Jack London Martin Eden



Yüklə 1,69 Mb.
səhifə18/36
tarix24.12.2017
ölçüsü1,69 Mb.
#35856
1   ...   14   15   16   17   18   19   20   21   ...   36

Bu konuda daha da ileri gitmişti. Başarıya ulaşmış kişilerin eserlerini okurken, bunların ulaştıkları her sonucu not ediyor ve bu sonuçlara ulaştıran beceriler üzerinde çalışarak bunları öğreniyordu öykü becerisi,

297

Martin Eden



ifade, yöntem becerisi, fikirler, zıtlıklar, öğretici replikler bunlar arasındaydı. Martin taklitçi değildi. O, sadece kural arıyordu. Etkili ve çekici üslup örneklerinden listeler çıkarıp, pek çok yazardan alınmış böyle pek çok örneklere dayanarak nihayet, üslupçuluğun genel kuralını ortaya koymaya ve bu kurallarla donatılmış olarak da kendine has yeni ve orijinal üsluplar düşünüp bulmaya, bunları gerektiği gibi değerlendirip tartmayı başardı. Aynı yöntemle, kuvvetli cümlelerden, yaşayan dilden alınmış, asit gibi işleyici, alev gibi yakıcı, ya da alelade konuşma dilinin çöl kuraklığı içinde pırıl pırıl parlayan yumuşak, tatlı cümlelerden de listeler yaptı. Daima şeklin arkasında ya da altındaki kuralları aradı, işin nasıl yapıldığını öğrenmek istedi; bunu öğrendikten, sonra, kendisi de yapabilirdi. Güzelliği görmek ve seyretmek ona yetmiyordu. Tıklım tıklım dolu yatak odasında kurduğu laboratuarında, Silva ailesinin bir tımarhaneyi andıran gürültüsü ve odasındaki yemek kokuları arasında güzelliği gösteriyor ve gösteriş yapıp güzelliğin anatomisini öğrendikten sonra, güzellik yaratabilme olanaklarına daha çok yaklaşmış oluyordu.

Martin yaradılışı icabı ancak her şeyin aslını, esasını anlayarak çalışabilirdi. Gözü kapalı, karanlıkta, ne yaptığını bilmeden, dehasının yıldızına, talihe güvenip, yaratacağı şeyin güzel ve uygun etkiye sahip olmasını umarak çalışamazdı; İşi şansa bırakmaya sabrı yoktu. Nedenini, nasılını bilmek istiyordu. Onda uyanık bir yaratıcı deha vardı; bir öyküye ya da şiire başladığı zaman, bu şiir veya öykünün kendisi, kafasında bütünüyle canlanmış, sonu görülebilir halde ve bu sona ulaşma yolları da uyanık bilinci sayesinde eli

298

Jack London



altında bulunurdu. Aksi takdirde, çabaları başarısızlıkla sonuçlanmaya mahkumdu. Diğer taraftan zihninde rahatça, hissettirmeden birer kelime, birer cümle halinde belirerek kendini gösteren şans unsurunu da değerlendirmekten geri kalmıyor, ancak bunları bütün güzellik ve kudret sınavlarından teker teker geçirip, anlatılmaz, müthiş ifadeler haline sokuyordu. Bu çeşit ifadelerin önünde saygıyla eğilip, onlara hayranlık duyuyor ve bunların herhangi alelade bir insanın yaratışlarının çok üstünde olduklarını biliyordu. Martin Eden, güzelliğin içinde yatan, güzelliği mümkün kılan kuralları bulma uğruna, güzelliği ne kadar gösterirse göstersin, güzelliğin o hiçbir zaman nüfuz edemediği, hiç kimsenin de henüz edememiş olduğu iç büyüsünün her zaman için farkında bulunuyordu. Spencer sayesinde çok iyi anlamıştı ki, insanoğlu hiçbir şey hakkında sonsuz bilgiye sahip olamaz ve güzelliğin sırları da en aşağı hayatın sırları kadar derindir; güzelliğin ve hayat dokusunun telleri birbirine dolanmıştır ve bizzat Martinin kendisi, gün ışığından, yıldız tozundan, harikalardan örülmüş bu anlaşılmaz dokunun bir parçasıdır.

Gerçekte, "Yıldız Tozu" adlı denemesini işte bu çeşit düşüncelerle dolu olduğu bir sırada yazmış ve eleştirilerini kurallara göre değil, bellibaşlı eleştirmenlere yöneltmişti. Bu, parlak, derin, felsefî ve içinde tatlı bir mizah bulunan bir eserdi. Aynı zamanda da dergiler tarafından, daha, gönderilir gönderilmez reddedilmişti. Ama Martin, zihnini bundan ayırır ayırmaz, duru bir kafayla yoluna devam etti. Martin, bir konu üzerinde bol bol düşünüp, düşüncelerini olgunlaştırdıktan sonra derhal yazı makinesinin başına geçerek yazmaya

299

Martin Eden



başlamayı adet edinmişti. Denemesinin basılmayışı, onu pek az meşgul etti. Dağınık düşünce ipliklerini toplayıp, zihnine yüklenen ayrıntılar üzerinde biraraya getirerek son genellemeyi de yaptıktan sonra bunları yazmak, uzun zihin çalışmasının zirveye ulaşan ham-lesiydi. Böyle bir yazı yazmak bilinçli bir çaba harcamak demekti ve Martin bu yükten kurtulur kurtulmaz, kafasını yeni malzemelere, yeni problemlere hazırladı. Bu bir bakıma, gerçek veya sanal dertlerden şikâyetçi olup da, zaman zaman, uzun süren ıstıraplı sessizliklerini bozarak, son sözlerini söyleyene kadar "içini döken" erkeklerle, kadınların her zaman rastlanan hallerine benziyordu.

300


XXII

Yaşanmış günler yaşanacak günlerin içinde erir, saatlerin günün içinde, haftaların ayların içinde eridiği gibi. Harcanmış günlerden insana kalan yalnızca yaşadıklarıdır. Bu yaşadıkları kayda değerse onun ruhunda, belleğinde unutulmaz izler bırakır. Günler aynı tonda geçiyorsa hayat çekilmez olmaya başlayacaktır. Yaşamı boyunca maceradan maceraya koşan, alt tabakadan üst tabakaya çıkmak için mücadele veren Martin için her gün yenilik demekti. Ama işte şu parasızlık yok mu, bu Martin'in canına tak etmişti, üstelik yayıncıların iş görmesi muhtemel çekleri de oldukça uzak görünüyordu. Hayatı mücadeleden ibaret sayan Martin için pes etmek kavramı yoktu, olamazdı da zaten. Kendince önemli olan yazıların hepsi gerisin geriye dönmüş, para etmesini düşündüğünü "küçük yazılar" ise hiç de parlak olmayan bir durumla karşı karşıya kalmıştı. Artık küçük mutfağında doğanın küçük nimetleri bile bulunmaz olmuştu. Küçük kağıt parçasına yerleştirdiği bir miktar pirinçle bir kilo kadar kayısı kurusuna bir hafta boyunca kıt kanaat talim eden ve sabah akşam pilav yiyen Martin'in aklına bakkalda kredisi olduğu geldi. Şimdiye kadar peşin

301

Martin Eden



parayla alış veriş yaptığı ve güven verdiği Portekizli bakkal, Martin'in faturaları üç dolar seksen beş sentlik muhteşem bir tutara ulaşınca, pes dedi. Bakkal, bozuk diliyle:

— Çünküm, sen yok is tutmak, ben var kaybetmek para, deyip çıktı işin içinden.

Martin cevap veremedi, sadece bakmakla yetindi. Bakkalın tutarlı bir gerekçesi yoktu, sağlam, anlaşılır bir açıklaması da. Ancak bakkala göre, işçi sınıfından, sağlam, fakat çalışmak istemeyecek kadar tembel birine kredi açmak iş anlayışına uymazdı.

Bakkal, Martin'e:

— Sen var iş tutmak, ben sana izin verecek daha fazla yiyecek, diye de garanti verdi. İş yok, yiyecek de yok. Bu böyle kardeş.

— Sonra da bunun peşin bir fikir olmayıp sadece iş hayatı yönünden bir ileri görüşlülük olduğunu anlatmak için de:

— Eve gel içki iç, yine de arkadaşız seninle.

Böylece Martin, ev ahalisiyle dost olduğunu göstermek için, uysallıkla içkiyi içti, sonra da gidip akşam yemeğini yemeden yattı.

Martin'in sebzelerini aldığı manav, Martin'e krediyi beş dolara kadar yükseltecek derecede iş prensipleri zayıf olan bir Amerikalı tarafından işletiliyordu. Fırıncı iki dolarda durdu, kasap da dört dolarda. Martin bütün borçlarını topladı ve dünyada topu topu on dört dolar seksen beş sentlik kredisi olduğunu anladı. Daktilo makinesinin kirası da yaklaşmıştı, ama Martin bunun için sekiz dolar tutarında iki aylık bir kredi açtırabileceğini hesapladı. Bu iş de olunca, artık hiçbir

302


Jack London

yerden kredi sağlamasına olanak kalmayacaktı. Manavdan son olarak bir kesekâğıdı dolusu patates almıştı, oturdu bir hafta bu patatesleri yedi; günde üç öğün patates, başka hiçbir şey yemedi. Arada sırada Ruth'larda yediği yemek vücudunu kuvvetli tutuyordu, ama o kadar güzel yemekleri görüp de iştahı kabardığı halde, daha fazla yemeği reddetmek de bir işkence oluyordu. İçinden utanç duymasına rağmen, arada sırada yemek zamanları kız kardeşine uğruyor ve cesaretinin elverdiği kadar Morse'ların masasında yemeye cesaret edebildiğinden daha fazla yiyordu.

Her gün çalışmalarına devam etti ve her gün postacı ona reddedilen bir yazısını getirdi. Pul alacak parası olmadığından, yazıları masanın altında tepe gibi yığıldı. Bir gün geldi. Martin'in ağzına kırk sekiz saat yiyecek girmedi. Ruth'larda yemek yemesine imkan yoktu, çünkü Ruth, iki haftalığına San Rafael'e gitmişti, utancından kız kardeşine de gidemiyordu. Sanki talihsizliği arttırmak içinmiş gibi, postacı, akşam seferinde ona beş tane geri çevrilmiş yazı daha getirdi. İşte o zaman Martin, paltosunu sırtına geçirdiği gibi, Oakland'a indi ve paltosuz olarak, ama cebinde tın-gırdayan beş dolarla geri döndü. Dört alacaklısının her birine, borçlarına karşılık birer dolar verdi ve mutfağında sarımsaklı pirzola kızartıp, kahve pişirdi, koca bir tencere de kuru erik kaynattı. Yemek yer yemez, masasının başına geçip, gece yarısından evvel, "Tefeciliğin Değeri" adlı bir deneme yazıp tamamladı. Bunu daktiloya çektikten sonra, pul almak için beş dolardan geriye beş para kalmadığı için, masanın altına fırlattı.

Daha sonraları saatini rehine bıraktı, arkasından

303

Martin Eden



bisikletini ve yiyecek almasına yarayacak parasının büyük kısmıyla pul satın alarak yazılarını gönderdi. Para için yazdığı yazıları onu hayal kırıklığına uğratmıştı. Kimse bunları satın almak istemiyordu. Bunları gazetelerde, haftalık ucuz magazin dergilerinde gördükleriyle karşılaştırdı ve kendi yazılarının bu çeşit orta derecede bir yazıdan daha iyi, çok daha iyi olduğuna karar verdi; ne çare ki, onunki satılmıyordu. Derken, gazetelerin çoğunun, ısmarlama yazılar bastıklarını keşfetti ve bunları ayarlayan şirketin adresini aldı. Onlara gönderdiği kendi yazıları, basılı bir mektup ilişiğinde geri geldi. Mektupta, lazım olan bütün yazıların kendi memurları tarafından sağlanmakta olduğu bildiriliyordu.

Gençler için çıkan büyük dergilerden birinde, gözüne bir sütun dolusu olay ve anekdot ilişti, işte bir fırsat çıkmıştı. Ancak Martin'in paragrafları geri geldi, üst üste yollamasına rağmen bunlardan hiçbirini kabul ettirmeyi başaramadı. Daha sonraları, artık bunun hiçbir önemi kalmadığı bir gün, yarı uzman editörlerle, editör yardımcılarının, bu yazıları kendileri yazarak maaşlarını arttırdıklarını öğrendi. Mizah dergileri Martin'in fıkralarını, manzum mizah yazılarını geri çevirdi, büyük magazin dergileri için kaleme aldığı sosyete nazmı da hiçbir yerde basılmadı. Aklına gazetelerde çıkan küçük öyküler geldi. Kendisinin, yayınlanan bu öykücüklerden çok daha iyisini yazabileceğini biliyordu. İki gazete sendikasının adresini alarak bunlara yığınla küçük öykü yolladı. Yirmi tane yazıp da hiçbirini yayınlatamayınca, artık yazmaktan vazgeçti. Bununla o beraber, hergün bir sürü küçük öykü okuyor ve bunların hiçbirini kendininkilerle karşılaştıramıyor-du. Düştüğü umutsuzluk içinde, doğru dürüst bir yar-

304

Jack London



gıya sahip olmadığına, kendi kendini aldatan bir taklitçi olduğuna karar verdi.

İnsanlıktan uzak editörlük makinesi, her zamanki gibi tıkır tıkır çalışıyordu. Yazısının içine pul da koyup yazıyı mektup kutusuna attı, üç hafta, ya da bir ay sonra postacı merdivenleri çıkıp, yazısını ona geri getirdi. Şüphesiz öbür uçta, canlı sıcak editörler yoktu. Çark, cıvata, yağ borularından meydana gelmiş ve robotlar tarafından yönetilen akıllı bir makine vardı sadece. Bazen editörlerin varlığından bile şüphe edecek kadar ümitsizliğe düştüğü anlar oluyordu. Hiçbirinden varlıklarına belli eder bir işaret almamıştı; yazdıklarının neden reddedildiğine dair bir yargı olmadığı için de, editörlerin kâtipler, yazarlar, baskı ustaları tarafından yaratılıp devam ettirilen birer öyküden ibaret olduğu akla daha yakın geliyordu.

Ruth'un yanında geçirdiği saatler, onun tek mutlu saatleriydi, ama bu saatler de bütün bütün mutlu geçmiyordu. Henüz Ruth'un aşkını kazanamadığı günler-dekinden daha ıstıraplı bir huzursuzluk içini kemiri-yordu; zira onun aşkını kazandığı şu anda, ona sahip olabilmek eskisi kadar uzak görünüyordu. Martin iki yıl istemişti; zaman uçuyordu ve o, hiçbir şey başara-mıyordu. Ayrıca, Ruth'un, onun yaptığı onaylamadığının da hep farkındaydı. Ruth bunu açıkça belli ediyordu. Ruth'unki kızgınlık değildi, o sadece onaylamıyordu; halbuki, ondan daha tatsız mizaçlı herhangi bir kadın, Ruth'un sadece hayal kırıklığına uğradığı bir yerde, Martin'e kızabilirdi. Ruth'un hayal kırıklığı, kalıba sokmak için seçtiği erkeğin, kalıba sokulmayı reddedişinden ileri geliyordu. Ruth, Martin'in hamurunu bir dereceye kadar kalıba girer bulmuş, fakat bu

305


Martin Eden

hamur sertleşip, Ruth'un babasının ya da Mr. Butler'in biçimini almamak için direnmişti.

Ruth, Martin'in içinde yaşattığı büyüklüğü, kudreti gözünden kaçırmış, daha da kötüsü yanlış anlamıştı. Hamuru, insanoğlunun girdiği her kalıba girebilecek kadar düzgün olan bu adamı, kendi bildiği biricik kalıba sokamadığı için Ruth, onu dikkafalı ve inatçı buluyordu. Ruth, onun zihninin kanat açtığı yerlere ulaşamazdı, bu bakımdan, Martin'in kafası onun çapının dışına çıktığı zamanlar, Ruth da Martin'i sebatsız, acayip bir insan olarak görüyordu. O, sadece anasını, babasını, ağabeylerini ve Olney'i takip edebilmişti; bu yüzden de kabahati Martin'de buluyordu. Eskiden beri sürüp gelen, dünyanın öğütçübaşısı olmaya çalışma trajedisiydi bu.

Bir gün Vandenvater ile Praps üzerinde tartışırlarken Martin, Ruth'a:

— Sen tanınmışların kemiklerine tapıyorsun, dedi. Başvurulacak otoriteler olarak bunların mükemmel olduklarını teslim ederim. Amerika Birleşik Devletlerinin en önde gelen iki eleştirmenidirler. Memlekette her öğretmen Vanderwater'e, Amerikan eleştirmenliğinin başı gözüyle bakar. Ne var ki, ben onun yazılarını okudum ve bana öyle geliyor ki, bunlar; saçma sapan şeylerin hoşça ifade edilişinde ulaşılan bir mükemmeliyeti gösteriyor. Beylik sözler eden sıkıcı bir heriften başka bir şey değildir o; böyle oluşunu da Ge-lett Burgess'e borçlu. Praps'ın da ondan aşağı kalır tarafı yok. Örneğin, onun, "Hemlock Mosses" i, güzel yazılmıştır. Her şeyi yerli yerindedir; yüksektir tonu. Amerika'da en çok para kazanan eleştirmenidir o. Gerçi, haşa, eleştirmenlike hiç ilgisi yoktur. İngilte-

306


Jack London

re'de eleştirmenliği daha iyi yapıyorlar.

— Ama asıl sorun, popüler havayı çalmalarında; öyle de güzel, öyle erdem dersi vere vere, öyle doyu-ra doyura da çalıyorlar ki. Onların değerlendirmeleri bana British Sunday'ı hatırlatıyor. Onlar, halkın sözcüleridir. Onlar, senin İngilizce profesörlerini destekler, senin İngilizce profesörlerin de onları. Hiçbirinin de kafatasının içinde bir tek orijinal fikir yoktur. Onlar, sadece tanınmış olanı bilirler. Bunlar, zayıf kafalı insanlardır ve bira fabrikasının adı bira şişesinin üzerine nasıl damgalanıyorsa, tanınmışlar da bunların kafasına kendilerini öylece damgalar. Bunların biricik görevi; üniversiteye giden gençleri yakalayıp, eğer tesadüfen bunların kafasında herhangi parlak bir orijinalite yer almışsa, onu oradan söküp atmak, yerine tanınmışların damgasını basmaktır.

Ruth:


— Zannederim ben, tanınmışların safında olduğum halde, gerçeğe, Güney Denizinden gelmiş put kıran adalılar gibi etrafa saldıran senden daha yakınım, diye cevap verdi.

Martin gülerek:

— Putları kıranlar, misyonerlerdi, ne yazık ki, şimdi bütün misyonerler uzaklarda, putperestlerin yanında, onun için memlekette Mr. Vanderwater ve Mr. Praps gibi eski putları kıracak tek misyoner yok.

Ruth:


— Aynı zamanda kolej profesörleri gibi, diye ekledi.

Martin, kafasını şiddetle sarstı:

— Hayır; fen hocaları yaşamalıdır. Onlar gerçekten

307


Martin Eden

de büyük insanlar. Ama İngilizce profesörlerinin, o ufacık, mikroskopik beyinli papağanların onda dokuzunun kafasını kırmak çok yerinde bir iş olurdu!

Bu, profesörlere yapılan oldukça ağır saldırı Ruth'a göre bir küfürdü. Tertemiz, iyi tavırlı, üzerlerine oturmuş elbiseleri içinde, iyi ayarlanmış seslerle konuşan ve kültür, seçkinlik teneffüs eden profesörlerle, nasılsa âşık olduğu elbiseleri hiçbir zaman üstüne uymayan, kabarık kaslarında ağır işlerin ezici yükünü taşıyan, konuşurken, heyecanlanıp ağırbaşlı ifadeler yerine küfür kullanan, serinkanlılıkla konuşacak yerde, ihtiraslı cümleler kuran bu hemen hemen tarifi imkansız delikanlı ile karşılaştırmaktan kendini alamadı. Profesörler hiç değilse iyi maaş alıyorlardı ve evet buna göğüs gerebilmek için kendini zorladı, centilmendiler; halbuki Martin bir peni bile kazanamıyor-du ve onlar gibi değildi.

Martin'in kelimelerini ne tarttı, ne de onun iddiaları üzerinde bu kelimelere dayanarak karar verdi. Martin'in iddialarının yanlış olduğu sonucuna bilinçsiz olarak, gerçekten de sadece flu görünüşlerin bir karşılaştırması gibi ulaşmıştı. Onlar, profesörler edebî yargılarında haklıydılar, çünkü onlar, başarıya ulaşmış insanlardı. Martin'in edebî yargıları yanlıştı, çünkü o, yazılarım satmıyordu. Martin kendi tanımıyla; onlar işi kıvırmış, Martin ise, kıvıramamıştı. Martin'in haklı olabilmesi akla yakın da görünmüyordu. Daha kısa bir süre önce aynı oturma odasında, kıpkırmızı kesilmiş, beceriksizce kendini takdim edip iki yana sallanan omuzlarının tehdit ettiği çevresindeki antikalara korkuyla bakan ve Swinburne öleli ne kadar oldu diye sorup sonra da böbürlene böbürlene, "Exelsior"u,

308

Jack London



"Psalm of Löle" ı okuduğunu söyleyen bu Martin Eden haklı olsun?..

Ruth, istemeden, farkında olmadan, Martin'in, kendisinin tanınmışlara taptığı fikrini doğru çıkarmıştı. Martin, onun düşüncelerinin seyrini takibetti, ama daha da ileri gitmekten kaçındı. O, Ruth'u Praps hakkında, Vandenvater, ya da ingilizce profesörleri hakkındaki düşüncelerinden ötürü sevmiyordu ve gittikçe artan bir inançla farkına varıyordu ki, kendisi, Ruth'un hiçbir zaman anlayamayacağı ya da varlığından haberdar bile olamayacağı bir hafızaya, bilgiye sahiptir.

Müzik konusunda Ruth, onu mantıksız buluyor, hele opera bahsinde sadece mantıksız olduğunu değil, aynı zamanda kasten kendisine zıt gittiğini düşünüyordu.

Bir gece, operadan eve dönerlerken ona:

— Nasıl buldun? diye sordu.

Martin'in bir ay gıdasından kısarak, onu operaya götürdüğü bir geceydi. Ruth, boş yere onun konuşmasını bekledikten sonra, hâlâ biraz evvel seyredip dinlediği şeyin heyecanı altında, titreyen sesiyle sormuştu soruyu.

Martin cevap olarak:

— uvertürü beğendim, dedi. Fevkalâdeydi.

— Evet, peki operanın kendisi?

— O da fevkalâdeydi; yani orkestra demek istiyorum, hele şu zıpırlar seslerini kesseler, ya da sahneden çekilip gitseydiler daha çok hoşuma gidecekti.

Ruth şaşalamıştı.

— Tetralani'yi veya Bariîlo'yu kasdetmiyorsun

309

Martin Eden



herhalde? diye sordu.

— Hepsini, topunu, takımını. Ruth:

— Ama onlar büyük sanatkârlar, diye itiraz etti.

— Olsun, yine de yapmacıklı, tuhaf davranışlarıyla müziği berbat ediyorlar.

— Peki, Barillo'nun sesini beğenmiyor musun? diye sordu Ruth. Onun Karuso'ya yaklaştığını söylüyorlar.

— Tabi beğendim, hattâ Tetralani'yi daha da çok beğendim, Tetralani'nin sesi harikulade ya da hiç değilse ben öyle düşünüyorum.

Ruth:

— Fakat, fakat, diye kekeledi. Ne demek istediğini anlayamadım ki, şu halde. Hem seslerine hayran oldun, hem de müziği berbat ettiler.



— Tastamam öyle. Bunları konserde dinlemek için her şeyimi verirdim, hele orkestra çalarken söylemeseler daha da fazlasını verirdim. Korkarım ki, ben fazlaca realistim. Büyük şarkıcılar, büyük aktör değiller. Barillo'nun bir meleğinkini andıran sesinden bir aşk pasajını dinlemek, Tetralani'nin bir başka melek gibi ona verdiği cevabı ve bunlara eşlik eden muhteşem, renkli bir müziği dinlemek insanı büyülüyor. Israrla söylüyorum. Ancak onlara baktığımda bütün bu etki berbat oluyor. Bir yetmişbeş boyunda, ayağında çoraplarıyla seksen kiloluk Tetralani'yi, normalden aşağı boylu, bir altmışlık bodur bir demircininki gibi göğüs kafesi olan yağlı suratlı Barillo'yu ve her ikisinin birden tımarhane kaçkınları gibi, kollarını havada savurarak çalımla birbirlerini kucaklamalarını seyret-

310


Jack London

mek beni deli ediyor. Ondan sonra da benden bütün bunları zarif, güzel bir prensesle, yakışıklı, romantik 'genç bir prens arasındaki aşkı sadakatle aksettiren, bir görünüş olduğunu kabul etmem istenirse, kabul edemem, işte o kadar. Saçma iş; budalaca, gerçek dışı. İşte sorun bu. Gerçek değil. Sakın bana herhangi bir kimsenin dünyada böyle seviştiğini söylemeye kalkışma. Hele bir ben seni bu şekilde sevmeye kalk-saydım, gözümü patlatırdın!

Ruth:

— Ama sen yanlış anlıyorsun, diye itiraz etti. Her sanat şeklinin kendine göre birtakım sınırları vardır. (Ruth, üniversitede sanat komisyonları hakkında dinlediği bir konferansı hatırlamaya çalışıyordu.) Resimde, tuval üzerine sadece iki boyut sığdırılabilir, ama sen, yine de üç buyut gördüğünü kabul edersin; bunu sağlayan ressamın sanatıdır. Yazı alanında da yazar, yine aynı şekilde, konuya hakim olmalıdır. Yazarın kadın kahramanın gizli düşüncelerini anlatışını yasal sayar, ama her an bilirsin ki, bu kadın kahraman bu düşünceleri kafasından geçirdiği sırada yalnızdı, ne yazarın ne de herhangi bir kimsenin onları işitmesine imkan yoktu. Sahne için de, heykeltraşlık için de, opera için de; bütün sanat formları için de durum aynıdır. Bazı uzlaşmaz şeyleri kabul etmek lazımdır.



Martin:

— Evet, bunu anladım, diye cevap verdi. Her sanatın kendine göre komisyonu vardır.

Ruth, onun bu kelimeyi böyle yerinde kullanışına hayret etti. Martin, sanki, kütüphanedeki kitaplar arasında zevk için okumamış, zayıf bir bilgiyle donanma-mış da üniversitede eğitim görmüştü.

311


Martin Eden

— Me var ki, komisyonların bile gerçek olması gerekir. Mukavva üzerine yapılıp da, sahnenin iki yanına yapıştırılan ağaç resimlerini biz gerçek bir orman diye kabul ederiz. Bu gerçeği yeteri kadar veren bir komisyondur. Ama diğer taraftan, bir deniz manzarasını hiçbir zaman bir orman diye kabul edemeyiz. Bu elimizde değil bizim. Sağduyumuza aykırı gelir. Sen de bu gece seyrettiğim şu iki delinin saçmasapan kıvrılıp, bükülmelerini can çekişir gibi hareketlerim kandırıcı bir aşk betimlemesi olarak kabul edemezsin, daha doğrusu etmemen gerekir.

Ruth:

— Yani, sen kendini bütün müzik otoritelerinden üstün mü tutuyorsun? diye itirazda bulundu.



— Hayır. Sadece bir birey olarak fikrimi söylemek hakkımı kullanıyorum, o kadar. Sana Madam Tetrala-ni'nin bir filinkini andıran sıçramalarının, benim gözümde neden orkestrayı berbat ettiğini açıklamak amacıyla, ne düşündüğümü anlatıyordum. Dünyadaki bütün müzik otoriteleri haklı olabilir. Ama ben, benim; kendi zevkimi de, insanlığın üzerinde ittifak ettiği yargıya uydurmam. Eğer bir şeyi beğenmezsem, beğenmem, işte o kadar; üstelik herhangi bir şeyi insanların çoğu beğeniyor veya beğenmiş görünüyor diye benim de beğenir görünmeme hiçbir sebep bulamıyorum. Hoşlandığım veya hoşlanmadığım şeylerde modayı takip edemem ben.

Ruth:


— Ama müzik bir eğitim sorunudur, iddiasında bulundu; opera ise daha da büyük bir eğitimi gerektirir. Sen...

312


Jack London

Martin, onun sözünü keserek:

— Opera ile eğitilmiş olmayabilirim, değil mi? Ruth başıyla onayladı.

Martin:


— Çok doğru, diye onu doğruladı. Gençliğimde buna merak salmadığım için de kendimi şanslı sayıyorum. Eğer merak etmiş olaydım, bu gece santimantal gözyaşları dökerdim, bu kıymetli çiftin soytarıca ilginçlikleri de, seslerinin güzelliğiyle, onlara eşlik eden orkestra müziğinin güzelliğini bir kat arttırmış olurdu. Haklısın, bu daha çok bir eğitim sorunudur. Bense artık eğitilemeyecek kadar yaşlıyım. Bana artık ya gerçek gerek ya da hiç inandırıcı olmayan bir hayal.

Ruth, yine onun düşüncelerini dış görünüşlere kıyasla ve kendisinin, tanınmışlara olan inancına dayanarak ölçtü. Martin, kim oluyordu ki, bütün, kültür dünyası haksız da o haklı olsun? Onun sözleri, düşünceleri Ruth'un karasında hiçbir iz bırakmadı. Eskiler, onun kafasında öyle kuvvetle yer etmişti ki, ihtilalci fikirlere en ufak bir sempati bile duymasıına imkan yoktu. Müziğe öteden beri alışıktı, operayı da daha çocukluğundan seviyordu, hoş, bütün onun dünyası seviyordu operayı. Öyleyse, daha dün işçi sınıfı şarkıları, kaba şakaları arasından kurtulan Martin Eden, hangi hakla ortaya çıkıp da dünyanın sevdiği müzik üzerinde hüküm yürütüyordu? Martin'e sinirlenmişti, onun yanında yürürken içinde belli belirsiz bir öfkenin kabardığını hissetti. Kafasının izin verdiği en içten düşünüşle, Martin'in ifadelerini, fikirlerini bir kapris, aca-ip ve lüzumsuz bir caka saydı. Ama Martin, onu evin


Yüklə 1,69 Mb.

Dostları ilə paylaş:
1   ...   14   15   16   17   18   19   20   21   ...   36




Verilənlər bazası müəlliflik hüququ ilə müdafiə olunur ©muhaz.org 2024
rəhbərliyinə müraciət

gir | qeydiyyatdan keç
    Ana səhifə


yükləyin