BEKTÂŞÎLERİN MUAŞERET ÂDABI — İstanbulda Yeniçerilerin yanında hatıraları şehrin târihine geçmiş bektâşîlerin muaşeret âdabı hakkında aşağıdaki notları M. Zeki Pak-alm'ın «Osmanlı Târih Deyim ve Terimleri» leri» adındaki değerli eserinden alıyoruz:
Tarikata girme merasimi — «El alacak can, (tarikata girecek kimse bir müddet Pir Evi denilen tekkeye devam eder, tekkenin bâzı hizmetlerini görür), sonra tanınmış bir bektâ-şîye baş vurur, bir müddet daha tecrübe edilir ve kendisine sâhib adı. ile bir rehber tâyin edilir, (bektâşîliğe liyâketi görülürse) kabul merasimi günü akşama doğru sahibi ile beraber tekkeye gidilir. İstikbal olunurlar, mukannen saat gelinceye kadar tekkenin bir höc-resinde otururlar. Ortalık kararırken tekbir sesleri işidilmeğe başlanır. O zaman sâhib âşıkı alır, hamam odasına geçerler. Âşık yıkanır, temiz çamaşır giyer. Çıkılmca eller -gö-ğüsde olarak hazır bulunanların önünde durulur, hafif bir baş öğmesi ile herbiri selâmlanır. Âşığı hiç konuşdurmadan (çırılçıplak soyarlar) bir kefene sararlar, bir tabuta yatırır, tabutun kapağı kapanır, telkin verilir. Telkin şudur:
«Erenler meyanmda, pîr huzurunda mürşidine teslimi rızâda oldun mu, yalan söyleme, haram yeme, livâta ve zina etme, elinle koymadığın bir şeyi alma, gözünle her gördüğünü söyleme, gelme gelme, dönme dönme, gelenin başı, dönenin maîı...
«Allah, Muhammed, Ali, On iki İmam, Hanedanı Ehli Beyte ihıâh ettin mi, bunun ikisini bir bilip gece ve gündüz gönülde Allah, Muhammed Al'iyi mürşidin vâsıtasîyle bir bildin mi, hak dediğimizi hak, bâtıl dediğimizi bâtıl bildin mi, Tarikatı Nâciyeden olup Cafer Sâdık'm mezhebini hak tamdın mı, bu ikrardan dönersen Rûzi Mahşerde yüzün kara olsun ma? Allah, Muhammed, Ali, Hünkâr Hacı Bektaşi Velî ikrarında kademin sabit eyle!., hu!».
BEKTÂŞÎLER
2448 —
ANSİKLOPEDİSİ
— 2449 —
BEKTÂŞÎLER
«Sâhib ile âşık dört kapu seâmını verirler; dört kapu Şeriat, Tarikat, Hakikat ve Marifet kapularıdır. (Selâm şekli: — Esselâmü aleyküm şeriat Erenleri!, Tarikat ,Erenler... Hakikat. Erenler!., ve nihayet Marifet Erenleri!., dir). Her selâmda ileriye doğru bir adım atarlar, bu adımlar, dört kapudan ayrı ayn girilmiş olduğunu temsil eder. Sonra yine, eller göğüste, çıplak ayaklarının baş parmakları tarif edilen şekilde niyaz vaziyetinde dururlar.
«Mürşid sağ eli ile âşıkın sol elini tutar, ikrar,alır. Kendisi de talimatını verir :
— Yalan söyleme, haram yeme, zina ve livâta etme; elinle koymadığını alma, eline, beline, diline pek ol!., der.
«Tekke sazı başlar. Münacaatler, naitîer, nçfesîer birbirini tâkib eder.
«Âşık babaların ellerini öpmeğe başlarken getirdiği kurban tığlanır.
«Ufak bir âyini cem olur. Meydanda demler alınır, gül-bankler çekilir. Yine nefesler okunarak meclis dağılır. Âşık o gece, tekkede, sahibinin, rehberinin odasında yatar; (soyunub. bektâşî zeynine girib yoluna sapmış olur)».
El öpme — «Ein dış tarafı, üstü değil, avuç öpülür».
Tanışma işaretleri — «Bir bektâşînin diğer bektâşî ile tanışması için bir takım işaretler vardır, "en,- mârufu sağ eli, bas parmak yukarıya doğru kaldırıl-' ;tnak suretiyle kalb üzerine koymak ve bu sırada boyun bükmektir. Fakat arif olanlar bıyıklarından, sakallarından, bakışlarından danışırlar».
Bâzı âdetler — «Kaşık sofrada dâima içi açık olarak durur, asla yüz üstüne kapatılmaz, kapanırsa nasib, kısmet kapanır bilinirdi.
«Kapunun eşiğine asla ayak basılmaz, eşik atlanılarak .aşılır: zira bektâşî inancınca Kapu Me-dinei ilim Alidir, kapunun sağ
«Sonra sâhib tabutu açıp âşıkı alır, bir odaya götürür, namaz kıldırır ve :
— Ey can! Öldün, namazını da kendin kıldın, kendini şimdi mürşidine teslim edince yeni bir hayata gireceksin, buyur erler meydânına!., der.
«Ve âşıkı yerden^kaldırır, kefeni çıkarır, (çamaşırını giydirir) boynuna Tîgibend denilen bir çevreyi geçirir, bağlar.
«Son zamanlarda merasimin bu kısmı tâdil edilmişdir, yalnız abdest ve namazla iktifa olunmuşdur.
«Sâhib âşıkı tiğibendinin uçlarından tu-tub çekerek Meydana getirir, Meydan, tekkenin büyük âyin salonunun adıdır. Evliya Çe-rağı denilen tek bir kandille aydmlatılmışdır. Hiç bir ses işidilmez, hiç bir hareket görülme?,, ortalık yarı karanlık, esrârâlûd bir haldedir.
«Mürşid Baba hususî nıa-ka-arnmda vekaar ile oturmuşdur.. Meydanda Oniki. İmam makaa-mım temsil eden on iki post vardır ve her birinde bir baba oturmuşdur, elleri göğüslerinde ve başlan da göğüsleri üzerine eğik dururlar.
«Sahihle âşık. Meydan kapu-sundan eşiğinde niyaz ettikden sonra girerler, âşıkın boynunda-ki tîgibendin uçları sahibin elin-de ve sâhib önde, âşık arkada o-larak girerler. Meydanı bir buhur kokusu doldurmuş olub alışık olanları gaşyeder.
«Sâhible âşıkın ayakları çıp-lakdır, sağ ayaklarının baş parmaklarını sol ayaklarının baş parmaklarının üzerine koyarak bir müddet dururlar. Bu duruş, mürşide teslim olarak hayatda doğrulukdan ayrılmayacaklarına remizdir (B.: Ayak Mühürlemek).
«Sâhib yanık bir sesle bir
münacaat okur sonra Mürşid Ba
ba gür sesle feseyekfikühümul-
lah âyetim okur, herkes oturdu
ğu yerde niyaz vaziyeti alarak Bektaşî Babası
tasdik eder. (Resim : B. Seren)
kanadı Hasan, sol kanadı Hüseyin, üst pervazı Peygamber, eşiği de Fâtimedir.
«Bektâşî eşiği atlayub çıkınca, pabucunu kapu eşiğine muvazi olarak koyduktan sonra giyer; kapuya arka çevirmek günahdı.
Dem meclisi, —- (Bektaşî tekkelerinde kurulan meclislerde babalar ve canlar rakı ve şarab içegelmişler idi, o meclislerde dem sunulması da hususî bir şekle tâbi idi).
«Saki kadehi, fincanı sağ elinin avucu içine alır, baş parmağını serbest bırakır; sol elini göğsünün altına koyar; fincanı, kadehi öne doğru eğilerek sunardı; sunulan can da: — Eyvallah!., diyerek ayni vaziyet ve usulde alır, aldıktan sonra kadehi göğsüne götürür ve boyun keserdi; ve kadehi avucunun içinde tutarak içerdi (Yâni kadeh, verilirken, alınırken, içilirken parmak uçları ile tutulmazdı). Kadehi iki avucu ile tutan bektâşîler de vardı, (bu takdirde, sol elin avucu, içinde kadeh bulunan sağ avucu sarar, tutardı).
«Şarab veya rakının kadehde görülmemesi içindir ki elleri ile örterler idi; içdikden sonra Saki:
— Aşk olsun! der ve kadehi ayni usul ve erkânla alır, arka arka çekilir ve bu minval üzere meclisdekilere kadeh dolaşdırır, ihvan sulanır, demlenirler di».
Lokma giiibaııki — «Sofraya oturuldukta yemeğe başlamadan çekilen gülbankdir:
«Bisrni Sah, evvel Allah diyelim, kadim
Allah!.. >r>
«Geldi Ali sofrası, yâ Şah diyelim, Şah versin, biz yiyelim!.. Allah, eyvallah! Dost!..».
Sofra giiibaııki — Yemek yenildikden sonra çekilen gülbankdir :
«Allah.. Allah.. İllallah..
«Bu gitti, yenisi gele; Hak bereket vere, yiyenlere nur ola. Pişirip kurtaran y(kutaran) derviş derdmendin Haİ frenler destğîri ve destgîrimiz ola,
«On iki İmam, on dört masumu pak efendilerimiz babı saadetinden tanıyanlarımız ganî ola.
«Üçler, Yediler, Kırklar.. Gülbanki Muhammedi, nûri Nebî, keremi Ali, pîrimiz Hacı Bektaş Velî, cümle pîran ve cömerdler, gerçek erenler demine devrânına hû diyelim!. Hûuu!...».
Teslim taşı — «Bektâşî babalarının gö-
ğüslerinde, gümüş mecidiye büyüklüğünde on iki köşeli bir taş bulunurdu, «Teslim taşı» derlerdi, 12 köşeli oluşu on iki imama işaretti. «Bu taş Ürgüb'den çıkar. Güya Hacı Bektaşi zehirlemişler, kendisine derhal mâlûnı olmuş, hemen kusmuş, (bu taşın cevheri) o kusmuktan hâsıl olmuş.
Pir emânetleri •— «Tâc, hırka, sancak, çe-rağ ve sofradır. Hepsine bir kudsiyet atfedil-mişdi. Bektâşî tacı on iki dilimli idi». (M. Z. Pakalın, Osmanlı Tarih Deyimleri ve Terimleri).
Üsküdarlı halk şâiri Vâsıf Hoca bektâşî âdabı üzerine şu şirin notu vermiştir: «Tophane ketebesinden şâir Âşık Râzi ki, edebü terbiye ile pervâsızlıkda dünyaya emsali ender gelir, bektâşî idi. İstanbul Ansiklopedisinin Üssü Zafer nam eserden naklen bu günahkârın göz gezdirmesi istenilen evrakı mütalâa ettiğimde o yazıların şu kadar asır sonra dahi hakikat olduğunu gördüm. Âşık Râzî merhum tazeliğinde gaayetle dilber bir gene imiş, bir maddeden pederine^ gücenüb Üsküdardaki hânei pederi terk ile Merdiven Köyüne kaçmış, on beş yaşında imiş, oradaki meşhur Şah-kulu Baba Dergâhına gitmiş sığınmış, bir kaç ay orada dergâhın bostanında yanaşmalık yap-mışdır. Hüsnü ânı ile âteşin zekâsı derhal nazarı dikkati celbetmiş, o zaman büyük baba Efendi kim ise Râziyi bostan yanaşmalığmdan kendi hizmetine almışdır; şairliğe olan istidadı 'da evvelâ orada terbiye edilmişdir. Râzi; Merdivenköylülerle Tekke halkı o zamanlar hiç sevişmez idi, hattâ Sultan Mahmud bek-tâşîliği kaldırdığında dergâhı evvelâ köylü tahribetmiş derlerdi, dergâhdaki bektâşî fukarasının hemen hepsi arnavud idi, câhil fakat kalben hepsi şefîk rahîm insanlardı diye anlatırdı; hattâ dergâh kapusunda ilk rastladığı bir arnavud bağçıvam kendisine manevî peder ittihaz etmişdi. Defterlerinden birinde manzurumuz şu manzûmes| bektâşî hayatı rin-dânesi bakımından hoş bir hâtıradır».
Vâsıf Hocanın üzerinde kalem oynattığında şüphemiz olmayan manzume şudur:
Vardım gittim Babanın Pîr Evine Selâm verdim arnavudun birine
Mere dedi yalın uşak hoş geldin Nedir taîeb nedir aşkınla derdin
2451 —
BEKYAN
Derde derman aşka timar bizdedir Mürşid rehber nur ile nar bizdedir
İler girene işte açık kapumuz Eklidene hazır pişmiş aşumuz
Ahretimiz mâmur ettik sağ iken Bizde açan gülde bulnmaz diken
Biz mahbûbu önce soyar yunarız Pervaneyiz ol çorağa yanarız
Aşık abdal yalın ayak baş kaba Altda imam postu üstde bir aba
Sîrrııllahdır fânî dünyâ vâdemiz Anın içün dâim elde bademiz
Eşik atla gel civanım efendim Benim kaşı keman servi bitlendim
Gir yun al abdesti at çirkü gamı Öükiişâdır Hacı Bektaş Hamamı
Atş ile kanımı ieesi dilber
Ser virelim sır içün gel beraber
Eörûlerin tâki bu cana mihrab Kevserdir kâsei lâ'linde şarab
Çeşmi kebûdunda nedir bu mesti Hatırlatır cana Bezmi Elesti
Ya pâyin nakşine ne diyem şahım Ayağın öpdüğüm gün pâdişâhım
Şahkulu Sultanın dergâhıdır bu Cümle âşıkların penâhıdır bu
Cennet bülbülüne altım kafesdir Gül kokan havası pirden nefesdir Erenler durağı bu âsitâne Temaşa ki! âşıkaane mestâne
Yokdur bâyü gedâ burda can vardır
Pîrü civanında husn ü an vardır
Hurdadır şeriat tarikat babı Bardadır marifet hakikat babı
Kefeıiî3Ûş olduk öldük dirildik Bu sakfin tahtında muhabbet, birlik Bâdei aşk ile mestü müdâm ol Havuz-gibi boşal, pınarından dol
Ayak mühürleyüb gel dur niyaza
Erenler tacın koy seri şehbâza
SEKYAN (Dr. Agop Bey) — 1869 da Askerî Tıbbiyeden önbinbaşı rütbesiyle mezun olmuş bir tabibdir. Pederinin adı Mıkırdiç-dir. Birçok yerlerde ve bilhassa Yemende vazifede bulunmuştur. 1911 -1914 yılları esnasında üç sene Yedikule Ermeni Hastahânesi İdare heyeti azalarından olmuştur. Müteveffa Dr. A. Mezburyan'a göre binbaşılıkdan,
__ 2450 —
1929 yılı mezkûr Hastahanenin salnamesine göre (s. 343) ise miralaylıkdan tekaüde sev-kedilmiştir. Bilgili bir şahsiyet olan Dr. Agop Bey 1928 de aynı hastanede vefat etmiş ve Balıklı Ermeni Mezarlığına defnedilmiştir.
Kevork Pamukciyan
BEKYAN (Haykazun Efendi) — Halkalı Ziraatı Mektebinde uzun yıllar zirâati umumiye kürsüsünü işgal etmiş d,eğerli bir nıüderrisdir. Eğin'in Abuçeh kasabasından tanınmış Be-nektz (bilâhare Bekyan) ailesinin ahfadından-dır. İhtisasını Fransada yapmıştı. Hayatı hakkında başka bir bilgi edinilemedi.
Kevork Pamukciyan
BEL — Vücudun orta yeri; şâirler tarafından gönül bağlanan güzellerin tarif ve tavsifinde en çok kullanılmış kelimelerden biri, dâima inceliği övülür, hattâ «ince belli» denilince, başkaca tarife lüzum kalmadan vücud yapısı narin ve uzun boylu bir dilber kasde-dilir :
Şehri İstanbulun şehbaz güzeli Şartı evvel ince olmalı beli
Galatalı Hüseyin Ağa *
Sevdi gönül bir püseri
Sanatı terzi güzeli
Şu İstanbuîun içinde Güzellerin bî bedeli Neyîemeli neşîemeii Bu yazı da burda yazlamalı
Dikiş diker nâz ile
Bir gümüş endaze ile
Düşürıaeyüb nâmın dile
Ölçmeli ol ince beli
Neyîemeli neşîemeli
Be kışı da burda kışlamah
(Bir halk türküsü)
BEL — Sulb; belinden gelmek, birinin sulbinden dünyaya gelmek; Hüseyin Kâzım Bey Büyük Türk Lugatında Âşık Beşeden şu iki güzel misâli veriyor :
Belde nesil, ,kolda kuvvet, ,elde iş
*
Geldiler Adem belinden sızdılar Kimi doğru vardı, kimi azdılar..
Eskiden bektâşî tarîkatine giren bir delikanlıya, can'a, «Pir Evi» denilen tekkede yapılan kabul merasiminde: «Elinle koyma-
ANSİKLOPEDİSİ
dığm şeyi alma, yalan söyleme ve haram yeme, zina ve livâta etme; eline, diline, beline sağlam ol!..» diye nasihat ve tenbih edilirdi.
Bu mânâdan «Bellemek», İstanbulun pırpırı külhâniler argosunda ağır küfürlerdendir, ekseriya tehdid yerinde kullanılır:
-— Berduşluğuma bakma, bana Zehir Mehmed demişler, şakaya gelmem, senin ananı avratını bellerim ha!...
BEL (Gordon) — 1912 senesi nisanının ondördüncü günü, ki bir hürriyet bayramı günüdür. İstanbul semâsında uçarak Türkiyede ilk esaslı uçuş tecrübesi yapmış olan bir fran-sız tayyarecisi (B.: Bleriot, Louis); hal terce-mesi maalesef tesbit edilemedi.
Fransada Rep fabrikasına türk ordusu için tayyareler sipariş edilmişti; 14 nisanda Hüriyeti Ebediye Tepesinde yapılacak büyük askerî resmi geçide hiç olmazsa bir tayyarenin iştirak etmesi isteniyordu, fabrika Gordon Bel adında bir pilot ve iki makinist ile bir tayyare yolladı; âlet sandıklar içinde tren ile geldi, 11 nisanda Yeşilköy tren istasyonu civarında bir tarlada parçaları yerlerine takılarak kuruldu, 14 nisan sabahı da Gordon Bel bu teyyâre ile tek başına havalandı.
Yeşilköyden kalkarak Davudpaşa ve Kâ-, tjıdhâne vadisi üçerinden Hüriyeti Ebediye Tepesinin üstüne geldi, geçid resmi yapan askerî kıt'aların üstünde dolaşdı; hiç tayyare görmemiş ve hattâ çoğu adım dahi işitmemiş olan askerler üzerinde büyük bir heyecan uyandırdı; Gondon Bel bu heyecanı fazlalaşdırmak için alçalmak istedi ise de, geçid resminin yapıldığı saha Kâğıdhâne ve Alibey köyü vâdile-
Gordon Bel'in Tayyaresi (Besim : Bülend Seren)
BELA
rinden gelen hava cereyanlarının birleşdiği nokta olduğu- için arzusunu tatbik edemedi, her teşebbüsünde, henüz tekemmül etmemiş bir âlet olan o devrin tayyaresi, sağa sola şiddetli yalpalarla tehlikeler atlattı, ve Gondon Bel, geçid resmi sahasının üstünde 1200-1400 metro yükseklikd,e uçmaya mecbur oldu. Hü-nerti pilotun başarı ile sona eren bu uçuşundan sonra Rep Fabrikasına yeni tayyareler sipariş edildi ve Fransaya pilotluk tahsili için on genç zabit gönderildi.
BELÂ — Dilimize arabcadan alınmış isim, Türk lûgatında elem ve ızdırab veren şey; fitne; musibet; nekbet j i-dbar; bahtsızlık; darbı me seller: İhtiyat, dikkat tavsiyesi yolunda «Belâ geliyorum demez!»; e'vlâd, torun hakkında «Tatlı belâ»; kız veya erkek evlâd evlendirilirken «Belâsını ben çektim, saf asım il sürecek»; bilhassa bir güzel yeni âşık olan mahrem dosta hitab olarak «Belâlar mübâreki!..».
Aidin metâı aşkı, belâlar mübâreki S
*
Kuhsâri yâre hattı muanber mübâreki Uşşâki zade taze belâlar mübâreki
«Belâ budur ki...» deyimi, bilhassa aydın adam ağzında «asıl bahtsızlık budur» yerinde kullanılır, en güzel kullanan da büyük hiciv şâiri Nef'î olmuş, aşağıdaki beyiti de .kendi âkibetine uygun düşmüştür :
Belâ budur ki ne türlü ferdî asr olsan Yine inanduramazsın hasudu hodkâmı..
«Püsküllü belâ» iki yerde kullanılır: 1) Belâ üstüne gelen belâ; 2) aşifte, bıçkın, çapkın ele avuca sığmaz, ardında tutkunu çok, kabadayı güruhundan sahibi olan, cefâ edici, vefasız, vuslat yolu engellerle dolu maşuka, maşuk. Bunlar hakkında söz gelinime göre «Belâ püskülü» de denilir :
Efendim bir güli- âlem behâsın Nilıâli işvesini rengin edasın Cihanda misli nâdir mehlikasın Güzelsin nazeninsin dürübâsın.
Hirâm itöikce sen ey serv reftâr Olur endamına âlem giriftar Bu keysûyi perişan ile her bâr Seri uşşâka püsküllü belâsın
(Enderunlu Vâsıf, şarkı)
BELÂLI
— 2452 —
İSTANBUL
ANSİKLOPEDİSİ
— 2453 —
BELE (Refet)
Âşıklar başına püsküllü belâ Tophane oldu sahrâyi Kerbelâ Her gün minareden verilir sala Planlıdır yolu ol tavşan kâfirin
(Galatah Hüseyin, İşmar Destanı)
Yar peyledim şu çapkın gönce gülü Başı kavak yelli saçı sünbülü Olmadan efendim sinem bülbülü Basıma olmuşdur belâ püskülü
(Galatah Hüseyin, İşmar Destanı)
Geçen asrın şöhretleri şâirlerinden Aym-
tablı Ayni, Fes millî bir serpuş olduktan son
ra, kırmızı fes kenarından sarkan o devrin
mavi püsküllerinin dilber yüzlere ayrı bir ca
zibe verdiğini söyleyerek, püsküllü fesi, başı
aslında belâya girmiş olan âşıka yeni bir be
lâ görüyor: .
Hilâl ebrüvânm üzre müşâri bilbenandır fes Bu tâbi renkle pertevfürûzi hüsnü andır fes
Ne renge koydu bak âyînei dîdârı cananı
Bıı suretle kızılbaş mülkine hayret resandır fes
Diyarı Çine hükmeyler arakçînsndeki perçem
Seri ıışşâka püsküllü belâdır pek yamandır fes
Aydın İstanbullu ağzında bir de «Belâya bak» deyimi vardır; buradaki belâ, bu ismin Türk lûgatmdaki mânalarından hiç birine uymaz; meselâ Muallim Naci:
Beyânı maksad için j'âre tercemânın var Belâya bak kî anı tercemâna anlatamam..
diyor; «içi açamamak» dır; bu hal ızdırab - belâ ile ifâde edilmişdir (B.: Belâlı).
BELÂLI — Kötü yola sapmış ve okşanmış, koklanmış nigâr yahud mahbub bir dilberin ülfet ve muhabbetini inhisarı altına almış bıçkın kabadayı, vurucu, kırıcı zorba; iki. tipi vardır.
1: Âşıkdır; dilberini gücü yetdiği kadar maddî ihtiyacdan müstağni kılar, yer bulur barındırır, besler, giydirir; başka gözlerden deli gibi kıskanır, dilberinin kirli mazisi tafsilâtı ile 'bildiği için daimî bir şübhe içindedir, olmayacak sebeblerle döver, turnalar .volimi tehdidi ile mutlak sadakat ister; bâzan yersiz şüphe üzerine, bazan. da aşkına ihanet edildiğini görerek, dilberini suç üstünde veya kuvvetli suç delilleri ile yakalyarak kaatil olur.
2 : Zorbanın, kabadayının it kolundan-dandır, fuhuş yoluna sapmış, düşmüş güzelin
ülfet ve muhabbetini inhisarı altına almaz, ne âşıktır, ne kıskanç, dilberini pençei kabri altına almıştır, hiç bir maddî ihtiyacını düşün-" mez, vücudunu satarak kazandığım elinden alır, bîçâreyi fuhşun girdabına sürükler. Şeririn pençesi altındaki mazlum kazancının bir kısmını gizlemeğe çalışır, Belâlı bunu sezdiği zaman kavgalar başlar, istediği parayı, ki içkiye veya kumara verece'kdir, alamayınca ku-durur, dayakla tazyiki işkence haddine varır ve bâzan da cinayetle biter. Belâlıyı «Dost» ve «Tutkun» ile karışdırmamalıdır (B. : Dost; Tutkun).
BELA, MADAM BELANIN OTELİ VE MEYHANESİ — İkinci Abdülhamid devrinde Galatanın haşarat yatağı otel ve meyhanelerinden biri idi; müdavimleri arasında pek nâdir görülen beyden, efendiden kimselerin «Madam» dedikleri Bela adındaki sahibesinin • milliyeti ve tâbiiyeti tesbit edilemedi; bilinen, bir batakhane yosması olarak yetişik gelişmiş olmasıdır; bu ansiklopedinin büyük himmet sahibi kalem arakadaşlarından Üsküdarlı Vâsıf Hoca merhum şu kıymetli notu vermişdir:
«Kaldırım kabadayıları ile boy ölçüşen, pek çok kabadayı ve serseriyi yıldırmış yaman bir kandındı; tanıdığımda kırkını aşmışdı, en çok yirmi beş yaşında gösterirdi. Meşhur canilerden Bıçakçı Petrinin (B. : Petri, Bıçakçı) dâima yanında dolaştırdığı Kız İstavro denilen el ulağı bir oğlanı vardı, Midillüi gaayet güzel bir çocukdu, on beş on altı yaşlarında idi; Bela için, kendisinden en az yirmi beş yaş küçük olan bu adalı palikarya fidesine tutkun olduğu, sözde otel uşaklığı adı altında oteline alarak yatırdığı, giydirüp kuşatıp, kendisine oynaş yaptığı söylenirdi; hattâ oğlanın Kule-dibinde bir evde akranı bir kızla münâsebetde olduğunu öğrenince bir gece o eve girmiş, rakîbesi genç fahişeyi bıçaklamışdı; devrin gazetelerinin vukuatı zabıta sütunlarında bu otelci ve meyhaneci Madam Belanın adı muhakkak .geçerdi; muharrirler «Madam Başbe-lâsı», «Karı hakikaten belâ imiş», «Belâ ama ne Belâ» gibi serlevhalar koyardı. Otelinin kötü bir şöhreti vardı, uygunsuz kadınların ve gençlerin haşarat takımı ile gecelediği bir nevi batakhane idi; o zamanlar kapitülasiyon-lara dayanarak ecnebi gemiler Türk limanlar
arasında da sefer yaptıkları için İstanbul limanında büyüklü küçük her zaman yüze yakın gemi bulunurdu; Madam Belanın müşterileri, bu belâlı korsan kılıklı gemicilerdi; hicrî 1305 (milâdî 1887-1888) senesinde bir gazete, zannederim Sabah Gazetesi, Belanın Meyhanesinden bahseder iken «tulumbacı yatağı» tâbirini kullanmış, bu da tulumbacıların gücüne gitmiş, gazeteye üçyüz imzalı bir teessüf-nâme gönderlerdir, gazete de tulumbacılardan özür dilemiş idi.
«Yine o tarihlerde, 1888 -1900 arasında, bir nakşî yâhud kaadirî şeyhinin gaayetle güzel nevhat bir delikanlı olan torununu, tekkenin arnavud bağçıvanı kandırır, Belanın Meyhanesine götürür, çocuğun karşısına bir oyuncu kızı çıkarırlar, sarhoş edilen toy delikanlı bu kız vâsıtası ile otele alınır ve o gece otelde boğulur, kaza yahud cinayet, cesedi soyarlar ve otelin bodrumunda defnederler. Arnavud Bağçıvan firar ider ise de ayni gece otelde misafir bulunanlardan bir lâz gemici gece bir gürültü işitir, boğuk iniltiler duyar, sabahı otel uşakları ile mâhud bağçıvanda bir telâş eseri görünce zabtiyeye keyfiyeti ihbar eder.
Madam Bela ve adamları evvelâ inkâr yoluna saparlar ise de bodurumda delikanlının cesedi bulununca şerire karı suçu bir rum uşak ile arnavuda yükler, yakayı sıyırır; fakat oteli ve meyhanesi bu vak'adan sonra kapatılır, Bela da hudud dışına atılır».
Sermed Muhtar Alus «On ikiler» adındaki romanında bu Otel ve Meyhaneden bahsetmekte, ve Vâsıf Hocanın bize tevdi ettiği yu-' kandaki notlarda söylediklerini teyid etmektedir :
«Şimdiki Merkez Rıhtım Hanının önünden Mumhane caddesine yürüyüb sağa dönünce, tramvay yoluna çıkan, o zamanlar kasab kulübleri bulunan sokakda Bela'nın Oteli..
«Madam Belanın Oteli sahiden belâlı bir yerdi. Galatanın en namlı, en bitirim bir ba-takhanesiydi.
«Altında bir gazino. Gazinodaki dört beş Lehli dilber, iskambil kağıtlarındaki kupanın ve dineyrinin kızlarından daha tasvir. Tutulan tutulana; tutuşan tutuşana.
«Belanın otelinin kapıları avanaklara fora. Buyurun efendim buyurun!..
«Girenin vay haline. Bir daha ismini du-yabilirsen, cismini görebilirsen aşkolsun. Ana-
dan doğma edilip nesi var nesi yok alındıktan sonra bodrum katındaki mahzende kayıblara karıştı gitti. Binbirdirek batakhanesinin Galata şubesi.
«Bu otel bir yangında yanıp kül olmuş. Rivayete nazaran mahzeninde bilmem kaç tane insan kuru kafası, kaburga kemiği çık-'mış..».
Devrin gazeteleri bu batakhanenin yerini Galatada Leblebici Sokağında gösteriyor, ki 1934 Belediye Şehir Rehberinde bu sokağın adı Leblebici Şaban Sokağı diye yazılıdır (B.: Leblebici Şaban Sokağı).
BEL BAĞLAMAK — Halk ağzı deyim, güvenmek; misâl:
— Kalleşin biridir, bel bağlanmaz!,.
* Edebiyatımıza da girmişdir:
Dostları ilə paylaş: |