Maddi hayata küstüm maneviyim diyorum
Her yerde muzdaripler sesini dinliyorum
Ve onlarla birlikte inliyor inliyorum
Aşinası olmuşum artık ızdırabların
Onlar benim hayatım ben ezelden onların
Neşeli insanlarla gezmeyi sevmiyorum
Muzdaripler derdini dinlemektir efkarım
Bilmem dünyada nedir üzüntülerden kârım
Ta o günden beridir şiirler yazıyorum
Her ızdırap taşıyan yüreği çiziyorum
O çizginin boyunu kendimle ölçüyorken
Alnımda belirmişti bütün hıçkırıklarım
Hoş gördüm ve dedim ki tefekkür ışıklarım
Kâmile Bilgiç 28 Şubat 1926’da İzmir’de doğmuş. Kurtuluş savaşı gazisi, (Yunanistan) Yanya’lı Binbaşı Mehmet Salim (Sezgin) efendinin ve Erzurumlu Zahide hanımın kızlarıdır. Babası “Müftüzâdeler” veya “Emirler” denen bir sülaleye bağlıdır. Bu Yanyalı sülalede tarihsel karakterler de vardır; örneğin Mehmet Salim efendinin dayısı, Kuvayı Milliye komutanlarından, savaş taktikleri hâlâ harp akademilerinde okutulan ünlü Yanyalı Mustafa Fevzi paşa veya amcasının oğlu İzzettin Çalışlar paşa, gibi. Annesi Zahide hanımın yakın akrabası, Osmanlı’nın Mısır Maliye Bakanı Aslan Paşa’nın adı da bu bağlamda anılması gereken tarihsel bir karakterdir. Babasının anlattığı ulusal kurtuluş tarihiyle büyüyen küçük Kâmile’nin, bilinçaltındaki “yüce” kategorisinden bilincine açılan ilk kavram “vatan” (sevgisi) olmuştur. Denebilir ki onun, hayatı boyunca bütün düşünceleri hiçbir zaman “yüce” kategorisinin çatısından uzaklaşmamıştır. İlerideki şiirlerinde göreceğimiz birkaç kavram daha, “insanlık, annelik, evlatlık, kardeşlik, kadınlık, komşuluk, dostluk, iman ve aşk” kavramları da gene “yüce” kategorisinin altında mutlak anlamda yüceltilmiş ve yaşamının her dönemi ve her boyutunda tam ve kusursuz bir Kantçı ödev ahlakıyla, kendi dilinden söylersek, bir “vazife” bilinciyle uygulanmıştır. Bu bağlamda hayatını özetlemek çok kolaydır: Eşi İbrahim bey ve sırasıyla üç oğlu Şamil, Meriç ve Bahri için ‘vazife’lerini eksiksiz yerine getirme mücadelesi! Kuram – eylem arasında hiçbir boşluk, gedik göstermeyen, sıkı, kapalı, ancak daha sıkı bir sisteme doğru aydınlanmaya açık bir kavramsal yapıya sahip, Sokrates’in “erdem bilgidir” görüşüne uygun bir biçimde, irade zayıflığı göstermeye izin vermeyen bir bilinçle karşı karşıyayız. Bu nitelik, aynı zamanda Osmanlı’nın ve genç dönem Cumhuriyet Türkiye’sinin öznesinin de temel bir karakteridir. Böylesine güçlü bir erdem anlayışına sahip olan o dönemin insanları (ki bu insanlar tüm yokluklara rağmen belli bir etik, estetik eğitimi yakalamış, topluma ve tarihe duyarlı insanlardır) çok açık ve temiz bir şekilde hem tarihten ve gelenekten gelen değerleri, hem de güncel siyasal gerçekleri hiç sıkıntı çekmeden sentezleyebilmiş insanlardır. Şekilcilikten sıyrılmış, gelenek parçalanmadan aydınlanma süreçlerini başarıyla geçirebilmiştir bu insanlar. Kimlikleri Avrupalı, Müslüman, laik, çağdaş, Türk’tür. Bu kimliğin sentezcisi Atatürk’tür. Cumhuriyetin bu emaneti ilk nesle tüm canlılığı ile aktarılır.
Kâmile’nin şiirle tanışması çok küçük yaşlarına kadar uzanır; kulaktan kapma bir şiir ezberler üç yaşındayken:
Ey sonbahar solgun bahar
Niçin böyle kederlisin
Dokunaklı bir halin var
Eriyorsun için için
Bu dörtlük eve her gelen misafir için masa üstünde tekrarlanır, alkışlar ve reveransla tamamlanırmış. Belki de alkışların büyülü sesiydi onu şiir dünyasına hapseden, çünkü bütün ömrü boyunca hep şiirle ilgilendi, hep şiirle yaşadı. Ortaokulda, 12 yaşında, Okul Sesi dergisine yazdı ilk şiirini Atatürk için, ikincisini 1939 Erzurum Zelzelesi için yazdı. Üçüncü şiir zamansız ölen bir arkadaşa yazıldı; kendi deyimi ile “üzüntülerdi ilk ateşi yakan.”
4. ATATÜRK 12. 10. 1938
Çoluk çocuk, ana baba hepsi ağlıyor.
Bütün acun öksüz kaldı, kara bağlıyor.
Şimdi coşkunluklar gitti, gönül dalıyor.
Tabutun etrafında meşale yanıyor.
Dört tarafta bekçiler de hep dolaşıyor.
Atam tanrına kavuştun, sana ne mutlu.
Aynı feryadı 1939 Erzincan depreminde de duyarız. Bir dönemin yaşanan genel bilinç durumunun en kusursuz temsilcisi herhalde kalbi dünyaya açık, saf bir çocuğun mısralarından başkası olamaz.
5. ERZİNCAN ZELZELESİ 1939
Ey ulu Tanrı'nın yaptığı işler,
Yurdumun en güzel yerini dişler.
Felaket merkezi Erzincan oldu,
Yurdumun en güzel gülleri soldu.
Oradaki vatandaşlar ne oldu?
Ey ulu Tanrı acı sen de bize.
Tabiatın ağır zalim yumruğu
Altında ezildi güzel Türk yurdu.
Hepsi de karlara gömüldü kaldı,
Kimi de duvarlar arasındaydı.
Kim bilir oradaki küçük yavrular
Hangi köşelerde ölüp kaldı
Ey ulu Tanrı acı sen de bize.
Siyasal kirlenmeden uzak bir siyasal duyarlılık gelişiyor; yaş 14 ve ilk ulusalcı alkışı İsmet İnönü’nün Cumhurbaşkanı seçilmesi için:
6. İSMET İNÖNÜ 14. Mart 1940
Çok akıllı, çok zeki,
Zihni parlak, ateşli,
Bir Türk kahramanıdır,
Türk'e babalık yapan,
Ruhumuza nur katan,
Reisi Cumhurumuz.
Yaşa İsmet İnönü!
Atatürk’ün manevi kızı Sabiha Gökçen’le birlikte idolleşen, genç kızın yüce meslek hayali uçak pilotluğu olmuştur. Pilotluk veya “teyyarecilik”, içinde vatan sevgisi, kadınlık onuru, doğa ve doğa-üstü sevgisi ve gelecek ümidini barındırır. En ulaşılmaz noktalara vararak, en önde savaşarak, tarihten ulusal onurunu, toplumdan çağdaş kadınlık onurunu diğerleri adına geri alacaktır.
7. GÖKYÜZÜ 9 Haziran 1940
Bazı masmavi olur
Bazı da bulutlanır
Gökyüzünün çiçeği
Ay, güneş, yıldızlardır.
Yurdun en güzel bahçesi
Gökyüzüdür biliniz.
Biz hep tayyareciler
O bahçede gezeriz.
Vatan sevgisi artar
O bahçeyi gezdikçe.
Gözlük takarak bakar
Yerdeki alem bize.
Ortaokula giderken kendini ve hayallerini Sabiha Gökçen’le özdeşleştirir. “Baba”nın kızıdır o göklerde. Osmanlıyla gömülen “göksel onur”, padişah ve Atatürk’ün göçmesiyle yitirilen “baba” karakteri, göklerde, mitolojik dişil bir karakter gibi bir kadın üzerinden geri getirilmektedir:
8. SABİHA GÖKÇEN’e 07.08.1941
Bir canana eş olsam
Göklerde güneş olsam
Yıldızlarla arkadaş
Ay ile kardeş olsam
Rüzgarlar olsa babam
Bulutlar olsa anam
Asuman bahçem olsa
Dolaşırım her zaman
Türk Hava Kuvvetleri bir dönem çok şehit pilot vermiş, çok uçak düşmüş. Her ay neredeyse üç beş uçak düşüyor. Hemen hepsi genç teğmenler. Uçak düşüşlerine pilot yetişmiyor. Bu dönemde ayrıca Avrupa’ya staja gönderilen ve II’nci Dünya Savaşı’nda nerede kullanıldığı belli olmayan, gittikleri ülkelerde defnedilen veya belki sadece boş mezar yeri gösterilen şehit pilotlarımız da var.
İşte böyle bir dönemde iki şehit pilotumuzun da son yolculuğu İzmir, Kadifekale Şehitliği’nedir. 17 Mart 1943 günü görev uçuşları sırasında, tahminen Teğmen Hüsnü Karabacak ve Üsteğmen Necati Okar, uçakları düşerek şehit olmuşlardır. Askeri cenaze törenleri Konak Meydanı’ndaki Sarı Kışla önünde yapılmış. Küçük Kâmile okul dönüşü, asker gibi giydikleri öğrenci üniforması ve şapkasıyla merasime katılmış ve ardından kendi de şiiriyle tarihe katılmıştır:
9. ŞEHİTLER MERASİMİNDE 18.03.1943
İki teyyareci şehit oldu dün
Bugün de onların merasimi var
Kışlanın önünde oldu merasim
Caddeye dizildi bir alay insan
Kadınlar ağladı gözleri doldu
Erkeklere baktım onlar da dondu
Herkese sessizlik çökmüştü orada
Hiç kimse duygusuz kalmadı bunda
Kadın cinsinden bir ben ağlamadım
Şapkamı çıkardım, hazırolda kaldım
Kalbimde onları hürmetle andım
Çünkü artık ebedileşti onlar
İçimden “onlara ne mutlu” dedim
Ben de böyle şehit olmak isterim
Teyyareci olmak bütün emelim
Bundan ben “onlara ne mutlu” dedim
(...)
Çocuğun derinliği ve ciddiyeti neşesini köreltmez, ne kadar akıldışı olsa da neşesinin ardında bir anlam bulunabilir. İşte komik bir şiir; fakat sanki arkasında hiç de komik olmayan II. Dünya Savaşı, ekmek karnesi ve açlık dönemlerinin hikayesi var gibi.
10. OBURUN SÖZLERİ 08.08.1943
Oburun sözlerini de duyun
Bakın ben birinci oburum
Bu gün yedim ben patlıcan
Sandım yer yemez patlıycam
Neyse artık patlamadım
Bakkal dükkanını açtım
Önce lokumdan başladım
Kalbi kırılmasın diye
Her yemişi hatırladım
Tatlı börek yoktu burada
Vardım gittim lokantaya
Gene yedim doya doya
Meyvesiz börek sanki ne
Yer etmez benim midemde
Vardım gittim Ali beye
Fazla yedim taze meyve
Meyhaneciden utandım
Kendimi çok ayıpladım
Şimdi ona da yaklaştım
Tatlı bir muhabbet açtım
Pek fazla yok ihtiyacım
Alkolü meyveden aldım
Hatırı kalmasın diye
Susuz yanaştım içkiye
Ne yapayım işte bayım
Artık her gün buradayım
Rakıyı çok hatırlarım
Ben iyi kalpli bir adamım
“Koca Fatma” çok şişman bir genç kızdır, bir o kadar da sevimli; komşuları! Tek evlenme koşulu, adayın, kilosuna uygun olmasıymış. Sonunda dengini bulur ve evlenir koca Fatma. Hamileyken koca kocası kürekle üzerine yürür ve Fatma kısa bir süre sonra da karnında bebeğiyle beraber vefat eder. Küçük Kâmile’nin kalbi bu olaydan çok etkilenir. Yazacak kadar büyüyünce bu unutamadığı olayı şiire döker. İşte hemcinslerinin trajedisine yazdığı ilk şiiri:
11. KOCA FATMA’NIN ÖLÜMÜ
Koca adam koca Fatma’nın üstüne
Koca kürekle yürüdü
Koca Fatma hamileydi
İçinden eridi korktu çürüdü
Sekiz aylık yavru öldü
Anası öldü beraber gömüldü
Bütün Üçkuyular’ı derin
Sessiz bir matem bürüdü
Ben küçük bir çocuktum
Hisli içli bir çocuk
Ölüm denen şeyden anlıyordum az buçuk
Koca Fatma’yı çok seviyordum
Annesini çok seviyordum
Ben de yaşlar döktüm annesi gibi
Dizi dizi boncuk boncuk
Babası ona, “benim kızım filozof olacak” dermiş. Felsefi bir kavram örgüsü bırakmamış olsa da gerisinde, filozofça yaşamın bir ev kadınının dünyasında nasıl gerçekleşebileceğinin, akıl dışı derecede kusursuz bir örneğini sergilemiştir o. Çocukluk şiirlerinde filo-sofia’nın, bilgelik-sevgisinin doğaya ilişkin platonik izlerini de görürüz. Hem artık başlayan genç kızlık şiirlerindeki “gök” ve “sevgi” ögeleri, tanımlanmamış ve yeryüzünde henüz bulunmayan aşkın örtük gerilimine de işaret eder. “Yüce” kategorisi “iyilik” ve “güzellik”in çeşitlemeleriyle zenginleşmektedir:
12. HAYAL VE HAKİKAT 06.08.1944
Semavatı zemin ne kadar iyi
Bu akşam ahengi çok daha güzel
Buluttan olan tül perdelerini
Sallıyor pek latif bir esin rüzgar
Manzarası sanki cennetten gelmiş
Gökten yere birçok melekler inmiş
Hep ahsen çiçekler yetmiş yetişmiş
Başı taçlı huri kraliçeymiş
Nefahetler göklere de yükseldi
Ufuklar da kızıllıkla döşendi
Artık bitti güneşin seyahati
Derken beşler gecenin cilveleri
(...)
Haleli ay ve kanatlı ışıklar
Kıpır kıpır yanıp sönen yıldızlar
Ruhsuz gövdelere duygu saçarlar
Beni tabiata aşık yaparlar
Benzer çizgide bir şiir soğuk bir kış gecesi, izlenimci tarzda kağıda geçer. Kendisi, şiiri doğuran işareti şöyle ifade eder: “Gece üst kata çıktım. Babamın soğuk gelmesin diye kağıtladığı pencereden bir kağıt kurtulmuş, zırıltı ile titriyordu rüzgarla. O ses, pencereden görünen gölcük üzerinde yansıyan ay ve aydınlık gece bu şiire kaynak oldu.” Gecenin gizemiyle aslında kendisini anlatmaktadır. Gece ile Ay’ın ( Arapça: Leyla ile Kays - Mecnun) diyalektiğinde, gece esmer bir kızdır – 20 yaşında. Onun kibar ağzından dinlerken bu şiirin bir de müziği var ki, en kaba duyguları bile inceltir. Büyük bir şans eseri kayıtlarını bulduk.
13. MART’TAN BİR GECE 17.03.1946
Ay Mart, hafifçe serin rüzgar inliyor
Mahzun mahzunca bir hicran besteliyor
Dilhun değilim neşeliyimdir diyor
Üzüntüm şu artık benliğim eriyor
Son geceler benim kalışım bu ilde
Zulmetsiz haleli mehtap leyalde
Asla unutamam ben bunu yad elde
Gözümde kalacak daim perde perde
Hakikat, bakınız bu manzara ne hoş
Rüzgarın ince sesi hoş veya nahoş
Her şeyin gölgesi vuruyor etrafa
Kainat gündüz gibi fakat biraz loş
Küçük göl sanki ortada sürmeli göz
İçi dışı dolu raşei hareler
Ben konuşurken söylemeyiniz söz
Daha anlatayım size neler neler
Eserler aynen vuruyor asumana
Akisler karışmış parlar yana yana
Ruhum diyordu ki bu pembe geceyi
Koşarak çabucaktan kucaklasana
Gönlümde aşıklar artık bini geçti
Neziz kalbime bunlar eşdeğer eşti
Lakin vefasızdılar hepsi de geçti
Hepsi bahtiyar günlerimde güneşti
Hep kara günlerimde çizmişlerdi yan
Baktıkça artıyor içimde galeyan
Seyrederken bu tabloyu hayran hayran
O an yaşarken bir hayalle bi payan
Leyal benzemekteydi esmer bir kıza
Şimdi de vurulmuştum ben o yıldıza
Ser’ine altından yar örmüştü bir taç
Tül duvak altında güzel siyah saç
Sözlerinde pek çok emeller taşıyor
Ve benim gibi hülyalarla yaşıyor
Belki onun da ömrü ben gibi serap
Çıkamıyor hayatına, kayaları sarp
Onun mehtaba benziyordu bakışı
Göğsüne yıldızlardan buket takışı
Kalbimde o işvekar dünyaya bedel
Ufuklara akışı daha mübeccel
Sanırım içimde gizli bir sır var
Sırrı müphemdir o güzel sırdaşsız yar
Bende de böyle mahvi elemler kaynar
Kalbimde gömülü ahu gözler ağlar
Babası Mehmet Salim efendi görev gereği hemen her cephede bulunmuş ve bu şekilde otuz yıl yer değiştirmiştir. İlk eşi Yunanistanlı bir Türktür. Kâmile hanımın annesi olan Zahide hanımı da Erzurum’da görevdeyken kendine ikinci eş olarak almış. Zahide Hanım ilerleyen yıllarda “Bizim dünürümüz bir avuç tuzdur” diye nakletmiş, Mehmet Salim Efendi ile evlenmesini anlatırken. Savaş yılları malum tuz yok, komşularından biri Zahide Hanıma biraz tuz veriyor ve ekmeğini pişirdiği zabitin kendisine verdiğini söylüyor. Bunun üzerine zabit için bir çorap örüyor ve babası ile gönderiyor. Çorabı gören Mehmet Selim Efendi “kızını bana verir misin diye soruyor” “Ben ona karışmam diyor baba” daha sonra Cerrah olan eniştelerinin de araya girmesi ile birbirlerini hiç görmeden evleniyorlar. Zahide Hanım eşinin bir başkası ile daha evli olduğunu bundan sonra öğrenir ve Mehmet Salim Efendiye ilk eşini getirmesi için baskı yapar. Mehmet Salim Bey emekli olur, önce Bursa’ya sonra İzmir’e göç edilir. Yıl 1924, eski tarihle 1340. Bu tarihten sonra mobilyacılık yapmaya başlar; iyi bir zanaatkar olduğu kadar sanata da yatkındır. Çok güzel ud çalar ve udlarını kendi yapar hatta bazılarını da satarmış. İki eş ayrı evlerde oturur, zaman zaman birbirlerini ziyarete giderler. Üç kuyulardan Alsancak’a yapılan bu ziyaretleri genelde vapur yolculuğu ve biraz da yürüyüşle gidilir.
Zahide hanım Erzurum’un zengin kültürünü taşıyan ve çok güçlü karakterli bir kadındır. O şehrin hemen dışında bir evde oturur burada hayvan besler, evin bahçesinde sebzesini yetiştirirmiş. Mangalla ısıtılıyor olmasına rağmen evin içi mis gibi, modern koltuklar, sehpalar, hepsinin üzeri kar beyazı dantel ve kanaviçelerle örtülü. Anneannem Zahide hanım evin giriş katında halı, kilim, kumaş dokur, dikiş diker aile bütçesine her bakımdan katkıda bulunurmuş. Yoktan var eden, yirmi dört saat ailesi için çalışan, çok yetenekli ve zeki bir annedir. Bu karakterde özveri ve adanmanın sınırı yoktur. Eski aile modelinin kapalı bir kilit gibi içe ve dışa karşı mükemmel bir kilitlenme şeklinde olduğunu görüyoruz. Toplumsal ilişkilerdeki sarsıntılar, trajedi, tüm değerlerin korunduğu aile kilidinin kırıldığı durumlarda ortaya çıkar. Bu kilidi de “anne” elinde tutar. “Anne” adanmanın peygamberidir. Bu karakterin de genetik olduğu söylenebilir. Kâmile hanımın dünyası bizi şaşırtırken, kendisi annesinin tırnağı olamayacağını söyleyince, eski Anadolu kadının dünyasının imgesine bile sahip olamadığımızı, tarihten çok büyük değerleri geri dönülmezcesine kaybettiğimizi anlıyoruz. Yaşam kolaylaştıkça hayallerde gevşiyoruz.
Kâmile hanımın annesi için yazdığı aşağıdaki şiirin özelliği aslında zaman ve mekandan bağımsız olarak, genel anne karakteri için yazmasında gizlidir. Kendini özel ve çevresini kendinden ayrı olarak düşünmez o, kendi ve diğerleri ayrımı yoktur, evrensel insanlık öznesi içinde eritmiştir kendini, hatta hiç onun dışına çıkmamıştır bile. (Aşağıdaki şiirde “oğlum” ifadesi kendisine gönderim yapmaktadır.)
14. ANAMA
Anam diyebilmek için dünyada
Ona bir tek ilah gibi tapmalı
Onu memnun etmek için her yanda
Kalbinizde bir altın taht yapmalı
Bazen oldumdu belinde bir kemer
Bazen oldumdu başında altın taç
Bazen oldumdu teknesinde hamur
Bazen oldum ocağında kızgın saç
Bazen oldumdu cebinde kesesi
Bazen ona sevdirirdim herkesi
Bazen oldumdu ona Türk lehçesi
Bazen oldumdu bahçıvan kefesi
Bazen oldum şemsiyesi serinde
Bazen onun silahıydım belinde
Bazen gene türküsüydüm dilinde
Derdi oğlum bir tane Türk ilinde
Ben küçükken o da bana öyleydi
O da benim her şeyimdi, her şeydi
Canından can ayıran o değil mi
Anne bugün mükafatın iyi mi
Kâmile Bilgiç bekarken Rıza Tevfik’e aşıkmış, pek çok genç kız gibi. Fakat çok sonra onun Sevr’i imzalayanlar arasında olduğunu öğrenince aşkı bitmiş. Gene de onun müthiş şiirlerini hiç dilinden düşürmedi.
Dostları ilə paylaş: |