22.6. Hükmün Gerekçesi
22.6.1. Gerekçe Kavramı
Gerekçe, psikolojik anlamdaki hükmün yani karar ile mütalâanın üçüncü unsuru olan "sonuç"un mantık yönünden dayanağıdır. Muhakeme hukukunda karar niteliğindeki hükümlerin büyük bir kısmı mantığa dayanır. Mantığa hiç dayanmayan, yani keyfi olan kararların muhakeme hukukunda yeri yoktur. Buna karşılık muhakeme hukuku bazı hâllerde mantık kadar inanışa da dayanan "kanaatlere yer vermiştir. Nasıl aynı anda Örneğin iki milimetre aralıkla görmediği iki iğne batırıldığı zaman bir kimse iki batış duyar da, bir diğeri tek sanabilirse, iki milimetre aralıkta iki batışı farkeden kimse de aralık, Örneğin bir milimetreye indiğinde iki batış duymayabilirse, aynı deliller bir hâkime sübut konusunda kanaat getirtir de bir diğerine getirtmeyebilir.
İnanış noktası insandan insana değişir. Bu nedenle sonuca mantıkla varılmaz. Bir diğer söyleyişle kanaatlerde mantıkî bir gerekçe yoktur. Olsa olsa sanığın suçu işlediğinin sabit görülmesinde olduğu gibi, hâkimlerden, küçük önermede kullandıkları delilleri ve büyük önermedeki tecrübe kaidelerini gerekçe olarak göstermeleri istenebilir.
Ama bu göstermenin amacı, gerekçe göstermenin diğer yararları bakımından olup, kanaatin isabetini denetleyebilmek değildir. Çünkü denetlenecek hâkimin de farklı bir inanışa varması mümkündür. Kanunun bir hususta hâkimin kanaat getirilmesini araması, farklı mahkemelerden farklı sonuçlar alınabileceğine ve bu yüzden kanaatin isbat konusunda maddî mesele açısından denetlenemeyeceğine önceden razı olması demektir.
Bu yüzdendir ki sadece hukukî denetim için kurulmuş olan ve dolayısı ile delilleri tekrar ortaya koyan bir öğrenme muhakemesi yapamayan Yargıtay, hukukî bakımdan denetleyebildiği hâlde, olay mahkemesinin kanaatinin maddî bakımdan gerçeğe uygun olup olmadığını denetleyemez.
Hükümlerdeki sonuçların mantıkî delilleri olan gerekçeler, geriye veya ileriye bakarak bulunduklarına göre iki çeşittir. Birinciler sonucun "neden"ini, ikinciler "niçin"ini oluşturur.
22.6.2. Gerekçenin Yararları
Gerekçenin yararları ve zararları vardır. Yararları daha çok ve daha çeşitlidir. Gerekçenin yararları şunlardır:
Mütalâa veya kararların, bir kelime ile hükmün isabetli olarak verilmesini sağlar, hükmü verenin kendisini denetleyebilmesi bu sayede olur,
Mütalâanın gerekçesi kendisini desteklediği kadar karşı mütalâayı da çürütür, böylece karar verecek olana ışık tutar,
Kararın taraflarca ve kamuoyunca benimsenmesine yarar,
Kararların, varsa, denetimini kolaylaştırır,
Bilimsel hukukun gelişmesine yardım eder. Zîra bilim adamları, onları kabul etmeseler dahi, eleştirirek daha isabetli mütalâalara varırlar.
21.6.3 - Gerekçelerin Zararları
Bunların başında, göstermenin güç olduğu hâllerde hâkimlerin gerekçe gösterilmesi mecburî olan işlemleri yapmaktan mümkün oldukça kaçınmaları gelir.
Gerekçe göstermek zaman alacağından muhakemelerin uzamasına da yol açar.
Çoğunlukla ve hele pek az oy farkı ile karar verilmesinde olduğu gibi, gerekçe göstermenin taraflar ve kamuoyu bakımından kararların saygınlığını zedelediği vardır.
22.6.4. Yazılı Hukuk ve AHİM Kararlarındaki Durum
Anayasaya ve Kanuna göre "bütün mahkemelerin her türlü kararları gerekçeli olarak yazılır" (Any. 141/3, CMK 34), iddianamede "deliller" gösterilir (CMK 170/3-j), fakat bu delillerin olay içinde ifade ettiği anlam da açıklanacak, yani gerekçelendirilmemekle birlikte, izah edilecektir (CMK 170/4).
Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi, Sözleşmenin 6'ncı maddesinin mahkemelerin hüküm verirken gerekçe göstermelerini zorunlu kıldığını, ancak her tartışmaya detaylı biçimde cevap verilmesi gerekmediği vurgulamaktadır. Van de Hurk-Hollanda Kararı. Gerekçelendirme yükümünün kapsamının uygulanması kararın yapısına göre değişiklik gösterebilir. Üstelik başvuran tarafın mahkemeye sunduğu iddaların çeşitliliği, taraf devletlerin kanuni hükümlere, teamül kurallarına, hukukî görüşlere ilişkin gösteRdikleri farklılıklar, hükmün ibrazı ve kaleme alınması gibi hususların da dikkate alınması gerekir.
Sözleşmenin 6'ncı maddesinden doğan gerekçe belirtme yükümlülüğünün yerine getirilip getirilmediğinin, ancak davanın şartları ışığında belirlenebilmesinin nedeni budur. (Hiro Balani v. İspanya Kararı, Yenisey, Altunç, Öztezel: AİHM Karar Özetleri Dönmezer-Yenisey, Hâkimlerin yarattığı Hukuk, 97. Hükmün gerekçesi ile ilgili başaka AHİM kararları da vardır: De Moor v. Belçika (1994); Hadjianastassicu v. Yunanistan (1992); Helle v. Finlandiya (1997); Ruiz Torija v İspanya (1994); Saric v. Danimarka (1999).
22.6.5. Gerekçede Bulunması Gereken Noktalar
Gerekçe göstermek başka şey, gerekçede nelerin bulunacağı yine başka şeydir. Anayasa ve Kanun "kararlar gerekçeli olarak yazılır" dediğine göre, "gerekçeli olarak yazılmış sayılmak için kararda neler bulunmalıdır?" sorusunu cevaplandırmamız gerekmektedir. Kanunda bunu açıklayan genel bir norm yoktur.
Sadece bazı hâllerde, Örneğin hüküm gerekçesinde nelerin bulunacağı (CMK 230) bir bir gösterilmiştir. Bu hâller özel durumlardır. Demek ki bunlar dışında kalan hâllerde gerekçede neler bulunması gerektiğini genel prensiplerden ve gerekçe konusundaki bilgilerimizden çıkarmalıyız:
a) Maddî denilegelen sübuta ilişkin meselelerin çözülmesinde küçük önerme olarak kullanılan deliller ve onların değerlendirilmesinde kullanılan tecrübe kaideleri ile olay göstermelidir ki bunlar karşılaştırıldığında varılan sonucun doğru, yani mantıkî olduğu anlaşılabilsin. Ancak bu konuda, mahkemenin dayandığı sözlü delillerin, tutanağa ne kadar geçirilmiş olursa olsunlar dosyada bulunmadığı kabul edildiğinden, sözü geçen karşılaştırmaya imkân veremeyecekleri unutulmamalıdır.
b) Hukukî meselelerde ilgili hukuk normlarının gösterilmesi, Örneğin falan kanunun, filân maddesi denilmesi elbet yetmez. Suçların tipleri olduğu gibi muhakeme işlemlerinin de tipleri vardır ve bu tiplerdeki unsurların, bir diğer söyleyişle o işlemin yapılması için aranan şartların bir bir sayılması da yetmez. O şartların o olayda gerçekleştiklerinin gerekçeleri de gösterilmelidir.
c) Gerekçe göstermenin istisnaları söz konusu olduğunda, keyfî olmadıklarının belirtilmesi için "takdiren" denilmesi yetmeli, yani karar gerekçesiz sayılmamalıdır.
ç) Gerekçe göstermenin istisnaları söz konusu olduğunda, kanundaki şartlar gerekçede başka kelimelerle de ifade edilebilmelidir.
d) Gösterilen gerekçeler çelişik veya eksik olmamalıdır.
22.6.6. Kararların Gerekçeli Olması (CMK 34)
Muhakeme Hukukunda maddi mesele ve hukukî mesele teke indirilince, "müşahhas olayın normlar karşısındaki durumunun tesbiti meselesi" olarak ifade edilebilir. Bir kuyumcu dükkânına gelen bir müşterinin kıymetli bir taşı incelerken sahtesi ile değiştirdiğini tasavvur edelim. Realitenin bir parçası olan bu olaya hukuk düzeni bazı sonuçlar bağlamıştır. Bu sonuçların meydana çıkarılmasında menfaati olan şahıslar vardır. Kuyumcu, taşının geri verilmesini, olmadığı takdirde zararının ödenmesini; Devlet, suçlunun cezalandırılmasını ister. Zararın ödettirilmesi ve suçlunun cezalandırılması, bu olaya terettüp eden hukukî sonuçlardır. Hukukî sonuçların yerine getirilebilmesi için, her şeyden önce, bunların meydana çıkarılmasına, bir diğer söyleyiş ile olayın hukukî durumunun tespitine ihtiyaç vardır. Yakından tetkik edilirse bu meselenin bileşik olduğu ve birçok meselelerden meydana geldiği, unsur olarak gözüken her meselenin de bileşik olup başka başka meselelere ayrılabildiği görülür.
Muhakeme Hukukundaki hükümler, birçok soruları cevaplandıran mütalâaları veya kararları ihtiva ederler. Bu soruların taallûk ettikleri meseleler çeşitlidir. Bu meseleler bir bakımdan maddî ve hukukî, bir diğer bakımdan da esas meselesi ve muhakeme meselesi diye ayrıldığı gibi, bir üçüncü bakımından da asıl mesele ve tâli mesele diye bir ayırmaya tâbi tutulmaktadır.
Maddî mesele, geçmişte yaşanmış olayın yeniden yaşanması, zihnimizde yeniden canlandırılması meselesidir. Hukukî mesele ise olayın hangi hukukî tipe uyduğunun tesbiti meselesidir.
Esas meselesi, hükme bağlanacak, bir diğer söyleyişle yargı ile yarılacak uyuşmazlığın kendisine taallûk eden meseledir.
Muhakeme meselesi, muhakeme hukukuna ait bir muamelenin muteber olup olmaması, kanun yoluna başvurup vurulmaması gibi, münhasıran muhakeme hukukuna taallûk eden meseledir.
Meseleler çok defa birbirine bağlıdır. Bunlardan biri ana mesele de diyebileceğimiz asıl meseledir. Asıl meseleye bağlı olanlar da talî meseleleri meydana getirir. Talî meseleler de çeşitli bakımlardan sınıflandırılmaktadır. İlk önce, asıl mesele ile birlikte çözülüp çözülmemek bakımından bir ayrım yapılmakta ve önce çözülmesi gerekenlere ön mesele denilmektedir. Bunlardan bir kısmının başka bir yargılama makamınca çözülmesi gerekir. Bunlara bekletici meseleler denilir. Talî meseleler,
kanunyolu meselesi olup olmamak bakımından da ikiye ayrılırlar. Kanunyolu meselesi olmayan tali meselelere dar manada talî mesele diyeceğiz. Bunlar da hâdiseler ve infaz meseleleri diye ikiye ayrılırlar. Hâdiseler, asıl muhakeme içinde olsa da başlı başına bir çözüm gerektiren özel ve ayrı meselelerdir. İnfaz meseleleri ise infazla ilgili olan talî meselelerdir. Hâdise meselelerinin bir kısmı, muhakeme boyunca belli zamanda ortaya konmak zorundadırlar. Bunlara ilk meseleler denir. Bu mahiyette olmayan hâdise meselelerine de arızi meseleler adı verilmektedir.
İlk meseleler, duruşmanın giriş bölümünde, iddianamenin kabulü kararının (CMK 191/1) veya iddianame veya iddianame yerine geçen belgenin okunmasından (CMK 191/3-b) veya sorgunun yapılmasından (CMK 191/3-d) önce hâlledilmesi gereken (meselâ, yetkisizlik iddiası; CMK 18/1) meselelerdir. Bunlara çok defa iptidaî itirazlar denilir. Ancak, itiraz, teknik manada, bir kanunyoludur. Burada bir kanunyolu bahis konusu değildir. İlk önce hâlli gereken bir meseleyi ortaya atmak, bir talî dâva açmak bahis konusu olduğu içindir ki biz bu talî dâvalara "ilk talî dâvalar", bunların taallûk ettikleri meselelere de "ilk meseleler" diyoruz.
Arızî meseleler adlı hâdise meseleleri ise, madde itibariyle yetki meselesi gibi, bir süreye bağlı olmaksızın çıkabilecek meselelerdir.
Mütalâa veya karar mahiyetindeki hükümlerde meselelerin açıklanması, bir diğer söyleyişle ortaya konması, mantıkî bir zarurettir. 5271 sayılı Kanun bu konuda açıklık getirmiş ve iddianamede yüklenen suç ve uygulanması gereken kanun maddeleri ile birlikte yüklenen suçun işlendiği tarih, yer ve zaman diliminin gösterilmesini, yüklenen suçu oluşturan olayların mevcut delillerle ilişkilendirilerek açıklanmasını ve şüphelinin lehine olan hususların da ileri sürülmesini mecburi hâle getirmiştir (CMK 170): Buna benzer şekilde hükmün gerekçesinde gösterilmesi gereken hususlar da ayrıntılı bir şekilde düzenlenmiştir (CMK 230). Bununla birlikte uygulamada olayın bir özeti yapılmak suretiyle hâlli gereken maddî ve hukukî meseleler bir dereceye kadar açıklanmaktadır.
Hâllolunacak meselenin tespiti, güç bir iştir. Meseleyi tespit etmek, çok defa hemen hemen onu hâlletmek demektir. Zîra hâkim ancak bu suretle lüzumsuz teferruatla uğraşmayacak, vaktini ve yolunu kaybetmeyecektir.
Gerekçe, psikolojik anlamdaki hükmün yani karar ile mütalâanın üçüncü unsuru olan "sonuç"un mantık yönünden dayanağıdır. Bu nedenle gerekçeye "mantıkî delil" de denilir. Tabiattaki sebebiyet ilişkisi gibi, mantıkta da bir sebebiyet ilişkisi vardır.
Küçük ve büyük önermeler karşılaştırılınca, sonuç mantık zoru ile kendiliğinden çıkar. Bir diğer söyleyişle küçük ve büyük önermelerden başka bir sonuç çıkarılmasına mantık müsaade etmez. İster karar, ister mütalâa niteliğinde olsun hükümler, mantıklı oldukları ölçüde gerekçelere dayanırlar ve gerekçeleri ölçüsünde inandırıcıdırlar.
Muhakeme hukukunda karar niteliğindeki hükümlerin büyük bir kısmı mantığa dayanır. Mantığa hiç dayanmayan, yani keyfi olan kararların muhakeme hukukunda yeri yoktur. Buna karşılık muhakeme hukuku bazı hâllerde mantık kadar inanışa da dayanan "kanaat"lere yer vermiştir. Zîra serbest delil sistemine geçilince, hâkimlere serbest değerlendirme yetkisi tanınınca, mantık kadar, inanışa da dayanan bir karar çeşidini kabul etmek zorunlu olmuştur.
Nasıl aynı anda örneğin iki milimetre aralıkla görmediği iki iğne batırıldığı zaman bir kimse iki batış duyar da, bir diğeri tek sanabilirse, iki milimetre aralıkta iki batışı farkeden kimse de aralık, Örneğin bir milimetreye indiğinde iki batış duymayabilirse, aynı deliller bir hâkime sübut konusunda kanaat getirtir de, bir diğerine getirtmeyebilir. İnanış noktası insandan insana değişir. Bu nedenle sonuca mantıkla varılmaz. Bir diğer söyleyişle kanaatlerde mantıkî bir gerekçe yoktur. Olsa olsa sanığın suçu işlediğinin sabit görülmesinde olduğu gibi, hâkimlerden, küçük önermede kullandıkları delilleri ve büyük önermedeki tecrübe kaidelerini gerekçe olarak göstermeleri istenebilir. Ama bu göstermenin amacı, gerekçe göstermenin diğer yararları bakımından olup kanaatin isabetini denetleyebilmek değildir. Çünkü denetlenecek hâkimin de farklı bir inanışa varması mümkündür. Kanunun bir hususta hâkimin kanaat getirilmesini araması, farklı mahkemelerden farklı sonuçlar alınabileceğine ve bu yüzden kanaatin ispat konusunda maddî mesele açısından denetlenemeyeceğine önceden razı olması demektir. Bu yüzdendir ki sadece hukukî denetim için kurulmuş olan ve dolayısı ile delilleri tekrar ortaya koyan bir öğrenme muhakemesi yapamayan Yargıtay, hukukî bakımdan denetleyebildiği hâlde, olay mahkemesinin kanaatinin maddî bakımdan gerçeğe uygun olup olmadığını denetleyemez. Esas mahkemesinin verdiği hükmün unsurları da üç tanedir: mesele, gerekçe ve sonuç.
Anayasaya göre "Bütün mahkemelerin her türlü kararları gerekçeli olarak yazılır." (Any. 141/3). Ceza Muhakemesi Kanununda (m. 34), Mülga Kanuna 1973'de giren hükmü de kapsar biçimde, şöyle denilmektedir: "Hâkim ve mahkemelerin her türlü kararı, karşı oy dâhil, gerekçeli olarak yazılır. Gerekçenin yazımında 230 uncu madde göz önünde bulundurulur. Kararların örneklerinde karşı oylar da gösterilir." Aynı kural ilk defa 1961 Anayasasında yer almıştı (Any. 61-135/3).
Mütalâa niteliğindeki her hükümde gerekçe gösterilmesi çok yararlı olduğu hâlde, kanun bunu kaide olarak mecburî saymamış, sadece belli mütalâalarda istisna olarak belli hususların gösterilmesini istemiştir. Örneğin iddianamede "deliller" gösterilecek (CMK 170/3-j), fakat bu delillerin olay içinde ifade ettiği anlam da açıklanacak, yani gerekçelendirilmemekle birlikte, izah edilecektir (CMK 170/4).
Anayasada ve Kanunumuzda bütün kararların gerekçeli olarak yazılmasının mecburî tutulması, sadece genel normun, yani kaidenin bu yolda olduğunu gösterir. Gerektiğinde istisna kabulüne engel değildir. Zîra her kaidenin gerekirse istisnası kabul edilebilir. Benzer bir durum, "arama hukuku" için de geçerlidir. Bu istisnaları Anayasa elbet bir bir gösteremezdi. Kanunumuz göstermiştir. Bu istisnaların içtihatla da kabulü mümkündür. Bu istisnaları Anayasaya aykırı bulmamak gerekir, Zîra aykırılık başka şey, istisna oluş başka şeydir. Aynı nedenlerle istisnanın istisnası da elbet olabilecektir.
Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi'nin içtihatlarında, Sözleşmenin 6. maddesinin mahkemelerin hüküm verirken gerekçe göstermelerini zorunlu kıldığını, ancak her tartışmaya detaylı biçimde cevap verilmesi gerekmediği vurgulanmaktadır.
Genel norm konusunda iki sistem düşünülebilir.
Ya gerekçe göstermenin yararının genel olarak ağır bastığı kabul edilir. O hâlde gösterme mecburiyeti kaide olur, göstermeme istisnayı teşkil eder ve özel düzenlemelere bırakılır.
Yahut "zararlı tarafı genel olarak daha fazla" denilerek, göstermeme kaide, gösterme ise istisna olur. Almanya'da bugün de uygulanan sistem bu ikincisidir (StPO 34). Kaide kanunda açıkça gösterilmemiştir ama, istisnaların kanunda bir bir belirtilmesi, bunu dolaylı olarak düzenlemektedir. Bu istisnalar da bazı durumlarda aşırı görüldüğünden Almanlar içtihat yolu ile istisnanın istisnasını kabul etmek zorunda kalmışlardır.
1982 Anayasası da (Any. 141/3), 1961 Anayasası gibi birinci sistemi kabul etti. Artık kural gerekçe göstermektir. Kanunların değişmemiş diğer maddelerindeki özel düzenlemeler, farklı oldukları ölçüde, istisnaları oluşturur. Aynı şekilde, özel durumlar gerekçe göstermemeği gerektiriyorsa, yeni özel normlarla istisnalar elbet kabul edilebilecektir.
Örneğin cezaların ertelenmesi isteğinin reddi kararında durum böyledir, Zîra kanun sadece cezaların ertelenmesi hâlinde sebebin gösterilmesini aramakla (TCK 51/1; Mülga CİK 6/1), ret kararında aramadığını belirtmiştir. Onda da arasaydı, elbet onu da gösterirdi (maalesef 7.6.1976 tarihli İçtihadı Birleştirme Kararı bunun aksini kabul etmiştir). Delillerin ortaya konmasının kabulü kararı (CMK 206/1) da böyledir: Kanun ortaya koyma talebinin reddi sebeplerini tek tek yazmış (CMK 206/2) ve "reddedilen delillerin belirtilmesini", ikamesi reddedilen, hukuka aykırı yöntemlerle elde edilen delillerin de ayrıca ve açıkça gösterilmesini emretmiştir (CMK 230/1/b). Demek ki, mahkeme duruşmada ortaya konması istenen bir delili, istem doğrultusunda, CMK 206/1 uyarınca "ortaya konulmasına" karar verirse, bu kararının gerekçesini ayrıca yazmasına lüzum yoktur.
Mecburiliğin kanunda genel olarak kabul edilmesi, özel hâllerde kaidenin daha ayrıntılı biçimde ele alınmasını elbet engellemez. "Hükmün gerekçesinde gösterilmesi gereken hususlar" kenar başlıklı 230.madde bunun güzel bir örneğidir.
Gerekçe gösterme konusundaki kural ve istisnaları şöyle olmalıdır. Yararı, zararından çok olduğundan, gerekçe göstermek, Kanunumuzda olduğu gibi, kural olmalıdır. Kuralın kanunlarda açıklanması mümkün olduğu gibi, açıklanmaması da mümkündür. Asıl önemli olan istisnaların açıklanmasıdır.
Gerekçe göstermek kural olunca, kuralın uygulandığı belli bir özel durumda haklı görülemeyecek bir sonuçla karşılaşıldığında, bu özel durum bakımından bir istisna kabul edilebileceği bizce şüphesizdir (07.06.1976 tarihli İçtihat Birleştirme Kararı burada da aksi tezi benimsemiştir). Bizce asıl sorun, istisnaların ne zaman haklı görülebileceğidir ki bu da bir imkân ve ölçü sorunudur. Bizce istisnalar şu esaslar gözönünde tutularak belirlenmelidir:
Kanunların özel düzenlemelerindeki istisnalar Anayasaya aykırı değildir.
Her kararın, tek uyuşmazlığı çözse de, birden fazla noktaları bulunabilir. İstisna gerekip gerekmediği, her noktaya göre ayrı ayrı çözülecek bir sorundur.
Kanaatlerin mantıkî gerekçesi yoktur. Olmayan şey gösterilemez.
Kanaat getirtmede rol oynayan delillerin ve tecrübe kaidelerinin gösterilmesi, ancak kararın keyfî olmadığını göstermek, taraflarca ve kamuoyunca benimsenmesini sağlamak ve Örneğin delillerin duruşmada ortaya konmuş olup olmadıkları gibi hukukî
bir noktada denetimi mümkün kılmak için, bir engel yoksa istenebilir.
Maddî bakımdan imkânsız olduğu hâllerde gerekçe gösterilmesi aranamaz. Örneğin kuruluşu gereği jüriler kararlarının gerekçelerini gösteremezler. Gösterebilecek hâkimin de, pek çok sayıda seçenek verildiği ve bunlardan birini seçmesinin istendiği hâllerde gerekçe göstermesi imkânsızdır. Bu hâllerde zaten çok defa kanunkoyucu olay hâkimini tamamen serbest bırakmak istemektedir. Örneğin kanunî sebeplerle arttırma ve indirme sonunda tayin ettiği cezayı dahi ağır bulduğunda, onu suçlunun kişiliğine uydurabilmesi için hâkime tanınmış olan "takdirî indirim nedenleri" ile cezayı daha da indirme yetkisinin (TCK 62) tanınmış olmasının temelinde bu tam serbestlik yatmaktadır. Hele indirme sabit olmayıp aşağı ve yukarı sınırlar arasında belirlenmişse, gerekçe göstermek maddî bakımdan da imkânsız hâle gelir.
Gerekçe göstermenin imkânsız denecek kadar güç olması hâlinde de gerekçe göstermekten vazgeçmek gerekir. Ceza Genel Kurulunun da benimsediği bir uymama kararı bunun pek güzel bir örneğini vermektedir: "Kaldı ki sanığın kişiliğindeki olumsuz yönlerin açıklanması öyle pek kolay bir şey değildir. Çünkü burada mevzubahis olan, sanığın keskin ve sivri bir hareketi olmayıp, her biri tek başına bir anlam ifade etmez gibi gözüken veya ayrıntı sayılabilecek davranışlar bulunduğu için bunların akılda kalması ve binnetice karar yerinde belirtilmesi hemen hemen imkânsızdır"
Gerekçe göstermenin zararları yararlarından daha çok olacaksa, haksız ve yersiz sonuçlara meydan vermemek için de gerekçe göstermek kaidesine bir istisna getirilmelidir. Örneğin, cezanın ertelenmesi isteği reddolunduğunda hâkimi gerekçe göstermeğe mecbur tutmak "o kişinin geçmişteki hâl ve ahlâki durumunu herkesin gözönüne yayıp serme ve dolayısı ile haysiyeti kırıcı ve cezalandırmadaki amacı aşan bir sonuç doğurur".
Gerekçe göstermek başka şey, gerekçede nelerin bulunacağı yine başka şeydir. Anayasa ve Kanun "kararlar gerekçeli olarak yazılır" dediğine göre, "gerekçeli olarak yazılmış sayılmak için kararda neler bulunmalıdır?" sorusunu cevaplandırmamız gerekmektedir. Kanunumuzda bunu açıklayan genel bir norm yoktur. Sadece bazı hâllerde Örneğin hüküm gerekçesinde nelerin bulunacağı (CMK 230) tek tek gösterilmiştir.
Bu hâller özel durumlardır. Demek ki bunlar dışında kalan hâllerde gerekçede neler bulunması gerektiğini genel prensiplerden ve gerekçe konusundaki bilgilerimizden çıkarmalıyız:
1) Maddî denilen sübuta ilişkin meselelerin çözülmesinde küçük önerme olarak kullanılan deliller ve onların değerlendirilmesinde kullanılan tecrübe kaideleri ile olay göstermelidir ki bunlar karşılaştırıldığında varılan sonucun doğru, yani mantıkî olduğu anlaşılabilsin. Ancak bu konuda, mahkemenin dayandığı sözlü delillerin, tutanağa ne kadar geçirilmiş olursa olsunlar dosyada bulunmadığı kabul edildiğinden, sözü geçen karşılaştırmaya imkân veremeyecekleri unutulmamalıdır.
2) Hukukî meselelerde ilgili hukuk normlarının gösterilmesi, Örneğin falan kanunun, filân maddesi denilmesi elbet yetmez. Suçların tipleri olduğu gibi muhakeme işlemlerinin de tipleri vardır ve bu tiplerdeki unsurların, bir diğer söyleyişle o işlemin yapılması için aranan şartların bir bir sayılması da yetmez. O şartların o olayda gerçekleştiklerinin gerekçeleri de gösterilmelidir.
3) Gerekçe göstermenin istisnaları söz konusu olduğunda, keyfî olmadıklarının belirtilmesi için "takdiren" denilmesi yetmeli, yani karar gerekçesiz sayılmamalıdır. Aksi tezi benimsemiş olan 7.6.1976 tarihli İçtihat Birleştirme Kararının gerekçesinin genel olması, belli bir noktaya ilişkin olan bu karara genel nitelik vermez, vermemelidir de. Aksi takdirde hem pratik güçlüklerle karşılaşılır, hem de tam serbest yetkiden Türkiye'de söz edilemez olur.
4) Gerekçe göstermenin istisnaları söz konusu olduğunda, kanundaki şartlar gerekçede başka kelimelerle de ifade edilebilmelidir.
5) Gösterilen gerekçeler çelişik veya eksik olmamalıdır.
Mütalâalar veya kararlar, kendilerini sonuç kısmında gösterirler. Sonuç ile gerekçe arasında mantıkî zorunluluk bulunması gerektiğinden, sonucun mantıkî olması, hükmün de mantıkî olması demektir. Mantık kurallarına aykırı hareket edilmesi keyfilik olur. Sonuçların düzenlenmesi mütalâa ve kararlarda bazen farklı şekilde olur:
Mütalâalarda sonuç, ilk iki önermenin mantıkî ve zorunlu bir sonucudur. Bunun içindir ki sonuçların gerekçelerden ayrı bir varlığı yoktur. Diğer taraftan farklı mütalâalar ileride bir tek kararda birleşeceklerinden, sonuçlar birleşme imkânını daima muhafaza edebilmeli, değişmez olmamalıdır. Bazı hükümlerin mütalâa niteliğinde kabul edilmesinin sebebi budur.
Bağlama konusunda taraflar bakımından pek mesele yoktur. Bir tarafın sonuçları ve dolayısı ile mütalâaları karşı tarafı bağlamadığı gibi kendisini de bağlamaz. Duruşmada beraat isteyen savcının, beraat hükmünü temyiz edebilmesi, kanunyoluna müracaatın geri alınabilmesi, başsavcılığın ve savcılığın iddialarının farklı olabilmesi hep bu esasın neticeleridir.
Tarafların mütalâalarındaki sonuçların, birbirini tutması hâlinde hâkimin bunlarla bağlı olup olmayacağı meselesi, muhakeme bakımından kabul olunan sisteme ve aranan hakikate göre değişir. Şeklî hakikat aranan itham sisteminde, iki taraf uyuşursa uyuşmazlığın kalmadığı kabul olunur. Hâkimin bu durumu tespitten başka yapacak işi yoktur. Medenî Muhakeme Hukukunda kabul olunan sistem budur. Eskiden Ceza Muhakemesi Hukukunda da bu sistem uygulanırdı. "İşbirliği sistemi"nde ise tarafların uyuşması hâkimi bağlamaz. Cezada maddî hakikat aranması genellikle kabul edildiğinden, bu sistem hemen her yerde uygulanmaktadır. Kanunumuzun sistemi de budur.
Kararlarda da bir sonuç kısmı vardır. Kanunda bir sarahat olmasa dahi, kararlar, bir sonucu ihtiva etmek zorundadırlar. Kanunumuz sadece hüküm adını verdiği son kararlarda "hüküm fıkrası" adını verdiği sonuç unsurundan bahsetmiştir (CMK 231).
Kesin kararlar hâkimi de, tarafları da bağlar. Bunların değiştirilmesi olağan yollarla mümkün değildir. Hâkimin kesin olmayan kararları taraflar bakımından mütalâa mahiyetinde olduğundan, bu kararların hâkimi de bağlamaması istisna olarak kabul edilebilir. Nitekim kanunumuz aleyhine itiraz yolu açık olan kararların, aynı makam tarafından hatta kendiliğinden değiştirilebilmesini kabul etmiştir. Buna karşılık, aleyhine temyiz yolu kabul edilmiş olan kararlarını hâkimin değiştirmesine, kanun müsaade etmemiştir. Zîra bu hâllerde kararları tetkik ve gereken kararı verme yetkisi münhasıran başka makamlara verilmiştir.
CMK 34/2 uyarınca, hâkim ve mahkeme kararlarında Anayasa'nın 40. maddesi hükmü gereğince, başvurulacak kanun yolu, süresi, mercii ve şekilleri belirtilecektir. Bu yapılmadığı takdirde, verilen kararın "yok" sayıldığı kabul edilmektedir.
Dostları ilə paylaş: |