— Hermann von Schmidt, diye cevap verdi Martin. Oraya gelip senin o patlıcan burnunu kırmak geçiyor kafamdan.
455
Martin Eden
Diğeri:
— Hele dükkanıma gel, ben de polis çağırırım, diye cevap verdi. Senin işini ben de bitiririm ya. Senin ne mal olduğunu bilirim ben, ama bana kabadayılık sökmez. Senin gibilerle işim yok benim. Aylağın birisin sen işte, ben de uyuyorum zannetme. Kızkarde-şinle evleneceğim diye benim sırtımdan geçinmeye kalkamazsın. Niye işe girip de namusunla kazanmıyorsun hayatını, ha? Söylesene bunu sen bana.
Martin'in felsefesi ağır basıp, öfkesini dağıttı. Büyük bir keyifle ahizeyi astı. Ama biraz sonra keyfi kaçtı ve reaksiyon kendini gösterdi, Martin yalnızlığının bütün ağırlığını hissetti, Brissenden'den başka kimse onu anlamıyor, Kimse onu işe yarar bir insan kabul etmiyordu. Brissenden ise kayıplara karışmıştı. Allah bilir neredeydi.
Martin, manavdan çıkıp, satınaldığı şeyler kolunda, eve dönerken, hava da kararmaya başlamıştı. Köşede bir tramvay durdu ve tanıdık, ince birisinin aşağı indiğini gören Martin'in yüreği sevinçle hopladı. Brissenden'di bu. Tramvay daha kalkmadan kısa bir bakış anında, Martin, Brissenden'in paltosunun ceplerinden birinin kitaplarla, diğerinin de bir litrelik bir viski şişesiyle dolu olduğunu gördü.
456
XXXIII
Hastalıktan morarmış dudakları ve çatlamış yüzüyle hayata kota koyan Brissenden yine günlerce ortalıktan kaybolmuştu. Brissenden'e iyiden iyiye alışan Martin, onu birdenbire karşısında görünce şaşırdı. Sormak istediği sorulan bile unuttu. Brissenden de bu uzun süren yokluğu hakkında açıklama yapmadı. Hemen sohbete koyuldular. Sanki hiç ayrılmamış, hiç uzaklaşmamışlar gibi sarmaş dolaş koyu sohbete dalmışlardı. Martin todi dolu kocaman bardaktan yükselen mayhoş buğunun arasından arkadaşını izliyordu; üstelik karşısında hayata parmak atmış gibi oturan bu adamın bir cesedinkini andıran yüzünü görmek ona yetiyordu.
Brissenden, Martin'in yaptıklarını büyük bir ilgiyle dinledikten sonra:
— Ben de boş durmadım, dedi.
Brissenden ceketinin iç cebini epeyce karıştırdıktan sonra bir yazı çıkarıp Martin'e verdi. Yazının üstündeki ismi okuyan Martin başını hafifçe kaldırıp Brissenden'e meraklı gözlerle baktı.
Brissenden:
457
Martin Eden
— Evet, o işte kelime, diye güldü. Güzel bir isim, ha? 'Sapkın' tek kelimecik. Senin şu her zaman dimdik, yaşam dolu inorganik 'insanın termometredeki ufacık yerinden ötürü çalım satan otuzaltı derecelik yaratığın, sapkınların son basamağı olan insanının yüzünden; yani senin yüzünden bu adı koydum. Bu bir defa kafama girdi, ondan kurtulmak için de yazmam lazımdı bunu. Bu kelime ve yazı hakkındaki düşüncelerini söyle bana.
Martin'in yüzü önce kızardı, okumaya devam ettikçe kanı çekildi. Bu tam bir sanat eseriydi. Şekil, öze galip gelmişti, ama özün anlaşılabilir son atomu bile, Martin'i zevkten sarhoş edecek, güzlerini ihtirasla yaşartacak, sırtını yukarıdan aşağı soğuk ürpertilerle kaplatacak kadar mükemmel bir yapı içinde ifade kazanmış olduğuna göre, buna şeklin zaferi demek de doğru olmazdı. Altıyedi yüz mısralık upuzun ve sanki başka bir dünyanın, eseriymiş kadar hayat verici, fantastik bir şiirdi. Müthiş, imkansız bir şeydi bu; ama buna rağmen işte burada, kâğıt sayfaların üstüne siyah mürekkeple karalanmış olarak duruyordu. Şiir, insanı ve insanın ruh araştırmalarını sonsuz sınırları içinde ele alıyor ve en uzak güneşleri, en uzak gökkuşağı ışıklarını delil göstermek için fezanın uçurumlarını iskandil ediyordu. Nefesi yarı yarıya sönmüş, atışları gitgide hafifleyen kalbi bir kuş gibi çırpınan, ölmekte olan bir adamın kafatası içinde çılgınca eğlenen bir hayalın delice cümbüşüydü bu. Şiir muhteşem bir ritim içinde, değişmez bir mücadelenin soğuk gürültüsünden, hücuma geçen yıldızlar ordusuna, birbirini sıkıştıran soğumuş yıldızlardan, karanlık boşlukta parıldayan nebülözlere uzanıyor ve bütün bunların arasın-
458
Jack London
dan, gezegenlerin uğultusu, sistemlerin çatırtısı içinde, insanoğlunun gümüş bir mekiğin sesi gibi hafiften hafife, ama hiç eksilmeksizin tınlayan huysuz sesi duyuluyordu.
Martin sonunda konuştu:
— Edebiyat dünyasında buna benzer bir tek satır bile yoktur. Harikulade! Harikulade! Başımı döndürdü. Sarhoş etti beni. O büyük, bölünemez soru onu kafamdan bir türlü çıkaramıyorum. İnsanoğlunun o araştıran, sonsuz, hep tekrarlanan, o ince ağlamaklı sesi, hala kulaklarımda çınlıyor. Fillerin gümbürtüsü, aslanların kükremeleri arasında bir sivrisineğin ölüm marşına benziyor. Kendimi gülünç duruma düşürüyo-rum, ama kafama takıldı bu benim. Senin ne olduğunu bilmiyorum, fevkalâdesin sen, işte o kadar. Ama nasıl yapıyorsun bunu? Nasıl yapıyorsun bunu?
Martin heyecanlı konuşmasını bir an kesti ama yeniden başlamakta da gecikmedi:
— Bir daha asla yazmayacağım. Acemi bir sıvacıyım ben. Sen bana gerçekten de bir zanaatkarın eserini gösterdin. Deha bu! Dehadan da üstün bir şey. Dehayı aşıyor. Çıldırmış gerçek bu. Gerçek, her satırı gerçek bunun. Acaba bunun farkında mısın sen, gidi dogmatik seni. İlim yalan söylemez. Kozmosun ham demirinden kesilip kudretli ritimlerle dokunularak bir ihtişam ve güzellik kumaşı haline getirilmiş hakaretin gerçeği bu. Başka bir şey söylemeyeceğim artık. Bittim, ezildim. Evet, daha da ezileceğim. Bırak da senin adına piyasaya süreyim bunu. Brissenden sırıttı:
— Hıristiyanlık dünyasında bunu basmaya cesaret edecek tek dergi yoktur, sen de bilirsin.
459
Martin Eden
Martin:
— Böyle bir şey bilmiyorum. Ben Hıristiyanlık dünyasında bunu kapışmayacak tek dergi olmadığını biliyorum. Her gün böyle bir şey geçmez onların eline.
— Bu teklifini kabul edebilmeyi isterdim.
— Alay etme, diye gürledi Martin. Dergi editörleri tamamen boş insan değillerdir. Biliyorum bunu. Seninle bahse girmeye hazırım. 'Sapkın'ın birinci veya ikinci teklifte kabul edileceğine dair maske istersen bahse girerim.
— Teklifini kabul etmeme engel olan bir tek şey var. Brissenden bir an bekledi. Büyük bu eser, eserlerimin en büyüğü. Bunu biliyorum. Son eserim benim. Bununla övünüyorum. Ona tapıyorum. Viskiden bile güzel. Bu benim, tatlı hayalleri, temiz idealleri olan basit bir delikanlı iken hayal ettiğim şey, mükemmel şey. İşte sonunda, son hamlede yakaladım, bir sürü domuza çiğnetmeye de razı olamam onu. Hayır, konuya girmeyeceğim seninle. Bu benimdir. Onu ben yarattım ve seninle paylaştım.
Martin:
— Dünyanın geriye kalan insanlarını düşün, diye itiraz etti. Güzelliğin vazifesi haz vermektir.
— O benim güzelliğim.
— Bencil olma. Brissenden:
— Bencil değilim ben, dedi ve ince dudaklarından çıkacak kelimeler kendisini keyiflendirdiği zamanlarda olduğu gibi sinsi sinsi sırıttı. Açlıktan geberen bir domuz kadar özgeciyim.
460
Jack London
Martin boş yere, onu kararından caydırmaya çalıştı. Ona dergilere karşı duyduğu nefretin delicesine, fantastik bir nefret olduğunu, bu davranışının, Efe-sos'taki Diana tapınağını yakan delikanlının hareketinden bin defa daha alçakça olduğunu anlattı. Bütün bu suçlamalar fırtınası altında Brissenden sakin sakin todisini yudumlayip Martin'in editörler dışında bütün söylediklerinin gerçek olduğunu kabul etti. Editörlere olan nefreti sınırsızdı ve editörlerden bahsetmeye başlayınca, suçlama yağdırma konusunda Martin'i geride bıraktı.
— Şunu bana daktiloya çekmeni istiyorum, dedi. Sen bu işi herhangi bir stenograftan bin kere daha iyi bilirsin. Şimdi de sana bir öğütte bulunacağım. Ceketinin dış cebinden kalın bir kâğıt tomarı çıkardı, İşte, senin 'Güneşin utancı'. Bir kere değil iki kere, üç kere okudum onu. Sana en büyük komplimanı yapabilirim. Senin 'Sapkın' hakkında söylediklerinden sonra benim susmam gerekiyor. Ancak şu kadarını söyleyeceğim: 'Güneşin utancı' yayımlandığı zaman bir heyecan yaratacak, öyle bir edebi tartışmaya yol açacak ki, reklam bakımından senin için binler değerinde olacak bu.
Martin güldü:
— Zannederim şimdi de bunu bir dergiye teklif etmemi tavsiye edeceksin, dedi.
— Hiç de değil. Eğer eserini basılmış görmek istiyorsan, demek istiyorum. Birinci sınıf yayınevlerine teklif et onu. Belki yayınevlerinden birisinin yazı okuyucusu delidir veya çılgındır da bakarsın eserinden yana rapor verir. Bir sürü kitap okudun sen. Bunların özü Martin Eden'in kafasındaki imbikten süzülüp,
461
Martin Eden
'Güneşin ütancı'na aktı. Martin Eden de bir gün meşhur olacak ve şöhreti en çok bu eserine dayanacak. Onun için eserine bir yayıncı bulmalısın, ne kadar çabuk bulursan, o kadar iyi olur.
Brissenden o gece geç vakit döndü evine; tam tramvayın ilk basamağına adımını attığı sırada geriye, Martin'e doğru savrulup, onun eline sımsıkı topak edilmiş buruşuk bir kâğıt parçası tutuşturdu.
— Al şunu, bugün at yarışlarına gitmiştim, şikeyi de biliyordum, dedi.
Kampana çaldı, tramvay hareket etti; Martin, eline tutuşturulan buruşuk, yağlı kâğıt tomarının ne olduğunu merak ederek kalakaldı. Odasına dönüp de kâğıdı açınca bunun yüz dolarlık bir çek olduğunu gördü.
Bunu hiç çekinmeden kullandı. Arkadaşının her zaman bol parası olduğunu biliyor, aynı zamanda bir gün başarıya ulaşıp bunu ödemek imkânını bulacağına derin bir inanç besliyordu. Sabahleyin bütün faturalarını ödedi, Maria'ya peşin peşin üç aylık kirasını verdi, tefecideki bütün rehinlerini kurtardı. Ondan sonra Marian'nın düğün hediyesiyle, Ruth'a ve Gert-rude'a Noel için daha mütevazı hediyeler aldı. Nihayet elinde kalan parayla bütün Silva ailesini önüne katıp Oakland'a götürdü. Vaadini yerine getirmekte bir kış gecikmişti, ama Maria da dahil olmak üzere bütün Sil-va'lar ayakkabı sahibi olmuşlardı. Ayrıca Silvaların kucaklarını doldurup taşıran çeşit çeşit oyuncuklar, bebekler, düdükler, paket paket çıkın çıkın şekerler, yemişler de almıştı onlara.
Martin, kendisinin ve Maria'nın dizinin dibinden
462
Jack London
ayrılmayan bu olağanüstü alayla, şimdiye kadar yapılmış olan en büyük şekerlemeyi istemek için girdikleri bir şekerci dükkânında Ruth ve annesiyle karşılaştı. Mrs. Morse son derece sarsıldı. Ruth'un bile izzeti nefsi incindi, zira o görünüşe önem verirdi, halbuki sevdiği adam, Portekizli sokak çapkınlarından bir ordunun başında, Maria ile samimi bir halde hiç de hoş bir manzara oluşturuyordu. Ama Ruth'u asıl inciten, bu manzaradan çok, Martin'in gururdan, izzeti nefisten yoksun oluşuydu. Fakat Ruth'un daha da derinden içine işleyen, bu olayda, Martin'in işçi sınıfı aslından geldiğini unutarak yaşamasının imkansızlığını görmüş olmasıydı. Bu gerçeği belli eden birçok lekesi vardı Martin'in, ama bunu böylece dünyanın yüzüne Ruth'un dünyasının yüzüne çarpmakla fazla ileri gitmiş oluyordu. Gerçi Martin'le nişanlandığı gizli tutulmuştu, ama uzun zamandan beri devam eden samimiyetleri bir sürü dedikoduların doğmasına sebep olmuştu; dükkânda ise sevgilisiyle, sevgilisinin yanındakileri gizliden gizliye incelemekte olan bir sürü tanıdıkları vardı Ruth'un. Ruth, Martin'in o rahat geniş fikirliliğine sahip olmadığından, çevrenin üstüne çıka-mıyordu. Hemencecik incinmişti, hassas yaradılışı yüzünden de bunun utancıyla titriyordu. İşte o gün daha sonra, Ruth'u ziyaretinde, hediyesini daha uygun bir fırsatta vermeyi kararlaştırarak göğüs cebinde tutan Martin, onu bu halde buldu. Kızgın, ihtiraslı gözyaşları içinde gördüğü Ruth'un bu hali, Martin'e çok şeyler anlatmıştı. Onun ıstırabını görünce, kendisinin bir zalim olduğuna inandı, ama ruhunun derinliklerinde neden ve nasıl zalim olduğunun cevabını bulamadı. Tanıdıklarından ötürü utanç duymak Martin'in
463
Martin Eden
aklının almayacağı bir şeydi; Silvaları Noel alış verişine götürmek de, kendince, hiçbir şekilde Ruth'a saygısının eksik olduğunu göstermezdi. Diğer taraftan, Ruth, kendisine anlatınca, onun görüşünü de anladı ve bunu kadınca, her kadında hem de kadınların en iyisinde bile bulunan bir eksiklik olarak kabul etti.
464
XXXIV
Kışın çetin şartları Martin'i iyiden iyiye inine itmişti. İşte böylesine soğuk, sessiz bir ocak akşamıydı, biricik dostu Brissenden, Martin'i çağırdı ve "sana gerçek kirin ne olduğunu göstereyim" dedi.
Martin, bu 'gerçek kir'in ne olduğunu anlamadı ama bir hayli de merak etti. Gerçek kir konusu ise birdenbire Brissenden'in aklına gelivermişti. İki dost San Francisco'da salaş bir lokantada yemek yemişlerdi. Burada Brissenden'in aklına Martin'e "gerçek kirin ne olduğunu göstermek' fikri geldi. Yemeklerini yemişler, Oaklanda dönmek üzere iskele binasına gelmişlerdi. Tam bu sırada Brissenden hemen döndü ve üstünden kayan paltosunun içinde sıska bir gölge halinde rıhtımda yürümeye başladı; Martin, ona yetişmekte zorlanıyordu. Brissenden, toptan içki satan bir büfeye girdi ve beşer litrelik bir damacana porto şarabı alıp iki elinde birer damacana olmak üzere bir tramvaya atladı; arkasından da kucağı bir sürü litrelik viski şişe-leriyle dolu Martin.
Martin, 'gerçek kir'in ne olduğunu merak ederken, bir taraftan da, eğer beni şimdi Ruth bir görseydi diye
465
Martin Eden
düşünmeden edemedi.
Tramvaydan inip Merket Sokağının güneyinde, işçi sınıfının oturduğu mahallenin göbeğine dalarlarken, Brissenden:
— Belki de kimse yoktur orda, dedi. O takdirde, bu kadar zamandan beri aradığın şeyi kaçırmış olacaksın.
— Peki neymiş bu bok be? diye sordu Martin.
— Adamlar akıllı birader, seni ticaret odasında arkadaşlık ederken bulduğum o atıcı, ciğeri beş para etmeyenlerden değil. Sen kitapları okuyunca kendini yapayalnız kalmış buldun. Eh, işte, ben de sana bu akşam kitap okumuş başka adamları tanıtacağım, bundan sonra yalnız kalmazsın artık.
Bloğun sonuna geldikleri sırada:
— Onların sonu gelmez tartışmalarıyla kafamı yorduğum yok, dedi. Onların kitap felsefeleri beni ilgilendirmez. Ama göreceksin, bu çocuklar burjuva domuzları değil, bilgi sahibi kimselerdir. Yalnız dikkat et, bu herifler dünyada aklına gelebilecek her konuda seni çiğ çiğ yerler.
Bir süre sonra soluyarak, aynı zamanda da kendisini iki damacananın yükünden kurtarmaya çalışan Martin'e karşı koyarak:
— İnşallah Norton ordadır, dedi. Morton idealisttir. Harvard mezunu. Müthiş bir hafızası vardır, idealizm onu felsefi anarşiye yöneltti, ailesi de sokağa attı onu. Babası bir demiryolu başkanı ve bir milyoner ama oğlu San Francisco'da, yirmi beş sente satılan tek sayfalık bir anarşist derginin editörlüğünü yaparak açlıktan geberiyor.
466
Jack London
Martin, San Francisco'yu fazla bilmiyordu, hele Market Sokağının güney tarafını hiç; bu yüzden nereye götürüldüğünün farkında bile değildi.
— Devam et, dedi. Onları görmeden sen onlardan bahset bana. Hayatlarını nasıl kazanıyor bunlar? Nasıl olmuş da buraya düşmüşler?
— İnşallah Hamilton oradadır. Brissenden böyle diyerek durdu ve ellerini dinlendirdi. Adı Strawn Hamilton, iki ad arasında tire var biliyorsun, güneyli eski bir soydan geliyor. Serserinin biri, sosyalist kooperatif mağazalarından birinde haftada altı dolara sözde kâtiplik yapıyor, daha doğrusu yapmaya çalışıyor, ama dünyada tanıdığım en tembel heriftir. Müzmin bir hayat. Kente postu serer, oturur. Bütün gün ağzına bir lokma bile koymadan, bankın üstünde oturduğunu gördüm, sonra akşamleyin onu yemeğe davet ettiğimde de şu iki blok ötedeki lokantaya, bana: 'Çok uzun iş şimdi, oğlum, onun yerine bana bir paket sigara al daha iyi.' demişti. Kreis, onu materyalist tekliğe çevirinceye kadar o da senin gibi bir Spencer'ciy-di. Eğer yapabilirsem, onu tekçilik hakkında konuşturmaya çalışacağım. Norton da tekçidir, yalnız o, ruh dışındaki her şeyi kabul eder.
Martin:
— Kreis kim? diye sordu.
— Gideceğimiz yerde kalıyor. Vaktiyle profesör-müş, üniversiteden kovulmuş hep aynı hikaye. Çelikten kıskaç gibi bir kafası var. Hayatını bildiğimiz yöntemle kazanır. Böyle düştüğü sırada sokakta dilencilik bile yaptığını biliyorum. Vicdansız herifin biridir. Hiç ayırd etmez cesedi bulsa, kefenini soyup alır, onunla
467
Martin Eden
burjuvaların arasındaki fark şu ki, beriki, işin hilesine kaçmadan soyar. Nietzche'den, Sehopenhauer'dan ya da Kant'tan bahseder, ama dünyada gerçekten önem verdiği tek şey, tekçiliktir; Mary'yi de dahil edebiliriz. Onun beş köpek etmeyen tanrısı Haeckel'dir. Ona hakaret etmenin tek yolu, Haeckel'e şöyle bir dokunmaktır.
Brissenden merdivenleri tırmanmadan önce, damacanaları yukarı kat merdivenlerine açılan kapının eşiğine koyarak:
— İşte burada oturuyorlar, dedi. Altında bir meyhane ile bir bakkal dükkânı bulunan, alışılmış iki katlı köşebaşı binalarından biriydi bu. Çete burada oturuyor işte, bütün üst katı kendilerine almışlar. Ama içlerinde yalnız Kreis'in iki odası vardır. Hadi gel.
üst katın holünde tek ışık yanmıyordu, ama Brissenden, zifiri karanlıkta bir hayalet gibi yolunu bulup ilerledi. Martin'e bir şey söylemek için durdu.
— Bir çocuk var, Stevens ilahiyatçıdır. Acele ettiği zaman her şeyi birbirine karıştırır. Şimdi bir lokantada bulaşıkçılık yapıyor. İyi purolara bayılır. Onun, on sente yemek yenilen lokantada yemek yiyip de yemeğin üstüne içtiği puroya elli sent verdiğini gördüm. Onun için birkaç puro koydum cebime ama bakalım görebilirsek eğer.
— Sonra bir başka çocuk daha var Parry, Avustralyalı, istatistikçidir, aynı zamanda da canlı spor ansiklopedisi. Ona Paraguay'ın 1903 ziraat üretimini, ya da 1890 da Çin'in İngiltere'den ithal ettiği çarşaflık bez miktarını veya Jimmy Britt'in Battling Melson'la hangi sıklette dövüştüğünü, ya da 1868 de Amerika
468
Jack London
Birleşik Devletlerinin tüy, horoz, orta ve hafif sıklet boks şampiyonlarını sor, bir makine gibi en doğru cevabı verir sana. Sonra Andy var, bir farmason; her şey hakkında fikre sahiptir, iyi de satranç oynar; sonra bir başkası da Harry'dir, fırıncılık yapar, koyu sosyalisttir, aynı zamanda da kuvvetli bir sendikacıdır. Sırası gelmişken, şu aşçılar ve garsonlar grevini hatırlarsın o sendikayı oluşturup da grevi başlatıveren Hamiltondu işte o grevi daha önceden bu evde Kreis'in odasında o hazırladı. Sırf keyif için yaptı bu işi, ama Sendikada kalamayacak kadar tembeldi. Ne var ki, istese çok yükselebilirdi, Eğer bu derece, böylesine tembel olmasa, onun elinden hiçbir şey kurtulamaz.
Brissenden, ilerde bir ışık çizgisi bir kapının eşiğini gösterene kadar karanlıkta ilerledi. Kapıyı vurdu, kimdir sorusuna cevap verdi ve kapı açıldı. Martin bir anda kendini içerde Kreis'le el sıkışır buldu. Kreis, pırıl pırıl, bembeyaz dişleri, kor gibi iri gözleri, biraz düşük siyah bıyıkları olan yakışıklı, esmer bir gençti, evi idare ettiği anlaşılan Hary adındaki genç sarışın kız da, hem mutfak, hem de yemek odası görevini gören ufak arka odada yerde bulaşık, yıkamakla meşguldü. Tepelerinde yıkanmış çamaşırlar asılıydı; çamaşırların asıldığı kordonlar ve dolayısıyla çamaşırlar öyle sarkmıştı ki, Martin önce, bir köşede konuşmakta olan iki erkeğin farkına varamadı. Bu ikisi Brissenden'i selamlayıp, şarap damacanalarını gürültüyle karşıladılar. Tanıştırılan Martin, bunların Andy ile Parry olduklarını öğrendi. Bu arada Brissenden de todi üretip viski soda hazırlamakla meşguldü.
Onun:
— Takımı getir bakalım, emri üzerine Andy fırlayıp,
469
Martin Eden
oturanları çağırmak için odaları dolaşmaya başladı.
Brissenden, Martin'e:
— Şansımız varmış, diye fısıldadı. Çoğu burada. İşte Norton'la Hamilton; gel de tanış onlarla. Ste-vens'in ortalarda olmadığını duydum. Eğer başarabilirsem onları tekçilik hakkında konuşturmaya çalışacağım. Aralarında şöyle bir tartışmaya başlayıncaya kadar bekle, o zaman ısınıp, canlanırlar.
Önceleri konuşmalar sıkıcıydı. Bununla beraber Martin, onların işlek kafalarını takdirden geri kalmadı. Fikirlerinin ekseriya çarpışmasına rağmen, bunlar fikir sahibi insanlardı,
Yine bunlar zeki ve bilgili olmalarına rağmen yapay değildiler.
Martin, çabucak bu adamların hangi konuda konuşurlarsa, konuşsunlar, o konunun bilgi ve olan bağlantısına başvurduklarını ve bunların aynı zamanda toplum ve evren hakkında köklü ve düzgün bir fikir sahibi olduklarını gördü. Bunların fikirlerini kimse hazırlop vermemişti; bunların herbiri şu veya bu sınıfın birer isyancısıydılar ve hepsinin de dilleri boş ve yavan sözlere yabancıydı. Martin, Morse'ların evinde hiç böylesine hayret verici bir konu zenginliği içinde tartışıldığına rastlamamıştı. İlgi gösterdikleri konular, ancak zaman sınırlayabilirdi. Konuşma, dram sanatının geleceğinden kalkıp, Mansfield1 i hatırlatan eserlere, oradan da Mrs. Humphry'ınin yeni kitabıyla, Shaw'in en yeni tiyatro oyununa geldi. Sabah gazetelerinin bazı başmakalelerini takdir ettiler, bazılarını aşağıladılar. Yeni Zelanda'daki iş durumundan, Henry James ile Brander Matthews'a atladılar, oradan Almanların
470
Jack London
CJzak Doğu planlarına ve Sarı Tehlikenin ekonomik yönden değerlendirmesine geçtiler, Alman seçimleriyle, Babel'in son konuşması üzerinde çekiştiler ve nihayet yerel siyaset üzerinde, en son planlar, işçi sendikaları toplantısındaki yönetsel rezaletler ve liman deniz işçileri grevini düzenlemek için çekilen teller üzerinde karar kıldılar. Sorunların özellikleri hakkındaki bilgileri Mar tin'i şaşırttı. Gazetelerde hiç çıkmamış olan şeyleri biliyorlardı bunlar, kuklaları oynatan ipleri, telleri ve gizli elleri biliyorlardı. Mary adlı kızın da tartışmaya karışması ve Martin'in tanıdığı pek az kadında rastladığı bilgi dağarcığı da onu ayrıca şaşırttı. Martinle o, Swinburne ile Rosetti'den bahsettiler, sonra da kız, Martin'i Fransız edebiyatının henüz 'Martin'in ulaşamadığı derinliklerine sürükledi. Kız, Ma-eterlinck'i savunduğu zaman da Martin'in öç alma sırası gelmiş oldu; hemen "Güneşin utancı" adlı dene-mesindeki üzerinde iyice düşünülmüş tezini ortaya koydu.
Diğer erkeklerin birçoğu da onların yanına gelip, konuşmaya katıldığı ve havayı kesif bir sigara dumanı kapladığı sırada Brissenden savaş bayrağını salladı.
— İşte, tam senin dişine göre bir körpe et, Kreis, dedi. Herbert Spencer'e bir aşık heyecanı ile bağlı, çiçeği burnunda bir delikanlı. Onu da Haeckel'ci yap bakalım, yapabilir sen.
Kreis sanki uykudan uyanır gibi, doğruldu, gözleri madeni, manyetik bir pırıltıyla şimşeklendi. Aynı anda da Norton, Martin'e, onu mükemmelce koruyacağını anlatmak istercesine tatlı kız gibi bir tebessümle çok sempatik bir şekilde baktı.
Kreis doğrudan doğruya Martin'e çullandı, ama
471
Martin Eden
Norton adım adım karıştı ve sonunda Kreis'le ikisi kendi bireysel savaşa girişip, Martin'i bir kenara, bıraktılar. Martin dinledi, dinledi, memnuniyetinden, inanamayıp gözlerini ovuşturacaktı. Böyle bir şeyin olmasına imkan yoktu canım, hele Market Sokağının güney kısmının işçi mahallesinde hiç.
Kitapları dile getiriyordu bu adamlar. Ateşle, şevkle konuşuyorlardı, vaktiyle nasıl içki ve öfkenin diğer adamları tahrik ettiğini gördüyse, işte entelektüel bir dürtü de bu adamları tahrik ediyordu. Martin'in işittiği, Kant ve Spencer gibi yarı efsaneleşmiş yarı Tanrılar tarafından yazılmış kutu, kitap felsefesi değil, canlı, sıcak, kırmızı bir tartışma, bir felsefe. Her teli heyecanla işlenmiş olan bu felsefe bu iki adamda beden-leşmişti. Arasıra diğerleri de karışıyor ve hepsi de ellerinde sigaraları, kollarını sallayarak, ilgiyle ve pür-dikkat dinliyorlardı.
İdealizm, Martin'i öteden beri hiç çekmemişti, ama şimdi idealizmin Norton'un elinde meydana konuşu bir keşifti. Bu felsefenin Martin'e çekici gelen sağlam mantıklı yönünü Kreis ile Hamilton gözden kaçırmış gibiydiler. Bu ikisi Norton'a, metafizikçi diye dudak büküyor, buna karşılık Morton da onları meta-fizikçiler diye aşağılıyordu. 'Fenomen' ve "Numen' terimleri çok geçiyordu. Kreis'le Hamilton, Norton'u bilinci, bilinçle anlatmaya çalışmakla suçladılar. O da onları kelime cambazlığı ile ve olayları açıklayan genel kurallara, olaylardan hareket ederek varma yerine, bu kurallara kelimelerden hareket ederek varan bir muhakeme tarzına başvurmakla suçlandırdı. Kreis'le Hamilton, buna çok şaştılar. Onların muhakeme yöntemlerinin en baş prensibi, olaylardan hareket et-
472
Jack London
Dostları ilə paylaş: |