Jack London Martin Eden



Yüklə 1,69 Mb.
səhifə19/36
tarix24.12.2017
ölçüsü1,69 Mb.
#35856
1   ...   15   16   17   18   19   20   21   22   ...   36

313

Martin Eden



kapısında kollarına alıp da, iyi geceler dilemek iqin bir aşık gibi öpünce, Martin'e olan aşkının alevlenişiyle birlikte her şeyi unutuverdi. Daha sonra, başını yastığa koyup da, gözünü uyku tutmayan Ruth, son zamanlarda sık sık olduğu gibi, kendi kendine nasıl olup da bu kadar acaip bir adamı, hem de ailesinin rızası dışında sevebildiğine şaştı durdu.

Ertesi gün de Martin, ucuz yazıları bir kenara atıp, masasının başına oturdu ve sıcağı sıcağına, "Hayalin Felsefesi" adını verdiği bir deneme kaleme aldı. Bir pul bu yazıyı seyahatlerine çıkardı, ama eserin gelecek aylar içinde birçok pul yapıştırılarak daha bir sürü geziye çıkarılması kaderine yazılmıştı.

314

XXIII


Yoksulluk yaşamın hoş olmayan, hoş görülmeyen halini anlatır. Aristokratların üzerine sahtelik dolu övgüler dizdiği, rahatça atış yaptığı haldir yoksulluk. Maria Silva da bir yoksuldu ve yoksulluğu her yönüyle biliyordu. Çünkü yoksulluğun en küçük ayrıntısını bile yaşamış, dinine imanına kadar bu ruh halini tatmıştı. Zenginler için yoksulluk nasıl bir anlam taşırsa, Ruth için de aynı anlamı taşıyordu, tok açın halinden anlamaz kabilinden yaklaşıyordu soruna. Zaten bilgisi de bu kaba, dışsal görüntüden ibaretti. Ruth, Mar-tin'in yoksul olduğunu biliyor, ancak bu yoksulluğunu üstün iradesi sayesinde yeneceğine inanıyordu. Zira hayatta başarı kazanmış insanlar Abraham Lin-coln'ün, Mr. Butler'in çocukluk günlerindeki yoksulluklarını anımsıyordu. Bir yandan yoksulluğun tatsız bir şey olduğunun bilincindeyken, diğer yandan da yoksulluğun faydalı olduğunu, tamamen bozulmamış ve köle gibi çalışmaya razı olmayan herkesi başarıya sürükleyen mahmuz etkisi yaptığını da orta sınıf insanlarına has bir rahatlıkla düşünebiliyordu. Öyle ki, Martin'in yoksul olduğunu, saatiyle paltosunu rehin bırakmış olduğunu bilmesi, onu rahatsız etmiyordu.

315


Martin Eden

Hatta, ergeç Martin'in pes edip yazı yazmayı bırakmak zorunda kalacağına inanarak, bunu yoksulluk durumunun ümit verici bir tarafı olarak görüyordu.

Ruth, Martin'in süzülen yüzündeki açlığın anlamını kavrayamadı. Yine Ruth, genç adamın her geçen gün çukurları derinleşen yanaklarının nedeninin açlık olduğunu okuyamadı. Hatta onun yüzündeki bu tıknaz zayıflığı memnuniyetle karşıladı. Zira bu değişiklik Martin'i iyice inceltmiş, Ruth'u istemediği halde ayartan o hayvanca kuvvetinin, gereksiz fazlalıklarının çoğunu götürmüştü. Birlikte oldukları zamanlar, Martin'in gözlerinde her zamankinden fazla bir parlaklık görüyor ve daha çok, şaire, bilgine benzettiği için, bu pırıltıya hayran oluyordu. Bilgin veya şair olmayı Martin de isterdi herhalde, bu aynı zamanda Ruth'un da istediği bir şeydi.

Maria Silva, Martin'in çukurlaşan yanaklarında, alev gibi yanan gözlerinde başka şeyler okuyor ve bunlardaki değişiklikle birlikte Martin'in servetindeki azalıp çoğalmayı da takip ediyordu. Martin'in paltoyla çıkıp soğuk, rutubetli bir gün olmasına rağmen, paltosuz döndüğünü ve ondan sonra yanaklarının hızla dolmaya başlayıp gözlerindeki açlık pırıltısının kaybolduğunu farketmişti. Aynı şekilde, Martin'in bisikletiyle saatinin gittiğini ve bunların, herbirinin gidişinden sonra Martin'in gücünü yeniden kazandığını da görmüştü.

Bunun yanında, Martin'in katlandığı zahmetleri görüp onun nasıl ölesiye çalıştığını da anlamıştı. Çalışma! Gerçi, Martin'inki farklı bir çalışmaydı, ama onun çalışmada kendisini geride bıraktığını biliyordu. Martin'in ne kadar az yemek yerse, o kadar fazla ça-

Jack London

lıştığını anlayınca da hayret etti. Açlığın Martin'i pençesine en çok aldığını tahmin ettiği zamanlarda, ara-sıra fırından yeni çıkmış bir ekmek yolluyordu. Tedbiri elden bırakmaksızın, hareketini kendi pişirdiği ekmeğin Martin'in pişirdiğinden daha iyi olduğu yollu bir şaka ile örterdi. Yine arasıra, çocuklarından biriyle Martin'e bir tabak sıcak çorba gönderir, aynı zamanda da kendi kendine, kendi kanından, kendi etinden olan yavrularının lokmalarını ağızlarından almaya hakkı olup olmadığının muhasebesini yapardı. Martin de şükran duymamazlık edemezdi; yoksulların nasıl yaşadıklarını biliyor ve eğer dünyada sevap diye bir şey varsa, bu kadının yaptıklarının sevabın ta kendisi olduğunu düşünüyordu.

Bir gün, evde kalan son yiyecekle, çocuklarının karınlarını doyurduktan sonra Maria, son onbeş sentini bir galon ucuz şaraba yatırdı. Mutfağa su almaya gelen Martin'i oturup içmeye davet etti. Martin, onun sağlığına, o da Martin'in şerefine içtiler. Arksından Maria, Martin'in çalışmalarının bir gün kendisine refah getirmesi, Martin de James Grant'ın ortaya çıkıp Ma-ria'nın yıkadığı çamaşırların ücretini vermesi dileğiyle içti. James Grant, borçlarını her vakit ödemeyen ve Maria'ya üç dolar takan gezginci bir marangozdu.

Her ikisi de ucuz, ekşi şarabı boş midelerine içtikleri için, şarap çabucak tuttu onları.

Birbirlerinden tamamıyla farklı bu iki yaratık, sefaletleri içinde yapayalnızdılar. Birbirlerinin sefaletini hal ve tavırlarıyla bilmemezlikten gelmelerine rağmen, onları birbirine yaklaştıran bağ sefaletin ta kendisiydi. Maria, Martin'in vaktiyle Azarolar'da bulunmuş olduğunu öğrenince hayretler içinde kaldı; kendisi orada

316

317


Martin Eden

onbir yaşına kadar yaşamıştı. Ailesiyle birlikte göç ettiği Hawai adalarında da bulunduğunu öğrenince hayreti ikiye katlandı. Evlenip de kızlıktan kadınlığa geçtiği Maui adasına da gitmiş olduğunu öğrenince artık hayreti sonsuz derecede arttı. Kocasıyla ilk defa karşılaştığı Hahulaiye Martin iki kere gitmişti! Evet, Ma-ria şeker çeken vapurları hatırlıyordu, onlara binmişti de hay Allah, dünya ne de küçüktü! Hele Wailiku! Orada da bulunmuş Martin! Acaba plantasyonun baş kâhyasını tanıyor muydu Martin? Evet, tanıyordu, hatta onunla birkaç kadeh içmişti bile.

Böylece eski anılarını canlandırıp açlıklarını taze, ekşi, şaraba gömdüler. Gelecek, Martin'e puslu görünmüyordu. Başarı, biraz ilerisinde titreşip duruyordu. Onu neredeyse yakalamak üzereydi. Sonra önünde oturan, çektiği zahmetlerle yıpranmış kadının derin çizgilerle dolu yüzünü inceledi, Maria'nın yolladığı çorbalarla, fırından yeni çıkmış ekmekleri anımsadı; birden içinde sıcak bir şükran ve insan severlik duygusunun taştığını hissetti.

Damdan düşer gibi:

— Maria, neyin olsun isterdin? dedi. Maria, ona şaşkın şaşkın baktı.

— Eğer elde edebilecek olsan ne isterdin, hemen şu anda neye sahip olmak isterdin?

— Bütün çocuklara ayakkabı, yedi çift ayakkabı.

— Ayakkabıları alacaksın, dedi Martin, sonra Maria düşünceli, başını ağır ağır sallarken ekledi:

— Ben, daha büyük bir dilek sordum, şöyle senin istediğin büyük bir şey.

Martin'in içi iyilikle dolu, gözleri pırıl pırıldı. Son-

318

II

Jack London



günlerde kimsenin şakalaşmadığı Maria'yla şakalaşıp onu neşelendirmeye çalışıyordu.

Tam Maria konuşmak için ağzını açacağı sırada:

— İyi düşün, diye uyardı Martin.

— Pekâlâ, dedi. Maria:

— İyi düşündüm. Evi istiyorum, bu evi, tamamen benim olsun istiyorum, ayda yedi dolar kira vermeyeyim.

— Ev senin olacak, dedi. Martin:

— Hem de kısa zaman içinde. Şimdi en büyük dileğini söyle, beni Tanrı farzet ve ben sana diyorum ki, bütün dilediklerin olacak. Şimdi istediğini dile, ben de seni dinleyeyim.

Maria bir an ciddi ciddi düşündü, uyarı yollu:

— Korkmuyor musun? dedi. Martin gülerek:

— Hayır, hayır, dedi. Korkmuyorum, sen devam et.

Maria:

— Çok, çok büyük, ama, diye yeniden uyardı. Olsun, hadi başla.



— Peki, öyleyse.

Maria hayattan istediği şeylerin en büyüğünü söylemek için sesini akort ederken, küçük bir çocuk gibi derin derin nefes aldı:

— Bir mandıram olsun isterdim, iyi bir mandıra.

319


Martin Eden

Çok inek, çok arazi, çok ot olsun. San Lean'a yakın olsun; benim kızkardeşim orda oturur. Sütü Oakland-da satarım. Çok para kazanırım. Joe ile Nick inek gütmez. Okula giderler. Zamanla iyi mühendis olurlar, demiryolunda çalışırlar. Evet, mandırayı istiyorum.

Sustu ve gözlerini kırpıştırarak Martin'e baktı.

Martin hemen:

— Mandıran olacak, diye yanıtladı.

Maria başını salladı ve dudağını hafifçe şarap bardağına dokundurdu. Biliyordu ki, dileğini yerine getirecek olan kimsenin dileği yerine gelmeyecek. Mar-tin'in hakiki bir kalp taşıdığını bildiği için, onun bu niyeti Maria'yı sanki dileği yerine gelmiş kadar memnun etti.

Martin devamla:

— Hayır, Maria, dedi. Nick ile Joe gezici sütçülük yapmak zorunda kalmıayacak, çocuklarının hepsi okula gidebilecek, bütün yıl ayakkabı giyebilecekler. Birinci sınıf bir mandıran olacak, her şeyi tastamam bir mandıra. Oturacağın bir evin, atlar için bir ahır, inekler için samanlıklar da olacak tabii. Civcivler, domuzlar, sebzeler, meyve ağaçlan ve buna benzer her şey olacak; sonra bir, iki yardımcının parasını çıkaracak kadar bol ineğin olacak. O vakit, çocuklarına bakmaktan başka işin olmayacak. Onun için iyi bir adam bulursan, onunla evlenirsin de, bırakırsın çiftliği o idare etsin, sen rahat edersin.

Geleceğinden böylesine ihsanda bulunan Martin, odasına dönüp en iyi elbiselerinden bir katını aldı ve rehine götürdü. Durumu onu bu işi yapmaya zorlayacak kadar ümitsizdi, zira elbiseden olmak, onu

320


Jack London

Ruth'dan da uzaklaştırmış oluyordu. İnsan içine çıkabileceği ikinci bir iyi elbisesi yoktu; gerçi bakkala, fırına gidebilirdi, ama Morse'ların evine bu kılıksız haliyle girebilmeyi aklının köşesinden geçiremezdi.

Sefalet ve hemen hemen ümitsizlik içinde didinmeye devam etti. İkinci savaşı da kaybediyorum ve galiba iş bulup çalışmak zorunda kalacağım, diye düşünmeye başladı.

Böyle yapsa, herkesi memnun edecekti, bakkalı, kızkardeşini, Ruth'u, hattâ Maria'yı. Maria'ya bir aylık kira borcu vardı. Daktilo makinesinin acentesine de iki aylık olmuştu borcu. Adamlar artık, ya para, ya da daktilo makinesi diye zırıltı etmeye başlamışlardı, ümitsizlik ve teslim olmaya hazır bir ruh hali içinde, yeniden hücuma geçmek için kuvvet kazanıncaya kadar kaderle bir anlaşma yapmak üzere Demiryolu Postaları sivil memur kadrosuna alınacak memurlar için açılan sınavlara girdi. Sınavları birinci olarak başarınca, buna kendi de şaşırdı. İşe alınacağına dair güvence verdiler, ama ne zaman göreve başlatacaklarını Allah bilirdi.

İşte tam Martin'in parasının iyice suyunu çektiği, imkânlarının tamamen tükendiği bu sırada, her zaman tıkır işleyen editörlük makinesinde bir aksama oldu. Herhalde bir çark yerinden oynamış ya da yağ borularından biri yağsız kalmış olmalıydı, zira poatacı Martin'e bir sabah kısa, ince bir zarf getirdi. Martin zarfın sol üst köşesine bakıp 'Transcontinental Monthly' nin adını ve adresini okudu. Yüreği ağzına geldi ve birden bir baş dönmesi geçirdi; bu baygınlık hissinin arkasından da dizleri garip bir şekilde titremeye başladı. Sendeleyerek odasına girdi, yatağın üstüne

321


Martin Eden

oturdu; zarf elinde hala kapalı duruyordu. O zaman, olağanüstü iyi haber alan bazı insanların nasıl birden düşüp ölüverdiklerini anladı.

Bu gelen, pek tabii iyi bir haberdi. İnce zarfın içinde kendi yazısı yoktu, şu halde bu bir kabul mektubuydu. Transcontinental'deki öyküsünü biliyordu. Bu, onun 'Çanların Sesi' adlı en aşağı beş bin kelimelik dehşet öykülerinden biriydi. Birinci sınıf magazin dergileri de yazılan kabul eder etmez ödeme yaptıklarına göre, içinde çek de olmalıydı zarfın. Kelimesi iki sentten bini yirmi dolar eder; yüz dolarlık bir çek olmalıydı bu. Yüz adet dolar! Zarfı yırtıp açarken, bütün borçları teker teker kafasından geçmeye başladı, üç dolar seksenbeş sent bakkala; kasaba yuvarlak dört dolar; fırıncıya iki; manava beş; toplam, ondört dolar seksenbeş sent. Sonra ev kirası vardı, iki buçuk dolar, bir aylık da avans verse, o da iki buçuk dolar; iki aylık daktilo makinesinin kirası, sekiz dolar, ona da bir aylık avans verse o da dört dolar; toplam otuz bir dolar seksenbeş sent. Tefeciden rehin karşılığı aldığı paraları da faizleriyle buna eklemek lâzımdı saat beşbu-çuk dolar; palto, beşbuçuk; bisiklet, yedi dolar yet-mişbeş sent; takım elbisesi, beş buçuk, genel toplam, elliaitı dolar on sent. Bütün parayı ve çıkartma yaptıktan sonra geriye kalan kırküç dolar doksan senti gözlerinin önünde, havada, ışıl ışıl, ateşten rakamlar halinde gördü. Bütün borçlarını karşıladıktan rehindeki bütün eşyasını geri aldıktan sonra, cebinde yine de şıngır şıngır, prenslere layık kırküç dolar doksan sentlik bir para kalıyordu. Bu para cebine girdiği anda da bir aylık oda, iki aylık da daktilo makinesi kirası peşin peşin verilmiş oluyordu.

322


Jack London

Bu arada Martin, daktiloda yazılmış tek yapraktan ibaret mektubu çıkarıp açmıştı. Çek yoktu. Zarfın içine iyice baktı, ışığa tuttu, ama gözlerine inanamaya-rak sabırsızlık içinde zarfı yırtıp parçaladı. Çekten eser yoktu. Mektubu satır satır, yutarcasına okuyup, editörün öyküsünü öven kısımlarını çabucak geçerek, çekin neden gönderilmediğini anlatacak olan mektubun asıl önemli kısmına geldi. Böyle bir bildiri bulamadı, ama onun yerine; bütün hevesini kursağında bırakan başka bir şey buldu. Mektup elinden kaydı. Gözleri pırıltısını kaybetti, yastığa dayanıp, battaniyesini üstüne örterek çenesine kadar çekti.

'Çanların Sesi' ne beş dolar, beşbin kelimeye beş dolar! Kelimesine iki sent yerine, on kelimesine bir sent! üstelik editör, öyküyü bir de övmüştü. Çeki de öykü yayımlanınca vereceklerdi. Öyleyse, bütün o kelimesine iki sent asgarî ücret, yok bilmem yazı kabul edilir edilmez ödeme yapılır laflan hep safsataydı. Yalandı hepsi bunların. Bu Martin'i zıvanadan çıkardı. Eğer böyle olduğunu bileydi, asla yazı yazmaya kalkışmazdı. Bir işe girerdi Ruth için çalışırdı. İlk yazmaya başladığı güne döndü ve ne kadar büyük bir zaman kaybettiğini görerek, afalladı, hem de bütün bu zamanı on kelimeye bir sent almak için kaybetmişti. Ya büyük para alan öbür yazarlara dair okudukları, onlar yalan olmalıydı. Yazarlık mesleği hakkında başkalarından edindiği fikirler yanlıştı, zira bunun delili önündeydi işte.

'Trans continental1 yirmibeş sente satılıyor, ağırbaşlı, artistik kapağında da, birinci sınıf magazin dergileri arasında gösteriyordu kendisini. Ağırbaşlı, hürmete değer bir dergiydi "Transcontinental ve daha

323

Martin Eden



Martin doğmadan çıkmaya başlamış, hâlâ da çıkıyordu. Dış kapağında her ay dünyanın büyük yazarlarından birinin sözleri yayınlanırdı; Transcontinental^, pırıltıları yıllarca önce o aynı kapak içinde bağlamış olan bir edebiyat yıldızı, bir esin kaynağı gibi gösteriyordu bu sözler. Halbuki bu yüksek, bu değerli, bu esin kaynağı 'Transcontinental beşbin kelime için beş dolar ödemişti! Martin, o büyük yazarın geçenlerde, yabancı bir diyarda yokluk ve sefalet içinde öldüğünü hatırladı, yazarların aldığı muhteşem ücret düşünülürse, buna şaşmamak lâzımdı.

Bu durumda kendisi zokayı yutmuştu, gazeteler, yazarlar ve yazarların aldığı ücretler hakkında yalan söylüyordu, o da bu yüzden iki sene kaybetmişti. Ama Martin bir daha tek satır yazmayacaktı. Ruth'un istediğini yapacaktı, herkes onun ne yapmasını istiyorsa, onu yapacaktı. İşe girecekti. İşe girme düşüncesi ona Joe'yu işsiz güçsüz oradan oraya dolaşmakta olan Joe'yu hatırlattı. Martin, gıpta ile derin bir göğüs geçirdi. Clzun süreden beri günde dokuz saat çalışmanın etkisini kuvvetle hissediyordu. Şu var ki, Joe aşık değildi, aşkın sorumluluklarından hiçbirini taşımıyordu, onun için o rahat rahat işsiz güçsüz dolaşabilirdi. Martin'in çalışmakta bir amacı vardı, işe girecekti mutlaka. Yarın sabah erkenden iş aramaya çıkacaktı. Ruth'a da yolunu değiştirdiğini, babasının bürosuna girmeye razı olduğunu bildirecekti.

Beş bin kelimeye beş dolar, on kelimesi bir sent, işte sanatının piyasa fiyatı. Bunun hayal kırıklığı, "bundaki yalan, bundaki alçaklık Martin'in düşüncelerine sığamıyordu. Kapalı gözkapaklarının altında ise ateşten rakamlarla, bakkala olan borcu 3.85 yanıyordu.

324


Jack London

Ürperdi ve kemiklerinin sızlamakta olduğunu far-ketti. Bilhassa sağrısı çok ağrıyordu. Başı, başının tepesi, yanları, kafatasının içindeki beyni zonkluyordu ve ona sanki bu beyin şişiyormuş gibi geliyor, ağrı kaşlarının üstünde dayanılmaz bir hal alıyordu. Kaşlarının altında ise, merhametsiz 3.85 rakamı gözkapaklarının içine yapışmış gibi duruyordu. Bundan kurtulmak için gözlerini açtı, ama odadaki çiğ ışık, sanki gözyuvarlarını dağlıyormuş gibi geldi, onu gözlerini kapamaya zorladı; o zaman da rakam yeniden belirdi.

Beş bin kelimeye beş dolar, on kelimesi bir sent, bu düşünce beynine yerleşti ve Martin, gözkapaklan altındaki 3.85 rakamından kurtulamadığı gibi, beynindeki bu düşünceden de kurtulamaz oldu. Ona rakamda bir değişiklik oluyor gibi geldi, 3.85 rakamının yerinde 2.00 rakamı tutuşana kadar bu değişikliği merakla seyretti. Ahh, diye düşündü, bu fırıncınınki. Onun arkasından beliren rakam, 2.50 idi. Bunun kime ait olduğunu çıkaramadı ve ona öyle geldi ki, sanki hayat veya ölüm bunu çözmesine bağlıydı. Birisine iki dolar elli sent borcu vardı, buna emindi, ama bu borç kimeydi? Bunu bulup çıkarma işi onu insanın yakasını bırakmayan uğursuz bir dünyanın kenarına getirdi ve Martin, cevabı boş yere ararken, hâtıra ve bilgi kırıntılarıyla dolu çeşit çeşit yüklüklerin, odaların kapılarını açarak zihninin sonsuz koridorlarında dolaştı durdu. Asırlar geçtikten sonra, rahatça, hiç çaba göstermeden bunun Maria olduğunu anımsadı. Büyük bir iç rahatlığıyla, ruhunun gözlerini, gözkapakları altındaki işkence perdesine çevirdi. Sorunu çözmüştü; artık dinlenebilirdi. Ama hayır, 2.50 rakamı kaybolmuş,

325


Martin Eden

onun yerinde 8.00 rakamı tutuşmaya başlamıştı. 8.00 dolar. Bu kimindi? Kafasının içindeki o korkunç devinimi yeniden yapması, bunun kim olduğunu bulması gerekiyordu.

Bu soru üzerinde ne kadar durduğunu bilmiyordu ama ona çok uzun gelen bir saman parçası geçtikten sonra kapının vuruluşu ve hasta olup olmadığını soran Maria'nın sesiyle uyandı. Kendinin de tanıyamadığı kısık bir sesle, sadece biraz kestirdiğini söyledi. Odanın karanlık olduğunu görünce hayret etti. Mektubu öğleden sonra ikide almıştı, hasta olduğunu anladı.

Arkasından, 8.00 rakamı gözkapaklarının altında yeniden için için yanmaya başladı, Martin de yorucu işine döndü. Ama Martin, işin hilesini buldu. Olayların kendi zihni etrafında durmaksızın dönmesine gerek yoktu. Ne aptallık etmişti de bu işe bulaşmıştı. Zihninin derinlikleriden bir kolu çekti ve zihnini kendi çevresinde döndürmeye başladı. Muazzam bir çarkı felek, bir anılar atlıkarıncası, dönen bir bilgi topu gibi. Bu Martin'i açmazın içine çekip de yuvarlana yuvarlana karanlık içine fırlatılana kadar hızlı, daha hızlı döndü durdu.

Tamamıyla doğal bir şekilde, kendini iki silindirli bir ütü makinesinin başında, kolalı kol yenlerini ütüden geçirirken buldu. Ama, ütü yaparken, kol yenlerine birtakım rakamların basılmış olduğunu gördü. Yakından bakıp da, yenlerden birinin üstünde 3.85 rakamını görene kadar, bunu çamaşır markalarının üzerine asılı fiyat bilidirimi olduğunu zannetti. Sonra, bunun bakkalın faturası, ütü makinesinin buhar kazanı üzerinde uçuşup duran şeylerin de kendi faturaları olduğunu anladı. Aklına parlak bir fikir geldi. Faturaları

326


Jack London

tutup yere atar böylece onları ödemekten kurtulurdu. Bunu düşünmesiyle yapması bir oldu, yenleri öfkeyle buruşturup, her zaman gördüğünden daha bir kirli olan yere çaldı. Yığın büyüdü büyüdü ve her fatura binlerce defa çoğaldı, ama Martin bunların içinde yalnız bir tane iki buçuk dolarlık faturaya rastladı; o da Maria'ya ait olan faturaydı. Bu, Maria kirayı ödemesi için onu sıkıştırmayacak demekti; Martin de cömertçe, yalnız bu faturayı ödemeye karar verdi ve etrafa saçılan faturalar arasında onunkini aramaya başladı. Asırlarca boş yere aradı durdu, otel müdürü, şişko Hollandalı içeri girdiğinde o hâlâ aramasına devam ediyordu. Yüzü öfkeden kıpkırmızı kesilen müdür, gümbür gümbür öten, evrenin derinliklerine çarpan bir sesle:

— Bu yenlerin parasını senin ücretinden keseceğim!" diye bağırdı. Kol yenleri yığını bir dağ gibi yükseldi; Martin bunların parasını ödemek için bin sene çalışmaya mecbur olduğunu anladı. Eh, müdürü öldürüp, çamaşırhaneyi yakmaktan başka yapılacak şey kalmamıştı. Ama Hollandalı Martin'in bu ümidini boşa çıkarıp onu ensesinden yakaladı ve bir aşağı, bir yukarı sıçratmaya başladı. Martin'i ütü tahtalarının üstünde, sobanın üstünde, buharlı ütü makinelerinin üstünde sıçrattı, yıkama dairesine soktu, sıkma makinesinin, çamaşır makinesinin üstünde sıçrattı. Martin dişleri tıkırdayana, başına ağrı girene kadar sıçradı durdu ve Hollandalının bu kadar kuvvetli oluşuna şaşırdı.

Sonra kendini gene ütü makinesinin başında buldu. Bu defa yenleri makinenin öbür yanından bir magazin editörü veriyor, bu yandan da Martin alıyordu.

327

Martin Eden



Kol yenlerinin her biri bir çekti; Martin bir umut nöbeti içinde heyecanla bu çekleri gözden geçirdi, ama hepsi de boştu. Orada durup bir milyon sene kadar çekleri almaya devam etti, belki doludur korkusuyla bir tanesini bile kaçırmadı. Nihayet dolusunu buldu. Titreyen parmaklarıyla bunu ışığa tuttu. Beş dolarlık bir çekti bu. ütü makinesinin öbür tarafından editör ha! ha! diye güldü.

Martin:


— Öyleyse ben de seni öldürürüm, dedi.

Baltayı almak için yıkama dairesine gitti, orada Joe'yu, üzerinde el yazıları bulunan kâğıtları kolalarken buldu. Omu bu işten vazgeçirmeye çalıştı, sonra baltayı ona savurdu, ama balta havada kalakaldı, zira Martin kendini yeniden ütü dairesinde bir kar fırtınasının ortasında buldu. Hayır yağan kar değildi, havadan, en ufağı bin dolarlık yüklü çekler yağıyordu. Hemen bunları toplayıp, yüzlerce paket halinde düzenlemeye, paketleri sicimle sıkıca bağlamaya koyuldu.

İşinden başını kaldırıp, Joe'nun başının ucunda durmuş, ütü demirleri, kolalı gömlekler ve el yazılarını bir hokkabaz gibi havada atıp atıp tuttuğunu gördü. Joe arada sırada uzanıp, tavandan gözle görünmeyen bir yükseklikte koskocaman bir daire halinde uçuşan çeşitli eşyaya yeni bir paket ekliyordu. Martin ona vurdu, ama Joe baltayı alıp onu da uçan halkaya ekledi. Sonra Martin'i yakaladı, onu da diğerlerinin arasına soktu. Martin el yazılarına sarılarak tavana doğru yükseldi, yere indiğinde ellerinde bir kucak dolusu el yazısı vardı. Ama daha ayağını yere basar basmaz tekrar yükseldi, bir ikinci, bir üçüncü defa, sayısız defalar halkanın etrafında uçarak döndü. Çok uzaklar-

328


Jack London

dan kulağına küçük bir çocuğunkini andıran tiz bir kadın sesinin, "Valsederek döndür beni, Willie, döndür, döndür, döndür," diye bir şarkı gibi seslendiği duyuluyordu.

Çeklerden, kolalı gömleklerden ve el yazılarından meydana gelen Samanyolunun ortasındaki baltayı aldı ve aşağı indiğinde Joe'yu öldürmeye hazırlandı. Ama aşağı inmedi. Onun yerine sabahın ikisinde, odalarını ayıran ince bölmeden Martin'in iniltilerini duyan Maria onun odasına girdi ve vücudunun iki yanına sıcak ütüler, ağrıyan gözlerinin üstüne de ıslak bezler koydu.

329


XXIV

Aylarca gece gündüz demeden çalışan, sadece ve yalnızca okuyup yazan Martin Eden'i editörlerin tavrı yıkmıştı. Yani girdiği sinir savaşından yenilgiyle çıkmıştı. Bu ağır yenilgi sinirlerini allak bullak ettiği gibi bedenini de sarsmıştı. Bu nedenle gece boyunca garip garip rüyalar, çelişkili hayaller gördü. Bu karmaşık ve sinir bozucu durum öğleye kadar devam etti. Ancak öğleden sonra hezeyandan kurtulmayı başardı, ağrıyan ve şişmiş gözlerini garip bir şekilde odada dolaştırdı. Silva ailesinin üyelerinden, Martin'in başı ucunda beklemekte olan sekiz yaşındaki Mary, Martin'in bilincinin yerine geldiğini görünce keskin bir çığlık kopardı. Maria mutfaktan koşa koşa geldi. İş yapmaktan, çamaşır yıkamaktan pütür pütür olmuş elini Martin'in alnına dayadı ve nabız atışını dinledi.

— Yemek yemek ister misin ? diye sordu.

Martin başıyla hayır işareti yaptı. Yemek yemeyi istemek şöyle dursun, ona şu anda, sanki ömründe hiç acıkmamış gibi geliyordu.

Zayıf bir sesle:

— Hastayım Maria, dedi. Nedir hastalığım? Biliyor

331

Martin Eden



Yüklə 1,69 Mb.

Dostları ilə paylaş:
1   ...   15   16   17   18   19   20   21   22   ...   36




Verilənlər bazası müəlliflik hüququ ilə müdafiə olunur ©muhaz.org 2024
rəhbərliyinə müraciət

gir | qeydiyyatdan keç
    Ana səhifə


yükləyin