1972- “Keza ilim sıfatını ihsan edenin ilimsiz, şuuru ihsan edenin şuursuz, ihtiyarı verenin ihtiyarsız, iradeyi verenin iradesiz, kâmil şeylerin sânii gayr-ı kâmil olduğunu telakki etmek muhaldir... Maahâza, masnudaki kemalat, tamamen Sâni’deki kemalden akan bir feyizdir.” (M.N. 184) (Bak: 1429.p.)
1973- “Ve keza bakıyoruz ki, kâinatta her hangi bir şey, hadd-i kemale vâsıl olmayınca hareket etmekten durmuyor. Kemaline vâsıl olduğu zaman hareketi terk edip sükûnda oturur. Bundan anlaşılıyor ki, vücud, kemali ister. Kemal da sübutu iktiza eder. Öyle ise vücudun vücudu kemal iledir. Kemalin kemali de devam ile olru. Öyle ise bir Vâcib-i Sermedî Kâmil-i Mutlak var ki, mümkinatın bütün kemalatı onun nur-u kemalinin cilvelerine birer gölgedir. Öyle ise Cenab-ı Hak zatında, sıfatında, ef’alinde Kâmil-i Mutlak’tır.” (M.N. 62)
Atıf notları:
-Eslaf-ı izamın yüksek kemalatına ihtiyaç duymamak hatası, bak: 1066.p.
-İbadetin şahsî kemalata sebeb oluşu, bak: 1454.p.
-Mübareze ve tekâmül kanunu, bak: 1292.p.
-Keşif ve kerametler hakiki kemalatın mihengi değil, bak: 1989.p.
-Kemalat arşına giden dört yol, bak: 2251.p.
-Hak dinler olmasaydı insanlar hayvan olarak kalacaktı, bak: 143.p.
-Cenab-ı Hak her şey için bir nokta-i kemal tayin etmiştir, bak: 2981.p.
1974- qqKEMMİYET }[±W6 : (Kemiyet) Miktar, sayı, nice oluş. Az veya çok oluş, sayıca çokluk. (Bak: Keyfiyet)
Kur’an kemmiyetten daha çok, ihlas, sadakat, fedakârlık gibi yüksek faziletlere sahib olmak demek olan keyfiyeti esas alır. Ezcümle bir âyette şöyle buyurulur: “(102:l) ²h$_«UÅB7~vU[«Z²7«~ Yani “Oyaladı o çokluk kuruntusu sizleri. “Âyetin başındaki (Elha), Lehiv’den if’aldir: (vav) harfi rabiaten vaki’ olduğu için (ya) harfine kalb edildiğinden elif ya’dan mübeddel olarak yazılır. Eğlence demek olan lehvin aslı gaflet olduğundan ilha: eğlenmek, boş bir şey ile iğfal ve işgal eyleyerek oyalamak, işinden alıkoymaktır.
Tekâsür: Çokluk kurumu, gururu, iddiası olup kesret’ten tefâuldur. “Biz çoğuz”, “Hayır, biz çoğuz” diye yekdiğeriyle çokluk yarışı, çokluk gösterişi etmek, çokluk sevdası veya çokluk izharı ile kurumlanmak, tefahur eylemektir ki, ehl-i dünyanın umumiyetle kapılıp aldandığı bir gurur haletidir. Âyette neyin çokluğu ve bu çokluğun nelerden alıkoyduğu zâhiren tasrih olunmayarak, ilhâ ve tekâsür mutlak zikredilmiştir. Zira makamın iktizasına göre zihin, muhtemel olan her şeye zahib olabilmek itibariyle ıtlakın bir belagat-ı şamilesi vardır.” (E.T. 6040)
Bu itibarla her türlü çokluk ve çoğalmak sevdası ve çokluğa dayanıp gururlanmak ve haklılığı çokluğa dayandırmak iddiası sizi haktan, marifetullahtan, ihlas ve rıza-yı İlahîyi gaye yapmak gibi faziletlerden oyalayıp men’eder, diye derin ve küllî manaları ve manevi dersleri veren mezkûr âyet, keyfiyetin esas alınmasını ve kemmiyeti de ayakta tutan ruhun keyfiyet olduğunu ifade eder. Çokluğa güvenmek bazan kader tarafından mağlubiyete sebeb olur. (Bak: 1370.p.) Amma kemmiyetle keyfiyetin birleşmesi ise ahsendir.
1975- Evet” cemaatte vâhid-i sahih olmazsa; cem’ ve zamm, kesir darbı gibi küçültür. Hesapta malumdur ki; darb ve cem’, ziyadeleştirir. Dört kere dört, onaltı olur. Fakat kesirlerde darb ve cem’ bil’akis küçültür. Sülüsü sülüs ile darbetmek, tüsü’ olur yani dokuzda bir olur. Aynen onun gibi, insanlarda sıhhat ve istikamet ile vahdet olmazsa; ziyadeleşmekle küçülür, bozuk olur, kıymetsiz olur!... “(M.475)
1975/1- Âhirzaman fitnesinin acib şartları içinde iken, Bediüzzaman Hazretleri, daima müsbet hareketi tavsiye eder. Bazı müslümanlar ise, mütecaviz ehl-i dalâlete fiilen karşı çıkıp durdurmak gerektiğini söylerler: Gerçi mütecaviz ve münafıkane hareket eden ehl-i dalâlet, halkı aldatmak için iddia ettikleri demokrasinin esaslarını dahi açıkça çiğneyerek maksadlarına varmak isterler. Hem Avrupa felsefesinin menfi eseslarından birisi olan kuvvete dayanıp, hak düsturlarını dinlemezler: Hâkimiyetlerinde insanlık huzur ve hürriyet bulamaz. Onların ifsâdat ve istibdadları ancak kuvvetle durdurulur. Evet, Avrupa medeniyetinin - 2272. prağrafta beyan olunduğu gibi-beş menfi esasından biri olan kuvvet, beşer tarihinde ekseriyetle hükümran olmuştur. (Bak 1405/1.p.)
Bediüzzaman Hz.leri, ehl-i istibdada hitaben şöyle der:
“Ey efendiler! Bilirim ki, hak noktasında mağlub olduğunuz zaman, kuvvete müracaat edersiniz. Kuvvet hakta olduğu, hak, kuvvette olmadığı sırriyle; dünyayı başıma ateş yapsanız, hakikat-ı Kur’aniyeye feda olan bu baş size eğilmiyecektir.” (M.424)
İşte bunun içindir ki, asrımızda siyaset namı verilen menfi mücadeleleri hakikî siyaset olarak görmeyen Bediüzzaman Hz.leri, siyasete karışmamak kararını izah eden beyanlarında, asrımız siyasetinin kuvvete istinadını, kuvvetin de zulme sebebiyet vereceğini hatırlatarak, hakikî dindarların bu çeşit siyasete girmeleri halinde, gaddar ve hodgâm olan ehl-i dünya siyasîleri, bunu, hâkimiyet ve iktidarlarına bir tehdid olarak göreceklerinden, sözde taraftar göründükleri hak, hürriyet, halk iradesi prensiplerini çiğnemekten çekinmeden kuvvet ve şiddete baş vuracaklarını; müslümanların buna mukabeleleri halinde daha büyük bir zulme yol açılacağı hususundaki endişelerini ifade ve ihsas etmektedir. (Bak: Ş.292; K.L.240, son parağraf; E.L.II 98, Birinci Sual) Hatta, ağırceza mahkemelerinde dahi, müstebidlerin istibdad-ı mutlakalarına cumhuriyet namı verdiklerini ifade ve beyan etmiştir. (Bak: 3243.p.)
Demek ki, bilhassa bu zamanda kuvvete dayanan ve neticesi zulme varan siyasî hayata hakikî dindarların da katılması, ehl-i dünya siyasetindeki müstebitlerin başvuracakları kuvvet ve şiddete karşı kuvvetle mukabele mecburiyetini getireceğinden zulme düşmek tehlikesi ortaya çıkar.
Hem istibdadı durduracak ve hakkı koruyacak üstün bir kuvvet gerekir. Bu ise ancak ittihad-ı İslâm ile hakikî İsevî ve insaniyetperverlerin ittifakı ile mümkün olur. Halbuki âlem-i İslâm ve Hıristiyanlık dünyası büyük bir sarsıntı geçiriyor. Hamiyet ve gayret-i diniyye ekseriyet itibariyle eksiktir.
Evet, İslâm dünyasının kemmiyetçe çokluğuna rağmen âhirzaman fitnesinin ifsadatiyle keyfiyeten gerilemesi sebebiyle mağlubiyete düşeceği bazı rivatlerde haber verilir. Ezcümle bir rivayette şöyle buyuruluyor:
_«Z¬B«Q²M«5 z«V«2 «}«V²6«²~ z«2~«f«#_«W«6 ¯s¬4~ ²w¬8 v«8²~ ²vU²[«V«2 z«2~«f«# ²–«~ t¬-Y<
«–Y9YU«#²w¬U«7«— °h[¬C«6 ²vB²9«~ Ä«_«5 ¯g¬¶[«8²Y«< _«X¬" ¯}ÅV¬5 «w¬8«~ ¬yÁV7~ «ÄY,«‡ _«< _«X²V5 :«Ä_«5
²vU¬"YV5 |¬4 u«Q²D«<«— ²v6Å—f«2 ¬YV5 ²w¬8 }«"_«Z«W²7~ ¬i«B²X«# ¬u²[ÅK7~ z_«CR«6 ®¶z_«C3
¬²Y«W²7~ }«[¬;~«h«6«— ¬?_«[«E²7~ Ç`& «Ä_«5 w²;«Y7~_«8«— _«X²V°5 «Ä_«5 w²;«Y²7«~
Yani: “Ümmetler (milletler) yakın bir zamanda ve ufuktan yani, en uzak yerlerden ve sema cihetinden (1) sizin üzerinize üşüşürler, çöküşürler. (2) (Öyle ki) sizin yemek kaplarına üşüştüğünüz gibi.” (3) Su’ban sordu: “Yâ Resulallah! Biz o zaman azmı olacağız (ki böyle bize hücum edilecek.)
Resulullah (A.S.M.) buyurdu: (O zaman) Çok olacaksınız. Fakat siz selin köpük ve çör-çöpüne benzer bir hale geleceksiniz. (Bu zayıf halinizden dolayı) düşmanlarınızın kalbinden (önceden var olan veya her türlü) mehabet ve korku nez’ olur, çıkar ve sizin kalbinizde de vehn olur.
“Vehn nedir?” diye sorulunca, Resulullah (A.S.M.): “Yaşamak sevgisi (yani rahat ve zevkli hayat arzusu) ve ölümü kerih görmenizdir.” Diğer bir rivayette: Kıtalı (cihadı) kerih görmenizdir.” diye cevab verdi. (İbn-i Hanbel 5/278)
Yine ibn-i Hanbel’in 2/259’da ve Ebu Davud Melâhim 5’deki rivayetleri, aynı hadisi te’yid eder.
1975/2- Mezkûr hadisde ifade edilen İslâm dünyasının durumunu gören Bediüzzaman Hazretleri, artık bundan sonra ittihad ve dine sarılarak kuvvet kazanmanın lüzumunu; şimdiki tahribçi, mütecaviz müstebidlere karşı maddî mukabele ile hürriyet-i hakikiyeyi ikame imkânı olmadığını, ancak müsbet hareketle hizmet etmek ve İslâm dünyasının kuvve-i maneviyesini takviye etmek gerektiğini ders verir.
Bediüzzaman Hazretleri, bozulmuş cemiyetin yeniden ıslah ve ihyası için eserlerinde çok bahis ve tavsiyeleri mevcuddur. Ezcümle, bir tavsiyesinde şöyle diyor:
“Yirmi senedenberi tahribkârane eşedd-i zulüm altında o derece ahlâk bozulmuş ve metanet ve sadakat kaybolmuş ki; ondan belki de yermiden birisine itimad edilmez. Bu acib hâlâta karşı, çok fevkalâde sebat ve metanet ve sadakat ve hamiyet-i İslâmiye lâzımdır; yoksa akîm kalır ve zarar verir.” (K.L.90)
“Bunu da teessüf ve teellüm ile size beyan ediyorum ki: Ecnebîlerin bir kısmı, nasıl kıymettar malımızı ve vatanlarımızı bizden aldılar. Onun bedeline çürük bir fiat verdiler.
Aynen öyle de, yüksek ahlâkımızı ve yüksek ahlâkımızdan çıkan ve hayat-ı içtimaiyeye temas eden seciyelerimizin bir kısmını da bizden aldılar. Terakkilerine medar ettiler. Ve onun fiatı olarak bize verdikleri sefihane ahlâk-ı seyyieleridir, sefihane seciyeleridir. Meselâ:
Bizden aldıkları seciye-i milliye ile, bir adam onlarda der: “Eğer ben ölsem milletim sağ olsun. Çünki milletimin içinde bir hayat-ı bakiyem var.” İşte bu kelimeyi bizden almışlar ve terakkiyatlarında en metin esas da budur. Bizden hırsızlamışlar. Bu kelime ise din-i haktan ve iman hakikatlarından çıkar. O bizim, ehl-i imanın malıdır. Halbuki ecnebilerden içimize giren pis ve fena seciye itibariyle bir hodgâm adam bizde diyor: “Ben susuzluktan ölsem, yağmur hiçbir daha dünyaya gelmesin. Eğer ben görmezsem bir saadeti, dünya istediği gibi bozulsun.” İşte bu ahmakâne kelime dinsizlikten çıkıyor, âhireti bilmemekten geliyor. Hariçten içimize girmiş, zehirliyor. Hem o ecnebilerin bizden aldıkları fikr-i milliyetle bir ferdi, bir millet gibi kıymet alıyor. Çünki bir adamın kıymeti, himmeti nisbetindedir. Kimin himmeti milleti ise, o kimse tek başıyla küçük bir millettir.
Bazılarımızdaki dikkatsizlikten ve ecnebilerin zararlı seciyelerini almamızdan, kuvvetli ve kudsî İslâmî milliyetimizle beraber herkes “nefsnefsî” demekle ve milletin menfaatini düşünmekle -menfaat-ı şahsiyesini düşünmemekle- bin adam, bir adam hükmüne sükût eder.” (H.Ş.589)
1975/3- “Müddet-i hayatımda tecrübelerimle fikrimde tevellüd eden şudur:
Yeis en dehşetli bir hastalıktır ki, âlem-i İslâm’ın kalbine girmiş. İşte o yeistir ki bizi öldürmüş gibi, garbda bir-iki milyonluk küçük bir devlet, şarkta yirmi milyon Müslümanları kendine hizmetkâr ve vatanlarını müstemleke hükmüne getirmiş. Hem o yeistir ki, yüksek ahlâkımızı öldürmüş, menfaat-ı umumiyeyi bırakıp menfaat-ı şahsiyeye nazarımızı hasrettirmiş. Hem o yeistir ki, kuvve-i maneviyemizi kırmış. Az bir kuvvetle, imandan gelen kuvve-i maneviye-i hârika, me’yusiyetle kırıldığı için, zâlim ecnebiler dörtyüz seneden beri üçyüz milyon Müslümanı kendilerine esir etmiş. Hatta bu yeis ile başkasının lâkaydlığını ve füturunu kendi tenbelliğine özür zannedip “Neme lâzım” der, “Herkes benim gibi berbattır” diye şehamet-i imaniyeyi terkedip hizmet-i İslâmiyeyi yapmıyor. Madem bu derece bu hastalık bize bu zulmü etmiş, bizi öldürüyor; biz de o katilimizden kısasımızı alıp öldüreceğiz.
¬yÁV7~ ¬}«W²&«‡ ²w¬8 ~YO«X²T«# « (39:53) kılıncı ile o yeisin başını parçalayacağız. yÇV6 ¾«h²B< « yÇV6 ¾«‡²f< « _«8 (1) hadisinin hakikatıyla belini kıracağız inşâallah.
Yeis; ümmetlerin, milletlerin “seretan” denilen en dehşetli bir hastalığıdır. Ve kemalâta mâni ve z¬" >¬f²A«2 ¬±w«1 ¬w²K& «f²X¬2 _«9«~ (2) hakikatına muhaliiftir; korkak, aşağı ve âcizlerin şe’nidir, bahaneleridir. Şehamet-i İslâmiyenin şe’ni değildir. Hususan Arab gibi nev’-i beşerde medar-ı iftihar yüksek seciyelerle mümtaz bir kavmin şe’ni olamaz. Âlem-i İslâm milletleri Arab’ın metanetinden ders almışlar. İnşaalah yine Arablar ye’si bırakıp İslâmiyet’in kahraman ordusu olan Türklerle hakiki bir tesanüd ve ittifak ile el ele verip Kur’an ‘ın bayrağını dünyanın her tarafında ilân edeceklerdir.” (H.Ş. 43-45)
1976- Kemmiyet ve çokluk hırsı, ihlas hakikatına da zarar verir. Evet “Cenab-ı Hakk’ın rızası ihlas ile kazanılır. Kesret-i etba’ ile ve fazla muvaffakiyet ile değildir. Çünki onlar vazife-i İlahiyeye ait olduğu için istenilmez; belki bazan verilir. Evet bazan bir tek kelime sebeb-i necat ve medar-ı rıza olur. Kemmiyetin ehemmiyeti o kadar medar-ı nazar olmamalı. Çünki bazan bir tek adamın irşadı, bin adamın irşadı kadar rıza-i İlahîye medar olur. Ey sevaba hırslı ve a’mal-i uhreviyeye kanaatsız insan! Bazı Peygamberler gelmişler ki, mahdud birkaç kişiden başka ittiba edenler olmadığı halde, yine o peygamberlik vazife-i kudsiyesinin hadsiz ücretini almışlar. Demek hüner, kesret-i etba’ ile değlidir. Belki hüner, rıza-yı İlahîyi kazanmakladır. Sen neci oluyorsun ki, böyle hırs ile “Herkes beni dinlesin” diye vazifeni unutup, vazife-i İlahiyeye karışıyorsun? Kabul ettirmek, senin etrafına halkı toplamak Cenab-ı Hakk’ın vazifesidir.Vazifeni yap, Allah’ın vazifesine karışma.” (L.152)
1977- Keyfiyeti esas alan Bediüzzaman Hazretleri şöyle diyor:”Kemmiyet, keyfiyete nisbeten ehemmiyetsiz olduğundan, halis bir hâdim olarak hakikat-ı ihlas ile, herşeyin fevkinde hakaik-ı imaniyeyi on adama ders vermek, büyük bir kutbiyetle binler adamı irşad etmekten daha ehemmiyetli görüyorum. Çünki o on adam, tam o hakikatı herşeyin fevkinde gördüklerinden sebat edip, o çekirdekler hükmünde olan kalbleri, birer ağaç olabilirler.”(E.L.I.75)
1978- Allah, sivrisinek misaliyle insanların çoğunu dalalete, bir çoğunu da hidayete götürür manasındaki (2:26) ~®h[¬C«6 ¬y¬" >¬f²Z«<«— ~®h[¬C«6 ¬y¬" Çu¬N< âyetinde iki kere geçen “evvelki ~®h[¬C«6 den kemmiyet ve adetçe çokluk irade edilmiştir. İkinci ~®h[¬C«6 den keyfiyet ve kıymetçe çokluk kasdedilmiştir. Ve aynı zamanda, Kur’anın nev-i beşere rahmet olduğunun sırrına işarettir. Evet insanların az bir kısmının fazilet ve hidayetlerini çok görmek ve göstermek, Kur’anın beşere karşı merhametli ve lütufkâr olduğunu gösterir. Ve keza bir fazilet sahibi, bin faziletsize mukabildir. Bu itibarla, fazileti taşıyan az olsa da, çok görünür. (İ.İ.172)
Bir atıf notu:
-Bi’set-i enbiya ile kemalat kazananlar, bozulan ekserisine racihtir, bak: 1657.p.
1979- Kemmiyet hakkında âyetlerden birkaç not:
-Sayıca az fakat keyfiyette yüksek olanların, kemmiyetçe çok olanlara galibiyetleri: (2:249)
-Kemmiyete güvenme sebebiyle Huneyn’de mağlubiyet hâdisesi: (9:25)
-Mal ve evlad çokluğuyla iftihar edip gururlananların hali: (57:20)
-Haktan ayrılmış olan ekseriyete ittiba etmemek: (6:l16)(Bak: 525.p.sonu)
-Keyfiyeten yüksek olanlarla beraber olmak: (18:28)
-Emrolunduklarını yaşamayan (sadakatsız) ekseriyet içinde muktesid (vasat) bir cemaat-ı kalile: (5:66) (ll:l16)
-Kötülerin çokluğuna ehemmiyet vermemek (5:100)
-Halk ekseriyetine uymayı gerektirmeyen husus, bak: 4038.p.da bir âyet notu.
-Ekseriyet kelimesinin geçtiği âyetlerden notlar, bak: 1689/1.p.
1980- qqKERAMET }8~h6 : Kerem, ikram, ağırlama. Bağış. *Allah (C.C.) indinde makbul bir veli abdin (yani adi beşeriyetten bir derece tecerrüd edebilen zatların) lütf-u İlahî ile gösterdigi büyük marifet ve hârika hal. Velayet mertebelerinde yükselen bir abdin hilaf-ı âdet hali. (Bak: Himmet, istidrac, Mu’cize, Tarikat)
“Velilerin himmetleri, imdatları, manevi fiilleriyle feyiz vermeleri hâlî veya fiilî bir duadır. Hâdi, Mugis, Muin ancak Allah’tır. Fakat insanda öyle bir latife, öyle bir halet vardır ki, o latife lisanıyla her ne sual edilirse, -velev ki fâsık da olsun-Cenab-ı Hak o latifeye hürmeten o matlubu yerine getirir. O latife pek uzaktan bana göründü ise de, teşhis edemedim.” (M.N. 240) (Bak: 3964/2.p.)
“Evet öyle bir latifedir ki, hadis-i şerifte _«;Åh«"««¬yÁV7~|«V«2²a«W«K²5«~~«†¬~ (*) yani, o latife Allah’a yemin ettiği zaman, Allah onun yeminini doğruluyor, yani dilediğini kabul ediyor.” (M.Nu.542)
Atıf notları:
-Ehl-i Sünnet haricinde velayet, bak: 2364 ilâ 2366.p.lar
-İmam-ı Rabbani’nin (R.A.) hakaik-i imaniyenin inkişafını ve vuzuhunu keramâta üstün tutması, bak: 151.p.
-Niyet-i hâlisenin kerameti, bak: 3260.p.
-Kerametlerin, bazı kimselerin ihlasına zarar vermesi, bak: 1519.p.
1981- qqKERAMET-İ İLMİYE y[WV2 ¬}8~h6 : İktisab suretiyle olmayıp, vehbî yani Cenab-ı Hakk’ın atiyyesi olarak geniş bir ilme mazhariyetten hasıl olan ilmî keramet. *İlim tahsili ile çok büyük ilim sahibi olan bir allameden çok daha yüksek, vâsi’ ve hârikulâde bir ilme mazhar bulunan, hem ilmî dehası ve fart-ı zekâsı tecrübelerle ve hârika eserleri ile sabit ve müsellem olarak bir ferd-i ferid-i zaman halinde zuhur ve iştihar eden ender evliyaullahtan vücuda gelen ve zuhur eden, nur-efşan, hikmet-feşan ilmî keramet, ilmî hârika. (Z.Gündüzalp)
1982-qqKERAMET-İ KEVNİYE y[9Y6 }8~h6 : Kudret-i Rabbaniyenin ihsanı ile letafet kesbedip havada uçmak, uzun yolu kısa zamanda gitmek, bir mü’minin bir sıkıntısı halinde Cenab-ı Hakk’a dua edip ind-i İlahîde makbul bir zattan yardım istemekle, o zatın izn-i İlahî ile o muztar kimsenin imdadına yetişmesi. Kale gibi muhkem bir yerde, üzerinden kilitli muhkem bir hücresinde hapis olan bir zatın, orada ibadet ve taatla meşgul olduğu bir zamanda görüldüğü halde, aynı zat aynı zamanda çarşıda halk arasında veya camide görülmesi ve bir zata şiddetli ve kesretli zehirlemelerle su-i kasdlar yapıldığı halde, ona zehir te’sir etmemesi ve ona düşmanları tarafından kurşun isabet ettirilememesi ve tayy-ı mekân ve bast-ı zaman gibi hârika hallere mazhar olması gibi hâdiselere o zatın “keramet-i kevniyesi” denilmektedir. Bu gibi hârika haller Cenab-ı Hak indinde ve Resul-ü Ekrem (A.S.M.) yanında makbul ve mahbub olan ender velilerde zuhur eder. (Z.Gündüzalp)
“Bir zaman meşhur bir allameyi, harbin müteaddid cephesinde cihada gidenler görmüşler, ona demişler... O da demiş: “Bana sevab kazandırmak ve derslerimden ehl-i imana istifade ettirmek için benim şeklimde bazı evliyalar benim yerimde işler görmüşler.” Aynen bunun gibi, Denizli’de camilerde beni gördükleri hatta resmen ihbar edilmiş ve müdür ve gardiyana aksetmiş. Bazıları telaş ederek, “Kim ona hapishane kapısını açıyor?” demişler. Hem burada dahi aynen öyle oluyor. Halbuki benim çok kusurlu, ehemmiyetsiz şahsiyetime pek cüz’î bir hârika isnadına bedel, Risale-i Nur’un hârikalarını isbat edip gösteren “Sikke-i Gaybî Mecmuası” yüz derece, belki bin derece ziyade Nurlara itimad kazandırır ve makbuliyetine imza basar. Hususan Nur’un kahraman talebeleri, hakikaten hârika halleri ve kalemleriyle imza basıyorlar.” (Ş.485)
Birkaç atıf notu:
-Şah-ı Geylani’nin ba’delmemat tasarrufu, bak: 36,37.p.lar.
-Geylani Hazretlerinin yemiş olduğu tavuğun keramet olarak tekrar canlanması, bak: 39.p.
-Bast-ı zaman hâdiseleri, bak: 4027, 4028.p.ları.
-Makamat-ı evliyadan makam-ı Hızır, bak: 3676.p.başı
1983- “Kerametin izharı, zaruret olmadan zarardır. İkramın izharı ise, bir tahdis-i ni’mettir. Eğer keramet ile müşerref olan bir şahıs, bilerek hârika bir emre mazhar olursa, o halde eğer nefs-i emmaresi baki ise, kendine güvenmek ve nefsine ve keşfine itimad etmek ve gurura düşmek cihetinde istidrac olabilir. Eğer bilmiyerek hârika bir emre mazhar olursa meselâ birisinin kalbinde bir sual var, intak-ı bilhak nev’inden ona muvafık bir cevap verir; sonra anlar. Anladıktan sonra kendi nefsine değil, belki kendi Rabbisine itimadı ziyadeleşir ve “Beni benden ziyade terbiye eden bir hafizim vardır” der, tevekkülünü ziyadeleştirir. Bu kısım, hatarsız bir keramettir; ihfasına mükellef değil, fakat fahr için kasden izharına çalışmamalı. Çünki onda zahiren insanın kesbinin bir medhali bulunduğundan, nefsine nisbet edebilir. Amma ikram ise: O kerametin selâmetli olan ikinci nev’inden daha selâmetli, bence daha âlîdir. İzharı, tahdis-i ni’mettir. Kesbin medhali yoktur, nefsi onu kendine isnad etmez.” (M. 32)
1984- “Sahabelerin velayeti, velayet-i kübra denilen, veraset-i nübüvvetten gelen, berzah tarikına uğramıyarak, doğrudan doğruya zâhirden hakikata geçip, akrebiyet-i ilahiyenin inkişafına bakan bir velayettir ki, o velayet yolu gayet kısa olduğu halde gayet yüksektir. Hârikaları az, fakat meziyatı çoktur. Keşif ve keramet orada az görünür. Hem evliyanın kerametleri ise, ekserisi ihtiyarî değil. Ummadığı yerden, ikram-i İlahî olarak bir hârika ondan zuhur eder. Bu keşif ve kerametlerin ekserisi de, seyr ü sülûk zamanında, tarikat berzahından geçtikleri vakit, adi beşeriyetten bir derece tecerrüd ettiklerinden, hilaf-ı âdet hâlâta mazhar olurlar.” (M.50)
1985- Hem «ehl-i velayet, hizmet ve meşakkat ve musibet ve külfeti hoş görüyorlar, nazlanmıyorlar, şekva etmiyorlar, “Elhamdülillahi alâ külli hal” diyorlar. Keşif ve keramet, ezvak ve envar verildiği vakit, bir iltifat-ı İlahî nev’inden kabul edip setrine çalışıyorlar. Fahre değil, belki şükre, ubudiyete daha ziyade giriyorlar. Çokları o ahvalin istitar ve inkıtaını istemişler, ta ki amellerindeki ihlas zedelenmesin. Evet makbul bir insan hakkında en mühim bir ihsan-ı İlahî, ihsanını ona ihsas etmemektir; ta niyazdan naza ve şükürden fahre girmesin. İşte bu hakikata binaendirki, velayeti ve tarikatı istiyenler; eğer velayetin bazı tereşşuhatı olan ezvak ve keramatı isterlerse ve onlara müteveccih ise ve onlardan hoşlansa; baki uhrevi meyveleri, fani dünyada, fani bir surette yemek kabilinden olmakla beraber velayetin mayesi olan ihlası kaybedip, velayetin kaçmasına meydan açar.” (M.451)
“Sırr-ı tarikatı anlamıyan birkısım mutasavvıfe, zaifleri takviye etmek ve gevşekleri teşci’ etmek ve şiddet-i hizmetten gelen usanç ve meşakkati tahfif etmek için, istenilmeyerek verilen ezvak ve envar ve keramatı hoş görüp meftun olur; ibadata, hidemata ve evrada tercih etmekle vartaya düşer.” (M.455)
1986-”Deniliyor ki: Madem Risale-i Nur hem kerametlidir, hem tarikatlardan ziyade iman hakikatlarının inkişafında terakki veriyor ve sadık şakirdleri kısmen bir cihette velayet derecesindedir. Neden evliyalar gibi manevi zevkler ve keşfiyatlara ve maddi kerametlere mazhariyetleri görülmüyor; hem onun talebeleri de öyle şeyler aramıyorlar. Bunun hikmeti nedir?
Elcevab: Evvela: Sebebi, sırr-ı ihlastır. Çünki dünyada muvakkat zevkler, kerametler tam nefsini mağlub etmeyen insanlara bir maksad olup, uhrevî ameline bir sebeb teşkil eder, ihlası kırılır. Çünki amel-i uhrevî dünyevî maksadlar, zevkler aranılmaz. Aranılsa sırr-ı ihlası bozar.
1987- Saniyen: Kerametler, keşfiyatlar, tarikatta sülûk eden ami ve yalnız imanı taklidî bulunan ve tahkik derecesine girmeyenlere, bazan zayıf olanları takviye ve vesveseli şübhelilere kanaat vermek içindir. Halbuki Risal-i Nur’un imanî hakikatlarına gösterdiği hüccetler, hiç bir cihette vesveselere meydan vermediği gibi, kanaat vermek cihetinde kerametlere, keşfiyatlara hiç ihtiyaç bırakmıyor. Onun verdiği iman-ı tahkikî, keşfiyat, zevkler ve kerametlerin çok fevkinde olmasından, hakiki şakirdleri öyle keramet gibi şeyleri aramıyorlar.
1988- Salisen: Risale-i Nur’un bir esası, kusurunu bilmekle mahviyetkârane yalnız rıza-i İlahî için rekabetsiz hizmet etmektir. Halbuki keramet sahibleri ve keşfiyattan zevklenen ehl-i tarikatın mabeynindeki ihtilaf ve bir nevi rekabet ve bu enaniyet zamanında ehl-i gafletin nazarında onlara si-i zan edip o mübarek zatları, benlik ve enaniyetle ittiham etmeleri gösteriyor ki; Risale-i Nur’un şakirdleri şahsı için keramet ve keşfiyatlar istememek peşinde koşmamak lâzım ve elzemdir. Hem onun mesleğinde şahsa ehemmiyet verilmiyor. Şirket-i maneviye ve kardeşler birbirinde tefani noktasında Risale-i Nur’un mazhar olduğu binler keramet-i ilmiye ve intişar-ı hizmetteki teshilat ve çalışanların maişetindeki bereket gibi ikramat-ı ilahiye umuma kâfi gelir; daha başka şahsî kemalat ve kerameti aramıyorlar.
Dostları ilə paylaş: |