Keynes’te yetersiz efektif talep ve kriz-dinamiĞİ


KEYNES’İN İKTİSAT POLİTİKASINDA AÇTIĞI ÇIĞIR ve BUNUN, KÜRESELLEŞMENİN İSTİKBALİNDEKİ TEMEL SORUNSAL ÜZERİNE TUTTUĞU IŞIK ÜZERİNE NOTLAR



Yüklə 152,13 Kb.
səhifə2/3
tarix28.07.2018
ölçüsü152,13 Kb.
#61369
1   2   3

3. KEYNES’İN İKTİSAT POLİTİKASINDA AÇTIĞI ÇIĞIR ve BUNUN, KÜRESELLEŞMENİN İSTİKBALİNDEKİ TEMEL SORUNSAL ÜZERİNE TUTTUĞU IŞIK ÜZERİNE NOTLAR

3.1. Efektif Talep, Gelir Dağılımı ve Refah Devletinin Oluşumu Üzerine

Keynes’e göre, depresyon konjonktüründe yatırımları arttırmak amacıyla para politikası araçlarını kullanmak, yukarıda açıklanan nedenler yüzünden netice vermeyecektir : Toplam efektif talebi arttırmak, işsizliği azaltmak ve ekonomiyi canlandırmak için bütçe açıkları vererek, hükümet harcamalarını arttırmak gerekir. Dolayısıyla Keynes, konjonktür devresini yükselen istikamete çevirmek için kamu harcamalarını--özellikle kamu alt yapı harcamalarının--önemli ölçüde arttırılmasını ve böylece insanlara iş ve gelir sağlanmasını salık verir. Keynes, genel teoriyi yayınlamadan önce bu istikamette bazı ülkelerde dikkate değer uygulamalar yapılmıştır. Örneğin, ABD’de Roosevelt, “Yeni Toplumsal Sözleşmesi” (New Deal) ile Tenessee Valley Authority 4ve benzeri bazı büyük-çaplı kamu alt yapı yatırımları başlatmıştı. Fakat bunlara yapılan toplam harcamalar, bu gibi projelere ödenek ayırmakta muhafazakar davranan Kongrenin direnci nedeniyle ABD’deki milli gelirin ufak bir kısmı olarak kaldığı için Keynesyen kuramın imlemlediği “kamu alt-yapı yatırımlarının arttırılması yoluyla depresyondan çıkış” l933-39 arasında bir türlü tam olarak gerçekleşememiştir. Tam “çıkış” 2. Dünya Savaşının patlamasıyla (ve aniden oluşmuş) ve böylece l940 yılı Keynesyen kuramın pratikte doğrulandığı yıl olarak tarihe geçmiştir.


Parantez açıp eklemek gerekir: İroni bununla kalmamaktadır: Keynesyen kuramın bu bağlamdaki imlemini pratikte tam anlamıyla yaşama geçirmeyi beceren ilk lider, Hitler’dir. Keynes’i öngörebildiği için veya toplam efektif talebi arttırmak veya emekçi sınıfı işsizliğin dehümanize eden etkilerinden kurtarmak için değil, fakat “cihana tahakküm etme” ve benzeri tutku ve manyaklığının gereği giriştiği askeri araç-gereç (ve gene stratejik-askeri nedenlerle giriştiği otoban inşa seferberliği) yoluyla, Nazi rejimi l933-l939 arasında o denli büyük kamu harcamaları yapmıştır ki, tüm kapitalist merkez ülkeler depresyondan ve yaygın işsizlikten müteessirken, Almanya işsizlik ve durgunluk sorunundan kurtuluvermiştir. İroni işte... Antiparantez.....

Şimdi ana temamıza geri dönelim... Daha önceki paragraflarda açıklandığı üzere, özel sektörün yatırım yapmak için hiçbir neden görmediği “Depresyon konjonktürü”nden çıkışı sağlamak için, Keynes, kamu yatırımlarının önemli ölçüde arttırılmasını önerir. Bu yapıldığı takdirde, bir yandan kamu ihaleleri yoluyla işverenlere yepyeni iş sahaları açılacak; diğer yandan da, böylece yaratılacak yeni gelirlerin önemli bir kısmı (marjinal tüketim eğilimine bağlı olarak) tüketim harcamaları yoluyla ekonomiye geri dönecek ve de çarpan-ve-hızlandıran etkisinin yeniden “yukarı” istikamette çalışmasına olanak sağlayacaktır. Böylece, toplam efektif talep ve satışlar hakkındaki beklentiler “olumlu” yönde değişecek; dolayısıyla kapasite kullanımında ve sermayenin beklenen marjinal etkenliğinde artışlar sağlanabilecektir. “Egzojen ve inisiyal (initial)5 kamu yatırımları”nın böylece başlatacağı bu yukarı doğrultudaki etkileşim mekanizması, hemen ileriki dönemlerde uyarılmış (induced) özel yatırımların da yeniden devreye girmesini sağlayacaktır. Özel yatırımların böylece uyarılması ise, bir yandan konjonktürün artık yükselen evreye girdiğine delil teşkil ederek beklentileri olumlu yönde etkileyecek; diğer yandan da toplam efektif talebi bizatihî stimüle ederek ek bir çarpan-hızlandıran etkisi yaratacaktır. Böylece daha sonraki dönemlerde “ekonomik canlanmanın” hız kazanarak sürmesi sağlanabilecektir. Keynesyen konjonktür analizinin en önemli pratik katkılarından biri böylece özetlenebilir.

Görüldüğü üzere, neoklasiklerin “depresyon durumunda devlet hiç bir şey yapmamalı” tezinin aksine, Keynes, kamu otoritelerine, toplam efektif talebi artırma ve işsizliği ve yetersiz talep sorununu önleme bağlamında aktif ve önemli bir fonksiyon yüklemiştir. Keynesyen teorinin bu gibi bağlamlardaki imlemlerinin pratik uygulamalarını içeren ekonomik ve sosyal politikalar, yukarıdaki paragraflarda değindiğimiz boyutlarda, 20.yy.’ın ikinci yarısını şekillendirmekte önemli bir rol oynamıştır. Salt bu nedenle bile, Keynes’i 20.yy’ın en önemli ve etkin iktisat kuramcısı olarak nitelendirmek, sanırız, bir abartma olmaz. Ne var ki, Keynesyen düşüncenin söz konusu etkilerinin tartışılmaz başarısı, bir anlamda, kuramı, bugün artık ‘irrelevan’6 kılmıştır –yani, ‘bugünkü iktisadi sorunlara pek doyurucu yanıt veremeyen ve “bugünkü ortamla veya bugünlerde gündemde olan sorunsallarla ilgisiz” duruma düşürmüştür’. Bu neden ve nasıl olmuştur?

Keynesyen kuramdan esinlenen iktisadi uygulamalar ve sosyal politikalar; 2.Dünya Savaşı sonrasındaki (i) kültürel ve entelektüel atmosferle, (ii) süregiden bir teknolojik patlamayla ve (iii) merkez kapitalist ülkelerde toplumsal barışın ve de ekonomik gelişim ve istikrarın sağlanması için gerekli olan iç-pazardaki yetersiz talep sorununa çözümler getirme gereğinin (Keynes’in yanı-sıra başka etki ve vektörlerin de itkisiyle) en sonunda anlaşılmasıyla, çok önemli bir sosyo-ekonomik yapı değişikliği gerçekleştirmiştir. “Refah Devleti” tabir ettiğimiz yapının temelleri, ABD’nde 1930’ların ikinci yarısında Roosevelt döneminde atılmış ve İkinci Dünya Savaşını takip eden çeyrek yüzyıl içinde büyük bir hızla gelişmiştir. Refah Devleti’nin bu çok hızlı gelişimi neticesinde oluşan toplumsal ve ekonomik yapı, Keynes’in analizini yaptığı “alanın” tüm parametrelerini ve niteliklerini öyle radikal bir biçimde değiştirmiştir ki, 1980’lerden (ve hatta 1970’lerden) itibaren Keynesyen paradigma, bir ölçüde irrelevan hale gelmiş, yani alandaki dinamikleri, alandaki faktör ve elementler arasındaki ilişkileri artık doyurucu bir biçimde açıklayamaz duruma düşmüştür.



İrrelevan hale düşmüştür; çünkü, Keynesyen kuramın pratikteki uygulamaları sayılabilecek sosyal sigorta ve sağlık sigortası gibi “sosyal güvenlik ağlarının” tesisi; “refah devleti”ne özgü benzeri kurum ve uygulamaların iyice yerleşmesi ve gelir dağılımında, gerek doğrudan transferler yoluyla, gerekse maliye politikaları ve SERK harcamaları (Sağlık, Eğitim, Refah ve Kültür alanında kamu harcamaları) vasıtasıyla gerçekleştirilen ‘düzeltmeler’ çok temel yapı değişiklikleri yaratmıştı. Örneğin, Federal, Eyalet ve Mahalli İdarelerin yaptığı toplam SERK harcamalarının ABD GSMH’sı içindeki payı %25’i geçmiştir; 3 trilyon dolara yaklaşmaktadır. Batı Avrupa’da bu oran benzer bir biçimde yüksektir ve özellikle İskandinav ülkelerinde ABD’deki oranı da aşmaktadır. Oysa, Keynes öncesi onyılda, örneğin 1920’lerde, SERK harcamalarının GSMH’e oranı ABD de, Avrupa ülkelerinde de sadece %5 -%8 arasındaydı. Bu arada “artan marjinal oranlı gelir vergisi sistemi” geliştirilmiş; 1960’lı ve 70’li yıllarda, marjinal gelir vergisi oranı ABD’de %95’e kadar yükseltilmişti. Ayrıca, sermayenin sahipliğinde de çok radikal değişiklikler oluşmuştu. 1980’lere gelindiğinde, ABD borsalarına kote şirketlerin hisse senetlerinin %55’i işçi sendikalarının, özel emeklilik fonlarının ve de ücret veya maaşla çalışan özel kişilerin elinde toplanmıştı. Yani, borsaya kote şirketler için, emekçiler, “en büyük sermaye grubu” haline dönüşmüştü. Buna paralel olarak, büyük şirketlerin hemen-hemen hepsinde, “sahip”lik ile “yönetim” ayrışmıştı: Yönetim, şirket sahiplerinin haricinde, maaşlı çalışan profesyonel menejerlerin eline geçmişti. Bütün bunlar yy.’ın ilk çeyreğinde hayal bile edilemeyecek türden büyük ve radikal yapısal değişikliklerdi ve iktisatçılar tarafından incelenen alanın sadece parametrelerini değil niteliğini, tabiatını, “işleyiş şeklini” ve “dinamiklerini” çok önemli ölçüde değiştirmişti. Dolayısıyla Keynesyen kuramın iyi açıkladığı “yetersiz-efektif-talep-kaynaklı” krizlerin oluşum olasılığını son derece azaltmıştı. Bugünkü krizler, Büyük Bunalıma, yani Keynes’in analiz ettiği türden krizlere, hiç mi hiç benzememektedir. Benzememektedir; çünkü, “incelenen şeyin” türü ve içinde oluştuğu çerçevenin tüm yapısı, mütememmin-cüzleri arasındaki ilişkileri ve dinamikleri tanımlayan kanunların işlev biçimi ile birlikte, çok büyük ölçüde değişmiştir.7

Örneğin, bugünlerde, fiyat rijiditesi hem ürün, hem de emek piyasalarının çoğunda yerleşmiş görünmektedir. Dolayısıyla, resesyonlarda fiyat düşüşleri gözlenmemekte; istihdam ve üretim düşüşleriyle birlikte giden bir enflasyon gözlenmektedir. Bu (yani stagflasyon); 20. yy.’ın ikinci yarısında türemiş bir oluşumdur. Keynes zamanında böyle bir oluşum var olmadığı için, Keynes’in genel teorisinde stagflasyonu doyurucu bir biçimde açıklayabilecek analitik araçlar yoktur. Olamazdı da.... Böylece Keynes, tarihteki, ders kitaplarındaki ve de akademik dünyadaki mümtaz yerini almış; ve fakat, buna rağmen, günümüzdeki iktisadi sorunlara artık pek fazla ışık tutamayacak bir kuramcı olarak addedilir olmuştur.

Bu böyle olmakla birlikte, Marx gibi, Keynes’in de icat ettiği analitik araçların ve getirdiği büyük-ölçekli-kavramların çoğu, şu veya bu şekilde (en azından eğitim amacıyla) kullanılmaya devam edilecektir. Daha da önemlisi, kuramlarının “geniş ufuklu” bazı imlemleri, uzun vadede, canlı kalmayı sürdürecektir. Şimdi, uzun vadeyi ilgilendiren bu tür “geniş ufuklu” Keynesyen bir fikir lifi üzerine uzun bir alıntı ve bu alıntının imlemleri üzerine bir dizi yorum yapmak istiyoruz. Daha sonra da, bu Kenesyen fikir-lifinin çağımızdaki küreselleşmeye ve küreselleşme sürecinin gelecekte karşı-karşıya kalacağı temel bir sorun üzerine ne gibi bir ışık tuttuğu konusuna değineceğiz..

“...Kanımızca, son yıllarda ortaya çıkan bunalımın tabanında (yazar l980’li yılların ilk yarısında ABD başta olmak üzere metropol ülkeleri vuran resesyondan söz ediyor ) “eski-tür-bunalımlara” neden olan çelişkilere benzer çelişkiler yatmaktadır; ve fakat bunlar yepyeni bir yapı içinde ortaya çıkmaktadır. Daha açık ve net bir ifadeyle, ‘stagflasyonun’, stagnasyon-vektörünün temelinde gene yetersiz-efektif talep sorununun yatmadığı söylenemez; ama, bu sefer, yetersiz efektif talep sorununa getirilebilecek yurt-içi çözümlerin çoğunun zaten büyük ölçüde getirilmiş olduğu göz-önüne alınacak olunursa, denilebilir ki, aynı tür çelişkiler, bu sefer de, çağımızda artık yavaş-yavaş entegrasyon sürecine girmeye başlamış olan merkez-perifer tüm kapitalist dünya için, (sadece) ulusal değil, global çapta da ortaya çıkmaktadır.

Bluestone ve Harrison (1982:12-46) çokuluslu şirketlerin, ABD içinde istihdam olanaklarını kısıtlarken, yurt-dışında büyük istihdam olanakları yarattığına işaret etmektedirler Denilebilir ki, ABD’nin dış ticaret açıkları da konuyla eklemleşmektedir: ABD, genelde, diğer merkez ülkelerle yaptığı ticaretinde açık vermekte; ama petrol ihracatçısı olanlar ve Doğu Asya Kaplanları haricindeki perifer ülkelerle yaptığı ticarette fazla vermektedir. Döviz durumları elverse, perifer ülkelerin ABD’den (ve başka metropol ülkelerden) yapacakları ihracatı artıracaklarına şüphe yoktur: Çünkü perifer ülkelerin özellikle yatırım malı, makine-teçhizat ve teknoloji ithalat talep potansiyelleri büyük ölçüdedir. Ne var ki, “fakirlikleri” ve döviz-darboğazları, ‘Gunnar-Myrdal’vârî bir kısır-döngü yaratmaktadır. Bu potansiyel-talep, efektif-talebe çevrilebilse, kuşkusuz sadece perifer ülkelerdeki ekonomik kalkınma hızı artmakla kalmaz, aynı zamanda, büyük ölçüde kendi-kendini besleyebilen global bir ekonomik canlanma oluşabilirdi. (...) Bu söylenenlerin, Keynesyen devrimin, ....efektif-taleple ilgili uygulamalı-özlerinden biriyle olan benzerliğine dikkat çekmek istiyoruz.

“Global entegrasyon sürecinin daha başındayken ortaya çıkan çelişkiler, bir yandan derinleşirken diğer yandan da yeni çözümleri ve yeni diyalektik sentezleri kuşkusuz beraberinde getirecektir. Ama 1930’lar ABD’sinin bile --ortada ekolojik sorunlar yokken ve kaynak+toprak/insan rasyosu o denli ehvenken-- ücret ve maaşların gelirdeki payını, %50 civarından %80 civarına çıkartmaya ve gelir bölüşümünü (...) depresyonları önleyebilecek şekilde yeniden düzenlemeye karşı, söz konusu olanlar kendi vatandaşlarıyken bile, onca direniş göstermiş olması göz-önünde tutulursa, gelir-bölüşümünde aynı tür bir yeniden-düzenlemeye, sistemin, bu sefer de global çapta ve merkez-perifer ülkeler arasında girebilmesi için daha çok uzun ve sarsıntılı yollardan ve dönemeçlerden geçmesi gerektiği; ve merkez-ülkelere-özgü kitle-tüketim-toplumunun ve gelir-bölüşümünün global-çapta oluşabilmesinin, bugün için sadece bir hayal (ve bugünkü teknolojiyle imkansız) olduğu, herhalde tartışmasız kabul edilebilir.

Fakat eğer öyleyse, kapitalizmin global çapta entegrasyonu biraz daha ivme kazandığında, bir yandan kâr-marjlarının daha yüksek olduğu perifer ülkelere sermayenin akma eğilimi ve kabiliyeti gibi bazı ekonomik boyutlarda sistemin entegrasyonunun hız kazanacağı; diğer yandan ise, örneğin, (...) global gelir bölüşümünün daha eşitçi bir şekle sokulmasına karşı merkez-ülkelerdeki toplumlardan gelecek direnişin ve ulusal-çıkar anlayışından kaynaklanacak politik ve psikolojik (ve hatta sosyo-kültürel ve ırkçı) katılıkların, sorunlar ve fragmentasyonlar ve belki de dostane olmayan bloklaşmalar yaratabileceği kabul edilirse, söz konusu süreçlerin çözümlenemez sorunlara ve ciddi çatışmalara yol açabileceği, tahmin edilebilir. Belki de Armagedon’a8 giden yolun (yani “son”un, yani Fukuyama anlamında değil de –öyle bir şey olabilirse-- ‘gerçek anlamda bir son’un) başlangıcı böyle olacaktır.” (Çakman, 1989:160-162).

3.2. Küreselleşmenin Temel Sorunsalı: Global Gelir Dağılımı Düzeltilebilir mi?

Keynes’in, 1930’lu yılların ikinci yarısında Büyük Depresyonun dinamiklerini gözleyerek ve merkez-kapitalist ülkelere münhasıran geliştirdiği kuramın temel bazı kavram ve yaklaşımları, küreselleşmenin hız kazanmasıyla yeniden gündeme geleceğe benzemektedir. Son yirmi-otuz yıldır, gelişmişler ve azgelişmişler arasındaki uçurumun kapanmadığı ve global gelir dağılımının giderek bozulduğu gözlenmektedir. Nitekim günümüzde küreselleşme muhaliflerinin karşı çıktıkları etkilerden biri de budur; ve er-geç global çapta ekonomik-politik sorunlar yaratacaktır. Çünkü dünya nüfusunun %70’i yoksul yaşarken, gelir dağılımın alt yarısında yer alanların alım-gücü çok düşükken ve dağılımın en altındaki %30 yetersiz beslenme ve açlık sorunlarıyla karşı-karşıyayken, global çapta sağlıklı bir büyümenin sürdürülebilmesi, refahın yaygınlaşması, ticaret hacminin artması ve bunlara paralel olarak da sermayedarların toplam karlarındaki artışın sürgit devam etmesi olanaksız görünmektedir.

Başka bir ifadeyle; tek bir ülke için olduğu gibi, gelir-dağılımındaki bozulmanın ve “dengesiz-büyüme”nin global piyasalar çapında da sınırları vardır. Keynes’in, Büyük Bunalımı yaratan ve onca derin sürmesine neden olan en önemli faktörlerden biri olarak teşhis ettiği “yetersiz toplam efektif talep” sorunu; küreselleşme süreci içinde ve de bu sefer global çapta, er-geç karşımıza çıkacaktır. Böyle bir sorun bugüne dek karşımıza çıkmamış ise, bunu 1985-2000 arasında ABD merkezli gelişen bir teknolojik patlama dalgasının --yani uydu-iletişimi, bilişim, kompütur ve internet alanlarındaki teknolojik patlamanın-- uyarmış olduğu yatırımlara ve yarattığı canlanmaya borçluyuz. Bu makalenin 2.22 numaralı bölümünde de üzerinde durduğumuz gibi, eğer işverenler, varolan kapasitelerini optimal düzeylere yakın kullandıkları zaman ürettikleri mal miktarını kârlı bir fiyattan satmalarını sağlayacak düzeyde bir efektif taleple karşılaşmıyorlarsa, üretimi kısıp işçi çıkarmak yoluna gidecekler ve yeni yatırım yapmaya yanaşmayacaklardır. Krizlerin reel-sektördeki oluşum dinamiğinde anahtar rolü oynayan budur: Yetersiz efektif talep... Ve yetersiz efektif talep sorununu yaratmak için en kısa yollardan biri, gelir dağılımını yeterince bozmaktır.

Sistem, böyle bir hatayı global çapta türetmek gibi bir gidişat içindeymiş izlenimini vermektedir. Bu gidişatın olumsuz neticelerini, 1990’larda, yukarıda değindiğimiz “yeni bir teknolojik patlama dalgası” ve de finans sektöründeki olağanüstü gelişmeler maskelemiştir. Ne var ki, bilgisayar , bilişim ve dot.com. sektörlerindeki patlama dalgası bu sıralarda sona ermiş gibi görünmektedir; ve hemen ardından yeni bir teknolojik patlama dalgasının gelmesini beklemek de fazla iyimserlik olur. Global finans hareketlerinin hacmindeki artış hızı ise, uzun vadede, dünya ticaret hacmindeki büyüme hızının önemli ölçüde üstünde seyredemez.9 Dünya ticaret hacminin sürdürülebilir bir biçimde artması için, en azından AGÜ’lerin bir kısmında kişi-başına düşen gelir artış hızlarının önemli ölçüde yükselmesi ve global gelir dağılımının daha eşitlikçi bir doğrultuda değişme yoluna girmesi lazımdır. Aksi taktirde, er-geç, ABD’deki 1930’ların Büyük Bunalımını andıran bir krizin, bu sefer globalleşmiş ekonomi çapında yaşanması olasıdır. Bu böyledir, çünkü sermayedarların daha çok kâr etmeleri için mal ve hizmet üretip satmaları; satabilmeleri için de piyasadaki efektif talebin yeterli bir hızla artması şarttır. Efektif talebin yeterli hızla artması için ise, (“marjinal tüketim eğilimi”nin gelir düzeyi ile olan ilişkisi nedeniyle), cet.par.10, gelir-dağılımının daha eşitlikçi bir istikamette değişmesi gerekir.

İşaret etmek isteriz ki, bu tür bir analiz yapıp bu tür bir sonuca varmayı olanaklı kılan kuramsal çerçeveyi, Keynes, 1936’da yazdığı “Genel Teorisi” ile oluşturmuştur. Bu fikir-lifini takip ederek bizim burada söylediklerimizin önemi, 11 Eylül saldırılarının ardından gündeme gelen bazı global sorunsallar çerçevesinde daha da artmış görünmektedir. Global gelir dağılımındaki eşitsizliğin artması, AGÜ’lerdeki geniş kitlelerin ezilmesi, fakirlik ve çaresizlik içinde kıvranması, sadece ekonomik değil, bazı olumsuz politik olgular da yaratmaya adaydır. Gerçi, 11 Eylül’deki hain katliamın, bu konuyla, zengin/fakir çatışmasıyla hiçbir ilgisi yoktur. Ama 11 Eylül sonrası yeniden şekillenebileceği öne sürülen dünyanın ne gibi bir yeniden-yapılanma sürecinden geçmesi gerektiği konusundaki tartışmaların çerçevesinde, medyadaki popüler yorumcular, değindiğimiz bu boyutlara, pek de farkında olmadan ve teğet bir biçimde de olsa, daha sık değinir olmuşlardır.

Ne var ki, bu bağlamda önemli olan, konuya ilişkin bilincin medya-yorumcularının ve kamu-oyu oluşturucularının kafasında şekillenmesinden çok, ‘merkez kapitalist ülkelerde yerleşik olan ve büyük sermaye kitlelerini yöneten menejerler’in kafalarında oluşmasıdır. Fakat bunların sayısı on-binlerle ölçülür; ve de bu kişilerin bireysel bilinçlerinde bu konuya ilişkin “doğru” veya “olumlu” bir yönelimin oluşması, değindiğimiz sorunsalı çözmek için hiçbir şekilde yeterli olamaz. Ekonomik ve finansal açılardan onca güçlü ve parasal olsun fizikî olsun sermaye kaynaklarının çok büyük bir bölümünü kontrol eden bu popülasyonda, “bilinçsel” düzeyde oluşabilecek en olumlu ve en iyimser gelişmeler bile, bu bağlamdaki sorunsalın çözümüne bir katkıda bulunamaz; çünkü bu on-binlerce “güçlü adam”ın her birinin kendine özgü ‘allegience’ları (sadakat-bağları) ve bağlı oldukları şirketlere karşı olan görevleri ve sorumlulukları vardır. Bu şahıslar; ülkeleri veya dünyayı “kontrol” veya “idare” etmek için bir araya gelip, ortak kararlar almazlar (alamazlar) ve/veya monolitik kumpaslar kurmazlar (kuramazlar); çünkü bunların modus-operandileri11 çağımızda böyle değildir; ve çünkü gerek kişisel, gerek kurumsal ve “sadakatsal” bağlantıları farklıdır ve çıkarları sık-sık çelişir. Ama bu son söylediğimiz yüzyıllar sonra elbette değişebilir: Eğer yüzyıllar süren bir küreselleşme süreci sonunda, kapitalizmin yarattığı teknolojik uygarlık uzun-vadeli Marksist öngörüde olduğu gibi tüm milli sınırları tamamen yıkıp, dünya ekonomisini gerçekten “Tek Bir Pazar” halinde birleştirdikten sonra global-çapta monopoller oluşturma yoluna girerse, işte o zaman “bu şahıslar” dünyayı ve global piyasaları idare etmek için bir araya gelip ortak kararlar alma ve monolitik kumpaslar kurma yoluna sapabilirler. Fakat bu ancak birkaç yüzyıl sonra gerçekleşebilecek bir durumdur –eğer gerçekleşirse...

Eğer bugün amaç, AGÜ’lerin ekonomik büyüme hızlarının arttırılması ve global gelir dağılımının düzeltilmesi ise, tartışmaların; bu amaçların gerçekleşmesi için gerekli politikaların, kurum ve mekanizmaların neler olabileceği ve bunların nasıl oluşturulabileceği merkezinde yoğunlaşması gerekir. Ama bu; çok boyutlu bir sorunsaldır. Söz konusu küresel politikaları kim, nasıl oluşturabilir ki?.. Bu tür politikaların global çapta oluşturulup, uygulanmaları için gerekli kurumsal yapı ve mekanizmalar yoktur. Irk, din ve etnik farklılık temelinden yükselen emosyon-yüklü ve ilkel-önyargıların yarattığı noise (gürültü) ve çatışmalar bir yana bırakılsa bile, ülkeler, toplumlar, topluluklar ve sınıflar arasında onca çıkar çelişkisi varken, bu tür yeni kurum ve mekanizmalar global-çapta nasıl oluşturulabilir ve nasıl etkin kılınabilir? İşte bu noktada, “bilinç-oluşumunu” aşan, çok çetrefilli, çok boyutlu, çok büyük ve hayal gücümüzü zorlasak da aşılmaz görünen problemler var. Bunların çeşitli boyutlarını irdelemek, bizi, bu makalenin sınırları dışına taşırır. Ama, merkez ülkelerin, aynı sorunsalı, tek-tek, kendi milli-sınırları içinde ne gibi kurumlara dayanarak çözdüklerini (veya tüm zenginliklerine ve merkez-ülke olmanın verdiği avantajlara rağmen halâ çözemediklerini) ve bu çözümlemeler için kaç yüzyıllık bir geçmiş boyunca evrilmiş ve ne büyük mücadelelerden sonra yerleşmiş olan kurumsal yapıları kullandıklarını anımsamak, sorunun ne denli derin olduğu hakkında bir fikir verecektir, sanırız.

Merkez ülkeler gelir-dağılımını düzeltme sorunu bağlamında etkin olacak sosyal-güvenlik ağını ve sair “mekanizmaları ve kurumları” (bu makalenin 3.1. Bölümünde değinildiği gibi) kendi millî sınırları içinde, 1935’i takip eden iki nesil içinde kurmuşlardı. Ama bu bağlamda etkin olan “mekanizmaların ve kurumlar”ın bir ülke-sınırı içinde oluşturulması ve uygulanmasının gerektirdiği sosyal, politik, kültürel ve kamu-oyuna ilişkin parametreler başkadır; aynı alanda global çapta etkin olması beklenen “mekanizmalara ve kurumlara” ilişkin parametreler bambaşkadır. Daha beteri -- parametreleri geçiniz bir kalem-- gelir dağılımını düzeltmek için “ülke sınırları içinde” ihdas edilmiş olan veya kullanılan “mekanizmalar ve kurumlar” ile aynı sorunsalı global çapta çözmek için kurulabileceği tahayyül edilecek “mekanizma ve kurumlar”ın, bizatihî kendilerinin pek bir benzerliği olamaz. Birinciler, (parlamenter olsun olmasın) temsilî demokratik-sistemlerin serbest-seçimler eliyle türettiği yasama ve yürütme organlarının idaresini teslim ettiği “temsilciler”in, iktidara gelmek veya iktidarda kalmak için, en son analizde, popülasyonun çoğunluğunun oyuna muhtaç olmaları nedeniyle, yavaş-yavaş ve büyük mücadelelerden sonra, ihdas edilmişlerdir. İkincilerin ise benzer bir biçimde ihdas edilmeleri, yakın veya orta vadede (ve hatta uzun-vadede) imkansız görünmektedir. Çünkü global çapta benzer bir biçimde işlev gösterebilecek temsilî bir sistem yoktur ve de görünebilir herhangi bir gelecekte böyle bir temsilî sistemin oluşabileceğine ve etkin bir biçimde işlev göstermesine ihtimal vermek fazlasıyla hayalperest ve fazlasıyla iyimser olmak anlamına gelir.



  1. SONUÇ BABINDA KONUYA İLİŞKİN FÜTUROLOJİK ve TELEOLOJİK BAZI SPEKÜLASYONLAR

Peki öyleyse bu bağlamdaki sorunsal nasıl çözümlenecektir? Bilemiyoruz. Belki de çözümlenemeyecektir; ve global ekonomik-politik sistem, Marx’ı gülümsetip “ben size dememiş miydim?” dedirtecek bir biçimde, bir veya birçok derin bunalıma sürüklenecektir. Belki, global gelir-dağılımı ve buna ilişkin her şey (çok uzun vadede iyileşmeye başlamadan evvel) ilk önce kötüye gidecektir. Belki de orta-uzun vadede yani yarım yy.’lık bir süre zarfında dünyada bloklaşmalar oluşacak; ve daha sonra bu bloklar arasında Fukuyama’yı –eğer o sıralarda halâ yaşıyor olursa— fena halde mahcup edecek türden küresel çapta bir çelişkiler ve çatışmalar yumağı ortaya çıkacaktır. Hatta belki de, ekonomik-politik gelişimin patikası, bu bloklar arasında, 1. Dünya Savaşını anımsatan türden rekabet ve çatışma dinamikleri yaratacak; ve belki de bu dinamikler, dünyayı, bu yy.’ın ikinci yarısında veya sonuna doğru büyük ve sıcak bir savaşa (3. Dünya Savaşına) götürecektir. Belki bu tür bir savaş Çin’in bir “süper-güç” olarak ortaya çıkmasını ve “küre”nin materyal kaynaklarından ve zenginliğinden, sonradan “emperyalist” olanlara özgü bir hırçınlık ve saldırganlıkla “hakkı olanı” istemesini bekleyecektir. Belki de insanlık kurmuş olduğu “teknolojik uygarlığı” tepeden tırnağa yeniden yapılandırma yoluna; ancak II. Dünya Savaşındaki yıkımı devede kulak gibi bırakacak boyutta bir yıkıma ve birkaç milyarlık can kaybına neden olacak derecede dehşet verici bir savaşın sonunda, girebilecektir.

Bu; “kötü bir senaryo” ama “en kötü senaryo”(worst case scenario) değil elbette... En kötü senaryoda yıkım, beraberinde global bir çevresel felaketler dizisi getirip, Hamurabi zamanındaki Babil’in Asma Bahçeleri nasıl bugünkü çölleşmiş topraklara dönüştüyse, benzer bir geri-dönülmez çevresel bozulmayı, bu sefer global çapta oluşturur: Neticede, “teknolojik uygarlık” belki ancak bin-yıllar sonra yavaş-yavaş yeniden yola çıkmak üzere çöker; ve dünya, politik, toplumsal, kültürel, bilimsel, teknolojik ve ekonomik tüm boyutlarda, çok ciddi bir biçimde regress-edip12 yeni bir “karanlık çağ”ın içine yuvarlanır. Fakat tahayyül edilebilecek en kötü senaryo bu değildir. (Yazmaya ellerim varmıyor ama yazayım...) En kötü senaryo’da, yukarıdaki paragrafın “Neticede...” diye başlayan son cümlesi şöyle okunur: Neticede, yeryüzündeki çevre, insan-türünün hiçbir zaman yeniden “teknolojik-bir-uygarlık kuramayacağı bir biçimde” değişime uğrar. İnsan türü tamamen yok olmaz ama geri-dönüşü-olmayan bir biçimde regress-eder. Buna “Maymunlar Gezegeni Senaryosu” diyebiliriz. Aslında tahayyül edilebilecek en kötü senaryo bu da değildir, ya neyse... ‘Tahayyül Edilebilecek En Kötü Senaryo’yu, bari, dipnota atayım!13

Ama iyi senaryolar da düşlenebilir. Bunlardan biri, gelişmelerin, Marx’ın uzun-vadeli tarihî vizyonu istikametinde oluşmasıdır. Bu senaryoda, globalleşme süreci giderek hızlanır ama global gelir dağılımında umut ettiğimiz türden bir iyileştirme sağlanamaz. “Dengesiz büyüme” içinde de olsa, dünya pazarları giderek daha hızla entegre olur. Bu arada küreselleşen kapitalizm, Marx ve Engels’in Komünist Manifestosunda övdüğü biçimde, teknolojiyi sürekli devrim ve hızlı bir devinim içinde tutar; ve üretim güçlerini giderek artan bir ivmeyle geliştirir. Bu sürecin sonunda, “milli sınırlar” ekonomik boyutlarda tamamen aşılıp yok edilir; ve globalleşme tamamlanma safhasına girer. Sonuçta, tüm dünyanın üretimi ve ticareti, bugünlerde tek bir ülkenin sınırları içindeki üretim ve ticaret ne denli kısıtsız bir biçimde entegre ise, o denli entegre olur. Bu süreç zarfında, yukarıdaki “kötü senaryolar”da değinilen türden çok-büyük yıkımlar getiren “global savaşlar” geçirmekten, her nasılsa, kurtulur, dünya... Küreselleşme süreci Marx’ın öngördüğü biçimde tamamlandıktan, yani, tüm dünya tek bir pazara dönüştürüldükten sonra, (yani, ekonomik, finansal ve ticari boyutlarda olduğu kadar her tür faktörün global dolaşımı konusunda da tüm kısıtlamalar kalktıktan ve milli sınırlar iktisaden tam anlamıyla yok olduktan bir müddet sonra)14 monopolizasyon süreci küresel çapta hızlanır. Bu sürecin sonuna doğru, Marx‘ın öngördüğü ve adını taktığı “proleter devrim” olgusu, global çapta oluşur; ama devrim, kansız olur. Sanki kendiliğinden ve sanki fark-edilmeden başlar, gelişir ve biter. Böyle olabilir çünkü o zamana dek (iki veya üç-yüz yıl sonrasından bahsediyoruz) “proleter”lerin, yani emekçilerin hemen-hemen hepsi bugün “çok iyi eğitim almış insan” dediğimiz kişilerin düzeyinde eğitim ve kültür sahibidirler; ve zaten sermayenin ve şirketlerin (üretim araçlarının) idaresinin ve kontrolünün yanı-sıra, “sermayenin sahipliği” de büyük ölçüde onların eline geçmiştir. Ondan sonra ise, Marx’ın “komünizm” tabir ettiği safhaya doğru geçiş dönemi başlar –yani, Marx’ın kendi deyimiyle, “devletin, askeriyesiyle ve polisiyle birlikte miadını doldurmuş bir çiçek gibi solup gittiği” dönem. Bu arada, çağımızın son çeyreğinde başlamış olan bilgisayar ve bilişim devrimi, dalga-dalga gelen teknolojik devrimlerle şimdi hayal bile edilmesi zor düzeylere varmıştır. Dolayısıyla, 20. yy.’da kaba, verimsiz ve çok hantal bir sistem yaratmaktan kurtulamamış olan “merkezî planlama”, bu sefer, “bilgisayar-bilgiyapar”, bilişim ve “bilgiloji” teknolojilerindeki gelişmeler sayesinde, global ekonomiyi yönetmek için en verimli, en rasyonel, en optimal çözümleri üretip dizayn edebilen “sistem” olarak tarih sahnesine yeniden çıkar....

Veya ne bileyim, öyle olmaz da, Hz. İsa, tüm haşmetiyle göklerde belirip şeytanı dünyadan kovar, ve dünyada “Cennetin Krallığı”nı ilelebet ihdas eder!

Başka bir yazısında Çakman’ın da işaret ettiği gibi, bu iki ütopya ve teleolojik çözümleme (yani, Marksist ve Hıristiyan çözümleme) arasında o kadar da büyük bir fark yoktur. (1992:41) Birinin metafizik terimlerle ifade ettiğini öbürü “materyalist” terimlerle ifade etmektedir. Ama vizyonun aslı-esası benzerdir. Hatta, temeline inerseniz aynıdır. Bu pencereden bakınca, Marx’ın ve hakikî komünist vizyonunun, dini reddetmesine rağmen, Hıristiyan telolojisinin en temel özünü reddetmediği sonucuna varılabilir. Usame bin-Laden ve benzeri köktendinci mücahitlerin, ya tanrı-tanımaz Marxist komünistleri ya da (onlar ortalıktan silinmiş göründükleri zaman da) Amerikalıları ve “Batı”yı “Büyük Şeytan” olarak seçip etiketlemelerinin altında, belki de bu iki temel vizyon ve teleolojinin benzer olması yatmaktadır. Kendilerinin benimsedikleri metafiziğinin ise “dünyasalveolumlu” bir teleolojik (son-erekçi) öğretisi veya önerisi yoktur: “Kıyamet inancı” vardır ama, insanlığı ilgilendiren ilk iki kıyamet de “felaketsel”dir ve/veya “dünyanın sonuna dair”dir. Bizatihî bu teleolojik farklılık; küresel çapta bir kültürel çatışmanın “ortaçağı hortlatacak türden bir şeriatçı weltanschaung15” ile “bireysel-özgürlükçü, çoğulcu, liberal-demokratik kapitalist weltanschaung” arasında (hiç olmazsa bir müddet için) cereyan etmesi için yeterli bir neden olabilir. (Burada, “çatışma” ile kastettiğim illâ ki“sıcak çatışma” değil; fikirsel, vizyonsel-düşsel ve teleolojik boyutlarda bir boy-ölçüşme...) Bu bağlamdaki endişem; böyle bir “kültürel-çatışma”nın iki sakıncası üzerinde yoğunlaşıyor:

Eğer bu tür bir kültürel “çatışma” küresel boyutta gündeme gelecek olursa, (1) “Din ve inanç bazındaki farklılıklar hem egzistansiyel (varoluşçu), hem essensiyal (öze ilişkin), hem de sosyo-politik boyutlarda önemlidir” gibi disfonksiyonel (işlevsel olmayan, asıl işlevleri engelleyen) bir yargının (veya önyargının) kitleler nezdinde yeniden bir miktar ağırlık kazanmasına neden olacaktır. (2) Bu tür bir gelişim uzun ömürlü olamaz; ama yarım yy. gibi kısaca bir süre sürse bile, 3.2’de ve bu bölümde de kabaca değinilen ve asıl önemli olan, asıl üstünde yoğunlaşılması gereken temel füturolojik16 gelişim patikası ve dinamiklerine ilişkin sorunların yaşamsal öneminin bilinçlere yerleşme sürecini gölgeleyecek; ve de bu sorunlara ait ve zaten çok zor ve çetrefilli olan çözümlerin yaşama-geçirilme süreçlerini geciktirecektir.

Gecikme önemli değil; insan-türünün kültürel-antropolojik ve ekonomik-teknolojik uygarlığı, büyük bir nehir gibi uzak ve unutulmuş karlı dağlardan inip, son beş-bin yıldır vadilerden ve kanyonlardan çağlayanlar ve şelalelerle ve çoğu zaman şiddetle ve köpürerek akıp gidiyor. Ama açık ki, bir yere doğru gidiyor. Denize varmadan çok önce, elbette genişleyip, sakinleşerek akacak” denilebilir. Teşbih belki güzel ve “teşbihte hata olmaz” derler ama bu teşbihte, güzel bile olsa, hata var!... Zamanımız kaldığını sanmıyorum. Çünkü bu; monoteist dinlerin peygamberlerinin yaşayıp, derinlerden (veya göklerden) aldıkları mesajları ilettikleri dünya değil artık... Çünkü artık gökyüzünden dünyamızın resmini çektik... Ve onun bir bakıma çok büyük, ama bir bakıma da çok küçük bir uzay gemisi olduğunu anladık... (Gerçekten anlamışa pek benzemiyoruz. Gerçekten anladık mı?!...)

Globalleşme süreci en az birkaç yüzyıl daha sürecek. Bu arada toplam üretim beş kat, on kat, başarılı olursak belki yirmi kat artacak. Şimdiden, havayı ve suyu bunca kirlettik ve küresel çapta iklimsel etkiler yapacak güce vardık. Üretimin on-yirmi kat arttırırken bu olumsuz çevresel etkileri nasıl olacak da sabit tutabileceğiz? Hem küresel gelir dağılımını düzeltmemiz, hem de bir yüzyıl sonra belki 2.5 belki 3 kat artmış olacak insan nüfusunu müreffehçe yaşatabilecek düzeyde üretim artışı sağlamamız gerekecek. Bu ise, dünya hasılasında en az onbeş-yirmi katlık bir artış demek. Bu mümkün mü? Bu artışı, bu uzay-gemisinin ekolojisini geri dönülmez bir biçimde ve/veya onarılamaz bir biçimde tahrip etmeden nasıl başaracağız?



İnsanların, medya yorumcularının, kamu-oyu yapıcılarının, devlet adamlarının bu gibi sorunlarla uğraşması, bu gibi sorunlar üzerine konsantre olması gerek. Oysa biz; geri-zekalı ve üstelik çok ciddi ruhsal ve mental sorunları olan çocuklar gibi davranıyoruz. Ne var ki, temper-tantrum17larımız ve kavgalarımız çocuklarınki gibi zararsız değil. Bir gün bir grup deli, 5,400 kişiyi katlediveriyor. Ve tüm dünya şoke oluyor... Ama 5,400 çok da büyük bir rakam değil! Çok değil 25 yıl evvel, kendilerine Khmer-Rouge diyen bir sürü deli, Pol Pot adında bir megalomanyağın liderliğinde, Kamboçya’da 3 milyon kişiyi katletti—ülkenin toplam nüfusunun üçte-birini... İlk grup deli, küçük katliamını Allah adına yaptı. İkinci deliler-grubu ise, daha büyük katliamını, Marxism’in adına yaptılar –ama hemen-hemen hiçbiri Marx’ı okumamıştı. Aralarında onu biraz okumuş olan bir avuç geri-zekalı ise, Marx’ın ne dediğini hiç mi hiç anlamamıştı. (Çok absürd!) Pol-Pot denilen kişi, daha çişini tutmasını henüz öğrenemeyecek bir yaşta iken, Hitler adında başka ve kendine-özgü ırkçı bir megalomanyak; (ironiktir, fizyonomik olarak kendisine benzeyen) 6 milyon Yahudi’yi, (fizyonomik olarak kendisine hiç benzemeyen) “sarışın, üstün ve âri Alman ırkının dünya hakimiyeti” uğruna ve de Almanya’nın tüm sorunlarının sebebi olduklarına inandığı için topluca katletti. Adı geçen son megalomanyağın; saf ve üstün Alman ırkı hakimiyetinde 1,000 yıl hüküm sürecek bir dünya-devleti kurmak için çıkarttığı savaşta 30-35 milyon insan öldü. Ama işin en karanlık ve korkutucu tarafı şudur: Milyonlar (hayır, on-milyonlar) yani “halk” (die Volk), bu delilerin peşinde koştu; onları alkışladı; onların sundukları aptalca ideolojileri şevkle benimsedi; ve onların çıkarttıkları savaşlarda seve-seve can vermeye koştu... Uygun şartlar oluştuğunda, hiç kuşkunuz olmasın, gene öyle yapacaklardır.
Bu inançsal ve ideolojik saplantılardan kurtulamadığı sürece, insanların geçmişteki tüm katliamları on kat, yüz kat aşan katliamlara sebep olacağından korkarım. Böyle bir şeyi önlemenin yolu nedir—bilmiyorum. Bazen, bunun en kesin ve en kısa yolunun, antenli, patlak gözlü, sırtları sürüngenlerinki gibi pullu bir türün, bilim-kurgu filmlerinde olduğu gibi, dünya üzerinde arz-ı endam etmesidir, diye düşünüyorum. Çünkü, sanki ancak o zaman genlerimize işlemiş olan ikiye bölünüp-bölünüp birbirimizi yeme geleneğinden ve birbirimizin kanını dökme şehvetinden tamamen kurtulup, küresel bir biçimde birleşebileceğiz—bu sefer de, antenli, patlak gözlü ve sırtı pullu yaratıkları öldürmek için!!!... Bu bağlamda itiraf etmeden geçemeyeceğim.... Son günlerde, bazen eski Cumhurbaşkanımız Süleyman Demirel’in bazı konularda beni ve benim gibi düşünenlere “vatan-haini” dediği eski güzel-günleri (1968 ile 1975 arasındaki yılları) hatırlıyor ve gülüyorum. Gülüyor, diyorum ki: “Vatana ihanet ne ki? Ben dünyaya ihanet etmek üzereyim!” Sonra duruyor ve ciddi-ciddi soruyorum, içimdekine: “Ne dersin, Ey Dost?.... Onları çağırsam mı?” .... Yani patlak gözlü, antenli ve sırtları balık-gibi pul-pul olanları... çünkü insanları birleştirmenin başka yolu yok gibi gözüküyor.18

Yüklə 152,13 Kb.

Dostları ilə paylaş:
1   2   3




Verilənlər bazası müəlliflik hüququ ilə müdafiə olunur ©muhaz.org 2024
rəhbərliyinə müraciət

gir | qeydiyyatdan keç
    Ana səhifə


yükləyin