İsmail arabaci kiMDİR


BALKANLAR’DAKİ MÜSLÜMANLIK AZINLIK



Yüklə 2,91 Mb.
səhifə266/269
tarix07.01.2022
ölçüsü2,91 Mb.
#83021
1   ...   261   262   263   264   265   266   267   268   269

BALKANLAR’DAKİ MÜSLÜMANLIK AZINLIK



Balkan Müslümanların Azınlık Konumuna Geçmeleri

1878 yılındaki Berlin Antlaşması, belli başlı her Ortodoks Hıristiyan topluluğun kendi bağımsız, toprak bütünlüğü olan ulusal devletini kurmasına olanak sağlayarak Müslümanları azınlık haline getiren ideolojik ve kültürel süreci tamamlamış oldu. Böylelikle Sırbistan, Romanya, Karadağ ve Bulgaristan (Birinci Dünya Savaşı öncesine kadar resmen sultanın egemenliği altındaydılar), neredeyse bir gecede etnik ve tarihsel isimler altında bağımsız birer devlet oldular. Yunanistan zaten (1830 yılında) bağımsızlığını kazanmıştı. Avusturya 1878 yılında, kısmen Sırpların Adriyatik’e açılma isteklerini engellemek için Bosna-Hersek’i işgal etti. Sonunda 1913 yılında Osmanlının Balkanlar’daki son önemli toprakları olan Makedonya ve Trakya, Sırbistan, Yunanistan ve Bulgaristan tarafından işgal edilerek bölüşüldü. Bu yeni ulusların her birinde, iktidardaki hakim sınıfla pek ortak yanları olmayan büyük bir Müslüman nüfusu ya da başka halklar bulunuyordu. Bu durum özellikle de 1913 yılından sonraki ilhaklar için geçerliydi. Örneğin, Makedonya’nın Sırbistan tarafından işgal edilen bölümlerinde Sırplar, tıpkı Bulgarların ve Yunanlıların ele geçirdikleri ülke topraklarının çoğunda olduğu gibi küçük bir azınlığı oluşturuyorlardı.

İşgal güçleri Müslümanları, etnik ve dinsel aidiyetlerini dikkate almaksızın göçe zorlayarak demografik dengeyi kendi lehlerine kurmaya çalıştılar. Balkanlar’da “Türk” sözcüğü, “Müslüman’la eşanlamlıydı. Balkan Müslümanlarının çoğunluğunun etnik ya da dinsel açıdan Türk olmamasının, yeni “ulusal” devletlerin yöneticileri açısından hiçbir önemi yoktu; çünkü din, Balkanlar’daki ulusal özdeşleşmenin başlıca göstergesiydi. (Bu, bugün hala büyük ölçüde geçerlidir.) Aynı ölçütün, Bosna Slavlarını, İlirya Arnavutlarını ve Yunanları Müslüman oldukları taktirde “Türk” olarak kabul eden Osmanlı devletinde de ( ve daha sonra modern Türkiye’de) geçerli olması ilginçtir. Sınırların değişmesinin ve gönüllü ya da zorunlu göçlerin sonucunda Müslümanlar, Arnavutluk dışında 19. yüzyılda kurulan bütün Balkan devletlerinde azınlık durumuna geldiler. Arnavutlar da 1912 yılında bağımsızlıklarını ilan ederek azınlık olmaktan kurtuldular.

Balkan bölgesi aslında Berlin Antlaşması’nın getirdiği resmi ulus-devlet kavramına pek uygun değildi. Bölgedeki hiçbir ülke, gerçekten ulus olarak adlandırılabilecek kadar din, dinsel ve etnik bir türdeşliğe sahip değildi (belki 1858 yılında Romanya’yı oluşturmak üzere birleşen Eflak ve Boğdan dışında.) Aynı dili konuşan topluluklar, dini (örneğin, Ortodoks Sırplar ve Katolik Hırvatlar) ve az da olsa bölgesel farklılıklar veya farklı tarihsel deneyimler nedeniyle bölünmüşlerdi. Sonuçta, her yeni devlet sahip olduğu devlet araçlarından yararlanarak, bir dili ulusal dil ilan ettiler ve standart bir “tarih” yorumun, “milli” bir edebiyatı ve çoğu kez toprak yayılmacılığını da içeren geleceğe yönelik hedeflere ilişkin özel bir görüşü yaymaya yönelik eğitim sistemini de kullanarak bir “ulus” yaratmaya giriştiler.

Balkan devletlerinde, devletin ayakta kalmasının en büyük güvencesinin kültürel ve dini türdeşlik olduğu görüşüne inanıldı ve buna bağlı kalındı. Başka bir deyişle, “ulus”un “devlet” karşısında öncelikli olduğu varsayıldı; ulusal birliği ve dayanışmayı güçlendirmeyi amaçlayan her kanunun, azınlık haklarını dikkate almasa bile yasal ve yararlı bir kanun olduğu düşünüldü. Balkanlar’daki komünist rejimler, bilhassa 1947 yılından itibaren, bir yandan halkların kardeşliği telkininde bulunurken diğer yandan bütün azınlıklara karşı asimilasyon politikalarını benimsediler ve ‘burjuva ulusalcılığını’ yani azınlıkları kendi kültürel miraslarını savunma çabalarını acımasızca yargılayıp cezalandırdılar. Çavuşesku gibi cahil ve megalomanın dik alası biri bile, diktatörlüğün ilk yıllarında, büyük ölçüde etnik gururu istismar ettiği ve vatanseverlik ve ulusalcılık adına yabancı düşmanlığını körüklediği için geniş bir destek sağlamıştı. Bulgaristan’ın Jivkov’u gibi o da, türdeş ve yekpare bir ulusal devletin mimarı olarak tarihe geçmek istedi. Balkan idarelerinin gözünde Müslümanlar, birleşik ve türdeş bir ulus oluşturma çabası önündeki en büyük engeli oluşturuyor ve asimile olmayı reddettikleri için de devletin güvenliğini tehdit ediyorlardı. Sonuçta Müslümanlar, nüfusun güvenilmez yabancı bir öğesi olarak değerlendirildiler. Oysa Balkan Müslümanları, devletlerine bağlı olmuşlar ve orduya hizmet de dahil olmak üzere bütün vatandaşlık görevlerini sadık bir biçimde yerine getirmişlerdi.

Berlin Antlaşması, Osmanlı düzeninin temel taşı olan eşitlik kavramını ve dini cemaatlerin özerkliğini ortadan kaldırdı. Üniter bir ulus devlet kavramına yasallık kazandırdı. Çoğunluğu oluşturan topluluk iktidara geçti, büyüklükleri ve tarihleri göz ardı edilen diğer topluluklar ise iktidardakilerin iradesine tabi oldular. Berlin Antlaşması’na biçim verenler, yasal “azınlıklar” ı oluşturduktan sonra, özellikle başta Müslümanlar olmak üzere dini azınlıkların haklarını korumayı amaçlayan iki koşulu benimsediler.

1878 antlaşmasının taslak olarak hazırlandığı Berlin Kongresi’ne katılanların, seküler ulus-devlet kavramına bağlı oldukları halde Balkan azınlıklarının yine de hala din bağlamında değerlendirdikleri burada vurgulanmalıdır. Bu nedenle antlaşma, bütün etnik azınlık topluluklarını, farklı etnik kimlikleri benimsemiş olan hükümetler tarafından “ulusal” hakları dikkate alınmaksızın yönetilmeye mahkum ederek göz ardı etmiş oldu; örneğin Yunanlılar Bulgaristan da bırakılmış, Vlahlar, Sırp ve Yunan idaresi altına alınmıştı. Yine de, antlaşma da dini özgürlük ve eşitlik, şu ifade ile sağlanmaya çalışılmıştı: “İnanç farklılıkları, kamu görevine alınma da, işlevlerin ve unvanların kabulünde, ya da herhangi bir yerde çeşitli mesleklerin ve görevlerin yerine getirilmesinde kimseye karşı yetkisiz kılma ve dışlama nedeni olarak kullanılamaz.” Ayrıca “( ülkenin adı veriliyor) halkı kadar yabancılar da bütün dinlere inanma ve açıkça ibadet etme özgülüğüne sahiptir ve çeşitli cemaatlerin hiyerarşik örgütlenmesine ya da din liderleriyle olan ilişkilerine hiçbir engel getirilemez” denilmekteydi. Bu madde Bulgaristan ( mad.5), Karadağ ( mad.27), Sırbistan ( mad. 35 ) ve Romanya ( mad.44 ) ile ilgili bölümlerde de olduğu gibi korunmuştu.

Bir ulus devletindeki azınlıkların hakları en azından üç grupta düşünülebilir. Birinci gruptaki haklarla, azınlıkların, hakim çoğunluğun idaresi altında sürdürülebilecek ayrımcılığa karşı korunması amaçlanır. Başka bir deyişle, koruyucu düzenlemeler çoğunluğun yararlandığı siyasal, dini, kültürel, eğitim ve yurttaşlık haklarından azınlıkların da yararlanmasını sağlama amacını güder. İkinci gruptaki haklarla, azınlıklara bir dereceye kadar özerklik tanınması ve özel bir statü verilmesi hedeflenir. Buna mevcut siyasal yapılanmalarda ulusal bir varlık olarak kendilerini temsil etme hakkı da dahildir. Bu hakların tanınması bir azınlığın elbette ayrı bir etnik, dini ve kültürel bir topluluk olarak var olmasını sağlamakla birlikte, aynı zamanda onu nüfusun geri kalanından farklı da kılar. Osmanlı devleti, kendi dini azınlıklarına karşı bütün dini cemaatleri birbirinden ayıran ve sonunda ulusal-üniter bir devletin bünyesine dahil olmalarını olanaksız kılan bu politikayı benimsemişti. Osmanlı devletinin, 1876-1878 parlamentosunda dini topluluklara bir çeşit siyasal temsiliyet olanağı tanıyarak türdeş bir siyasal birlik içinde kaynaştırma çabası başarısız olmuştu. Çünkü bunun hem sultanın egemenliğini tehdit ettiği düşünülmüştü, hem de öneri Rusya’nın ve Avrupa’nın desteğini alamamıştı. Üçüncü gruptaki azınlık haklarıyla, bir azınlığın tehlike altındaki bir tür gibi davranmak ve çeşitli “olumlayıcı” önlemler yoluyla onu çoğunluğun ekonomik ve entelektüel düzeyine çekmek ve canlandırmaya çalışmak amaçlanır.

Berlin Antlaşması’nın, bağımsızlığını yeni kazanmış olan Balkan devletlerinin Müslüman tebaaya karşı ayrımcılık yapmasını engellemeyi amaçlayan ilk yaklaşımı benimsediği açıktır. Aslında Balkan Müslümanlarının Berlin Antlaşması’nın yürürlüğe girmesinden itibaren verdikleri mücadele, antlaşma yükümlülüklerini ihlal eden hakim çoğunluk tarafından maruz bırakıldıkları genel ayrımcılığı sona erdirmeyi amaçlamıştır.
Yazan: Kemal KARPAT -Wisconsin Üniversitesi Tarih Bölümü Öğretim üyesi-

Osmanlı Nüfusu (1830-1914). Tarih Vakfı Yurt Yayınları.



I. DÜNYA SAVAŞINDA ARAPLAR VE LLOYD GEORGE



Sanıldığı gibi 1. Dünya savaşında Osmanlı’ya karşı bütün Araplar isyan edip arkadan vurmamıştır. Araplar, sadece Osmanlı devletinin özel eyalet statüsü verdiği, hatta ordu için asker bile toplamadığı Mekke ve Medine’nin içinde bulunduğu Hicaz’da Osmanlı’ya karşı İngilizlerin yanında savaşmışlardır. Hicaz emiri Şerif Hüseyin, Hz. Muhammed’in torunu Hz. Hasan’ın soyundan gelmektedir. Bu nedenle Osmanlılar kutsal yerlerin yönetimini Peygamberimizin kabilesi olan Haşimilere bırakmış, merkezi denetiminden feragat etmiştir. Bununla birlikte son zamanlarda Medine’ye kadar Hicaz demiryolunu yapmış ve Medine’de büyük bir Osmanlı garnizonu kurmuşlardır. II. Abdülhamid zamanında dahi Hicaz emirinin bağımsızlık özlemi içinde olduğu gözlemlenmiş ve bu nedenle İstanbul’a getirtilerek gözlem altında tutulmuş ve oğlu Abdullah Hicaz’ı idare etmiştir. Ne var ki 1. Dünya savaşı başladığında Şerif Hüseyin Mekke’ye dönmüştür. Osmanlı’ya karşı Şerif Hüseyin başlangıçta sadık kalmış fakat İttihat ve Terrakki hükümetinin savaşı kazandığı takdirde, Şerif Hüseyin’i yerinden edeceğini öğrendiği zaman böylece Şerif Hüseyin kendisinin resmen İngilizlerin ortağı olmaktan başka şansı olmadığını görmüştür. Ancak Şerif Hüseyin yine de Osmanlı’ya karşı bir harekete geçmemiş, İngiliz casusu Lawrence Şerif Hüseyin’in oğlu Faysal ile kurduğu ilişki neticesinde Mekke’de isyan başlamış ama Arapların haydutlardan ve bedevilerden oluşan küçük ordusu Medine’deki Osmanlı garnizonu nedeniyle Medine’den daha fazla kuzeye gidememiştir. Zaten bu bedevi ve haydut çetelerinden oluşan bu küçük düzensiz orduyu bir arada tutan şey, casus Lawrence’n verdiği İngiliz altınları idi. İngiliz birlikleri sayesinde Medine’deki Osmanlı birliği yok edilmiş, en büyük kıyımı da Mekke’nin Arapları yapmış, Medine Arapları ise Osmanlı’nın yanında yer almıştır. Osmanlı’nın doğrudan kendisinin yönettiği Irak ve Suriye’de ise kesinlikle Osmanlı’ya karşı bir girişim olmamış ve hatta savaşın sonuna kadar da Osmanlı’nın yanında yer almışlardır. Hatta Iraklılar daha ileri giderek başlarına bir Türk hükümdarın gelmesini bile istemişlerdir. Osmanlı’nın Araplar arasındaki en büyük destekçileri Suriye içinde kalan Şam, Hama, Humus ve Halep kentleri olmuştur. Savaş yıllarında her zaman Hıristiyanlar tarafından yönetilmektense, Müslüman Türkler tarafından yöneltilmeyi yeğlemişlerdir. Filistin ise İngiliz ve Osmanlı yanlısı olarak ikiye ayrılmıştır. İlginçtir; Filistin’de bir kasabadaki Osmanlı birliği bir yıl boyunca Prens Faysal ‘ın Araplarının kuşatmasına dayanmış ve ancak Avustralya’lı İngiliz birlikleri gelince Prens Faysal Araplarının kıyımından korunacakları sözü üzerine teslim olmuşlardır. Allah’ın takdiri Osmanlı’ya bölgedeki Hıristiyan ve Yahudilerin yapmadığı kötülüğü yapan ve Filistin’i Yahudilere vermekte İngilizlerle anlaşan (nasıl Müslümansa) Müslüman Faysal, kendisini Suriye Kralı olacağını sanmış fakat Allah nasip etmemiştir. Şerif Hüseyin ise İngilizlerin kendisine yardım etmesine rağmen Hicaz bölgesinde tutunamamış ve İngilizlerin sonradan kerhen destek vermek zorunda kaldığı İbn Suud kendi iradesiyle Hicaz’ı da alarak Arabistan yarımadasında bütünlüğü sağlamış ve resmi mezhep olarak da (aslında mezhepsizlik demek olan) Vehabiliği getirmiştir. (Vehabilik peygamber ile dört halifeden başkasını ve icma ile kıyası tanımamakla Sünnilik ile Şiiliğe karşı olmuştur.) Buradan anlaşılmaktadır ki, Osmanlı doğrudan kendisinin yönettiği topraklarda halkın kendisine bağlılığı, Müslüman birlikteliği sayesinde Osmanlılık olgusu ile temin etmiş ama özerk idare edilen bölgelerde, o bölgenin yerel hükümdarı tarafından daima ihanete uğramıştır.
1. Dünya savaşının son yıllarında İngiltere başbakanı olan Lloyd George, Osmanlı İmparatorluğunun, dolayısıyla da Türklerin ve Arapların kaderini derinden etkilemiştir. Lloyd George koyu bir Hıristiyan olduğu için Müslümanların başı olan halifenin devletinin temelini oluşturan Türklerin fanatik bir düşmanıydı ve Helenizm’in (Yunanlıların İzmir’i işgalinin) yılmaz savunucusuydu. Ayrıca, Filistin’de milli bir Yahudi yurdu kurulmasını isteyen Siyonizm’in destekçisiydi ve elinden geldiğince bunun için de çalıştı. Filistin’e Yahudilerin yerleşmesine karşı olan Filistin İngiliz askeri yönetimini görevden alarak Yahudi kökenli bir İngiliz’i Filistin’e sivil vali olarak atamış ve olayların Yahudilerin lehine gelişmesini sağlamıştır. Fransa ise, günümüzün Ürdün, İsrail, Lübnan ve Suriye devletlerini bir çatı altında Büyük Suriye olarak istemiş ve Siyonizm’in de açıkça karşısında yer almıştır. İsa’nın doğup yaşadığı yerlerin Yahudilerin eline geçmesini istememiştir.

Enver Paşa, Mondros ateşkes antlaşması imzalanmasaydı, 1918 yılında pantürkist hayalini belki gerçekleştirebilirdi. Osmanlı orduları, güneyde İngilizlere yenilirken doğuda zaferden zafere koşmuş, bütün Azerbaycan’ı alarak Bakü ve Tebriz’e ulaşmıştır. 1918 yılında Osmanlı ordularının önünde ne Ruslar ne de İran askeri vardı. Çünkü Rusya kendi iç savaşıyla uğraşıyordu ve daha önce elindeki ordusu Ruslar ve İngilizler tarafından yok edilip kukla haline getirilen Şahın yönetemediği bir İran bulunuyordu. Enver Paşa kendisinin yanlış kararları sonucu Sarıkamış’ta Türk ordusunun büyük bir kısmını soğuktan öldürmeseydi, Almanlar savaşta yenilmesine rağmen Türkler savaşı sürdürüp, istediklerini alabilirlerdi. Çünkü, İngiltere ve Fransa’da bu savaşın sonuna doğru tükenmişlerdi. Yeni bir savaşı göze alacak asker ve motivasyonları yoktu. Savaş, Bulgaristan’ın savaştan çekilmesiyle birlikte yön değiştirmişti. 1918’e kadar savaş bariz olmasa da Alman müttefiklerinin lehine gelişiyordu. Enver Paşa İngilizler’e İmparatorluğun Arap topraklarını vermeyi göze almışken, Kafkasya, İran ve Türkistan’ı alabileceğini sanıyordu ve de alabilirdi aslında. Fakat, Enver Paşa ne kadar iyi niyetli olursa olsun, zeki, pratik, politikacı ve uzlaşmacı bir lider değildi. Hatta liderlik özelliklerinden yoksundu. Enver Paşa’nın yerine Mustafa Kemal gibi birisi olsa zaten Osmanlı yıkılmadan önce Türklerin kaderini değiştirebilir ve dünya politik sahnesinde daha etkin bir Türkiye’nin temelleri atılabilirdi. Mondros ateşkes antlaşmasından sonra her şey değişti, Osmanlı askeri silah bıraktı, evine dönmeye başladı ve böylece günümüzün S.S.C.B.nin dağılmasına kadar varan statükosu oluştu. Zaten pantürkist düşüncenin önündeki en büyük engel İngiltere’nin Muhafazakar partisinin liberal başbakanı idi. Başbakan Lloyd George, Türk dostu Muhafazakar Partinin genel düşüncesinin aksine ne olursa olsun Türklerin bitirilmesini istiyordu. Bence, Arapların ve Türklerin lanet okumasını gerektirecek kadar Müslümanlara kötülüğü dokunmuş bir kişidir Lloyd George.


Kaynak: David FROMKİN. Barışa Son Veren Barış. Epsilon Yayınları.


Yüklə 2,91 Mb.

Dostları ilə paylaş:
1   ...   261   262   263   264   265   266   267   268   269




Verilənlər bazası müəlliflik hüququ ilə müdafiə olunur ©muhaz.org 2024
rəhbərliyinə müraciət

gir | qeydiyyatdan keç
    Ana səhifə


yükləyin