Hissetmek
Hayatı boyunca hep hissederek yaşadı. İstediklerini, plan yaparak ya da üzerine giderek değil, beklemediği zamanlarda beklemediği şekillerde, ne zaman hissettiyse o zaman gerçekleştirdi.
Öyle çok çalışkan ve parlak bir öğrenci olmasa da ilk ve ortaokulu rahatlıkla, liseyi de delikanlılığa geçiş döneminin getirdiği bazı sorunlara rağmen biraz zorlansa da sene kaybetmeden bitirdi.
Belki de başarısızlığı hiç düşünmemesi ya da başarısızlığın getireceği sorunlar ve yüklerle karşılaşmak istememesi onu başarılı kılıyordu; ama hiçbir zaman aksini hissetmiyordu.
Belki sanatçılık içinde vardı ki özellikle lise yıllarında rahatlıkla sivrilen ve yapmış olduğu çalışmalarla hemen dikkat çeken bir öğrenci olmuş ve lise mezuniyet gecesinde kendisinin yazıp yine arkadaşlarıyla sahnelediği skeçler izleyenleri kırıp geçirmiş ve hatta ciddi teklifler bile almıştı..
Çok büyük bir hazırlığı olmadığı halde sanki kesinlikle üniversiteye girecekmiş gibi yaşadı ve hiçbir zaman mümkün olamayacağını düşünmedi bile. Liseyi bitirdiği yıl yoğun bir çalışma ve hazırlık dönemine rağmen birçok arkadaşı başarılı olamazken o yine hissettiği, arzuladığı gibi kendisini üniversitede, hem de en çok istediği bölümde buldu.
Birgün mutlaka yurt dışına gidecek ve hayal ettiği o ülkeleri yerinde görecek ve hayallerinde çizdiklerini gerçekten yaşayacaktı. Para ödeyerek ya da tatil amaçlı olmasa da kısa aralıklarla ve kısa sürelerle birçok ülke gezdi, memleket gördü. Kalbi temizdi belki de; arzuladığı temiz aşkları yaşadı oralarda.
Aslında askerlik bile yapmayacaktı. Birşeyler olacaktı onun sırası gelinceye kadar.Yapsa bile öyle anlatıldığı türden değil, kendi memleketinde mesleğini yapacaktı askerlik olarak. Çok düşük bir olasılık da olsa gerçekleşti o dileği de.
Çok önemsemedi iş hayatını. Bulurdu bir iş mutlaka. Buldu da, hem de tam istediği gibi. Sıkıntı çekmedi, yük olmadı ailesine çok büyük paralar kazanmasa da.
Zamanı gelince evlenirdi, pek acelesi yoktu.Evlendi hiç ummadığı anda. Sadece içinden öyle geçiyordu, öyle hissediyordu o gün. Anne karnındayken bile çocuğunu düşünürken hep erkek çocuğu olarak hayal etti, öyle hissetti. Hemşire “bir oğlun oldu”dedi. Hiç şaşırmadı.
Hayatı boyunca doktorla pek işi olmadı. Zaten pek de doktora gitmeyi sevmezdi. Küçükken geçirdiği trafik kazası dışında doktorlara ihtiyacı da olmadı, ya da o öyle hissetti. Belki de gerçekleri görmekten bir kaçıştı ama yine de pek büyük bir sorun yaşamadı.
Ve bir gün kendisini hiç iyi hissetmedi ama yine de doktora gitmeyi reddetti; çünkü yine bir şeyler hissediyordu!..
Diyet
Hergün bir sorun, sorun olmasa bile tartışmak ve karısını aşağılamak için bir sebep ve o sebebi yaratacak bir ortam muhakkak bulurdu; kendisine göre mutsuz adam. Ona göre çevresi tarafından sevilen ve takdir edilen karısı hiçbir zaman için ideal bir eş olamamıştı. Belki de onun için ideal olan kendi isteklerinin dışında birşey yapılmaması ve hep onun sevdiği şeyleri karısının da sevmiş olması idi.Yine kendisine göre karısı güçsüz ve kendisi hayat adamı, mücadele etmiş ama sanki çocukluğunda yaşamış olduğu zorlukları ve eksiklerini, kısacası tüm yaşanmamışlıkların ve zaaflarının intikamını karısından çıkarmaya çalışıyordu.
Aslında bir düşünse o kadının yapmış olduğu fedakarlıkları, anlamaya çalışsa ne kadar kutsal ve özverili bir insan olduğunu hayatları çok daha farklı olacak ve bir o kadar da mutlu bir evlilikleri olacaktı.
Anlayabilirdi de aslında birazcık kafasını yormuş olsa. Anlayamıyacak birisi olsa o kadar okuyup da öğretmen olabilir miydi, o kadar öğrenci yetiştirebilir miydi?
O kadar öğrencisinin sorunlarına eğilmiş, bir baba gibi onlarla ilgilenmiş, hoşgörü göstermiş bir insan çocuklarının anasına, aşk bitmiş olsa da hayat arkadaşına birazcık olsun sabır ve fedakarlık gösteremez miydi?
Ama bir saplantı, bir inat onları uçuruma doğru sürüklüyor, birisi lise diğeri ortaokul öğrencisi olan çocuklarının varlığı bile onların bu uçuruma sürüklenmelerini engelleyemiyordu.
Dünyada tek sorunu olan çift onlar değildi ve yine ayrılırlarsa ilk ayrılan onlar olmayacak ve bu ayrılıktan etkilenen çocuklar da onların çocukları olmayacaktı. Ama genç kadın yıllarca olduğu gibi yine ailesinden gerekli anlayışı ve desteği görmüyor ve geçici çözümler ve nasihatlerle tükenmişliğine ve yalnızlığına itiliyordu. Defalarca artık dayanamıyacağını söylese de en ufak bir ışık, bir destek gelmiyordu.
Aslında istediği sadece manevi bir destekti. Genç yaşta kocasının zoruyla emekli olmuş ve aldığı düşük emekli maaşıyla standartlarının ne kadar düşeceğini bile bile kararını vermiş ve ayrılmayı göze almıştı. Ailesine göre yıkılmaması gereken tabuları da yıkacak ve kendisine yeni bir hayat kuracaktı.
Kocası da yine tüm umursamazlığı ve durumu düzeltmek ve biraz anlayışlı olmak yerine hayatının bu kadınla geçen yıllarını kayıp yıllar olduğunu söylüyor ve o yaşanmamış yılları geriye dönük olarak yaşayacağını büyük bir pişkinlikle her yerde tekrarlıyordu.
Kimse bilmiyordu ayrılıp ayrılamayacaklarını. Ama ayrıldılar hiç kimsenin tahmin edemiyeceği kadar kısa bir sürede. Hatta mahkemeye başvursalar bu kadar kısa sürede sonuç alınamazdı. Kaç celse sürerdi mahkeme bilinmez.
O umutların ve gücün tükenişi bir hayatın tükenişini getirdi bir ay kadar kısa bir sürede. Bilinmez şimdi geriye dönük olarak yaşıyor mu yaşayamadıklarını mutsuz adam! Mutlu mu acaba yalnız? Mutlu mu yaşanmamışlarıyla?...
Değişmeyen değişim
İlkokula gittiğim yıllarda ilk harçlığım yirmi beş kuruştu. O parayla istersem bir simit istersem bir gazoz alabilirdim. İkinci, üçüncü ve dördüncü sınıflarda da durum aynıydı. Babamın haftalığında da bir değişiklik pek olmazdı.Yıllarca hemen hemen aynı haftalığa talim ederdi. Sebze ve Meyva Hali’nde çalıştığı için bal tutan parmağını yalar misali tek avantajımız meyve ve sebzeyi herkesden daha fazla tüketmemiz ve hatta turfanda zamanında bile hatırı sayılır ailelerden daha önce bu nimetleri evimizde görebilmemizdi. Hayatımız hep aynı, yeyip içtiklerimiz aynıydı.
Değişmeyen sadece harçlığım ve babamın haftalığı değil, güldüğümüz ve hüzünlendiğimiz şeyler de aynıydı. Malkoçoğlu ve Battal Gazi filmleriyle kahramanlık ve milli duygularımız kabarır, Ayhan Işık, Belgin Doruk filmleriyle hüzünlenir ve sinemadan ağlamaklı çıkar, yabancı filmlerden kovboy filmlerini tercih eder, mizah gıdamızı ayrıca haftada bir çıkan Gırgır dergisiyle takviye ederdik.Utanmaz Adam, Zurna Kamil, Avanak Avni ve Muhlis ve çok değerli diğer sanatçıların yarattığı unutulmaz karakterler.
Sadece yaratılan karakterler değil karikatürize edilen sanatçı ve politikacılar da aynıydı. Birinin büyük göbeği abartılarak zayıf karakter olarak çizilen vatandaşın üzerinde bir yük bir baskı olarak çöker, bir diğerinin büyük karga burnu her işe karışır ve karıştığı her işi de eline yüzüne bulaştırırdı.
Kuruş olarak gerçekleşen zamlar hayatı biraz etkiler ama biz çocuk aklıyla o işlere pek akıl sır erdiremezdik. Ama yine de bazı olaylar aradan geçen uzun yıllara rağmen hafızamda yer etmeye yetmiştir. Ekmeğe yeni yapılan ufak bir zamdan sonra babam gibi Hal’de çalışan komşumuz ve köylümüz Eyüp Dayı “göreceksiniz bir gün ekmek iki buçuk lira olacak, bunlar daha iyi günlerimiz” dedi. Ah Eyüp Dayı keşke herşey senin dediğin kadar kötü olsaydı!
Ortaokul ve Lise yıllarımda değişmeyen tek şey ise yokluklar, tüp gaz kuyrukları ve stokçularla verilen mücadeleydi. Paranızla istediğiniz şeyi istediğiniz zaman alamazdınız.Gününüzün büyük bir bölümü kuyruklarda geçer, bir paket Samsun sigarası için mahalle bakkalına dökmedik dil bırakmazdınız. Piyasada olmayan, aslında olan da haksız ve bol kazanç için öyle gösterilen bir malı almak için yanında hiç de ihtiyacınız olmayan birçok malı almak zorunda kalırdınız.
Hiç unutmam bir keresinde lise son sınıfdayken sabahtan akşama kadar sigara içememekten allak bullak olmuş sinirlerimizi yatıştırabilmek için o zaman sadece fuar zamanı çıkarılan Fuar sigarasını üç misli fiata Konak’ta bir karaborsacıdan almış ve abartısız Konak Karşıyaka arası çalışan Körfez Vapurunda arkadaşım Hüsmen ile boğazlarımız tahriş olana kadar içip bitirmiştik.Vapur Karşıyaka iskelesine yanaştığında tekrar sigarasızdık.
Üniversiteye başladığım yıllar sanki büyük değişimlere gebeydi. Nasıl bir volkan patlamadan önce bazı belirtiler gösterirse bu durum da aynıydı. Memleketi saran terör rüzgarı ortalığı kasıp kavuruyordu. Kimin ne için, ne amaçla ve kime karşı kavga ettiği artık anlaşılmaz duruma gelmiş ve sanki bir ideoloji modası çıkmış da herkes bu modaya bilinçsiz bir şekilde uymaya çalışıyordu. Tabi her moda akımı gibi bunun da bir sonu vardı.12 Eylül 1980 bu modanın bitiş tarihi olarak tarih sayfalarındaki yerini aldı.
Yeni moda ise bir değişim rüzgarı olarak çıktı karşımıza.Yeni yeni kavramlar, yeni oluşumlar, ve en önemlisi de daha önceki yıllarda pek de alışık olmadığımız sürekli ve sık fiyat artışlarıydı ki onun adını da enflasyon olarak koydular sonradan.
Dünya değişiyor ve bizim de ülke olarak o değişime ayak uydurmamız gerekiyormuş yeni ortaya çıkan karakter oyuncularının söylediklerine göre. Aynı sinemada olduğu gibi siyaset dünyasında da yeni oyuncular çıkıyordu karşımıza. Ama yine de esas oğlan ve kız hemen hemen aynı, sadece yardımcı oyuncular değişiyordu. Oyunun karakteri yine geleneksel Türk Sineması, sadece mekan ve kostümlerde ve biraz da makyajda değişiklik vardı.
İçinde bulunduğumuz toplumdaki yerimiz de yeni bir kavramla belirlenmiş oluyordu. Ne zengindik ne de fakir, orta direktik artık. Toplumun en güçlü ve sağlam olan kesimi; adı üstünde toplumun direği.
Yine alışık olmadığımız olayları yaşayıp bilmediğimiz kavramlarla tanıştık ve onlarla yaşamaya alıştık yıllarca ta ki 2000’li yıllara gelinceye kadar.Yeni bin yıl belki bazı değişiklikler getirir, farklı mekanlarda farklı filmler izleriz diye. Ama geleneksel Türk Sineması değişse de, esas rolleri paylaşanlar değişmediği sürece, zaman da geçse mekan da değişse aynı karakterlerle aynı filmi defalarca görmeye mahkumduk.
Aradan geçen uzun yıllara rağmen yine şişman adam toplumun üzerinde bir yük, hareket etmesini engelleyen bir ağırlık ve yine o uzun burunlu adam durmadan burnunu her işe sokuyor ve yine herşeyi eline yüzüne bulaştırıyor.
Bilinçli olarak kaçmadım onlardan. Bir sevda rüzgarı attı beni Kıbrıs’a; kardeş gurbet ülkesine. Bırakmadı karakterlerim beni burada da. Yine onlarla yatıp onlarla kalkıyorum. Kopyaları cabası; aslı gibi...
Uzak bir hikaye
Uzaklarda bıraktığı dostlarını özleyince özlemini gidermek için uzakları yakınlaştırmaya karar vermiş ruhu yaşlı genç adam. Ama ne yazık ki uzak kala kala, geldiği uzaklarda kendisini dostuna ve uzaklara yabancı hisetmeye başlamış. Ne uzaklar yakın ne de yakınındaki dostu uzaklardan baktığı gibi değilmiş. Bir anda içindeki özleminin de oldukça uzaklarda kalmış olduğunu düşünmüş olacak ki arkasındaki uzaklara doğru dönerek özlemlerini yalnız bırakmaya, uzakları da “yok” saymaya karar vermiş.
Bir günde yaşadığı özlemin “geçmiş zaman” ve uzakların bir “yanılgı” olduğunu farketmiş.
Oysa uzaklarda iken daha çok yaklaşacaklardı birbirlerine. Özlemler artacak ve buluştuklarında birbirlerine daha sıkı sarılacaklardı. Fakat zamanın hışmına uğramış uzaklığın nankörlüğü kollarının arasından başka özlemlerin kucağına inen ihanetin yanında hiç kalmış özlem dolu yüreğinde.
Bir özlemin arkasında koşmaktan yorgun düşmüş yüreğine bir mola verdi uzaklarda uzak gördüğü zamansız bir kalbe. Ama nafile. Bırak dinlenmeyi yorgunluğu perişanlık ve kalbe zarar bir ıstıraba dönüştü. Bir yolculuk yapmak için de ne zaman ne yol vardı artık. Her gün bir yolculukla ruhunun derinliklerinde yaşadı özlemini yüzüne bakarak zamansız ve yersiz sevdasında. Sevda da değil, sevdaya nispet sevmeye çalışmak kendisini kandırmakla. Kalbi kanmadı yüzündeki yalancı mutluluk ifadesine.
Sevdayı bir görev bildi karşılık olaraktan. Yalandan. Anlamsızca. Kalbinde uzaklar. Ve özlemi hep yanında. Her an. Gidemedi yakınına bir daha, yakın edemedi uzağı. Uzaklaşır diyerek. Yanında götürdü özlemiyle kalbini uzaklardaki eski mutluluğun.
Mutsuz ama mutlu bir ifade yüzünde.
Yalandan...
Bir Gün
Hayal bile edemediği miktardaki parayı önünde gören genç adam o anda geçmişte hayal edip gerçekleştirmesi onun için imkansız ama hep “belki bir gün” rüyasının gerçek olup olmadığının verdiği sersemlik ve şaşkınlığı içindeydi.
Ne o güne kadar güneş altında çalışmaktan kısılmış zayıf gözleri, ne kazma kürek sallamaktan nasırlaşmış elleri ne de ilkokuldan terk bilgisi o parayı kullanmak bir yana, saymaya bile elverişli değildi. Onun için para günlük kazanılan ve yaşamak için sadece cebinde bulunan ve kısıtlı olarak sadece temel ihtiyaçlar için kullanılan bir şeydi. Banka, hesap tasarruf ona yabancı kelimelerdi. Zaten güvenemezdi de alışkın olmadığı şeylere.
Parasını çantaya doldururken birbirlerine ne kadar yabancı oldukları aşikardı. Ürkekti, sanki dokunursa büyü bozulur onları kaybeder diye. Çantasına, yıllarca bekleyip kavuştuğu hayalindeki sevgiliye sarılır gibi, sımsıkı sarılmıştı. Ama farklı davranmamalıydı, ve en iyisi “tren” olacaktı; her zamanki durak, her zamanki kompartman ve aşina yüzler ve her zamanki Hüsnü. Belki bu yeni hayatına geçişin ilk, eski hayatının da son günü olacaktı.
Eve götüreceği üç ekmek ve biraz zerzavat da çantanın doğal görüntüsünü tamamlayacaktı.
Trenin raylar üzerinde kayışının sesi yine ona bir ninni gibi geliyordu ve istemese bile yine hergün olduğu gibi içi geçti ve o dayanılmaz ağırlık onu eski rüyalarına götürdü.
Rüyaları mı gerçek olmuştu yoksa hala rüyada mıydı? Herşey birbirine karışmış artık uyanmak istiyordu. Alışkanlıkları onu inmesi gereken durakta uyandırdı.
Yeni hayatı ancak o sabah uykusunu aldığı tren yolculuğu kadar sürmüştü. Oysa daha önce kimse ekmeğine göz dikmemişti!
O, bir gün yaşadı. Diğerlerinin aynısı bir günü farklı yaşadı...
Mehmet Diye Biri
Genç ömrüne sığdırdığı tatlı ve tatsız olaylar, yaşadıkları ve başardıkları, en önemlisi sahip olduğu bilgi hazinesi, sabrı ve hoşgörüsü elinde bulundurduğu hünerlerini ne kadar açığa çıkarıp, değerini ele veriyorsa, yaşam şekli ve davranışlarıyla da bu yönünü o kadar saklamaya çalışıyordu.
Altyapısının sağlamlığı ve davranış güzellikleri onun eğitiminin daha küçük yaşlarda ailesi ile başladığını gösteriyordu Bu temeli o kadar iyi işlemiş ve kendisine öyle bir felsefe çizmişti ki farklı olduğunu anlamak için dahi olmaya gerek yoktu.
Sabrı ve hoşgörüsü ise bu felsefe ve altyapıyı öyle bir harmanlıyordu ki varlığı bulunduğu ortamlar için bir huzur vesilesi, yaptığı sohbetler dolu dolu ve insana birşeyler veren, en önemlisi düşündüren türdendi.
Sabrı, sabır taşını bile çatlatacak türdendi. Bu kadar güzelliğin yanında tek olumsuz yönü ise kendisinden kaynaklanmayan ama yine kendisinden başkalarına da zarar vermeyen sorunları idi. O ne kadar başkalarına karşı iyi ve hoşgörülü olursa, ödül olarak da müsibetler gelip onu buluyordu.
O başkalarını dinler, başkasına en ufak sorununu bile anlatmaz, herkes tarafından iyi durumda olmadığı bilinse de kendisine durumu sorulduğunda hep iyi olduğunu söyler,üstüne üstlük kendisinin inandığı veya öyle göstermeye çalıştığı şeyleri saklaması ve başkalarına yansıtmamasıyla hayatı idame konusunda da çevresindekilere ayrı bir ders verirdi.
Sanki sorunlar ve dertler de onun bu yönünü iyi bildiği için, ya da “ne olursan ol, gel” felsefesinin verdiği davetkarlık onu zorlu bir rakip kılıyordu. Şeytan bu! Sevmişti onu bir kez , yalnız bırakır mıydı hiç!
Sorun yaşamak istemeyen, beladan uzak durmak isteyenin aslında ondan uzak durması, ya da onun yaptıklarının tersini yapması yeterliymiş gibi düşünülse de, müsibetler sanki üzerinde bir çekim varmış gibi sadece onu bulur, etrafındakilere bir zarar vermezdi.
Yol kenarında yürürken bir binanın balkonundan saksı düşse arayıp onun kafasını bulur, arabasını yıkatsa beş dakika sonra yağmur yağar, başkası normal, sıradan bir saatle denize girse birşey olmaz ama onun su geçirmez saati ellerini yıkarken suyla temas etmese bile su alırdı. Başkası için yaptığı bir iş başarıyla sonuçlanırken aynı şeyi kendisi için yapsa bir trajedi ile sonuçlanırdı. Ve belki de bir çocuğa maşallah dese bir hafta yaşamazdı!...
Çok iyi olduğundan mı yoksa insanlara çok güvendiğinden mi bilinmez doğal aksiliklerin yanı sıra insanlardan da çok darbe yedi. İyilik yaptı kötülük buldu; ama yine hoşgörü, yine anlayış.
Bir insan bu kadar hoşgörülü ve iyi niyetli, en önemlisi bu kadar sabırlı olabilir miydi diye düşünürken başına gelen son olaylardaki sükuneti ve metaneti artık insanı çileden çıkartıyordu. Üstüne üstlük o kadar sorunun içinde daha önceleri defalarca kazık yemiş olmasına rağmen insanlara güvenini kaybetmemesi acaba başka bir gezegenden mi geldi yoksa başka bir hal mi var üzerinde diye sorduruyordu insana ister istemez.
Normal, sıradan bir insanı bunalıma sürükleyebilecek düzeyde ekonomik zorluk içinde olacaksın ve hiçbir şey yokmuş gibi davranacak, hiçbir zaman duygu sömürüsü yapmayıp kişiliğinden ve karakterinden ödün vermeyeceksin. Bir tanesi bile insanı yıkmaya yetecek olan sorunları yanından hiç ayırmayıp sanki başkalarına zarar vermesin diye şeytanı yanında gezdirip, oyalayacaksın. Tüm bu oyunun finalini de şeytanını gezdirmek için kullandığın arabanı hiç yoktan, gerçekleşmesi imkansız gibi görünen bir şekilde başka bir arabaya vurup şeytanınla yaya kalacaksın.
Şeytan bu ya, alışmış yalnız bırakır mı seni. Duymuş ki ün salmışsın etrafa. Arabasını kaza mahallinden çektiremeyecek kadar darboğazda iken bile hemen etrafta dolaşan birinin lafı ile bir oto tamircisine güvenip arabanı teslim edeceksin! “Adam kim, tanıyor musun?” “Hayır” “Peki kim tavsiye etti, yeri nerede, bir telefon numarası?” “Bilmem, Mehmet diye biri! Girne’deymiş yeri!”
Arabanı teslim ettiğin yetmiyormuş gibi tamirat ücretini bulup buluşturup peşin olarak ödeyeceksin ve üstüne üstlük ekonomik kriz patlak verince de Mehmet’den bir talep olmamasına rağmen döviz kurundaki farkı ayrıca ödeyeceksin. Sen kimsin? Tövbeler olsun Peygamber misin de bizim haberimiz yok! Yoksa bu nadide özelliklerinden dolayı hem kendine daha fazla zarar vermeyesin hem de daha sonraki nesillerin de bu varlığı görmesini sağlamak için koruma altına mı alınman gerekir! Ya da en iyi yol teknolojinin nimetlerinden faydalanıp kopyalamak mı seni?
Düşünmesi bile ne kadar büyük bir ferahlık veriyor insana. Birkaç milyon kopyalanmış olsa ondan hiç aç Mehmet kalır mıydı toplumda? Hatta bırakın açlığı refah seviyesi yükselirdi. Belki de tam tersine bir felaket olurdu toplum için; ama onun şeytanı ile yaptığı anlaşması göz önünde bulundurulursa tehlikenin o kadar büyük boyutlarda olmadığı rahatlıkla anlaşılabilirdi.
Ama herşey nafile. Nadide orkide çiçeği yalnız belli yerlerde yetişir, tarihe damgasını vuran liderler belki yüz yılda bir gelir ve insanın hayatı boyunca arzu edip hayalini kurduğu, gerçekleşmesini istediği düşlerinin ya hiçbiri ya da çok azı gerçekleşirse onun gibilerin de fazlaca bulunması ya da kopyalansa bile aslı gibi olmayacağı da bir gerçekti. Çünkü o bir gerçekti ve gerçekten de öyleydi. Olmak istediği ya da olmayı hak ettiği gibi değildi. Mehmet diye birisinin olması gerektiğine dair bir tereddüt bile geçimedi aklından.
Ona göre herşey gerçek, söylenen herşey doğruydu. Aynı Mehmet diye birinin olmadığı gerçeği gibi..
Haydar
Haydar iki arkadaşı ile birlikte köyünden çıkıp büyük şehire gelmiş, belki de diğerleriyle aynı veya benzer sebeplerle ortak bir kaderi paylaşan bir gurbet yolcusuydu. O başlık parası illeti olmasa köyünde yüz yıl da kalsa parayla pek bir işi olmayacak ve toprağıyla, hayvanıyla uğraşıp saf ve temiz dünyasında kalacak, belki de yavuklusundan ayrı düşmek zorunda kalmayacaktı.
Ortak yönleri, şehre geliş sebepleri ne olursa olsun kader onları aynı yerde buluşturuyordu. Ucuz emek...Ve sonuç; bir inşaatta amelelik. Başka ne olabilirdi ki?
Sabahın köründe kalkıp bir sigara molası bile vermeden öğlen yemeğine kadar durmadan çalışacak ve acele ile yemeğin üstüne yaktığı sigarasını daha bitiremeden ustabaşının gür sesi ile şartlanmış bir hayvan gibi işinin başına dönecek.
Akşam paydosundan sonra da öğlen yemeğinin aynısını yer, sonra da kapı ve penceresi naylon ile kapatılmış odalarında boş çimento torbalarını üstüste koyarak yaptıkları yataklarına kıvrılıp yatar ve o yorgunluğun ardına sanki kuş tüyü yatakta yatarmışcasına derin bir uyku çeker ve hatta hayallerini rüyalarında gerçekleştirirlerdi.
Sabah aç karnına yakılan ilk sigarayı bile bitiremeden, kendilerini yarı uyku yarı gerçek inşaata atarlardı. Bırakın birşeyler yemeyi, sıcak bir çay içmeyi, uyanmaya bile fırsat bulamaz, ancak sırtlarındaki ağırlığın baskısı ve yorgunluktan yanan adeleleri onları uyandırır, gerçeğin acı şamarı gibi vururdu suratlarına.
Yemek molasını açlık değil de daha çok biraz nefeslenip, dinlenmek için dört gözle bekler ve ancak o mola sırasında karşılıklı bir çift laf edebilir, hayallerini paylaşarak biraz olsun umut tazeler ve işbaşı yaptıklarında kendilerini biraz da olsa güçlü hissederlerdi.
Yine öyle bir yemek molası ve iki adet gazete sayfası genişce yere serilmiş ve üzerine koydukları ekmek, biraz zeytin ile soyulmadan parçalanmış birkaç salatalık ve domates, sanki yarışır gibi ya da acele etmezlerse birileri yemeklerini önlerinden alacakmışcasına, uğraşırlarken Haydar’ın gözü gazete üzerindeki bir yazıya takıldı. Önlerindekileri bitirme mücadelesi kızıştıkça ve nevale iyiden iyiye azaldıkça yazıyı daha net görebiliyor ve büyük puntolarla yazılmış yazıyı zor da olsa daha iyi okuyabiliyordu. “Türkiye’ye geleli bir hafta oldu ama Alman Helga hala bir erkek arkadaş bulamadı!” Yazının biraz altında daha küçük puntolarla yazılı kısmı gözleri fıldır fıldır okumaya çalıştı Haydar. Burası daha bir ilginç gelmişti ona; “Türk erkekleri çok güçlü ama herşeyi gözleriyle hallediyor, hiç yaklaşmıyorlar.” Hemen yazının yanında davetkar bakışlarıyla Helga’nın bikinili resmini de gören Haydar kendisini tutamıyarak, içinden “Ulan biz başlık diye uğraşırken bunlar beleş be!” diyerek ihtiras dolu bir bakışla tekrar gazeteye çevirdi gözünü. Şöyle güzelce süzemeden dilberi bir daha ustabaşının gür sesi aldı Haydar’ı fantezilerinden.
Kolay değil, hayatında ilk elini tuttuğu, alnına masumca bir öpücük kondurduğu karşı cins sadece eşi olurdu; ister imam nikahlı ister resmi nikahlı olsun, ve onu da gerdekten önce göremez ve dokunamazdı. Ne çıkarsa bahtına misali...
Hani eli işte gözü oynaşta derler ya Haydar’ın aklı Helga’da kalmıştı. Hayallerini onun üzerine yoğunlaştırabilmek için bir an önce akşam olmasını bekliyordu. O resim ve sözler bir türlü gözünün önünden gitmiyordu.
Aslında hayalleri çok da uzağında sayılmazdı. İnşaata ilk geldiklerinde deniz kenarında çok görmüştü onlardan; ama utandığı için dönüp bakamamıştı bile. Kimbilir bakmadığı için onun hakkında da neler düşünmüşlerdir. Belki de tam onların istediği gibiydi Haydar; güçlü kuvvetli, bakmasını bile bilmez!...
Günlerce, gece gündüz çıkmadı Haydar’ın aklından o sözler ve gitmedi gözünün önünden o davetkar bakışlar. Acaba hala yalnız mıydı Helga? Bulamamış mıydı bir arkadaş? O arkadaş Haydar olamaz mıydı acaba! Ama bilmezdi Haydar onun dilini. Bırakın yabancı dili kendi dilini bile düzgünce konuşamazdı zaten.
Bir haller olmuştu Haydar’a. Arkadaşlarıyla konuşmuyor, yemek molalarında pek iştahla saldırmıyordu zeytin ekmeğe. Katılmıyordu arkadaşlarının köy sohbetlerine, hatta adını bile anmıyordu dilinden düşürmediği Zeynep’ini. Sigarasını yalnız içiyor, sazına bile dokunmuyordu kaç gündür.
Günler sonra Haydar’ın sessizliğini bir öğlen yemeğinde yine bir gazete bozdu.Yine benzer renkli resimlerle dolu bir gazete ve üzerinde benzer resimler ve yazılar vardı. Merakla yemek kırıntılarını kenara çekip yazıları okuyup resmi görmeye çalıştı. Gördükleri karşısında şok olmuş arkadaşlarının ısrarı bile onu konuşturamamıştı. Arkadaşları merakla birbirine bakarak ne olup bittiğini anlamaya çalışıyorlardı. Ortadaki gazeteden başka bir sebep yoktu. Şoka girmeden önce en son gözlerini gazetedeki resme dikmişti Haydar. Gazetede de her zamankine benzer şeyler vardı; “Alman kızı Helga bir restoranda tanıştığı garson Murat’a sırılsıklam aşık oldu”, ve yazının hemen yanında Helga ve Murat’ın samimi bir fotoğrafı!...
Arkadaşlarının ısrarlarına rağmen konuşmayan Haydar bir sigara daha yakarak aşağıya, denize doğru dalgın ve düşünceli bir şekilde yürüdü ve uzaklaştı...
O günden sonra Haydar’dan bir haber alınamadı. Geriye sadece boş çimento torbalarından yapılmış yataklarının başucunda üzerinde zeytin yağı ve domates lekeleri bulunan buruşuk ve eski bir gazete kaldı.
Nerelerdesin be Haydar? Niye gettin? Şunun şurasında başlık parasının tamamlanmasına ne kalmıştı sanki!..
Dostları ilə paylaş: |