardır; şu arz da onlardan biridir. Bu izahata tevfikan, şu iki meslek arasında mutabakat hasıl olabilir. Şöyle ki:
1922- “İkisi de birbirine bitişikti, sonra ayrı ettik” manasında olan
_«W;_«X²T«B«S«4 _®T²#«‡ _«B«9_«6 nın ifadesine nazaran, manzume-i şemsiye ile arz, dest-i kudretin madde-i esiriyeden yoğurmuş olduğu bir hamur şeklinde imiş. Madde-i esiriye, mevcudata nazaran akıcı bir su gibi mevcudatın aralarına nüfuz etmiş bir maddedir. ¬š_«W²7~ |«V«2 y-²h«2 «–_«6«— (ll:7) âyeti, şu madde-i esiriyeye işarettir ki, Cenab-ı Hakkın Arş’ı, (Bak: Arş) su hükmünde olan şu esir maddesi üzerinde imiş.
Esir maddesi yaratıldıktan sonra, Sani’in ilk icadlarının tecellisine merkez olmuştur. Yani esiri halkettikten sonra, cevahir-i ferd’e kalbetmiştir. Sonra bir kısmını kesif kılmıştır ve bu kesif kısımdan, meskûn olmak üzere yedi küre yaratmıştır. Arz, bunlardandır. İşte arzın-hepsinden evvel tekâsüf ve tasallub etmekle acele kabuk bağlayarak uzun zamanlardan beri menşe-i hayat olması itibariyle hilkat-i teşekkülü semavattan evveldir.
Fakat arzın bastedilmesiyle nev’-i beşerin taayyüşüne elverişli bir vaziyete geldiği, semavatın tesviye ve tanziminden sonra olduğu cihetle, hilkatı semavattan sonra başlarsa da bidayette, mebde’de ikisi beraber imişler. Binaen-alâhâza o üç âyetin aralarında bulunan zahirî muhalefet, bu üç cihetle mutabakata inkılab eder.
1923- İkinci Bir Cevab: Ey arkadaş! Kur’an-ı Kerim tarih, çoğrafya muallimi değildir. Ancak, âlemin nizam ve intizamından bahisle Sani’in ma’rifet ve azametini cumhur-u nasa ders veren mürşid bir kitabdır. Binaenaleyh bunda iki makam vardır:
Birinci Makam: Ni’metleri, ihsanları, merhametleri göstermekle delail-i zahiriyeyi beyan etmekten ibarettir. Bu itibarla arz, semavattan evveldir.
İkinci Makam: Azamet, izzet, kudret delillerini gösterir bir makamdır. Bu cihetle semavat, arzdan evveldir.
1924- Åv$ maba’dinin makablinden bir zaman sonra vücuda geldiğine delalet eder ki, buna “terahi” denilir. Demek burada arz ile semavat arasında bir uzaklık vardır. Bu uzaklık, arzın semavattan evvel halkedildiğine göre zatîdir. Aksi halde rütebî ve tefekkürîdir. Yani semavatın hilkati birinci ise de, tefekkürce rütbesi ikincidir; arzın hilkati ikinci ise de, tefekkürü birincidir. Yani evvela arzın tefekkürü, sonra semavatın tefekkürü lâzımdır.
Buna göre Åv$ ile >Y«B,~ arasında ~—hÅU«S«#«—~YW«V²2¬~ mukadderdir. Takdir-i kelâm: >«Y«B²,«~yÅ9«~~—hÅU«S«#«—~YW«V²2¬~Åv$ ilââhirdir.” (İ.İ. 187-189)
1925- Cenab-ı Hak en evvel Nur-u Muhammedî’ye (A.S.M.) halketti. Nur-u Muhammedî’den de madde-i aciniyeyi ve o cevherden de kâinatı yarattı. Evet “(21:30) _«W;_«X²T«B«S«4 _®T²#«‡ _«B«9«_«6 «Œ²‡«²~«— ¬~«Y«WÅK7~ Å–¬~ âyetinde avam için safha-i ûla budur ki: ¬–~«Y«T²#«‡_«W; ²>«~ Yani gökler safi, yağmursuz ve kuru iken, yerler katı, ölü ve hayatsız olduğu halde, Cenab-ı Hakk’ın izniyle bu ikisi izdivac edip gökler yağmuru, zemin çiçekleri doğurup evlat verdiler diye anlar. Bu safhaya delil ise şu âyettir: (21:30) ¯±|«& ¯š²|«- Åu6 ¬š_«W²7~ «w¬8 _«X²V«Q«%«— Bu safha ve sahifenin arkasında şu safha vardır ki; Seyyid-ül Enam olan Peygamberimiz’in (A.S.M.) nurundan halkedilen bir maddenin acin ve hamuruyla, herşeyin aslı bitişik ve beraber iken, seyyarat güneşleriyle birlikte o maddeden ayrılıp fasledilmiştir, diye fehmeder. Bu safhanın delil ve alâmeti de şu hadis-i şeriftir: >¬‡Y9 yÁV7~ «s«V«' _«8 «ÄÅ—«~ (183) Yani Cenab-ı Hak, herşeyden evvel benim nurumu halketti.. ilh.” (M.Nu. 243) (Bak: 2607.p.)
İşte kâinat böylece bir çekirdekten yaratılan ağaç gibi halk edilerek inbisat ettiriliyor.
1926- Evet “şecerenin nasıl dalları, yaprakları, çiçekleri, meyveleri vardır. Şu şecere-i hilkatin de bir şıkkı olan âlem-i süflînin anasır, dalları; nebatat ve eşcar, yaprakları; hayvanat, çiçekleri; insan, meyveleri hükmünde görünür. Sani-i Zülcelal’in ağaçlar hakkında cari olan bir kanunu, elbette şu şecere-i azamda da cari olmak, mukteza-yı ism-i Hakîm’dir. Öyle ise mukteza-yı hikmet, şu şecere-i hilkatin de bir çekirdekten yapılmasıdır. Hem öyle bir çekirdek ki; âlem-i cismanîden başka, sair âlemlerin nümunesini ve esasatını cami’ olsun. Çünki binler muhtelif âlemleri tazammun eden kâinatın çekirdek-i aslîsi ve menşei, kuru bir madde olamaz. Madem şu şecere-i kâinattan daha evvel, o nev’den başka şecere yok. Öyle ise ona menşe’ ve çekirdek hükmünde olan mana ve nur, elbette yine şecere-i kâinatta bir meyve libasının giydirilmesi, yine Hakîm isminin muktezasıdır. Çünki çekirdek daima çıplak olamaz. Madem evvel-i fıtratta meyve libasını giymemiş, elbette âhirde o libası giyecektir.
Madem o meyve insandır. Ve madem insan içinde sabıkan isbat edildiği üzere, en meşhur meyve ve en muhteşem semere ve umumun nazar-ı dikkatini celbeden ve arzın nısfını ve beşerin humsunun nazarını kendine hasreden ve mehasin-i maneviyesi ile âlemi ya nazar-ı muhabbet veya hayretle kendine baktıran meyve ise: Zat-ı Muhammediye Aleyhissalatü Vesselâm’dır. Elbette kâinatın teşekkülüne çekirdek olan nur, onun zatında cismini giyerek en âhir bir meyve suretinde görünecektir.” (S.579)
1927- Baştan buraya kadar yapılan izahlarda görüldüğü üzere böylesine ref’ü tevsi’ olunan semanın kıyamette terkib ve nizamı bozularak merkezine doğru çöküp yıkılacağı hakkında muhtelif âyetlerin işaretleri vardır. Meselâ semanın zat-ür ric’ tabir edilen geriye dönüş sahibi (fıtratında) olduğu (86:ll) ve açılıp genişlemiş olan semanın dürülüp evvel-i halk’a iadesi (21:104) ve semavatın toplanıp dürülmesi (39:67) ve semanın inşikakı (55:37) (69:16) ve semanın mühl’e, yani eriyip dibe çökmüş madene döndürülmüş gibi olması (70:8) ve semanın infitarı, yani infitar lâzım fiilinin ihsas ettiği manaya göre kendi bünyesinde merkezine doğru yıkılışı( 82:l) ve kıyametin arzdan semaya doğru intikali, yani merkezden icad edilen semanın yine merkezden bozulmasına işaret (75:18) ve inşikak-ı sema (81:l) ve semanın ferc olunması, yarılması (77:9) âyetleri örnek verilebilir. Bu inşikak ve ferc, cennet ve cehennem taraflarına taksimine de işaret olabilir.
1928- Kıyamette esbab perdesinin kaldırılmasıyla tahakkuk edecek olan “keşt-i sema”yı, elmalılı Hamdi Efendi şöyle tefsir eder:
“Keşt-i sema (81:ll) ²a«O¬L6 š_«WÅK7~~«†¬~«— Ve sema sıyrıldığı vakit. “Keşt”; kesilmiş bir hayvanın derisini yüzmek ve ağacın kabuğunu soymak ve yüzden nikabı sıyırmak gibi, örtülü bir şeyi bürüyen örtüyü yüzünden bertaraf edip açmaktır. Semanın böyle sıyrılması da, hayvanın derisi soyulur gibi kal’u izalesiyle tefsir edilmiştir.
Bundan ilk nazarda (21:104) ¬`BU²V¬7 ¬u¬±D¬±K7~ ¬±|«O«6 «š_«WÅK7~ >¬Y²O«9 «•²Y«< gibi âlem-i ulvinin tahribi ile fena-i küllî manası tebadür ederse de, bu mana tekvir-i şems ve inkidar-ı nücum mazmunlarından da anlaşılmış olduğu cihetle, bundan murad semanın tayyından sonra ˜f[¬Q9 ¯s²V«‘ «ÄÅ—«~ _«9²~«f«" _«W«6 buyurduğu üzere, yeni kurulacak olan o âlemde keşf-i gıta ve arz-ı küllî ile her hakikatın tecellisi manası olmak siyak-ı beyana daha muvafıktır.
Demek ki o gün... hakikatı örten hiçbir şey kalmayacak, arş-ı Hak zâhir olup her hakikat hakkalyakîn münkeşif olacaktır ki, bu mana Sure-i Kaf’da 22. ve Sure-i Hakka’da 18. ve Sure-i İbrahim’de 48 ve Sure-i Mü’min’de 16. âyetleriyle beyan olunan manadır.” (E.T. 5607)
İşte böylece kâinat, kıyamet hâdisatından sonra âhirette ebedî bir şekilde tahakkuk edip istikrar bulacaktır. (Bak: Kıyamet)
1929- Hilkat-ı semavat âyetlerinden (7:54) (10:3) (ll:7) (25:59) (50:38) (54:7) âyetleri semavat ve arzın (eyyam-ı Kur’aniye ile) (Bak. Eyyam-ı Kur’aniye) altı günde (altı devrede) halkedildiğini beyan ediyor. (32: 4) âyeti ise, kâinatın altı günde halkından sonra, “Arşta istiva” tabiriyle de derin bir sırrı ifade ediyor.
Evvela Nur-u Muhammedî (A.S.M.)sonra esir maddesi ve atomlar, sonra bir nevi büyük gaz grubları ve kürelerin yaratılışından ta dünyalardaki hayat şartları ve hayatın halkına kadar istihale devrelerine uğratılan âlemde herşey mukadder olan mertebe-i kemaline vardırıldı. Böylece bütün umûrun idare merkezi diye bir cihette ve mecazen tarif edeceğimiz arşta istiva ile İlahî tasarruf, bütün kâinatı mukannen bir nizam altına aldı. l148 p.da da eşyanın ilk yaratılışından sonra bir nizam altına alındığı izah edilir.
1929/1- Kâinatın altı günde, yani ani değil de zamanla ve tedricî yaratılmasının İlahî bir hikmeti, (ll:7) âyetinde de işaret edildiği gibi, sebeblerin konulması ve zıdların ihtilatıyla bir âlem-i tagayyür ve imtihanın açılmasıdır. (Bak: 2018,2019.p.lar) İbn-i Mace Mukaddime 13. bab 182. hadis ile S.B.M. 1317. hadiste, varlığı ezelî olan Allah’ın, mahlukatı yaratmadan önce “Allah’ın arşı” (esir maddesi) olarak tefsir edilen “su” üzerinde olduğu (tecelli ettiği)beyan ve ifade edilmektedir.
1930- qqKALB `V5 : Vücudun kan dolaşımı merkezi. Yürek. *Gönül. *Herşeyin ortası.* Bir halden diğer bir hale çevirme. Değiştirme.*İmanın mahalli. *Fuad, sıkt-ül ilim, tabut-ül ilim, beyt-ül hikmet, via-i ilim de denilir. (Daima değiştiği ve hareket halinde olduğu için kalb ismi verilmiştir.*Bir şeyi geri döndürmek ve çevirmek.* Bir şeyin içini dışına ve dışını içine çevirmek.*Aks ve tahvil. *Ehl-i tahkik indinde: Çam kozalağı şeklindeki cisamanî et parçasında bulunan manevi hislerdir. (Bak: Latife, Muhabbet, Süveyda-ül Kalb)
1931- “Kalben maksad; sanevberî (çam kozalağı) gibi bir et parçası değildir. Ancak bir latife-i Rabbaniyedir ki, mazhar-ı hissiyatı, vicdan; ma’kes-i efkârı, dimağdır. Binaenaleyh o latife-i Rabbaniyeyi tazammun eden o et parçasına kalb tabirinden şöyle bir letafet çıkıyor ki; o latife-i Rabbaniyenin insanın maneviyatına yaptığı hizmet, cism-i sanevberînin cesede yaptığı hizmet gibidir. Evet nasılki bütün aktar-ı bedene mâ-ül hayatı neşreden o cism-i sanevberî bir makine-i hayattır ve maddi hayat onun işlemesi ile kaimdir. Sekteye uğradığı zaman cesed de sukuta uğrar. Kezalik o latife-i Rabbaniye, âmâl ve ahval ve maneviyatın hey’et-i mecmuasını hakiki bir nur-u hayat ile canlandırır, ışıklandırır; nur-u imanın sönmesi ile mahiyeti, meyyit-i gayr-ı müteharrik gibi bir heykelden ibaret kalır.” (İ.İ.77)
1932- “Evet, şu kâinatta insan bir fihriste-i camia olduğundan, insanın kalbi binler âlemin harita-i maneviyesi hükmündedir. Evet insanın kafasındaki dimağı, hadsiz telsiz telgraf ve telefonların santral denilen merkezi misillü, kâinatın bir nevi merkez-i manevîsi olduğunu gösteren hadsiz fünun ve ulûm-u beşeriye olduğu gibi, insanın mahiyetindeki kalbi dahi, hadsiz hakaik-ı kâinatın mazharı, medarı, çekirdeği olduğunu; had ve hesaba gelmiyen ehl-i velayetin yazdıkları milyonlarla nurani kitablar gösteriyorlar.
İşte madem kalb ve dimağ-ı insanî bu merkezdedir; çekirdek haletinde bir şecere-i azimenin cihazatını tazammun eder ve ebedî, uhrevi, haşmetli bir makinenin âletleri ve çarkları içinde dercedilmiştir. Elbette ve her halde o kalbin Fâtırı, o kalbi işlettirmesini ve bilkuvve tavırdan bilfiil vaziyetine çıkarmasını ve inkişafını ve hareketini irade etmiş ki, öyle yapmış. Madem irade etmiş, elbette o kalb dahi akıl gibi işliyecek.” (M.443)
“Hem bu küçük insanın küçücük kalbinde, kâinat kadar bir aşk yerleşir. Evet kalbin mercimek kadar bir sandukçası olan kuvvet-i hâfıza, bir kütüphane hükmünde binler kitab kadar yazı, içinde yazılması gösteriyor ki: Kalb-i insan kâinatı içine alabilir ve o kadar muhabbet taşıyabilir.” (L.57)
1933- “Kalbin ihtiyacat saikasıyla âlemin envaiyle, eczasiyle pek çok alâkaları vardır. Esma-i Hüsnanın bütün nurlarına ihtiyaçları vardır. Dünyayı dolduracak tadar o kalbin hem emelleri; hem de düşmanları vardır. Ancak Ganiyy-i Mutlak ve Hâfız-ı Hakiki ile itmi’nan edebilir.
Ve keza o kalbin öyle bir kabiliyeti vardır ki, bir harita veya bir fihriste gibi bütün âlemi temsil eder. Ve Vahid-i Ehad’den başka merkezinde bir şeyi kabul etmiyor. Ebedî, sermedî bir bekadan maada bir şeye razı olmuyor.
İnsanın çekirdeği olan kalb, ubudiyet ve ihlas altında İslâmiyet ile iska edilmekle, imanla intibaha gelirse; nuranî misalî Âlem-i Emir’den gelen emr ile öyle bir şecere-i nuranî olarak yeşillenir ki, onun cismanî âlemine ruh olur. Eğer o kalb çekirdeği böyle bir terbiye gözmezse, kuru bir çekirdek kalaraka nura inkılab edinceye kadar ateş ile yanması lâzımdır.
Ve keza, o habbe-i kalb için, pek çok hizmetçi vardır ki, o hâdimler kalbin hayatıyla hayat bulup inbisat ederlerse, kocaman kâinat onlara tenezzüh ve seyrangâh olur. Hatta kalbin hâdimlerinden bulunan hayal meselâ en zaif, en kıymetsiz iken hapiste ve zindanda kayıtlı olan sahibini bütün dünyada gezdirir, ferahlandırır.” (M.N.l17)
“Ey insan! Senin kalbin ve hüviyet ve mahiyetin, bir ayinedir. Senin fıtratında ve kalbinde bulunan şedid bir muhabbet-i beka, o ayine için değil ve o kalbin ve mahiyetin için değil. Belki o ayinede istidada göre cilvesi bulunan Baki-i Zülcelal’in cilvesine karşı muhabbetindir ki, belahet yüzünden o muhabbetin yüzü başka yere dönmüş.” (L.136)
1934- “İnsanın kalb cüzdanındaki letaif ve akıl defterindeki havas ve istidadındaki cihazat; tamamen ve müttefikan saadet-i ebediyeye müteveccih ve ona göre verilmiş ve ona göre techiz edilmiş olduğuna ehl-i tahkik ve keşf müttefiktirler.” (S.88)
Evet” kalbin umûr-u dünyeviye ile kasden iştigal etmek için yaratılmış olmadığı şöylece izah edilebilir: Görüyoruz ki, kalb hangi bir şeye el atarsa, bütün kuvvetiyle, şiddetiyle o şeye bağlanır. Büyük bir ihtimam ile eline alır, kucaklar. Ve ebedî bir devamla onun ile beraber kalmak istiyor.Ve onun hakkında tam manasıyla fena olur. Ve en büyük ve en devamlı şeylerin peşindedir, talebindedir. Halbuki umûr-u dünyeviyeden herhangi bir emir olursa, kalbin istek ve âmâline nazaran bir kıl kadardır. Demek kalb, ebed-ül âbâda müteveccih açılmış bir penceredir. Bu fani dünyaya razı değildir.” (M.N.120)
1935- Keza Mahbub-u Baki’ye hasr-ı muhabbeti ifade eden:
“|¬5_«A²7~ «a²9«~ |¬5_«" _«< bir ameliyat-ı cerrahiye hükmünde, kalbi masivadan tecrid ediyor, kesiyor. Şöyle ki: insan, mahiyet-i camiiyeti itibariyle mevcudatın hemen ekserisiyle alâkadardır. Hem insanın mahiyet-i camiasında hadsiz bir istidad-ı muhabbet dercedilmiştir. Onun için insanda umum mevcudata karşı bir muhabbet besliyor.Koca dünyayı bir hanesi gibi seviyor. Ebedî Cennet’e bahçesi gibi muhabbet ediyor. Halbuki muhabbet ettiği mevcudat, durmuyorlar, gidiyorlar, firaktan daima azab çekiyor. Onun o hadsiz muhabbeti, hadsiz bir manevi azaba medar oluyor. O azabı çekmekte kabahat, kusur ona aittir. Çünki kalbindeki hadsiz istidad-ı muhabbet, hadsiz bir cemal-i bakiye malik bir zata tevcih etmek için verilmiş. O insan su-i istimal ederek o muhabbeti fani mevcudata sarfettiği cihetle kusur ediyor. Kusurun cezasını, firakın azabıyla çekiyor.
İşte bu kusurdan teberri edip o fani mahbubattan kat-ı alâka etmek, o mahbublar onu terketmeden evvel o onları terketmek cihetiyle Mahbu-u Baki’ye hasr-ı muhabbeti ifade eden |¬5_«A²7~ «a²9«~ |¬5_«" _«< olan birinci cümlesi: “Baki-i Hakiki yalnız sensin. Masiva fanidir. Fani olan elbette baki bir muhabbete ve ezelî ve ebedî bir aşka ve ebed için yaratılan bir kalbin alâkasına medar olamaz.” manasını ifade ediyor” (L.14)
1936- “Allah kalbin batınını iman ve marifet ve muhabbeti için yaratmıştır. Kalbin zahirini, sair şeylere müheyya etmiştir. Cinayetkâr hırs kalbi deler, sanemleri içine idhal eder. Allah darılır, maksudunun aksiyle mücazat eder.” (H.Ş. 139)
1937- “Nur-u akıl, kalbden gelir.
Zulmetli münevverler bu sözü bilmeliler: Ziya-yı kalbsiz olmaz nur-u fikir münevver.
O nur ile bu ziya mezcolmazsa zulmettir; zulüm ve cehli fışkırır. Nurun libasını giymiş bir zulmet-i müzevver.
Gözünde bir nehar var; lakin ebyaz ve muzlim. İçinde bir sevad var ki, bir leyl-i münevver.
O içinde bulunmazsa, o şahm-pare göz olmaz, sen de birşey göremez. Basiretsiz basar da para etmez.
Ger fikret-i beyzada süveyda-i kalb olmazsa, halita-i dimağî ilim ve basiret olmaz. Kalbsiz akıl olamaz.” (S.705-706)
1938- Medeniyetin ruhu olan Roma dehasıyla, kalbin nuru olan Kur’an hidayetinin farkları:
“O deha ile bu hüda menşe’leri ayrıdır: Hüda semadan indi, deha zeminden çıktı.
Hüda kalbde işliyor; dimağı da işletiyor. Deha dimağda işler, kalbi de karıştırır.” (S.714)
“İmanın yeri kalbdir; dimağ ise oluyor ma’kes-i nur-u iman. Bazan da mücahiddir, bazan süpürgecidir. Dimağda vesveseler, hem pek çok ihtimaller kalb içine girmese sarsılmaz iman, vicdan.
Yoksa bazıların zannınca iman dimağda olsa, ruh-u iman olan hakkalyakîne ihtimalat-ı kesîre olur birer hasm-ı bîeman.
Kalb ile vicdan, mahall-i iman. Hads ile ilham, delil-i iman. Bir hiss-i sâdis; tarik-ı iman. Fikir ile dimağ, bekçi-i iman.” (S.732)
1939- Mahall-i iman olan kalb eğer nur-u imanla münevver olursa, cesedin maddi ve manevi bütün cihazat ve hissiyatı da salih olur. Eğer kalb nur-u imandan hissesiz kalarak fesada uğrarsa, cesed de bütün cihazatıyla fesada uğrar. Zira cesedin diyanet hayatında, kalb merkez ve kumandandır. Bu hakikatı şu hadis çok veciz ifade ediyor:
f«K«D²7~ «d«V«. ²a«E«V«. ~«†¬~ ®}«R²N8 ¬f«K«D²7~ |¬4 Å–¬~«— ««~
`²V«T²7~ «|¬;«— ««~ yÇV6 f«K«D²7~ «f«K«4 ²«f«K«4 ~«†¬~«— yÇV6
“Agâh olur, cismin içinde bir lokmacık et (parçası) vardır ki, iyi olursa bütün cesed iyi olur, bozuk olursa bütün cesed bozulur. İşte o (et parçası( kalbdir.” (184)
Bu hadisde geçen kalbden maksad, iman şuurudur. Zira kalb, mahall-i imandır. Demek iman kâmil olursa, insan da salih olur. Şu halde tahkikî iman dersleri, bilhassa bu zamanda en mübrem bir ihtiyaç halindedir. (Bak: 1642.p.)
1940- Kalb hakkında âyetlerden birkaç not:
-Kalb-i selim: (26:89) (37:84) (Bak: 419 p.da bir âyet notu)
-Kalb-i münib (halisiyetle Allah’a bağlı kalb): (50:33)
-Ehl-i kalbin tefeyyüzü: (50:37) (Bak: 1382, 4101/2 p.lar)
-Kalbin zikirde gafleti: (18:28)
-Maneviyatta hissiz kalbler ve kalb körlüğü: (7:179) (21:3) (22:46)
-Kalbler hatmedilse (hidayetsiz, duygusuz bırakılsa) Allah’dan başka kim duygu verebilir: (6:46)
-Kalbin mahiyetinde bir hayır hali varsa, Allah bilir ve o likayata göre muamele eder: (8:70) (48:18)
-Kalbin manevi hassasiyeti: (8:2) (22:35)
-Kalbi maneviyatta hasta olanların hali: (9:125,127) (Bak: 1213/1.p.)
-Günahların kalbi manen karartması: (83:14)
-Kalbin mühürlenmesi ve perdelenmesi (maneviyata karşı kapanması) : ‘(2:7) ‘6:25) (7,100,101) (9:87.,93) (10:74) (16:108) (17:46) (18:57) (30:59) (40:35) (42:24) (45:23) (47:16)
Atıf notları:
-Kalb ayağıyla tarikatta sülûk, bak: 3665.p.
-Kalb insan latifelerine bir kumandandır, bak: 3667.p.
-Kalb ile vicdan mahall-i iman, bak: l120.p.
-Allah’ın kalbini açtığı insanın nur üzerinde olduğu, bak: 2896.p.da âyet notu.
-Âhirzaman fitnesinde sefahetle kalblerin ölmesine dair rivayet, bak: 985.p.
-Heva ve sefahetle kalbin körleşmesi, bak: 1524.p.
1941- qqKALÛ BELÂ |V" Y7_5 : Cenab-ı Hak ruhları yaratıp, onlara “Rabbiniz değil miyim” mealinde: “Elestü bi_Rabbiküm” buyurduğunda, ruhlar: “Evet Rabbimizsin” mealindeki “Kal”u belâ” diye cevap verdiklerini bildiren Kur’andaki bir tabirdir. (Bak:Misak-ı Ezelî)
1942- qqKANUN –Y9_5 : (c.Kavanîn) Herkesin uyması için develetin teşri’ kuvveti tarafından konulan her türlü meşru nizam, kaide, emir, nehiy ve yasaklar.* Kaziye-i külliye. *Kâinatta Allah’ın koyduğu değişmez nizam. (Bak: Âdetullah, Teşrî)
Atıf notları:
-Kanun-u emrî tecezzi etmez, bak: 816.p.
-Kanun-u emrî vücud-u haricî giyse nevinin ruhu olurdu, bak: 3133.p.
-Ruh mahiyeti itibariyle bir kanun-u emrîdir, bak: 3138.p.
-Kanun emirdendir, namus iradedendir, bak: 839.p.
1943- qqKARN –h5 : Zaman devre. *Bir insanın ortalama ömrü olan altmış sene. *Yüz yıllık zaman. Asır. *Boynuz. Hayvanda başın boynuz yerleri, boynuz yerinden sarkan saç.
“Karn, iki manaya gelir. Birisi; zamandan bir müddete mukterin olan ümmet, bir zaman ahalisi olan hey’et-i içtimaiye ki, |¬9²h«5 ¬–—hT²7~ h²[«' (185) hadis-i şerifi bu manayadır. Bunda sivrilmek veya mukarenet etmek manası vardır. Bu mukarenet veya efradın yekdiğerine mukareneti veya bir peygamber, bir âlim, bir reis gibi büyük bir şahsiyete mukareneti mülahaza olunur. Diğeri de müddet-i zamanın kendisine denir ki, asır gibi eksireyetle yüz sene takdir edilmiştir.” (1878) (Bak: Kurun-i Ahire, Zaman)
1944- Karn ve kurun hakkında âyetlerden birkaç not:
-Bol ni’metlere rağmen isyan eden nice karnların helâki: (6:6) (19:74,89)
-Peygamberlere isyan eden karnların helâki: (10:13)
-Az bir kısım cihad edenler müstesna, ekseriyet teşkil eden fesada ve fesadın ıslahına çalışmayan karnlar zekv u sefa ile dünyaya aldanıp lüks hayata dalışları: (ll:l16) (5:66)
-Nuh’dan (A.S.) sonra helâk edilen karnlar: (17:17)
-Geçmiş karnların helâkinden ibret alınacak çok alâmet ve eserler vardır: (20:128) (32:26)
-Kuvvetlerine güvenen karnların helâki: (28:78) (50:36) (Bak Musibet)
Dostları ilə paylaş: |