Jack London Martin Eden



Yüklə 1,69 Mb.
səhifə23/36
tarix24.12.2017
ölçüsü1,69 Mb.
#35856
1   ...   19   20   21   22   23   24   25   26   ...   36

382


Jack London

evlerinde görmesine pek imkan kalmamıştı artık. Orada karşılaştığı ve kısa bir zaman önce kendilerine aşağıdan baktığı yüce varlıklar, şimdi sıkıyordu onu. Artık yücelikleri filan kalmamıştı. Çektiği sıkıntılar, uğradığı hayal kırıklıkları, sıkı çalışması yüzünden Martin sinirli, huysuz olmuştu ve bu çeşit kimselerle konuşmak onu deliye çeviriyordu. Haksız yere egoistlik etmiyordu Martin. Bu adamların kafalarının darlığını, kitaplarda okuduğu düşünürlerin kafalarıyla ölçmüştü. Profesör Caldwell dışında, Ruth'ların evinde hiçbir büyük kafaya rastlamamış, Profesör Caldwell'i ise bir kerecik görebilmişti. Geriye kalanlara gelince, onlar birer kafasız, birer budala, yüzeysel, dogmatik, cahil insanlardı. Martih'i asıl hayrete düşüren de bunların cehaletiydi. Ne olmuştu bu insanlara? Eğitimleri nereye gitmişti bunların? Onlar da Martin'in okuduğu kitapları okumuşlardı. Nasıl olmuştu da bunlar bu kitaplardan hiçbir şey çıkaramamışlardı?

Martin, büyük kafaların, derin ve akılcı düşünürlerin varolduğunu biliyordu. Delilleri kitaplardı, onu Morse'ların standardının, üstünde eğiten kitaplar. Yine, Morse'ların çevresinde rastlanılabilecek olandan daha yüksek kafaların dünya yüzünde bulunabileceğini de biliyordu, ingilizlerin sosyete romanlarını okumuş, orada erkeklerle kadınların siyasetten, felsefeden bahsettiklerini görmüştü. Büyük şehirlerde, hatta Amerika'da bile bulunan, sanat ve aklın biraraya geldiği salonlardan bahseden yazılar da okumuştu.

Vaktiyle aptalca, işçi sınıfının üstündeki herkesin akıl kudretine ve güzellik anlayışına sahip kişiler olduğuna inanmıştı. Onun kafasında kültür ve dolar, eskiden hep birbirine paralel gitmiş, kolej eğitimiyle

383

Martin Eden



üstadlığın aynı şey olduğuna inanmakla da yanılmıştı.

O da kendi yolunda mücadele edip, daha çok yükselecekti. Ruth'u da yanına alacaktı bu gidişle. Ruth'u bütün kalbiyle seviyor, onun her gittiği yerde parlayacağına inanıyordu. Eskiden, kendi çevresinin nasıl onu Ruth'dan ayıran engel olduğunu biliyor idiyse, şimdi de aynı şekilde Ruth'un geride kalmış olduğunu anlıyordu. Ruth genişlemek fırsatını bulamamıştı. Babasının kütüphanesinde kitaplar, duvarlardaki tablolar, piyanoda çalınan müzik bütün bunlar, bir sürü aldatıcı gösterişten ibaretti. Gerçek edebiyatın, gerçek resimin, gerçek müziğin karşısında Morse'lar ve bütün Morse'ların cinsinden olanlar ölü kalıyordu. Bütün bu şeylerin hepsinden de büyük olan hayat hakkında ise hiç mi hiç bilgileri yoktu. Kafaları orta çağ kaf asıydı.

Martin işte böyle düşündü ve tanıştığı bu avukatlar, memurlar, iş adamları, banka kasiyerleri ile bildiği işçi sınıfının arasındaki farkın, yedikleri yemek, giydikleri elbise, yaşadıkları çevre arasındaki farkla aynı olduğunu aydınlık bir şekilde görene kadar da düşünmeye devam etti. Tabii, onlarda, onun kendinde ve kitaplarda bulduğu o fazlalık eksikti. Morse'lar ona sosyal durumlarının verdiği imkan içinde, en mükemmel şeyleri göstermişler, ama bu Martin'i hayran bırakmamıştı. Bir yoksul, tefecinin bir esiri olan kendisinin, Morse'larda tanıdığı kimselere çok üstün olduğunu biliyordu. Biricik temiz takım elbisesini rehinden çıkarır çıkarmaz da, onların arasında, keçi sürüleri arasında yaşamaya mahkum bir prensin duyabileceği hisse benzer bir yaralanmış haysiyet duygusuyla, titreyen,

384


Jack London

soyluluğunu hayattan alan bir dük gibi dolaşmaya başladı.

Bir akşam yemekte, Mr. Morse'a:

— Sosyalistlerden korkuyor ve onlardan nefret ediyorsunuz, demişti. Peki ama, neden? Ne sosyalistleri tanıyorsunuz, ne de doktrinlerini biliyorsunuz.

Konuşma Mrs. Morse tarafından buraya sürüklenmişti. Kasiyer, Martinin en sinirine dokunan insanlardan biriydi. Bu boş kafalı adam söz konusu olunca Martin, kendini pek tutamıyor, ağzına geleni söylüyordu.

— Evet, demişti. Charley Hapgood, yükselen delikanlı dedikleri cinsten bir adamdır. Doğrudur da. Ölmeden evvel valilik sandalyesine oturabilir, sonra kim bilir? Belki de Amerika Birleşik Devletleri Senatosuna da girebilir.

Mr. Morse:

— Bu tahmininiz neye dayanıyor? diye sormuştu.

— Onu bir seçim kampanyası sırasında konuşurken görmüştüm. O kadar aptalca hünerlerle dolu, o kadar orijinalitesi olmayan, aynı zamanda da o kadar ikna edici bir konuşmaydı ki, liderler ona güvene değer bir insan gözüyle bakmaktan kendilerini alamadılar, halbuki zırvalarının herhangi bir seçmenin zırvalarından hiç farkı yoktu. Kendi düşüncelerinizi başka kılığa sokup, onlara sunmakla bal gibi büyuleyebilirsi-niz.

Ruth da oradan bir çimdik atıp:

— Bana kalırsa, sen bal gibi kıskanıyorsun, Mr. Hapgood'u, demişti.

385


Martin Eden

— Tanrı yazdıysa bozsun!

Martin'in yüzündeki dehşet ifadesi, Mrs. Morse'u daha çok kışkırttı. Buz gibi bir ifadeyle:

— Herhalde, Mr. Hapgood'a aptal, demek istemi-yorsuınuzdur? diye sordu.

Aldığı cevap:

— Herhangi bir Cumhuriyetçiden, ya da alelade bir Demokrattan daha fazla değil, oldu. Hünerbaz olmadıkları zaman, bunların hepsi de aptaldır, içlerinde hünerbaz olan da çok azdır, Cumhuriyetçiler içinde akıllı olanlar sadece milyonerlerle onların bilinçli uşaklarıdır. Onlar, ekmeklerine hangi tarafın yağ sürdüğünü ve neden sürdüğünü bilirler.

Mr. Morse:

— Ben de bir Cumhuriyetçiyim, diye usulca sokuşturdu. Beni hangi sınıra sokuyorsunuz, Allah aşkına?

— Oh, siz bilinçli bir uşaksınız.

— uşak mı?

— Pek tabii. Siz, korporasyon yöntemiyle çalışıyorsunuz. Ne bir işçi sınıfına dahilsiniz, ne de suç işleme tecrübeniz var. Geliriniz için ne kadınlarını dövenlere, ne de yankesicilere güveniyorsunuz. Geçiminizi sosyetenin efendilerinden sağlıyorsunuz, bir insanı besleyen de, o insanın efendisidir. Evet, siz bir uşaksınız. Sizi, uşaklığını ettiğiniz kapitalin daha fazla birikmesini sağlamak ilgilendirir.

Mr. Morse'un yüzü hafiften kızarmıştı:

— İtiraf edeyim ki beyim, dedi. Tam bir haydut gibi konuşuyorsunuz.

386


Jack London

İşte Martin sözünü esirgemeden o zaman söyledi:

— Sosyalistlerden korkuyor ve onlardan nefret ediyorsunuz; peki ama neden? Ne sosyalistleri tanıyorsunuz ne de doktrinlerini biliyorsunuz.

Ruth endişe içinde bir birine, bir ötekine bakıp durdu. Mrs. Morse da kızının kendisine uyulan düşmanlığını çekmek için bir fırsat yakalamaktan memnun, mutluluktan yüzü pırıl parlarken, Mr. Morse:

— Sizin doktrininiz bende tamamıyla sosyalizm izlenimi uyandırıyor, diye yanıt verdi.

Martin gülümseyerek:

— Cumhuriyetçilerin aptal olduğunu söylemekle, şu hürriyet, eşitlik, kardeşlik boşa çıkmış sözler saymakla sosyalist olmam hemen, dedi. Jeferson'la onun kafasına bilgiyi sokan ilimsiz Fransızı reddetmem de beni sosyalist yapmaz, inanın bana, sosyalizmin yeminli düşmanı olan benden çok daha yakınsınız siz sosyalizme.

Diğerleri Martin'e ancak:

— Bu kadar şakacı olma, diyebildiler.

— Hiç de değilim. Gayet ciddi konuşuyorum, siz hem korporasyon yöntemiyle çalışıyorsunuz hem de eşitliğe inanıyorsunuz, halbuki korporasyonlar eşitliği hergün biraz daha gömmekle meşgul. Siz de tutup, sırf eşitliği reddettim diye, sizin ne yapmaya çalıştığınızı belirttim diye bana sosyalist diyorsunuz. Cumhuriyetçiler, eşitliğin baş düşmanıdır hem de eşitliğe karşı savaşım verirken, slogan olarak bu kelimeyi ağızlarından düşürmezler. Bunlar, eşitliği tepeliyorlar, işte onlara aptal deyişim de bu yüzden. Bana gelince, ben bireyciyim. Yarışı hızlı koşanın, savaşı güçlü olanın

387

Martin Eden



kazanacağına inanırım. Biyolojiden öğrendiğim ya da hiç değilse öğrendiğimi sandığım ders böyle. Dediğim gibi; ben bireyciyim, bireycilikse sosyalizmin geçmiş ve gelecek düşmanıdır.

Mr. Morse:

— Ama sık sık sosyalist toplantılara gidiyorsunuz, diye iddia etti.

— Düşmanınız hakkında başka nasıl fikir sahibi olabilirsiniz? İyi savaşıyorlar doğrusu. Hem ister doğru, ister yanlış, kitap da okumuşlar, içlerinde herhangi birisi, sosyolojiyi de, diğer bütün olojileri de, sıradan bir endüstri kaptanının bildiğinden çok daha iyi bilir. Evet, bunların beş, altı toplantısında bulundum, ama Charley Hapgood'un döktürdüğü konuşmayı dinlemek beni ne kadar Cumhuriyetçi yaparsa, bu da o derece sosyalist yapar.

Mr. Morse zayıf bir sesle:

— Elimde değil, ne yapayım, dedi. Ben hala sizin o tarafa gönül verdiğinize inanıyorum.

Martin kendi kendine:

— Allah'ım, dedi, daha neden bahsettiğimi bile anlamıyor. Söylediklerimin bir kelimesini bile anlamamış. Öğretimi rafa mı kaldırmış bu adam?

Böylece, gelişmesi içinde, Martin kendini ekonomik ahlak ya da sınıf ahlakıyla karşı karşıya buldu; çok geçmeden bu, onun karşısına korkunç bir canavar olarak çıktı. O, şahsen entellektüel bir ahlakçıydı ve çevresindekilerin, ekonomik, metafizik, duygusal ve taklitçi ahlaklardan meydana gelmiş acaip bir türlüye benzeyen ahlakları ona, bunların saçma kibirlerinden daha da saldırıcı geliyordu.

388


Jack London

Bu acaip, bu karmakarışık alaşımın bir örneği de Martin'i daha derinden yaraladı. Kızkardeşi Marian, Alman asıllı, genç ve çalışkan bir makinistle flört etmekteydi; bu adam, işi iyice öğrendikten sonra, kendine bir bisiklet tamirhanesi açmıştı. Aynı zamanda ucuz markalı bisikletlerden birinin acenteliğini de almış olduğundan hali vakti yerindeydi. Kısa bir zaman önce, Marian, nişan haberini vermek için Martin'in odasına uğramış ve bu ziyaret sırasında da, şakadan Martin'in el falına bakmıştı.

Marian ikinci kez geldi. Ancak bu kez yalnız değildi, yanında nişanlısı Hermann von Schmidt de vardı. Martin onları öylesine ince, öylesine nazik bir dille tebrik etti ki, bu, kızkardeşinin köylü kafalı sevgilisinin hiç de hoşuna gitmedi. Martin, kızkardeşinin bir önceki ziyaretinin anısına yazdığı altı kıtalık şiiri okuyunca, Hermann von Schmidt'in kafasındaki bu ilk kötü izlenim daha da derinleşti. Bu, neşeli, hoş bir toplum şiiriydi, adını da "Falcı" koymuştu Martin. Okuyup bitirdiği zaman, kızkardeşinin yüzünde hiç de hoşnud olmuşa benzer bir ifade göremeyince, şaşırdı. Bunun yerine, Marian'ın gözleri endişeli bir tavırla sevgilisine dikilmişti. Onun bakışlarını izleyen Martin, bu çarpık çurpuk suratta karanlık, somurtkan bir hoşnutsuzluktan başka bir şey göremedi. Olayın üzerinde durulmadı, kızkardeşiyle sevgilisi erkenden kalkıp, gittiler ve Martin, her ne kadar herhangi bir kadının, hatta işçi sınıfından bile olsa, nasıl olup da kendisi için şiir yazılmasından gurur duymadığına şaştıysa da, meseleyi unuttu.

Bu olaydan epey sonra, bir akşam, Marian, onu tekrar ziyaret etti, ama bu defa yalnızdı. Hiç vakit

389

Martin Eden



kaybetmeden doğrudan doğruya konuya girip yaptığından ötürü Martin'i üzüntülü bir tavırla azarlamaya koyuldu. Martin:

— Ama, Marian, diye söylenecek oldu.

— Sen sanki akrabalarından, ya da hiç değilse kardeşinden utanıyormuşsun gibi konuşuyorsun.

Marian:


— Evet, utanıyorum, diye boşandı.

Martin, kızkardeşinin gözlerinin haysiyeti kırılmış bir insanınki gibi, gözyaşları ile dolduğunu görünce hayret etti. Bu tavır, ne ad verilirse verilsin, hiç de sahteye benzemiyordu.

— Ama Marian, senin Herrmann'ın benim kızkar-deşime yazdığım şiiri neden kıskansın, canım?

Marian hıçkırarak:

— Onun kıskandığı filân yok. O, Şiirin pis olduğunu, ayıp olduğunu söylüyor.

Martin hafif, fakat uzun bir hayret ıslığı öttürdü ve "Falcı" nın daktiloya çekilmiş kopyalarından birini bulup ortaya çıkardı.

Şiiri ona göstererek:

— Ben böyle bir şey göremiyorum, dedi. Sen kendin oku ve neresi ayıp geliyorsa ayıp demiştin değil mi? Neresi sana ayıp geliyorsa göster bakayım.

Kızkardeşi, elinin bir hareketiyle kâğıdı bir kenara itip, tiksintili bir bakışla:

— O, öyle söylüyor, dedi. Ne dediğini de bilir o. Hem senin bunu yırtman lazım geldiğini söylüyor. Di-

390

Jack London



yor ki, ben, kendisi için böyle şeyler yazılmış bir kız almam. Bunun bir şerefsizlik olduğunu, böyle bir şeye tahammül edemeyeceğini söylüyor. Martin:

— Bana bak, Marian, buna saçmalığın daniskası derler, diye başladı, ama birdenbire fikrini değiştirdi. Önünde bahtsız bir kızın durduğunu gördü, onu ve onun erkeğini iknaya uğraşmanın faydasızlığını anladı ve bütün bunlar boş, saçma şeyler olmasına rağmen, teslim olmaya karar verdi.

Manzumeyi parça parça edip çöp sepetine atarak:

— Pekala, dedi.

Bunu yırtsa bile, manzumenin orijinalinin New York'taki bir derginin yazıhanelerinden birinde yatmakta olduğunu bildiğinden içi rahattı. Marian'Ia kocasının haberi bile olmaz, bu zararsız, cici şiirin yayın-lanışından da, ne kendisine, ne de onlara, ne de dünyaya bir ziyan gelirdi.

Çöp sepetine uzanan Marian, sordu:

— Alabilir miyim?

Martin, kızkardeşinin, şiirin parçalarını vazifesini başarıyla sonuçlandırdığını ispat edecek, gözle görülebilir delilleri toplayıp, ceketinin cebine tıkışını düşünceli bir şekilde seyrederken, başını olur anlamında salladı. Gerçi Lizzie Conolly'de, kızkardeşindekinden çok daha fazla bir canlılık, daha kuvvetli bir ateş vardı, ama Marian, ona, iki kere gördüğü bu işçi kızı hatırlattı. Bunların ikisi de aynı seviyede birer insandı yine de, her ikisi de; giyinişleri, tavırlarıyla. Bunların herhangi birini Morse'lann kabul salonunda hayal edip, hayal evinin bu tuhaflığına içinden neşelenerek

391

Martin Eden



gülümsedi. Ama neşe kayboluverdi ve Martin, kendini yapayalnız hissetti. Şu kızkardeşı ile Morse'ların kabul salonu, onun almış olduğu yolda birer kilometre taşı idiler. Martin bu kilometre taşlarını geride bırakmıştı. Çevresindeki birkaç kitabına sevgi dolu bakışlarla göz gezdirdi. Onun geriye kalan bütün arkadaşları işte bunlardı.

Martin irkilip, şaşırarak:

— Ha, ne dedin? diye sordu. Marian sorusunu tekrarladı.

— Niye mi işe gitmiyorum?

Martin hiç de içten gelmeyen bir kahkaha atarak:

— Şu Hermann işlemiş seni, dedi. Marian başıyla hayır işareti yaptı. Martin, emir veren bir tavırla:

— Yalan söyleme, dedi. Ve Marian'ın bir baş işareti Martin'in iddiasını haklı çıkardı.

— Sen Hermann'cığına şöyle de, o kendi işine baksın; onun flört ettiği kız hakkında şiir yazarsam karışabileceğim, bunun dışında hiçbir şeyime burnunu sokamayacağını söyle ona. Anladın mı?

— Demek sen benim yazar olarak başarı kazanabileceğimi sanmıyorsun, ha? diye devam etti. Benim işe yarar bir insan olmadığımı, benim düşük bir insan olduğumu, ailenin yüz karası olduğumu düşünüyorsun, öyle mi?

Marian kuvvetle:

— Eğer bir işe giren çok daha iyi edersin diye düşünüyorum, dedi. Martin, onun içten konuştuğunu anladı.

392


Jack London

— Hermann diyor ki... Martin neşeli bir tavırla:

— Allah Hermann'ın belasını versin! diye sözünü kesti. Sen, bana ne zaman evleneceğinizi söyle, onu öğrenmek istiyorum ben. Sonra Hermann'cığının da bir ağzını yoklayıver bakalım, sana bir düğün hediyesi almama izni var mı?

Kızkardeşi gittikten sonra, Martin olay üzerinde uzun uzun düşündü. Kızkardeşi ile sevgilisinin, kendi sınıfından ve Ruth'un sınıfından bütün insanların ufacık hayatlarını, yine ufacık formüllere göre sürüklediklerini birer birey olamadan ve esiri bulundukları çocukça birtakım formüller yüzünden hayatı gerektiği gibi yaşayamadıklarını gördü. Bu insancıklar daima birbirlerine sokulup hayatlarına birbirlerinin fikrine uyarak biçim veriyorlardı. Bu sürü halindeki aptallara acı acı güldü. Onları bir tayfa alayı halinde gözlerinin önünde canlandırdı: Bernard Higginbotham, Mr. Butler ile kolkola girmiş, Hermann von Schmidt'le Charley Hepgood başbaşa vermişler Martin bunlar hakkındaki yargılarını teker teker, çifter çifter verip, hepsini aklından uzaklaştırdı; yargılarını kitaplardan edindiği akıl ve ahlak ölçülerine göre verdi. Boş yere sordu: Nerede o yüce ruhlar; o büyük adamlar, büyük kadınlar nerede? Daracık odasına üşüşüp, gözlerinin önüne sıralanan kaygısız, kaba, boş kafalı zekalar arasında bulamadı onları. Tıpkı Circe'nin domuzlar için duyabileceği bir tiksinti duydu bunlara içinde. Sonuncusunu da aklından kovup, kendini yalnız hissettiği sırada, içeriye hiç çağrılmadan gelen, gecikmiş biri girdi. Martin, buna baktı, başında sert kenarlı şapka, sırtında dörtköşe biçilmiş ceket, omuzlarım sallaya

393

Martin Eden



sallaya yürüyen ve bir zamanlar kendisi olan genç serseriyi gördü.

— Vaktiyle sen de tıpkı bunlara benziyordun, ahbap, diye alaylı alaylı sırıttı. Senin bilginin de, senin ahlakının da onlarınkinden bir farkı yok. Ne kendin için düşünüyor, ne de kendin için hareket ediyordun. Fikirlerin de, elbiselerin gibi hazırdı; hareketlerine, halkın onaylayıp onaylamadığına göre bir biçim veriyordun, öbürleri seni bir şey sandıkları için ötebiliyordun çöplüğünde. Peynir Surat'ın hesabını gördün. Pes edemezdin, pes edemeyişinin sebebi ise senin etobur hayvanlara has vahşiliğindi. Seni kancık seni, arkadaşlarının kızlarını bile ellerinden aldın; kızları kendin istediğin için değil, çevrendekiler, senin ahlak kurallarını koyanlar iliklerinde bir aygırın, bir erkek ayıbalığı-nm içgüdüsünü taşıdıkları için. işte yıllar geçip gitti, şimdi ne düşünüyorsun bakalım bunun hakkında?

Sanki bu bir cevapmış gibi, hızla bir başkalaşma geçirdi. Sert kenarlı şapkayla dörtköşe ceket kaybolup, onların yerini ağırbaşlı giysiler aldı; yüzdeki sertlik, gözlerdeki düşmanlık kayboldu; temiz, ince bir hal alan yüzü, güzellik ve bilgi ile yakınlık oluşturmuş bir iç alem ile aydınlandı. İşık, kendisinin şimdiki haline tıpatıp benziyordu ve Martin, ona bakarken, ışığın yanında bir masa lambasının yanmakta, ışığın da bir kitaba bürünmüş olduğunu gördü. Kitaba bir göz attı ve, "Estetik ilmi" adını okudu, akabinde de kendisi ışığın içine girip, lambanın fitilini yükselterek, "Estetik ilmini okumaya devam etti.

394


XXVIII

Martin'in bütün bütün kendini toparlayıp Ruth'a aşkını ilan etmesinin üzerinden tam bir yıl geçmişti. Bir yıl önce bugün, pastırma yazını andıran bir sonbahar günü tarifsiz sevinçler, tarifsiz mutluluklar içinde birbirlerine aşklarını ilan etmişlerdi. Aradan geçen bir yıl Martin'i çok değiştirmiş, Ruth'u da çok etkilemişti. Yine pastırma yazını andıran bir gündü. Güneşin bulutların arasına gizlenip aya merhaba dediği gurup vaktiydi, alışkanlık haline getirdikleri gibi, yine bisikletleriyle gelip tepede masum çekiciliğiyle kendilerine uğur getiren o en sevdikleri çimenliğe çıkmışlardı. Çimenliğe boydan boya uzandılar. Yazdığı yeni öyküleri Ruth'a okuma aşkıyla dolu olan Martin kendini tutamadı ve hemen ona "Aşk Günleri"ni okudu. Ruth, arada sırada okumadan aldığı keyfi, duyduğu zevki belirten seslerle Martin'in okumasını kesti, son kâğıt yaprağını da diğerlerinin yanına bırakmıştı Martin, Ruth'un vereceği yargıyı bekliyordu.

Ruth, Martin'in yargısını dört gözle beklediğini biliyordu, biraz bekledi, durdu, düşündü, insafsız yargısını hangi kelimelerle ifade edeceğini birkaç

395


Martin Eden

kez aklından geçirdi, tereddütlerini nasıl dile getireceğini bilmeden duraklaya duraklaya konuştu.

— Güzel hem de çok güzel. Ancak bu yazdıklarını satamazsın ki! Bir yazı, bir öykü çok güzel, ilgi çekici olabilir, önemli olan bunları satıp paraya çevirebiliyor musun? Günümüz koşulları parasız hiçbir şey olmayacağını yeterince anlatmıyor mu? Eleştiri düzeyini yükselttiğini anımsadı ve yalvaran bir tavırla:

— Ne demek istediğimi anlıyorsun, değil mi?" dedi. Şu yazdığın yazılar var ya, işte bu yazılar pratik değil, bu arada önemli olan bir şey daha var; bu yüzden, belki de kabahati yayınevlerinde aramak lazım, ama senin yazılarınla hayatını kazanmana engel olan bir şey var. Sevgilim, sakın beni yanlış anlama, seninle övündüm, bana en büyük gururu verdin, en önemlisi de; bu şiirleri benim için yazmış olman. Ama bunlar bizim evliliğimizi sağlayamaz ki. Anlamıyor musun, Martin? Beni menfaatçi, paraya düşkün bir insan sanma. Benim yükünü omuzlarımda hissettiğim şey aşk, gelecek düşüncesi, yani geleceğimiz. Birbirimizi sevdiğimizi anlayalı beri koskoca bir yıl geçti, ama düğün günümüz hala eskisi kadar uzak. Düğün günümüzden böyle söz ediyorum diye beni arsız, yüzsüz sayma, zira gerçekten de her şeyim buna bağlı. Madem yazmayı bu kadar seviyorsun, madem yazılarına bu kadar bağlısın, neden bir gazetede iş bulmuyorsun? Neden iyi bir muhabir olmayasın? Hiç değilse bir süre için?

Martin sessizliğin kollarına sıkıca sarılmıştı, alçak, monoton bir sesle:

— Gazetecilik üslubumu bozar, diyerek devam etti, üslup azanmak için ne kadar emek gerekir bilemezsin, bir yazarı diğerlerinden ayıran en önemli nok-

396

Jack London



ta üsluptur. Kendi üslubumu oluşturana kadar ne kadar çok emek verdiğimi bilemezsin. Ruth:

— Peki ama o yazdığın öykücükler. Onlara ucuz eserler diyordun sen. Onlar bozmadı mı üslûbunu? diye sordu.

— Hayır, iki durum arasında farklılıklar var. Bu öykücükler, bütün bir gün üsluba uygulamak için uğraşıp didinildikten sonra meydana getirilmiştir. Halbuki muhabirin bütün çalışması sabahtan akşama kadar ucuz bir çalışmadır ve hayatın en yüksek amacıdır. Hem de kasırga gibi hayatın; sadece mevcudu yaşayan, ne geçmişi, ne de geleceği olan bir hayatın. Pek tabii muhabir üslubundan başka hiçbir üslup düşüncesi taşımaz, bundan ötürü de onun eseri edebiyat olamaz. Şimdi tam üslubum şeklini alır, billurlaşırken, muhabirlik yapmak, intihara kalkışmaktan başka bir şey olmaz. Gerçekten de yazdığım her öykücük, öy-kücüklerin her kelimesi, kendime, kendi izzetinefsime, kendi güzellik anlayışıma bir saldırıdır. Sana bu işin tiksindirici olduğunu söyleyebilirim. Bunları yazmakla günah işledim ben. Satılmadıkları zaman da, hatta elbiselerim rehine bile gitse, gizliden gizliye bir sevinç duyuyordum. Ama, "Aşk Şiirleri" ni yazarken, duyduğum zevk! En soylu bir yaratış zevki! İşte bu hepsinin acısını çıkarmaya yetiyordu.

Martin, Ruth'un yaratış zevkinden, üretimin insan üzerinde yarattığı maneviyattan bir şey anlamadığını bilmiyordu. Gerçi bu "yaratış zevki" terimini ilk kez Ruth'un ağzından işitmişti Martin. Ruth yaratış zevki hakkında bazı şeyler okumuş, sanat tarihi mezunu unvanını alana kadar üniversitede bunun üzerinde

397

Martin Eden



çalışmıştı; ne var ki, Ruth kendisi orijinal, yaratıcı değildi. Onun kültürünün bütün belirtileri, havan dövü-cünün hınk deyicicisinin hınk deyiciliğinden ibaretti.

Ruth:


— Editörün senin "Deniz Lirikleri" ni değiştirmekte haklı tarafı yok mu? diye sorup yorumunu ekledi:

— unutma ki, bir editörün editör olabilmek için birtakım niteliklere sahip olması gerekir, başka türlü editör olamaz çünkü.

Editör takımına hıncı hiç eksilmeyen Martin:

— Bu sözün de, senin tanınmışlar üzerindeki ısrarına uygun düşüyor, diyerek sözlerine devam etti:

— Olmuş olan, sadece haklı değil, aynı zamanda da mümkün olanın en iyisidir. Bir şeyin varlığı, onun varolmaya layık oluşunun yeter bir vurgusudur dikkat et bak, herhangi, sıradan bir insanın inandığı gibi yalnız içinde yaşanılan hallerde değil, fakat bütün hallerde varolmaya layık. Onların bu gibi zırvalara inanmalarının sebebi de, cahillikleri Weininger'in tarif ettiği tersten düşünüş yolundan hiçbir farkı bulunmayan cehaletleridir tabii. Bunlar düşündüklerini sanırlar ve bu düşüncesiz yaratıklar, gerçekten düşünen birkaç kişinin hayatı üzerinde de hüküm verirler. Ruth'un anlamadığı şeylerden sözetmekte olduğunu farkederek sustu.

Ruth:


Bu Weininger'in kim olduğunu bilmiyorum, tabii, diye cevap verdi. Sonra o kadar genel konuşuyorsun ki seni takip edemiyorum. Ben editörlerin görevlerinden bahsediyordum sana.

Martin, Ruth'un sözünü keserek en sert konuşma-

398

Jack London



larından birini yaptı:

— Ben de sana diyorum ki editörlerin yüzde doksan dokuzunun başlıca üstünlüğü, alçaklıktır. Bunlar yazarlıkta üstünlük gösterememişlerdir. Zannetme ki bunlar yazı yazma aşkına masanın esiri, idare müdürünün kölesi olmuşlardır. Bunlar yazı yazmayı denemişler, başaramamışlardır. İşte bu işin lanet çelişkisi de burada. Edebiyatta başarıya açılan bütün kapıları bu bekçi köpekleri, edebiyatta başarı kazanamamış bu editörler tutmuştur. Editörler, editör yardımcıları, bunların çoğu, sonra dergilerin ve kitap yayımcılarının yazı okuyucuları hep yazmak istemiş, ama başaramamış kimselerdir. Fakat dünyadaki bütün yaratıklar içinde bu işe en uygun olmayan bu kişiler, neyin ba-sılabilecek neyin basılamayacak olduğuna karar veren kişilerdir. Kafalarında orijinal hiçbir şey olmadığını ispat eden, içlerinde o ilahi ateşten eser bulunmadığını göstermiş olan bunlar, oturup, orijinal eserler, deha eserleri üzerine hüküm yürütürler. Bunların arkasından da yine bir sürü başarısız kişiden ibaret olan eleştirmenler gelir. Bana bunların da birtakım hayalleri olmadığını, bunların da şiir ya da öykü yazmaya yeltenmediklerini söyleme sakın; zira hepsi de yeltenmiş, ama başaramamıştır. Eleştirilerin yarısına bakıldığında bile mide bulandırıcıdır. Kendilerinin eleştirmen olduklarım iddia edenler hakkındaki kanaatimi bilirsin. Büyük eleştirmenler de vardır, tabii, ama bunlar kuyruklu yıldızlar kadar nadirdir. Eğer yazarlıkta başarısızlığa uğrarsam, editörlük mesleğine kabul edileceğim. Nasıl olsa geçim yolunu buluruz.


Yüklə 1,69 Mb.

Dostları ilə paylaş:
1   ...   19   20   21   22   23   24   25   26   ...   36




Verilənlər bazası müəlliflik hüququ ilə müdafiə olunur ©muhaz.org 2024
rəhbərliyinə müraciət

gir | qeydiyyatdan keç
    Ana səhifə


yükləyin