Karagün dostuyum (II) tasavvufda aşk ve göNÜl yazan: Nusret Tura Uşşâkî İstanbul 1965


Her şeye mahlûk göziyle baksan o mahlûk olur



Yüklə 0,81 Mb.
səhifə5/9
tarix30.06.2018
ölçüsü0,81 Mb.
#55283
növüYazı
1   2   3   4   5   6   7   8   9

Her şeye mahlûk göziyle baksan o mahlûk olur

Hakk göziyle bak ki bi şek nûri yezdan andadır

Mâşûk aynası kâmil bir insan olursa âşık, nûru Muhammediyi taşıyan ve etrafa ziyâ saçan bir vârisi hakikati Muhammediye karşısında demektir. Bu keyfiyet târikat ile hasıl olur.

Âşıkın karşısında mâşûk telâkki edilen bir kadın, bir erkek, bir put olabilir. O zaman âşıka âşık denemez. Öyle bir aşkla şehevi bir feveran, şûursuz bir hastalık denilir. Onun aşkı sabun köpüğü gibi sönmeye mahkûmdur.

İnsan düşünceleriyle, istekleriyle ölçülür. Fikri ne ise insan odur.

------------------

Ey canlar, cân geliyor. Çabuk olun! Gönüllerinizi temizleyin. Temiz olmayan yere girmek değil, cânân nazar bile etmez. Eğer gönlünüzde diğer bir cân dahi varsa onu da çıkartıp atın, çünkü cânandan gayridir, çünkü o cânan birdir, hepdir, rakipsizdir.

------------------

Aşktan anlamayanların yanında âşıkların susması daha hayırlıdır. Çünkü karşısındakinin gönlünde bir toz koparır. Hayatını zehir eder. Akıllılar arasında bir delinin mevcudiyeti nasıl hande uyandırırsa, deliler arasında bir akıllının mevcudiyeti de acımak uyandırır.

------------------

Un almağa giderken elinizdeki çantanın balık kokmaması lâzımdır. Pekmez almak için boya kokusu veya gaz şişesiyle gitmeyin. Aşk, şevk, cezbe istiyorsanız, bütün evham ve hayallerden temizlenmek lâzımdır.

------------------

Ben sarrafım, siz çantanızı lahana, pırasa veya çimento ile doldurmuşsunuz. Oraya ne kadar altın konur? Size ne verebilirim?

Aşk hocasının karşısına gittiğiniz zaman da boş çanta ile gidiniz, alacağınız şey az olmasın. Gönül kabınız sâdakat tahiniyle, yarım da olsa aşk pekmeziyle imtizaç edebilir. Pekmez su kabul etmez, netekim tahin de sirke kabul etmez.

------------------

Muhabbet, âşık ile mâşûk arasında bir perdedir ki, ancak seherde gözyaşlariyle o perde yırtılabilir.

Hakkın sıfâtının nûru tecelli ederse, her âzâ kendi lâyıkını, kendi hissesini alır. Eğer zâtının nûru tecelli ederse, tecelli mahalli neresi olursa olsun orası göz olur.

------------------

Mâşûktan lebbeyk sedâsı gelinceye kadar âşıkın yanması, yakılması, incelmesi, ah etmesi, ağlaması icab eder. Bir damlaya bir deniz satın almak buna derler.

------------------

Âşıkın zâri zâri ağlama vakti belli olmaz. Eğer seher vakti ise o yaşlarla mâşûkun da yanağı ıslanır.

------------------

Hakikî âşık, mâşûkun gayrisiyle teselli bulmaz. Şayet beşeriyet icâbı gözleri başka şeylere takılsa da ağlamaktan kalsa bu defa mâşûkun gözyaşları âşıkın yanaklarını ıslatır.

------------------

Hariçten gelen sesleri, kulak zarı titreyerek bize haber verir. Cânândan gelen sesi de evvelâ gönül duyar. Kulak zarını içerden titretir. Âşık olmıyanların kulağı gönülden gelen sesleri duymaz. Âşık olanlar da dışardaki gürültü ile alâkalanmaz, çünkü gözü kulağı içeriye, gönül âlemine müteveccihtir.

Gerek ziyâ veren, gerekse sıcaklık dağıtmak için yanan herşey, ömrünün son zamanlarını yaşıyor demektir. Elbette akümülâtör boşalacak veya zengin bir enerjiden hasıl olmuşsa ampul yanacak, tel çürüyecektir.

Yanmakta olan odun ve kömür ise, onun ömrü daha kısadır. Lâmbaların ve ocakların, sobaların da bir gün yâ işi bitecek, söndürecekler veya gazları bitecektir.

Bütün bu maddeler kendilerini feda ediyorlar. Neden? Isıtmak veya aydınlatmak için yâni insanlara faydalı olabilmek için kendilerini feda ediyorlar demektir.

İşte âşıklar da böyle, Hakkın tecellisine mazhar olan mürşitler de böyle.

Dünyaya gelmekten maksat nedir? Bunu öğrenesin, öğretmek yolunda bulunasın. Kemâl ve irfan ehli kimselerin bu âlemde rolleri bitince nöbet teslim etmektedirler. Yanmaları kendileri için değil, etrafındakileri ısıtmak veya nurlandırmak içindir.

Meselâ: Aklıma şu çeşit bir yanma ve itiraf teranesi geldi.



Yâ rabbi senin nûruna ben bir fener oldum

Görmek dileyen gözlere gûya hedef oldum

Her kim ki bakar Nusrete mutlak seni gördü

Müştâkın olan; döndü sana bendeni gördü

Şimdi bu sözleri inkâr eden çok olacak, belki tenkit de edeceklerdir. Fakat kırk küsur sene Hakkın aşkiyle yana yana yokluk mektebinin son sınıfını da bitiren herkes böyle konuşabilir. Bunda şaşacak şey yok.

Ananın, babanın konuşmalarından 3-4 yaşındaki çocuklar bir şey anlamazlar. Aşk logaritmasinden, kuş dilinden konuşmaları da, âşık olmayanlar anlayamazlar, yaşları ne kadar yüksek olursa olsun.

Herkes az zamanda istediği bir lisanı öğrenebilir. Bu gönül lisanı kolay kolay öğrenilmez. Hidâyet, şefaat, istidat ve nihayet baht işidir.

ALLAH ile kul arasında ne münasebet olur demeyin. Bütün nisbetler, mertebeler, dedikodular bu ikisi arasındaki uzaklık ve yakınlık derecelerinin izahıdır, ifadesidir.

Çünkü biri tam mânâsiyle vardır. Biz o varlık karşısında kendimizi yok görürüz. Onun nûruna bir fener olduğumuzu idrâk ederiz. Biz biliriz ki, vücûdumuzdaki hikmet, ilim, aşk, O’nun nûrunu isbat etmektedir.

Ey çocuklar! Gözünüze görmek kabiliyeti verildi mi, kendinize bakarsınız, sizi yaşatacak, eğlendirecek, oyalayacak şeyleri görür, onların peşinde koşarsınız. Onu göremezsiniz, düşünemezsiniz. En tecrübeliniz de, aklımızın ermediği şeyle ugraşıp deli divâne olacak değilim ya, der.

Biz O'nun yolunda aklı terk etmiş, divâneliği, zilleti, fakirliği kabul etmiş ve kendimizi de inkâr etmiş kimseleriz. Gözlerimiz, O’nun varlığından başka birşey görmez. Nakşa bakınca nakkaşa secde ederiz.

Heykellere bakın! Onların kanun ve nizam altındaki hareketleri doğup, büyüyüp yaşamak halleri, heykeltraşın azametini gösterir. Onu tesbih, takdis, tekbir, tâzim, tahmid ederek ALLAH ALLAH der ve can verirler.

Biz biliriz ki, onun sevgisi yolunda her can verişimizde bize daha tazesi ikram olunur. Gökyüzündeki yıldızlarda hayat varmış yahut yokmuş, bunun tahkiki bizim işimiz değil. Onlarla da ehli ugraşsın.

Bizim işimiz, onları da yaratan, kudreti, kuvveti, azameti sonsuz olan Hazreti ALLAH’a ulaşmaktır. Arzımızı bir tiyatro sahnesi seyreder gibi seyredelim. Rububiyet ile ubudiyet arasında birçok makamlar ve o makamların üzerinde mücadele edenlerle doludur.

Bir çocuğun önüne serpilen oyuncaklarla oynaması gibi herkes bir işle meşguldür. Kimsenin hatırına gelmez ki, kendisini bu dünyaya getiren var. Ödünç olarak bir ömür sermayesi vermiştir. Oyuncaklar da o zatındır. Mal sahibi memnun edilirse bütün oyuncakları size bağışlar.

«Ben damarlarınızdan yakınım» diyor da kimse bu kadar yakın olan zat kimdir? Niye göremiyorum demiyor ve aramıyor. (Milyonda bir müstesnalar vardır ki, onlar da sözümüzün dışındadır.)

Cânan bazı âşıklarının gönlünde tahtını kurar. O vücûdda tasarruf eden O’dur. O’nun nûru gözden, sözden bir pınar gibi fışkırır. İlk defa Fahr-i Âlem efendimiz de böyle olmuştur. Ve bizleri Kur’an ile bu keyfiyetlerden haberdar etmiştir. Bazan da cânan, gözü ile göz kapağı arasına yerleşir.

O zaman âşıkın uykusu kaçar, gözünü açar açmaz da cânanı görür. O da Mevlânâ Celâleddin Rûmi Hazretlerinde vâki olmaktadır.

Bizler de o mübarek zevatın izlerinden giderek «damarları-nızdan yakınım» sözüne mim koyduk, ezberledik, izahını bir türlü bitiremiyoruz. Biz değil, o yakınlığı, kâinat kitap olmuş yazılmış. Bir yaprağı bile elimize alsak doğuşunu, hayatını, ölümünü, rengini… tetkik etsek, orada da sır denebilecek bir takım gizlilikler var.

O zaman da (Ey Habibim, onları bırak. Kendi kitabını oku, bugün için bu sana yeter) diyen Hâtifî bir ses duyuyoruz. Bakınız küçük yaşta çiçek hastalığı ile gözlerini kaybeden Kemâli isminde Mevlevi dedesi aşk hakkında neler söylüyor.

Aşktır hayvânı insân eyleyen, insânı nûr

Bu rumuzatın basiret ehline pünhânı yok

Aşksız âlemde âdem olmanın imkânı yok

Dert devâdır âşıka bî dertlerin dermânı yok

Aşktır her müşkülün miftâhı, fethi, fatihi

Aşk sergerdânının bil! Müşkül-ü, âsânı yok

Nârı unsur; nûrı aşk ile olur gülzarı tâm

Serveri hûbânı aşkın nûru var; nirânı yok

Sen seni bilmek dilersen, aşka terk et sen seni

Anda mahv ol kim Kemâli şan-ü âdı, sânı yok

Bizler de Kemâli dedenin nağmelerine, duygularına iştirak ederek:

Kendi sevmiş, kendi yapmış, kendi bilmiş kendini

Kendi zâtında sıfâtın eylemiş seyrânı Hakk

diyebiliriz.

Aziz okuyucularım,

Elbette anlamışsınızdır ki (kara gün dostuyum) serisi altında hamdım, piştim yanıyorum diye birinci kitapta olsun, münâcat, vecizeler ve nihayet kendimi açığa vurarak gönül ve aşk diye yazmak hevesine kapıldığım şu kitapcıklarda sözleri, dönüp dolaşıp ALLAH sevgisine getiriyorum. Bu nedendir bilemiyorum.

Cayır cayır yanan bir gönül, enerjisini ALLAH’dan alıyor. Sonsuzluğa doğru inliyor, ağlıyor, feryâd ederek koşuyor. Sevginin ve muhabbetin çok şiddetlisine aşk denir. Bunu siz de bilirsiniz. Vahdeti vücûd nazariyesine ve hakikatine göre «bu âlem tek bir vücûddur» diyenler aşkı düşünerek söylüyorlar. Fakat kendileri de o vücûddan dışarı değillerdir.

Hazreti ALLAH’ın aşkı tabiatta başlıyor, insanda kemâlini buluyor ve vücûdlarda devrediyor. Gönülleri arınmış vücûdların misafirlik müddeti dolunca hazreti aşk, kendisine me’va olabilecek diğer bir vücûddan doğuyor. Âşıklık, mâşûkun yaralı halidir. İştiyakın tahammül edilmez olduğu bir zamanda gurbetin ve hasretin son demleridir. İnsan da kendini yaradana, kendini ve âlemleri yaşatana ve bir nizam tahtında cereyan eden bu kâinat manzumesinin bir tek sahibine âşık değilse âşık olmalıdır.

Vefakârlık, sadakat ve olgunluk nişânesidir. Âşık olmıyanlar, olamıyanlar tam devrini yapamıyan varlıklardır.

Vücûdlarımız nedir?

Ruh kâğıdının üzerine yazılmış satırlardır, ayetlerdir. Kur’ân-ı Kerim'de olduğu gibi hikâyeleri, ibretleri, takdis, tesbih, tenzih, tahmid, tâzim satırlarını gösteren vücûdlarımız vardır. Cennet ve cehennem hâlâtını gösteren vücûdlarımız da vardır. Yine o Kur’ân-ı Kerim’de heva ve hevese uyarak azgınlıklar yapanların âkıbetleri yazılıdır. Bugün de aynı âkıbetler tecelli edebilir.

Yine o Kur’ân-ı Kerim’de ismi âzam gibi gizlenmiş inciler bu âlemdeki aşk ve irfan sahiplerinin vücûdları gibidir. Netekim bir insanın da muhtelif sıfatları vardır. Eski zamanların Musevileri, İsevileri, Muhammedileri bugün de vardır. İşte aşk ehli, gönül ehli olanlar da o Kur’ân-ı Kerim’i gönlünde bulmuş, okumuş, okutma yolunda gayret göstermiş kimselerdir. Bu âlemde onlar da gizlenmiştir.

Psikolojik bir keyfiyet vardır ki verem hastaları nasıl olsa yolcu olduklarını bilirler, başkalarına da kendi hastalıklarını aşılamak için başkalarının bardaklarından su içerler ve birçok teşebbüslerde bulunurlar. Bu halleri gazetelerde okuduk durduk. Âşık olanın da başkalarına aşk aşılamaları gayet tabiidir ve kudsi bir arzudur bu.

Aşk bütün vücûdu istilâ ederse, ALLAH’ın ve Peygamberinin rengine boyanmış olur. O vücûdun uzuvlarından işleyen Cenâb-ı Hakktır. O vücûd sâhibine, konuşan Kur’ân derler. Çünkü sözü Kur’ân’dan hariç değildir.

Variyette âriyet sırrını temaşa etmek lâzımdır. Yani var olarak görülen bu vücûdun bize âriyet olarak ödünç verildiğini hakkiyle idrâk etmek lâzımdır.

Eğer temiz bir gönülle bir âşıkın huzurunda bulunursanız, onun gözlerindeki nûr, sizin gözlerinizden gönlünüze akar ve yakar. Âşıkın sözleri de tesirlidir. O da kulak yoluyla gönlünüze girer ve istilâ eder. Yazıları tam bir dikkatle ve feragatle okunursa, o âşıka peyk olmağa mahkûmsunuz. Bu keyfiyetler talih işidir. Çünkü herkese âşık aynı gözle bakmaz. Sizin alıcı vaziyetinde temiz bir gönüle sâhip olmanızın saati de eşref saate mütevakkıftır. Çünkü dünya gailesinden kurtulmak zordur.

İşte size yine Mevlevi âşıklarından âmâ olan Kemâli Hazretlerinin sâkin bir halde iken söylediği sözler:

Âh etme gönül âh ile hûbân ele girmez

Feryad mı o? Feryâd ile Cânan ele girmez

Varlıkla varılmaz deri ihsânına yârin

İhsân ile ol sahibi ihsan ele girmez

Derd ehline derman yine derd içre nihândır

Erbâbı dile derd gibi derman ele girmez

Can baş ile bil hizmeti pîrânı ganimet

Her şey bulunur sohbeti pîrân ele girmez

Kaldırma yüzün hâki rehî Şâhı Necef'den

Haydar gibi sultanlara sultan ele girmez

Ey nutfe iken ahseni takvim olan insan

Bil kadrini! Bil! Sûreti insan ele girmez

Tek bir nefesin gâfil olup verme hevâya

Sıhhat gibi bir nimeti sübhan ele girmez

Her bir güzele meylederek ateşe yanma

Yûsuf çok olur. Yûsufı Kenân ele girmez

Âmâlığıma, hırkai peşminime bakma

Osman gibi bir sahibi irfân ele girmez

Bir âh edeyim âhı da cangâhı da yaksın

Eflâke çıkup şu’lesi tâ arşa dayansın

Ahvâli perişânıma dildârım inanmaz

Yâ Rab! O sitemkârı inandır da inansın

Yok bende liyâkat bilirim vuslatı yâra

Amma nideyim? Talii nâsâzım utansın

Madâmeki cânân, talebi candan usanmaz

Bâri dilizârım tamaı candan utansın

Ey bâdı saba! Zârımı neşreyle cihâna

Aşk ehli sükûtı ebediyyetten uyansın

Gözyaşım ile aktı gözüm rehgüzarinde

Fermân ediyor hâki tenim kana boyansın

Canını feda eylemeyen yâre Kemâli

Beyhude figan eylemesin ateşe yansın

Kemâli’nin bizlere de güzel bir nasihati var:

Aşkın beni rüsvâyı cihan eyledi gitti

Yaktı ciğerim bağrımı kan eyledi gitti

Efgan ne büyük hâil imiş râhı talebde

Hep ehli taleb geldi figân eyledi gitti

Erbâbı dili gör ne taleb var, ne emel var

Hakk ile gelüp Hakkı beyân eyledi gitti

Cânân yüzünün sırrını fâş etmedi kimse

Erbabı sefâ dilde nihân eyledi gitti

İrfansız eğer şâhı cihân olsa da insan

İnsanlığı âlemde ziyân eyledi gitdi

İnsan ikiden hâli değil işbu cihanda

Ya cânını ten, ya teni cân eyledi gitti

Onlar ki bu âlemde gelüp daldı sivâya

Hayvan gibi her işi yaman eyledi gitti

Esmâda müsemmâyı görüp fakre erenler

Ecsâda nihân sırrı âyân eyledi gitti

Cânân ile cân birliğini buldu rızada

Rûhunu rızasiyle revân eyledi gitti

Âmâ ise de nûru bâsiretle Kemâli

Nâmını melâmette nişan eyledi gitti

Kur’ân-ı Kerim hakkında da bakın ne güzel söylemiş.

Anlamaz Kur’ânı bil Kur’ânla tev’em olmayan

Cismü cân kâim biiznillâh olan insan gerek

Eylemez Kur’ân nüzul ruh olmasa rûhul’emin

Kalbi ârif âşinayı münzil Kur’ân gerek

Aşkı Rahmân şeklidir insandaki şeklü suver

Dahili arş olmağa fânii firrâhmân gerek

Gönül hakkında Kemâlinin şu sözlerine kulak verirseniz birşey kaybetmezsiniz.

Zâhidâ Hakkı ararsan Hakka Burhandır gönül

Ara bul Hakkı gönülde beyt-i Rahmândır gönül

Vüs’atı arz ü semâvâtı geçen cennet nedir?

Gönlüne gir kim tecelligâhı sübhandır gönül

Vâriyette âriyet sırrı tahakkuk etmeden

Kenzi lâ yüfna bilinmez mahzı zindandır gönül

Unsurı idrâke sığmaz macerâyı aklı kül

Mâverâyı aklise dergâhı insandır gönül

Gâh olur bir dilberin zinciri zülfünde esir

Gâh külli âleme hakim Süleyman’dır gönül

Terkizan, kat’ı izafat etmeden mahvı vücûd

Ol ne bilsin mahzeni esrârı Yezdândır gönül

Sıdkı hizmetle ülül’elbâba dahil olmiyan

Zahir olmaz sinesinde lübbi Kur’ândır gönül

Her nefeste duymayan «ikr’a kitabek» sırrını

Bilmez ol ümmülkitabı kevnü fürkandır gönül

Hayy ve Kayyum sırrını serde emânet bilmiyen

Bilmez ol; esrârı Hakka bir nigehbandır gönül

Olalı mehcûr gönülden kalalı âmâ, gârib

Ey Kemâli derd ile her bâr nâlândır gönül

Sabahları erken kalkmayı âdet edinin ve hakikî âşıkların yazılarını okuyun, ruhunuzun ne kadar hafiflediğini, nerelere yükseldiğini göreceksiniz. Bu konforlu, altınlı, gümüşlü âlemin kıymet derecesini o zaman anlayacak ve gafletinizden utanacak-sınız.

Bu hususta en kestirme sözü uşşaki meşayihinden, âlîm, fâzıl, mütefekkir, zamanının bir tanesi, 40-50 sene evvel rahmeti rahmana kavuşan Mustafa Sâfi hazretleri «Sen çık aradan - Kalsın yaradan» diye mahvu perişân olmağa mahkûm bulunan bu sûret âleminde ölmeden evvel öl, yâni bütün beşerî hallerinden ve emellerinden soyun, «Yaradan kalsın» demek istiyordu.

Netekim «Etle kemiğe büründüm, Yûnus oldum göründüm» diyen zâtı şerif de koca kitapların özünü iki cümlede tamamlamıştı. Diğer bir zâtı şerif de (âlem yahşi men yaman, âlem buğday men saman) demek sûretiyle tevazuunu ve mahviyetini göstermiştir.

Bu Nusret kulunuz da,

Sûrete bak sireti gör siretin var sireti

Hakka mir’at istiyorsan karşına al Nusreti

Diyerek, sûrete bakmakla gönüllerin içini temâşa mümkündür. Kendi cemâlini görmek istiyorsan benim gibi bir ayna sana yeter. Veyahut hakkı görmek istiyorsan benim gönlüm ve dolayısiyle vücûdumun her zerresi Hakka mekân olmuştur. Demek istiyorum.

Sonra, Süleymaniye Kütüphanesi Müdürlüğünden emekliye ayrılarak hac farizasını ifa esnasında hastalanan ve avdetten bir hafta sonra ebediyete intikal eden âlîm ve fâzıl, mesnevi şerh ederek taşlara hayat veren Hacı Hazmi Tura Hazretlerinin de şu şiirleri çok hoştur.

(1)


Ey âşıkanı bâ sefâ, ey sadıkanı pür vefa

Duydum bugün bir nev seda, buldu gönül zevkü sefâ

Dosttan düşünce ben cüdâ çektim nice cevrü cefâ

Bin derde oldum mübtelâ geldi gönülden bu nidâ

Çün dostla oldum âşinâ bulam anınla rûşinâ

Sem’ime erdi bu nidâ doldu nice arz ü semâ

Mâşûk yüzün tutmuş sana iltifatı dolmuş câna

«Âşık, bana bak" der bana sen bakarsın gayri yana

Uşşaka denildi selâ yoktur selâmızda riyâ

Gelsin bugün merdi Hûda kalbine versin bir cilâ

Sûzi demiş bir hoş edâ buldu gönül anda sefa

Mazmununa Hazmi feda duysun bunu ehli heva

(2)

Ey goncai bağı sefa ey virdi handanım yetiş



Bûy’in senin derde devâ ey derde dermanım yetiş

Dolmuş gözüm gönlüm senin aşkınla ey nazlı güzel

Sensiz cihanı neylerim ey munisi cânım yetiş

İçtim gözünden bir kadeh aşkın şarabın mest olub

Ayılmazem tâ haşredek ey çeşmi mestanım yetiş

Ey tutii sükker dehan, nutkun verir bu cisme can

Kurban yolunda baş ve cân, ey mâhı tâbânım yetiş

Nûrı cemâlin şem’ine pervâne veş yandı gönül

Aşkından ayırma beni ey şemsi tâbânım yetiş

Dil bülbülü feryâd eder. Ağlar durur şâmü seher

Bekler o cânândan haber ey cânı cânânım yetiş

Ey goncai bağı emel; ey hüsnü ânı bi bedel

Ey Hazminin Leylâsı gel, Sultanı hubanım yetiş

(3)


Tuttum yüzüm divânâ geldim

Dergâhı şeyhe ihsana geldim

Mecnûn olalı Leylâyı hüsne

Deşti cûnûnda cevlâna geldim

Geçtim cihandan bu cismü candan

Cânâna canım kurbana geldim

Zülfün teline bağlandı ruhum

Zünnarı kırdım imâna geldim

Dil yâresine derman ararken

Buldum tabibim lokmâna geldim

Yüzün görünce ey şemsi tâbân

Aklım yitirdim divâna geldim

Hazmi Fakirin kuldur kapunda

Dergâhı pire ihsana geldim

(4)

Gel durma gönül rahına erkânı Alidir



Ey can gözün aç sıdk ile burhânı Alidir

Pâk eyle gönül kâbesini durma tavâf et

Her şahsa nasib olmaz o divânı Alidir

Kalbinde eğer doğdu ise şemsi hakikat

Ref eyle o dem perdeni meydanı Alidir

Maksudun eğer rüyeti didâr ise elhak

Zâtında o bir noktai irfânı Alidir

Takdis edegör sen de O mihrabı elesti

Hestin görünen âleme imkânı Alidir

Sen senden haber aldın ise sende refiki

Seyir eyle özün sır eyle seyrânı Alidir

------------------


Mülki bekadan gelmişem fâni cihânı neylerim

Ben dost cemâlin görmüşem hûri cenanı neylerim

Vahdet meyinin cür’asın mâşûk elinden içmişem

Ben dost kokusun almışam miski reyhanı neylerim

İsmailim Hakk yoluna cânımı kurban eylerim

Çünki bu can kurban sana ben koç kurban neylerim

İsâ gibi dünyâ koyub göklere seyrân eylerim

Mûsâya dîdâr olmuşam ben (lenterâni) neylerim

İbrahimim Cebrâile hiç ihtiyacım kalmadı

Muhammed dosta giderim ben tercümanı neylerim

Âşık Yûnus Mâşûkuna vuslat edince mest olur

Ben şişeyi çaldım taşa nâmus ü ârı neylerim

Muhterem kardeşlerim,

«Sırrı hubbı ezelî ber heme eşya sârist» diye bir büyük sözü vardır.

Ezele yani asla ait bir muhabbet vardır ki, bu bütün eşyaya sirâyet etmiştir. Bitkilerde de, hayvanlarda da, insanlarda da böyledir.

Erkeklerin kadına olan muhabbeti, aslını kadında gördüğü içindir. Kadınların erkeğe olan muhabbeti de aslını erkekte gördüğü içindir. Kadın ve erkek müsbet ve menfi tellere benzerler. İki müsbetten yahut iki menfiden nûr, şerare, ateş çıkmadığı gibi, müsbet ve menfinin birbirleriyle birleşmesinden bir nûr, erkek ile kadının birleşmesinden de evlâdlar hâsıl olmaktadır. Bu sûretle zürriyet devam etmektedir.

Fakat bu şekli soysuzlaştırmamalı, meşru bir şekilde devam ettirmelidir. Bu hormon aşklarından başka asıl olan bir de ilâhi ve kudsi aşk vardır. Bizim de anlatmak istediğimiz budur. İlâhi aşk kelimelerle, cümlelerle anlatılmaz ve anlaşılmaz. Bu keyfiyet mekteb ve medreselerdeki akıl yolu ile tahsil ile elde edilmez. Yolunda bulunmak lâzımdır. Hem de uzun yıllar gayret göstermeli ki aşk sultanı sizde de tecelli etsin.

Kirli ve buruşuk kâğıtlara yazılan mektuplar nasıl yüksek makama lâyık görülmezse, aşk tecellisinin zuhuru için de temiz bir gönül sahifası lâzımdır.

Ancak temizlendikten sonra sıra beklemek lâzımdır ki aşk hadisini yazacak ve okuyacak olan size el uzatsın. Bütün insanları bir dairenin dışında gezen karıncalar gibi farz edelim, dâirenin merkezi gönüldür. İlim ve aşk noktası da Kur’ân-ı Kerimin tecelli tahtasıdır. Bütün muhit oradan idare edilir.

Her insanda gönül ile alâkalı olduğu için merkeze doğru yol almak imkânı vardır. Dışarıdaki çokluklara, âlâyişe aldanmamak için Hakkın emri, şeriate riâyettir. Hükümlerini icrâdır.

O zaman bir mertebe içeri girseniz de kâfi değildir. Asıl yol tarikat namını alan bir takım âdetlere, çalışmalara ihtiyaç gösterir. Güneşten arza gelen ziya çizgileri gibi gönüllerin birleştiği merkezden insanlara nûr gelir; hayat, akıl, fikir, idrâk gelir. Buna arka çevirenler yine toprağa avdet edecekleri gibi, bu nûra erişenler de ölmez bir âlemde olduklarını anlayacaklardır ki bunlar Hakkın cennetine de değil, cemâline mazhar olmuş seçilmişlerdir.

Her hareketimiz, her muvaffakiyetimiz, her zevkimiz, her ilim ve idrâk nûru, bizim için tahsis edilen bütün lütuflar, her şey o merkezden geldiği halde nasıl oluyor da ona iltifat etmiyoruz.

Damarlarımızdan yakın olduğunu söyleyen o yaratıcıya karşı lâkayd kalıyoruz, hayret, bin kere hayret. Nefes alabilmemiz bile onun lütuf ve keremiyledir. Çünkü o hayatın tâ kendisidir. Biz O’nunuz. O’nun nûrunu taşıyoruz, O’nun sıfatlarına nâil olmuşuz, her şey O’nun lütfu ile emrimizde.

Gözümüzü açınca ilk gördüğümüz O, gözümüzü kaparsak iç âlemimizden gören de O, gördük dediğimiz de O. Bizim ismimizden başka bir şeyimiz yok. Onu da O halketti. Bize verdi, habibim dediği anda biz var olduk. O’na muhatab olduk. Bu varlıktan kaçılır mı?

«Ey âlemlerin Rabbi! Sana her şeyimiz hattâ canımız dahi feda olsun» dersek, o canımızı kabul edeceği zamanı bilir. «Ey ALLAH’ım sana bir şey veremem hattâ seni tanımam» (hâşâ) desek bile canımızı kurtarabilir miyiz? Ölümümüzü bir saniye önce alabilir miyiz?

Öyleyse Peygamberimizin buyurdukları gibi «Ey ALLAH’ım senden sana sığınırım» deyip sık sık boyun eğmemiz lâzımdır. Hem de kime eğeceğiz? Bizim vücûdumuz gibi bir vücûda sahip olana değil. Yalnız özünden mesâmatına kadar, Hakkın nûrunun istilâ ettiği bir vücûda eğileceğiz ki, üzüm üzüme baka baka kararır dedikleri gibi biz de ona baka baka nûr olalım.

Ateşle arkadaşlık eden bir odun, bir kömür gibi yanalım ateş olalım. Bunun için de Cenâb-ı Hakkın bize emirleri, tavsiyeleri kendisini zikretmek, seslenmek, çağırmaktır. Saf bir gönlün titreyişiyle hasıl olan zikrimize, dâvetimize elbet icabet eden olacaktır.
Baktı dil mir’âtı dilden oldu dildarım âyân

Gitti dil dildar geldi başka dildar istemem

Zâtı Mevlâ kendini tesbih eder kendin bilir

Gaflet ü nisbetle ben tâat ve ezkâr istemem

Hakk diyen zâkirde Hakk olmazsa zikri şirk olur

Fikri Hakktan gayri dilde başka efkâr istemem

Her nefeste nefy-ü isbat etmeyen Mevlâsını

Zâkir olmaz nefsini isbatla inkâr istemem

Kâbetullaha giren şah olsa da giymez libas

Ben ziyarethaneme tesbih ve zünnar istemem

Sâimim gerçe iki alem muradından bugün

Ben Kemâli iyde yettim başka iftar istemem

İşte Mâşûkun hasretiyle yanıp kül olan bir âşıkın şiiri daha.

Sebadan dün gece ol gülruhun hâlin sual ettim

Dedi bûyun getirdim. Cânımı nezri nihal ettim

Nihalı kametin bâğı gönülde her salındıkça

Salındım vecde geldim aklü fikrim pâyimâl ettim

Firâkı nârı hasret ol kadar yandırdı ki cismim

Cihânı, cânı yanmış serbeser âteş hayal ettim

Geçüp feryâdü zârım tâ feleklerden süreyyaya

Nücûmun sâbit ü seyyaresin garkı melâl ettim

Belâyi dert ve mihnetten rehayâb olmadım amma

Kemâli kâmil insana uyub kesbi kemâl ettim

Vuslattan sonra da bir feveran geçiriyor.

Dedim cânân mısın yâ cân mısın, cevher misin ya nûr

Dedi herşey ben’im kendimde ben kendim ayan ettim

Belâ ve derdi aşktan gayri yokmuş âşıka merhem

Anınçün sinemi dert ve belâya âşiyân ettim

Gedanın zilleti, şahın bekasız devleti bir âh

Anınçün bu cihanın vârını yok itibar ettim

Giden mazur gelen mazur, gülen hem ağlayan mazur

Cihanı serbeser mazur görünce itizar ettim

Ve bazı sırlarını fâşediyor.

Bana benlik veren arz ü semânın nûrudur mutlak

«Vücûdunla dedi sırrı vücûdum âşikâr ettim»

Belâlardan şikâyet bir belâyı mahzı ekbermiş

Belâya sabrı her nolsa rızaya iftikar ettim

Halâsı nefse çâre ölmeden ölmekle mümkünmüş

Rehi aşk içre can vermek; tarikin ihtiyar ettim

Firâk ü vaslı dil, dildar; kuyudı ehli irfandır

Kemâli cehl ü gafletle visâle intizar ettim

Ölmeden evvel öldükten sonra da sanki gözüne bir gözlük

takılmış gibi makam değiştiriyor ve görüş tarzını anlatıyor.

Aşk mahvetti beni yoktur nişânı kabrimin

Kameti hüzn âverim sanki mezarımdır benim

Olmak istersen azizi âlem, ol Abdülaziz

Ruhumun ilhâmı nazmım yadigârımdır benim

Farkı akvamü milel yoktur kitabı aşkta

Anınçün halkı âlem cümle yârânımdır benim

Günçi uzlet; arz ve cennetden de vasidir bana

Terki can etmek bu yolda iftirakımdır benim

Zühtden geçmek, fedâyı din ve nâmus eylemek

Bâisi ikbal ve izzû iftiharımdır benim.

Sevgili kardeşlerimiz, size bir hakikat daha açıklayayım. Fahr-i Âlem Efendimiz âleme rahmet olarak gönderildi. İşe evvelâ şeriatten başladı. Çünkü cehennem korkusiyle zalimleri, cahilleri frenlemek; cennet tebşiriyle de gafilleri uyandırmak, dünya nimetlerine karşı zayıf ve haris olanları da dürüst hareketlerle bu âlemde muvvaffak olmasalar bile saldırganlık yapmayıp sabırla ve öldükten sonraki ebedî âlemde muvaffak olacaklarına dair bir ümit uyandırmak, vaadlerde bulunmak en doğru bir yoldur.

Bir takım kimseler de ebedî âleme olan iştiyakları dolayısiyle bu âlemin zevklerinin bâki olmadığını düşünerek her şeyi feda ettiler.

Onlara aşkın da, vuslatın da bu âlemde bulunabileceğini anlatmak lâzımdı. Bu keyfiyeti Hazreti Ali’ye âşikâr olarak, Hazreti Ebu Bekir’e de gizli olarak öğrettiler. Zikir ve tesbih ile en yüksek makamlara ulaştırdılar ve ulaşma yolunu talim ettiler. Şu var ki aşk, ölçü, hesab, tahmin tanımaz. Bunlar akıl işidir, aşk makamı şeriat makamının sonundan sonra başlar. Bu makam bütün makamların üstündedir.

Akıl öğrenmek ister. Aşk, bildiklerini unutmak, yok etmek ister. Akıl, her zevki tadmak ister, her şeye sahip olmak ister sonunda hepsini bırakıp helâk olacağını düşünmez. Rûhun üzerine bindiği ve saltanat sürdüğü vücûd topraktan yaratılmış olup, Tanrı lütfiyle birkaç zaman orada ârâm eder. O toprak mevcut rûh ile şenlenir, nûrlanır. Fâni dünyaya aldanmayan âşık, kahır yollarını seçer, hiç bir zevke, mala, mülke teveccüh etmez. Gafletle geçen bir dakikasına bile acır, teessüf eder. İstiğfar eder. Hattâ bu geçmişi anış lüzumsuzdur. O an sevgiliden gaflettir. Bunların hükümleri birbirine zıddır.

İşte Fahr-i Âlem Efendimiz için için yanan aşkını gizledi. Mî’râc yoluyla biraz belirtti. O kadar. Çünkü iki zıd fikrin ilânı islâmiyeti tehlikeye düşürür ve kendisi de birçok cahillerin itirazlarına hedef olurdu ki onlarla uğraşmaktan kendi zevkine devam edemezdi. Nihayet insanlara «Akıllarının erdiği kadar söz söyleyin» dedi, gitti. Aşk âlemindeki duygularını ifşâ edemedi. Bulunduğu muhit, aşkı idrâkten âcizdi. Aşk sofrasındaki yemekleri her mide kabul etmez.

Mî’râc gecesi Cibrili akıl «Ben daha ileri gidemem, yanarım yâ Resulullah» demiş. Efendimiz de «Öyle ise sen dur burada kardeşim Cibril, yanarsam ben yanayım» diye, zâtının sonsuzluğunda kaybolmuş. Akıl ve fikir faktörlerini Hakkın zâtının kapısında bırakmış nefhadan ibaret olan ruhunu uçuruvermiş.

Karıncalar bütün yaz yiyeceklerini taşırlar, toprak altında toplarlar. Kazma darbeleriyle, ateş ve su âfetleriyle gıdaları değil, kendileri de helâk olurlar. İnsanlar da çalışırlar, didinirler, meşru ve gayri meşru servet toplarlar. İyilik yapmazlar, komşusu aç yatarken, fakir bir kız evlenmek için çeyiz bulamazken, o üst üste yığar veya gece sefâhat âlemlerinde, içki sofralarında zehirlenir, vücûd yıpratır.

Aşk ölçü, hesap tanımaz, hattâ şeriat ölçüleri bile aşka kadardır. (Aşk, âşık, mâşûk) tek bir varlık oldukları zaman kendilerini bulamazlar. Şeriat, aşk için çalışır. İnsanları arındırır. Günah bırakmaz, yol erkân öğretir. Bir sağdıç gibidir.

«Ey sultanı aşk! Sana bir nûr daha iltihak ediyor» der uçurur. Gider, bekler.

Yanmakta olan bir varlık ateşten korkar mı? Hattâ bu kömür ateşi, bu odun ateşi, bu petrol ateşi diye tefrika imkân var mıdır? Ağaç, işe yaradığı müddetçe ağaçtır, odundur, sonu ateştir. İnsan da doğar, bir müddet öğrenir, dünyalık temin eder. Evine, vatanına bir müddet hizmet eder. 10-15 yaşından beri devam ettiği şeriat usulleriyle güzel ahlâk sahibi olarak bir ömür sürer. Sonra «Aman ALLAH’ım bu yeknesak hayattan bıktım» der. Herşey aslına gidecektir. «Şimdiye kadar bedenimin hükmünde idim. Şimdi de ruhlar âlemine ulaşmak, nûr olmak istiyorum. Yanarsam yanayım» diye bir özleyişle pervâne gibi nûr deryâsına atılır. Bu hal gerçektir. Atılanlar vardır. İşte bunlara biz Hakk âşığı diyoruz. Adetleri çok azdır.

Fahr-i Âlem Efendimiz vasıtasiyle islâm dini tekemmül etti. Şeriat dediğimiz âdâb ve erkân ile insanlar hayvanlıktan kurtulup doğru yolda hız almağa başladılar. Fakat şeriat hükümleriyle aşkın hükümleri birbirine zıd gibidir. Halbuki ikincisi birincisinin devamıdır, mükemmelidir.

Kısa akıllılar bunu bilmezler. Herkes idrâki çerçevesi dahilinde devrini yapar ve diğerlerini inkâr eder. Koca Peygamber zıd söz söylemez. İnsanlara akıllarının derecesinde söz söyleyin demesi de bundandır.

Şeriat; vücûd hareketile aklî nizamatı idrâktir.

Tarikat; ruhun tekamülü ile güzel ahlâkı âdet hükmüne getirmektir.

Hakikat; hedefe varıştır.

Mârifet; yine bu âleme ilim hazinesiyle dönüştür.

Nasıl olur da aşkı alenen tâlim eder. Nihayet Mî’râcı şerifdeki izahat ile bizleri tenvir buyurdular.

İşte Peygamber Hazretlerinin sırlarına mazhar düştüğü bildirilen aşk âleminin bir tek gülü olan Hazreti Şemsettin Tebrizi de bu hâli izhar ederek Hazreti Mevlânâ’yı bu vazife ile vazifeli görmüştür. Yâni Resulullah Efendimizin zamanı saadetlerinde, sırlı, kapalı söylediklerini o açıklamıştır.

Âşık cefadan yılmaz. Herkes için faydalı olmağı ister ve olur. Çünkü Mecnûn her baktığı yerde Leylâ’yı gördüğü gibi Hakk âşığı da her baktığı yerde Mevlâsını görür. O gördüğüne de fenalık yapmağı düşünmez.

«Sen de onun eserisin, seni de benim sevgilim yarattı, aynı kapının kullarıyız» der. İslâm, hristiyan, fakir, zengin, erkek, kadın seçmez. Her tarafa hizmettedir. Bir pırlanta gibidir. Cefaların artması onu yıldırmaz, belki aşkını arttırır. Âşıkın cefalara tahammülü, aşkının derecesi nisbetindedir. İşte «Yanarsam ben yanayım» diyen şânı büyük ve eşsiz Peygamberimiz bu kadar bir ışık gösterdi ve rûhaniyetlerinin tecellisiyle de Hazreti Mevlânâ’yı söylettiler.

Siz de şeriat hükümlerine riayetle aşk mertebesine yükselebilirsiniz. Kaleme, kâğıda dökülemeyen ne zevklere, neş’elere sahip olacaksınız. Tadan bilir derler. Tatmağa çalışınız.

Bu âlem cefa âlemidir. Biraz gözü açılana bir cennettir. Tevhid ve aşk gözlüğü takabilene bir nûr ve huzûr âlemidir. Aşk hâlâtını kalemler yazamaz kurur. Ağızlar söylerken nefes tükenir. Dinleyenlerin kulakları çınlar durur. Yalnız gönüller konuşur, gözler görür, yarasaların gözlerinin güneşin nûruna mukavemetleri yoktur. Halbuki aşksız bir şey yoktur. Fakat ne çare? Gaflet, hakikati görmemize mâni oluyor. Emrimize verilen şu âleme esir olmuşuz. Taparcasına bağlanmışız. Bir gün gelecek, bağırta bağırta buradan ayıracaklar cümlemizi. Fakat ne fayda.

Ey kardeşlerim! Gelin; bu âlem sizi terketmeden, siz bu âlemi terkedin. Bakın nasıl peşinizden gelecek, aman diyecek, bir tecrübe ediniz. Sözlerimi yanlış anlamayın. ALLAH’ın huzurunda olduğunuz zaman herşeyi gönülden çıkarın demek istiyorum. Zaman gelecek daima onun huzurunda olduğunuzu idrâk edeceksiniz.

Bir pazar günü radyoda Faruk Nafiz Çamlıbel ismindeki şairimizin «Yolcu ve Arabacı» şiirini Münir Nurettin bey sazlariyle sözleriyle şekillendirmişlerdi, dinledim. Hatırıma Mî’râcı şerife tatbik etmek geldi ve başladım yazmağa. Burada yolcu ruhumuz, arabacı akıl, araba vücûdumuz, at ise nefsimizdir. Satırlar arasında da anlaşılacaktır. Fakat peşinen söylemiş olalım.

Yolcu:


Sökemem ben bu yolu başladım ammâ nideyim?

Bir uzun yolculuğun yolcusuyum gitmeliyim

Gece, gündüz yürüsem elli yıl ister ki varam

Ne ömür; âh! ne de kuvvet, buna yetmez ne yapam?

40 yaşlarına doğru idrâki yükselmeğe başlayan ruh yolcusu, arabacı ile karşılaşarak konuşmağa başlar:

Merhabâ ey babalık! Sana ben müşteri olsam

Beni alsan ve götürsen de O cânânımı görsem

Beni gönderdi bu iklime O, durmaz yanarım

Hele kırk yıl oluyor ki sabah akşam anarım

Dedi cânân bana «git, gez, yürü, eğlenmene bak»

Sana verdim koca servet; deme asla kara, ak

Ne görürsen bana anlat seni bekler dururum

Sıkışırsan seni ben, andığın anda bulurum

Bütün âlem senin olsun. Bunu bil sen de benim

Bunu bil kim seni ben cümleden üstün severim

Sana verdim bir saray ben; buna ister de kafes

Beni an her nefesinde bu da diğer bir heves

Yürü ey gonce-i zâtım! Yürü ey rûhi revân!

Seni ben gurbete saldım sonu kurbettir inan

Arabacı söze başlıyor:

Buyur ey rûhi revân! Seni gezdirmeğe geldim

Bana «ben aklı maaşsın» dediler, bekleyiverdim

Şu beyaz at, araba, ben «bir vücûdsun» dediler

Bize «insan» diyecekler. Sana izah edeyim

Seni ben kâbei maksuda iletmek dilerim

Bunu emretti Hüdâ. Sonra da asla dönerim

Oraya 10 durağım var. Her durak ismim degişir

Son duraktan ileri gidemem at can çekişir

O şehirde yanarım az daha gitsem ileri

Gidemem ben, göremem ben nasıl yerdir o yeri

Nihayet onuncu durağa vardılar. Resulullah efendimizin Mî’râcı şeriflerinde olduğu gibi insânı kâmillerin akılları da aşk merhalesinde «ileri gidemem yanarım» derler. Ve himmeti noksan olanlar dururlar geri dönerler.

Çünkü orası aşk âlemidir. Müşahade ve vuslat âlemidir. Orada ilim, hayal, dilek, vücûd benlik istemezler. Benliği olmayan kimseden günah, sevab da istenmez. O da bir kayıddır ki ortadan kalkmıştır.

Şeriatta kemâl tarikata yol açar, tarikatın beşinci şehrinden sonra aşk âlemi başlar. Altı durak sonra da mâşûk ile vuslat ve nihayet yine âlemi vücûda gelinir. Âşıkın ruhu yine eski vücûduna iâde edilir. Tekrar şeriatten başlanır. Bu öyle bir devri dâimdir ki önümüz ebediyet arkamız ezeliyet olur. Biz de bu dairenin bir noktasında sür’atle devrettiğimiz için vücûd dairemiz yuvarlak bir nûr gözükür.

Bu hayat, vücûd arabamız eskiyinceye kadar devam eder. Bu müddet zarfında arabaya girmek isteyenler olursa alınır fakar temizlik imtihanından geçirirler, nalınlarını çıkarttırırlar.

Şimdi sâhibi mî’râc konuşuyor:

Gidemezsin giderim ben yanacaksam yanayım

Benim aslım, temelim O, ne olursam olayım

Beni yoktan yaradan O, size bağışlayan O

Bana Kur’ânı veren, âlemlere serdar eden O

Burada bizlere dönüyor.

Bana varlık vererek sonra habibim diyen O

O âyân oldu benimle size pünhan yine O

Size arz eylediğim yol O’na vuslat yoludur

Buna aşk kervanı derler sonu yok, Hakk yoludur

Nideyim ben ki şeriat diye yazdım bir kitab

Bunu kâfi görenin gözlerini kapladı hâb

Yolunuz bitmedi ey nâs! Bu ne gaflet, bu ne naz?

Geliver bir an için nâzı bırak eyle niyâz

Ne gezersin bu harabatta biraz göklere çık

Gönül âfâkına uç bir görünür her yer açık

Bakıyor düldülü pâkize sana açtı kanad

Ne durursun yürü! koş! ver elini! etme inad

Bırakup rahatı; çâk eyle cehil perdesini

Göreyim sende beni ta göresin bende seni

Azıcık kendine gel dinle beni anla O’nu

Yatağa düştüğün an anla hayatın bu sonu

Güleceksin bugün amma yarın ağlayacaksın

Gel ağla bugün aşk ile ki yârın güleceksin

Biraz aşk ehline yâr ol çoğu yok bil yoğu çok

Ye, iç, eğlen, oku, öğren bu bir yol ki sonu yok

Nerede kaldı o günler? Nerede ehli dilân?

Diye nevmid oluyorsan bana gel aşkıma yan

Bilemezsen, bulamazsan, aramazsan oyalan

Bana gerçek olan herşey sana elbette yalan

Bütün âlem fener olmuş mumu sensin iyi bak

Eğer ALLAH’ı ararsan beri gel gönlüme ak

Biz onun sırrıyız ey dost! Sana sır aşılayalım

Aşı tutmazsa eğer her ikimiz ağlayalım

Nerede Hazreti Kur’ân okunur? Orda varım

Nerede ehli kemâl sohbeti? Orda hazırım

Beni sevmek kuru lâfla olamaz, fakre dalın

Bana ümmet olanın hali budur aşka yanın

Beni gönlünde bulur çok arayan; sevgilimin

Size Nusret yetişir beklemeyin haydi gelin

Ey hakikat yolunun yolcuları!

Bilirsiniz Şemsi Tebrizi Hazretleri, Hazreti Mevlânâ ile buluştuktan sonra birkaç gün geçmişti ki, pencere kenarından beş on kitabı havuza atmıştı. Bu hâli gören Hazreti Mevlânâ çok üzülmüştü.

Hazreti Şems, üzüldüğünü gördüğü Hazreti Mevlânâya Feridüddini Attar Hazretlerinin bir kitâbının baba yadigârı olduğunu öğrenince, tekrar elini uzattı ve suyun içinden tozları bile kaybolmayan o kitabı alıp verince şaşıran Mevlânâ’ya, «Bu kitaplar hep kîl ü kaldir» dedikodudur. Kitabı sudan ıslatmadan ve tozları üzerine çıkartmak da hâl ehli olanların yapabileceği bir iştir. Daha ne zamana kadar şu evliya böyle dedi. Bu evliya şöyle yaptı. Falanca şöyle kerametler gösterdi diyeceksin. Sen de onlar gibi ol. O işleri yap. Sen de «Rabbim bana da şöyle dedi diye gönül âleminden inciler çıkar» demişti.

İşte bu söze uyarak âlemlere rahmet olarak gönderilen bir peygamberin ümmeti olmak şerefiyle şereflenmiş, yıllarca ve ömrü boyunca aşk kervanına dümdarlık ederek gönül âleminin merkez noktasından avdet etmiş. Âciz, fakir bir ferd sıfatiyle hitab ediyorum.

Rabbim dedi ki:

«Ey benim nimetlerime şükürden hâlî kalmayan kulum. Sen ki dünya lezzetlerini bir kul olarak taddın, fakat benim tecelligâhım olan gönlüne sokmadın; esasen hepsi senin içindi. Sen onlara bağlanmadın, ibtilâ halinde sevmedin. Sevilecek her şeyde beni tercih ettin. Benim habibimi sevdin ve habibime tâbi olanları da tanıdın ve sevdin. Her şeyi olduğu gibi benim eserim olarak kabul ettin. Habibimin habibinin habibi kaç göbek devam ederse etsin benim de habibimdir. Habibimin düşmanları benim de düşmanlarımdır. Gözünün önüne serilen her varlıkta habibimin nûrunu gördün. Yâni görülenlerde habibimi, görülmeyenlerde de beni tek olarak gördün. Odun, çıra, kibrit, kandil… yanmakta olan herşey ateş demektir. Nûr demektir. Biri diğerinden farklı değildir. Etrafını aydınlatmak için yana yana ömrünü tamamlıyorsun, bu bana kâfidir. Şu halde her gördüğün cemâlim, her duyduğun ses benim sesim olunca, âlem aynasında kendimi temâşa ediyorum, senin gözünden, kulağından bütün mahlûkatımın niyazlarını görüyor ve tesbihlerini işitiyorum. Vücûd kafesi varmış veya yokmuş ne mânâ ifade eder. Sen bana iltihak eden bir nûr değil, benim nûrumun devamısın. Deryâyı zâtımdan ayrılan bir katresin.

Kişi yaktığı çerağ üzerine pervâne gerektir. Beni, gözleri ile göremiyenler çok, âlemi istilâ eden bir nûrum. Çünkü var gözüken bu âlem benim nûrâni varlığımın devamı olarak uzanan bir gölgedir. Ben bütün mahlûkatımla beraberim. Benim sevgili kullarım tende sabrı, ağızda şükrü, gönülde zikri devam ettirenlerdir.

Cennetde bahsettiğim ve vaad eylediğim dört ırmağın enfüsi mânâsı şöyledir.

1– İnsanı kâmilin elini tutarlar. Müsbet menfi birleşmesiyle aşk uyanır veya devam eder. Hedefini bulur.

2– İnsanı kâmille göz göze gelirler. Feyz alırlar.

3– İnsanı kâmilin ağzından çıkan her söze kulak verirler. Bu sûretle şerâbı mârifet içerek mest olurlar.

4– İnsanı kâmilin gönüllerine girebilirlerse ne mutlu onlara, benimle orada vuslata ererler. Aramızda, mürsel de bulunmaz. Bu vesile ile şunları da tekrar açıklarım ki;

Âlemleri ve tabiatı yaratırken bunların hepsini bir nizama bağladım. Toprak, su, hava, ateş dediğiniz dört unsuru evvelâ yarattım.

Emrimle ve cemâl tecellilerimle toprak, zuhura getirir, besler, büyütür.

Emrimle ve cemâl tecellilerimle su, toprağı besler.

Emrimle ve cemâl tecellilerimle ateş, ısıtır ve vücûd da hareketi temin eder.

Emrimle ve cemâl tecellilerimle hava, hareket dolayısiyle yanan kanı temizler hayatı devam ettirir.

Emrimle ve celâl tecellilerimle toprak, kendisinden zuhura gelenleri yine kendine çeker, yok eder.

Emrimle ve celâl tecellilerimle su, toprağı ve topraktan çıkanları beslediği gibi boğar öldürür.

Emrimle ve celâl tecellilerimle ateş, yakar ve öldürür.

Emrimle ve celâl tecellilerimle hava, daima hareketiyle hayatını temin ettiği şeyleri durma hareketiyle son nefesini çekerek öldürür.

Bütün bunlar ezelde kün emrimle faaliyete geçmişlerdir. Hayat ilk evvelâ sudan, sonra da nebattan başlar, nebatın terakkisiyle hayvanat çoğalır ve insanlığa intikal eder. Bitkiler daima huzurumda ve kıyamdadırlar. Hayvanlar daima rükûdadırlar.»

«İnsanlar da huzurumda hasbihal için, dertleşmek için tehiyyatta otururlar, benden meşrû olarak her şey isteyebilirler ve istedikleri elbette kabul olunur, beş vakit namazdan başka, âşıklarımın zikrü teşbihlerini, gecelerin sonunda ve sabahtan evvel kabul ederim. Ben de onların gönüllerine sessiz sedasız esrarı ilâhiyemden bazı haberler sunar ve onları it’âm ederim.»

«İşte emr ettiğim namaz: Sûretteki mî’râcın bir tekrarıdır, duâları namazdan sonra kabul ederim.»

«Yaratma tecellime ilk mazhar olan topraktır. Secde yeridir. Bütün âlemlerden feragat eden bir âşıkın başını koyacağı mahal secde mahallidir. O secdeyi kabul ettiğimi karşımda tehiyyatta oturmanıza müsaade etmemden anlayabilirsiniz.»

«Benim ezelde yazmış olduğum kaderinizi, dualarınızla değiştiririm. Sadaka mukabili ömrünüzü uzattığım gibi. Ey Nusret! Kullarıma şunu da söyle ki, namaz ile onlar bana urûc ederler, Ramazanda da ben tecellilerimle onlara tenezzül ederim, misafir gelirim ben Azimüşşân’ım ve Rabbülâlemin’im. Kelâmı kadimimde habibime emir ve nehiylerimi bildirirken daima «ey nâs» diye hitap ettim. Sen bunları tasnif ederek her sınıf halka anlayacağı tarzda anlat.»

İşte sevgili kardeşlerim!

Rabbim bana; ben âciz, fakir kuluna da bunları söyledi ve söyletti, sönmek üzere olan bir alevin son bir parlaması vardır ya. İşte bu kitab da bizim son nûrumuzdur. Bundan sonra yazmak, ya nâsib olur, ya olmaz. Beynimiz sulanacak, takmakta olduğum gözlük kâfi gelmeyecek, el ayak titreyecek, hepinize masum gözlerle bakacağım, «bu kitapları yapan ben miyim» hayret edeceğim ve nihayet kendimi son bir inkâr ile ALLAH diyüp göçeceğim, bir devir daha kapanmış olacaktır. Bir yaprak daha kuruyacaktır.

Ey kardeşler!

Her ne kadar Adem Baba ile Havva Ana'nın çocukları olduğumuz için kardeşiz, fakat ruh itibariyle ruh denizinden gelip birer cesede gizlenmişizdir. O'yuz. İsimlerimiz, şekillerimiz, değişik olmasına rağmen hep O'yuz. Sûret itibariyle hiç, mânâ itibariyle bir’in şûûnat ve tecellisine mazhar olmuş gelip geçen bir yolcuyuz.

Vücûdlanmız ruhlarımıza ödünç verilmiş birer elbisedir. Bizim varlığımız O’ndandır. O dâima vardır, biz dâima yokuz. Çünkü bir kölenin kendi vücûdu efendisine aittir. Tabiî kölenin sahip olduğu her şey de efendisinin malıdır. Köle cahillik edip de şu kolumdaki saat benimdir derse, gülünç olur. Onu da efendisinin aldığı muhakkaktır. Şu halde bizdeki aşk da (gerek hormon aşkı olsun, gerek gönül aşkı) ondan gelmektedir.

Bizim onu sevmek kabiliyetine sâhip olabilmemiz için bize eksiksiz olarak verdigi bir çok şeylerle birlikte aşkı da verdi. Biz de O'ndan aldığımız aşkı şuna buna sâhip olmak yolunda sarfedersek, yanar yakılırsak, bu da bizim gafletimizi, olgunluk derecemizin düşüklüğünü, tansiyonumuzun azlığını gösterir. Aşkı kitapta okumak başka, âşıkları görüp alay etmek başka, onlara acıyıp hayretle baka baka uzaklaşmak başka, âşık olmak başkadır.

Âşıklar da kendilerine geldikleri zaman, mâşûkunun huzurundan uzaklaştıkları vakit onlara acırlar. Onun da hayreti «ALLAH’ım! Aynı mâyadan yaratıldığımız halde bu ayılık nedir? Mûsâ ile Firâvun farklan ne kadar derindir.» der. Bu sefer Hazreti Mâşûk hizmet penceresinden konuşur, aşk makamına gelinceye kadar olan muhtelif derecelerdir. Yeni doğan çocuk baba, dede oluncaya kadar birok devreler geçirir. Kimisinin yaşı elliyi, altmışı bulmuştur, ama çocukluktan kurtulamamıştır. Buğday da ekmeğin aslıdır; ama birçok devreler geçirmeyince ekmek olup yenemez. Meselâ «Her şeyi yaratmaya kadirim, ama saltanatımın daralmasını istemiyorum.» buyuruyor.

«Benim Cemâl sıfatlarım olduğu gibi Celâl sıfatlarım da vardır. Onlar da saltanat sürmek istemez mi?» buyuruyor. Hasan, Hüseyin, Ayşe, Fatma için ölmeyi isteyenler, hattâ ölenler var. Kaç para?

Hakk âşıkı Mâşûkundan uzak düştü mü tekrar yükselmek ve ulaşmak için bulunduğu mertebede ölür, bir üstündekinde dirilir, orada da ölür ve daha yukarıki mertebede dirilir.

Böylece ölüp dirilmelerden sonra huzura varır, ama kendisinde de vücûd ve benlik namına bir şey kalmaz, nihayet yine makamı esfele iâde edilir. Bütün insanlar deniz kenarına dizilmişler. Kime sorsanız, bu su benim diyor. Deniz suyu taksimata uğrayabilir mi? Olsa olsa temas ettiği karaların ismini alır, hattâ bütün meyveler ve sebzelerin vücûdlarında suyun varlığı tam haddini bulmuştur. Hepsinin aslı deniz olduğu halde kavun, karpuz, üzüm, ıspanak… diye bir çok elbiselere bürünen; tad, koku, şekil değişikliği ile kendini gizlemiştir.

Aslı buğday demek olan un ise, ekmek, simit, pasta, kek, börek, makarna, şehriye… diye isim ve elbise almışlardır.

Tabiidir ki, herşeyin aslı olan su, toprak, hava, ateş denilen dört unsurda da kendini gizleyen bir varlık vardır. Bunlar tekâmül ve ittihad ede ede insana kadar varan tek varlık insan isimleriyle de kendini ayırmış ve yine gizlenmiştir. Yahud bütün varlıklarda âşikâr olan da odur.

Bu âleme bakışın da tasnifi vardır. Hayvan bakışı bakar, görür geçer. İşine yarayanın başına oturur, gözü başka şey görmez.

Gafletle bakış ise, yazın sıcak der beğenmez. Kışın soğuk ve yağmurlu der beğenmez. Yesin, içsin, sevişsin, yatsın. Ekmek parasını zahmetle kazananlar, ömrünü kabahatle geçirenler, hastalıklı olanlar için bu âlem bir cehennem manzarası arz eder. Rahat para kazanan, babadan kalma malla zengin olan, sıhhatte olanlar için bu âlem bir cennettir.

Bir kısım bakış sahipleri, baktığı her şeyde Cenâb-ı Hakk'ın varlığına, büyüklüğüne delâlet eden bir hayat ve peyda oluş şekli vardır, onu görürler; bunların bütün düşüncelerinin sonu hayrete varır. Acizdir, yokluktur, çünkü akıl bu işleri ihâta edemez. İşte o zaman, «Ey habibim, kendi kitabını oku, bugün için bu sana yeter.» diyen bir ses duyarlar.

Çünkü âlemin özü insandır. Tanrının da istediği insan kemâlâtının bu dereceye yükselmesidir. O, insanın sesini ve gönlünden geçeni duyar, bilir. Fakat her cihetten de onun bize hitabı vardır. Onu duymak meseledir. Kirli çamaşırları temizlemek için içini dışına çevirirler, işkembeleri temizlemek için de ters yüz yaparlar. İnsanların da tersi gönülleridir. Bunların da şeriat ahkâmiyle temizlenmesi lâzımdır. İnsanlara birbirlerinin gönüllerini görmek kabil olsa, o insan şekillerinde ne korkunç hayvanların şekli gözükür, hayret edersiniz. Ben bu muyum dersiniz. İşte tevhid yâni vahide irca usulüyle bu şekillerden kurtulmak, kâmil insanlığa erişmek kabildir. Bütün sırların âşikâr olacağı bir zaman elbette gelecektir. Hakk yolunda kendinden geçen âşıkların da da gönülleri, iç âlemleri bir güneş olmuştur ki nereye baksalar kendilerini görürler, nûr âleminde beşeriyet kesâfeti ve necaseti nazarı dikkati çekmez. Saç ve sakalınızın ağardığı zaman veya bastonsuz yürüyemez olduğunuz vakit, (herkesin idrak ve kabiliyet derecesine göre) bu ana kadar çekinip de söyleyemediğiniz bir hakikati itiraf mecburiyetinde kalacaksınız.

«İlim Hakk'ı bilmekmiş. Bundan mâdâsı kuru emekmiş.»

Hazreti ALLAH'ımızın lütuf ve keremi bütün mahlûklaradır ve bilhassa insanlaradır. Herkesin gönül kuyusunun derinliklerinde aşk petrolü vardır. Kazmak ve çıkarmak lâzımdır. İçerden onun tazyiki de vardır.

Boş çıkan kuyular varsa da bilemediğimiz için ve mücadele hızından geri kalmamak için bunu açıklayamayız. Yalnız petrol ararken definelerin zuhur etmek ihtimalleri de yok değildir. İşte size baştan başa hikmetlerle, ibretlerle, sırlarla dolu bulunan Kur'ân-ı Kerim'deki kuyuya atılan Yusuf Peygamberin hikâyesindeki nükte.

Şimdi size bir de konuşan insanlar hakkında bir tasnif yapayım.

1- Bilmez konuşmaz.

2- Bilmez konuşur. Delik kova ile kuyudan su çekip kazan doldurmağa benzer.

3- Bilir konuşmaz.

4- Bilir ve konuşur.

5- Çok az bilir, konuşur.

6- Az bilir, çok konuşur.

İşte ben bu sonuncu sınıfa mensubum. Şimdi benim zamanım altı cihet kapılarını kapatıp gönül âleminde demlenmek zamanıdır.

Fakat gönülden de bir ses geliyor ki, «Demi geçmeden hikmet, ibret, aşk ve ilim pencerelerinden başını uzat! Seni yahud beni görmek isteyenler var» diyorlar. Çok kimsenin arayıp bulamadığı, göremediği O Mahbubu Ezeli ile beraber olarak yazmağa devam edelim. Kaç defa son vermek için bağlamağa hazırlandım. Olmuyor, olmuyor. Şimdi de Rabbimin emirleri üzerine ilk mektebin birinci sınıfından, son mektebin sonuncu sınıfına kadar olan ve talebe olarak anılan bir ekseriyete hitab ediyorum.

Tahsil çağını bitirmeyip, hayata atılmayan her genç bence çocuktur. Bu vatandaşların şu yoldan gitmeleri lâzımdır.

Hayatını tanzim edecek vakte kadar büyüklerinin sözlerinden çıkmamalan lâzımdır.

Ömrü, sıhhati ve saadeti veren Hazreti ALLAH’dır. O’nu unutmamak, O'nun emirlerini yapmağa ve (yapma) dediği şeyleri yapmamağa gayret etmelidir. Küçük bünyeleri içki, kumar, çapkınlık nasıl harap ederse, siyaset de öyledir. İdrâki cılız ve kısır bırakır.

Ana, baba, komşular, hocalar, çocukların iyi olmalarını isterler. Aykırı hareketinize mukabil olan tenbih ve tekdir, kulak çekmek ve hafif tokatlara mukabele etmeyi ve şikâyette bulunmayı, Mârifetname sâhibi İbrahim Hakkı Hazretleri köpek huylu diye vasıflandırıyor. Kâmil insan kendisini terbiye için harekete geçen sopayı ısırmaz, ateşle barut bir arada birleşemedikleri için müsbet ve menfi gençlerin birleşmeleri de onları yoldan alıkor. Mevki sahibi cahiller, ham ervahlar çoğalır. Sefahat ve sefalet artar. Ahlâk barometresi fenaya gider. Küçükler, büyüklerin her yaptığını yapmamalıdırlar. Onların süte alışmış mideleri, rakıyı, turşuyu hazmedemez. Mektebini bitiren herkesin bir de askerlik devresi vardır.

Ey asker!

Dedelerinden tevarüs ettiğin merdlik, cengâverlik, centilmenlik huylarından ayılma. Zayıflara yardım edenlerden ol, muhafazakâr ol. Fakat çok eskilere gidip de talancı olma. Çok eski devirlerde aslımız dinsiz olarak kendilerine müsait bir muhit buluncaya kadar çarpıştı, öldürdü, kırdı, yaktı. Fakat iki cihan güneşi peygamberinin kitabını bulduktan sonra, barbarlığını da bıraktı. Eski acaib lisanını da bıraktı. Sûret âleminin geçiciliğini, faniliğini düşünerek mâna âleminde mücadeleye başladı. Ve orada da nefis mücadelesini kazananlar çok oldu. Bu din, bu vatan hududu dahilindeki kardeşlerin sana Hakkın emanetidir. Kendi menfaatini de düşün, fakat ikinci plana al, amirlerin gibi çok uzakları görmeğe çalış. Fakat meskenete de yaklaşma, amirlerine âsi olma.

Amir isen memurlarını sev, koru. Onların halinden anla. Zulüm yapma, düşmanlarına dahi zulüm yapmamakta örnek ol. Vatan bir toprak parçasıdır. Harplerde şehid olacağını düşün ve korkma. Yalnız şunu bil ve unutma ki, ALLAH için harp edersen şehidsin, vatanım için deyip de yanlış yollara sapma, esasen ALLAH'ın emri de vatanın ve vatan sathındakilerin müdafaasıdır.

Ey askerliğini yapmış olan gençler!

Şimdi vatan sizindir, istikbâl sizindir. Çalış, kazan, evlen, mesud ol. Memleketine de temiz ahlâklı, çalışkan, Rabbini, peygamberini tanıyan, büyüklerine hürmet, küçüklerine şefkat göstermesini bilen, alnı açık, merd evlâtlar yetiştir. Devrân senindir. ALLAH'ını unutma, siyaset hayatına ancak şimdi atılabilirsin, fakat kalleş olma; vatanın selâmeti, milletin saadeti için mertçe fikirlerini müdafaa et, verdiğin sözü tut. Doğru bildiğin fikrinden menfaat için cayma, evleneceğin zaman dengini bul, sonra sefil olursun, kendinden çok güzel, kendinden âlim, kendinden zengin, kendinden çok genç veya yaşlısı ile evlenirsen saadete eremezsin, kadının esiri olursun, kılıbıklıktan kurtulamazsın; yüz güzelliğine pek bakma; ahlâk, terbiye, saygı ile gönlü bezenmiş olanı tercih et.

Memleketinin her zaman sana ihtiyacı vardır. Ecnebi memleketlerde gözün olmasın, onların sûretteki âlâyişine aldanma.

Oraya gidersin. Orada evlenirsin, zürriyet sahibi olursun, o zaman ne senden, ne karından, ne çocuğundan hayır gelmez. Memleket seni gaib ettigi gibi, sen de memleketini, dinini, imânını gaib etmiş, göçebe kavimlerin bir ferdi gibi olursun. Garblıların ahlâk telâkkisi başkadır. Medeniyet, islâm medeniyetidir. Ahlâk, islâm ahlâkıdır. Garblılar bile «iyi bir adam olsaydın, memleketini bırakıp buralara kadar gelmezdin, karaktersiz adam» derler.

Ey orta yaşlı erkekler!

Az çok hayatın girdisini, çıktısını öğrenmişsinizdir. İsraf haramdır. Gerek hormon israfı olsun, gerek para israfı olsun. Eşinizin de aşka susadığı zamanlar onlara verecek su bulamazsınız, nefsin çok hilesi vardır. Sualleri, cevapları vardır. Yuvanızın yıkılmasına sebep olmayın. Para israfı da böyle. Sonra fakirliğe düşersin, çok zor olur. Eskisi gibi çalışamayacağın zamanları hatırla, düşün.

Hiç ölmeyecekmiş gibi çalış! Yarın ölecekmiş gibi ibadet et. Yaşlılıkta kan harekâtı yavaşlar, azalır. Saldırganlık düşünceye ve sükûnete intikal eder.

Çocuklarının ve eşinin, hattâ herkesin kabahatlerini pek görmeği adet edinme, kendinin ve âile efradının terbiyesiyle alâkadar ol.

Ey yaşlı vatandaşlar!

Artık burnunuza toprak kokusu, ALLAH kokusu gelmeye başlamıştır. İhtiyarlıkta, hırs ve tama artar. İlk devrelerde gençlerle aşık atmağa kalkarlar, ama iş işten geçmiştir. Hastalıklar başlar ve sıklaşır. Çok yemek, çok içmek, çok istirahat diğer devredekilerden daha zararlıdır. Gözlüğe, bastona ihtiyaç hasıl olur. İlâçlarınızı cebinizde taşımağa başlarsınız, eğer gençliğinizde ALLAH’ı hatırlayıp şeriat emirlerine uymuş iseniz, ihtiyarlıkta da Cenâb-ı ALLAH sizi hatırlar. Unutmuş degildir ya, yâni sizi muhafaza eder. İçi boşalmış boş çuvallara, boş eski küfelere benzemeyiniz de, O yine sizin gönlünüzü imân nûriyle doldurur. Eğer gönlünüzde ALLAH muhabbeti, Peygamber sevgisi evvelce yerleşmemiş ise, teninizi can etmek için bir gayret sarf etmemiş iseniz, boş gelmiş, boş gidiyorsunuz. Gelmeniz ile gitmeniz; varlığınız ile yokluğunuz müsavidir.

Cami cami dolaşıp vaizlerin peşinden ayrılmasanız dahi, kaç para eder? Dünyâda muvaffak olduktan sonra, cennet arzusu gelir. Âşıklar cennete de tenezzül etmezler. Onlar dünyada bütün mertebelerden yükselip harem sarayı vahdete yükselip, müşahede zevkine dalmışlardır. Ölmezliğe, sonsuzluğa ermişlerdir. Mahbubun mahbubu olmuşlardır.

Fakat siz hayatta görülen bir ölüsünüz. Daha siz gençliğinizde ölmüşsünüz, ne ektiniz ki ne biçeceksiniz? Altmış seneden beri hiç senden ayrılmayanı, seni yaradıp yaşatanı hiç düşünmedin, aramadın, lütufların cahili kaldın. Halbuki O sana her gün beş vakit ezan okutarak huzuruna, uyanıklığa çağırmıştı da sen dünyâya aldanmıştın. «Bana değil» demiştin. Şimdi artık O lütufkâr, merhametli, şefkatli Rabbini, karşında seni cehenneme götüren kahır ve azap melekleri gibi düşüneceksin. Her taraf sana zindan görünecek. Öyle iken O yine, tövbe edin, mağfiret dileyin diyor. Selâhiyet verdiği bazı velileriyle seni irşâd ediyor, bâri onlara kulak ver. Bir tarafta kümeyle ateş var, diğer tarafta da bir metre kadar uzakta odunlar var, odunlar ateşe baka baka yanar mı? Tabiî yanmaz. Onunla yan yana, üst üste, sarmaş dolaş arkadaşlık etmeleri lâzım ki onlar da ateşliğe yükselsinler, nûr olsunlar. Ateş ve nûr nasılmış anlasınlar.

Bir bina var, bu binanın yanması için, ya içerden bir yangın başlar da binayı yakar, yahud dışardan bir yangının ateşi sirayet eder de yanar. İnsan vücûdu da bir binadır. Bu binanın eskiyip de yıkılmasını beklemeyin, şeriat yolunu tutarak, geceli gündüzlü dualarla aşk isteyin. Altın, gümüş, toprak, bina değil, aşk isteyin.

Niçin aşk tavsiye ediyorum biliyor musunuz?

Aşk, kalblerde bir ateştir ki mahbubtan, Mâşûktan başka ne bulursa yakar. Sûretteki ateş de ne bulursa yakar. Her şeyi temiz kül yapar. Kendine benzetir. Gönülde bulunan aşk ateşi de gönüldeki mâsivâyı yakar. Çer çöp, pislik kalmaz. Geçmiş günahlarınızın hepsi hayatta iken af olur. Çünkü aşk ile yandınız.

Muharebede şehid olanlar bir defa ölür ve tenden kurtularak can âlemine ulaşırlar. Fakat âşık, her nefes ölür ve ölüm sayısı bilinmez. Elverir ki, Hazreti Mâşûk aşkını verse de bir anda temizlenebilseniz. Odunların, çalı çırpıların içine düşen bir ateş gibi odun mevkiinde olanların arasına da bir âşık girebilir. Veya bir odun bir kaç âşıktan ibaret bir meclise dahil olabilir. Fakir, zaif, noksan görülen, fakat Bâri Tealâ'nın aşkiyle ateş fıçısına benzeyen o kâmil insanları elden bırakmayın. Arkadaşlığını ve gönlünü kazanın. Elini ayağını öpün. Çünkü onun gönlü öyle bir kâbedir ki, içeri girebildiniz ise ne mutlu size. Dünyâya değil, âhirete ve cennete dahi bakmazsınız. Çünkü o gönül, Hazreti ALLAH’ın mekânıdır, nazargâhıdır, tecelligâhıdır.

Dünyâya bağlanarak ölmekten korkmaktansa, titremek-tense, intikal devresinden evvel şu vücûdu bırakın. Bir kaç zaman gönül âlemine varın. Nasıl olsa ölüm var. Vücûdunuzu asıl sahibine teslim ederek kaygıdan kurtulup ruhunuzu arşa uçurun. Taş olmakta inad ederseniz, ayak altında kalmağa mahkûmsunuz. O taş ki ikiyüz metre yükseklikte bir kule taşı dahi olsa yıkılmağa mahkûmdur.



Yüklə 0,81 Mb.

Dostları ilə paylaş:
1   2   3   4   5   6   7   8   9




Verilənlər bazası müəlliflik hüququ ilə müdafiə olunur ©muhaz.org 2024
rəhbərliyinə müraciət

gir | qeydiyyatdan keç
    Ana səhifə


yükləyin