Bir Çocuk
Bir çocuktu kasabadan çok uzaklardaki bir dağ köyünde. Hani o bildiğiniz elekriği olmayan, suyu sadece köy meydanındaki çeşmeden alınan. Kış geldiğinde aylarca bırakın kasabaya ulaşmayı evin dışına bile çıkmanın mümkün olmadığı, yufka ekmeği arasına biraz küflü çökeleğin katık edildiği, baharda çiçeklerin açtığı ve üzerlerine kekik kokusu sinmiş insanların yaşadığı o köylerden.
Hep o gitti ihtiyaçlarına; okula kilometrelerce uzağa, kar demeden kış demeden. Suya köy meydanına. Kışlık erzak için kavurucu yaz sıcağında boyundan büyük buğday tarlalarına. Koca bir sürüyü büyük bir adam gibi dağlara, bayırlara....
Yatağını paylaştı kardeşleriyle, yufka ekmeğini böldü, işi paylaştı, aşı paylaştı.
Bayramlığı hep aynıydı; kar beyazı ipek bir poşi. Bayramlarda dolardı anası boynuna. Ev ev gezerdi akranlarıyla bayramlık bahşişi için. Kuru dut ya da kurutulmuş kayısı ya da bir parça pestil...
Yüzmeyi kazayla düştüğü derede öğrendi içgüdüleriyle; derede kurbağa misali. Bent yaptı sonra dere önüne. Dayak yedi dedesinden suyun önünü kesti diye.
Oyun yasaktı. Ağaca çıktı oyun niyetine. Dedesinin sesini duyunca korktu düştü ağaçtan. Kırdı kolunu. Düzeltmeye çalıştı yamuldu diye. Acıyı hissetmedi sıcağı sıcağına. Kendisine ait değildi bedeni. Ödünçtü sanki. Korktu zarar verdi diye. İş göremezse ileride!...
Fazlasını bilmediği, görmediği için hep tatminkardı, “şükür” dedi öyle gördüğü öyle alıştığı için. İstemesini bilmezdi zaten. Gerekirse eğer bir şey, verilirdi kendisine.
Çocuk büyüdü ve evleneceksin bu kızla dediler. Evlendi tereddütsüz. Adettendi, karşı gelemezdi kızı daha önce hiç görmemiş olsa, erkekliğini hissetmese de! Baba oldu torun verdi atasına.
Sormadı hiç kimse hatırını hayatı boyunca, gelmedi kimse dert dinlemeye. Varlığı unutuldu derken dağ başında, tanımadığı bilmediği bir yerden birileri geldi. Borcu olduğu çıktı ortaya. Hatırlanmıştı borç için bile olsa.
Çıktı kapalı dünyasından, gitti uzaklara.
Seve seve!...
Aşk
O kadar çok sevmişlerdi ki birbirlerini, hiç ayrılma-yacak, kader birliği edecek ve birbirlerini hiç üzme-yeceklerdi. Aynı işyerinde çalışmaları zaten dakikaların hatta saniyelerin bile onları ayıramayacağı bir imkan tanımıştı, bu ilişkiyi gizli tutmaya ve kimseye belli etmmemeye dair karar almışlardı ama bu aşktı, siz saklasanız da gözlerinizdeki parıltılar, biraraya geldiğinizde ortaya saçtığınız o aşk ateşi çevredekileri bile bazen gıpta bazen kıskançlık ile etkilemeye yetiyordu. Zaman geçtikçe bu alev her ikisini de iyice yakıp kavuruyor, artık sadece geceleri ayrı kalmak bile onlara zor geliyordu.
Yeryüzünde böyle bir aşk ne yaşanmış ne duyulmuştu. Nefes alıp vermeleri, yemeleri içmeleri ve yatıp kalkmaları; kısacası tüm hayatları bu aşkın vazgeçilmez büyüsü etrafında , onun kontrolünde gerçekleşiyordu.
O kadar kenetlenmiş ve bağlanmışlardı ki birbirlerine içgüdüsel bir istekle hiç tereddütsüz teslim etmişlerdi kendilerini birbirlerine. Bir aşkın getireceği her duyguyu, her zevki kısa zaman içinde yaşamışlardı.
Aslında daha dün gibiydi o bakışların değişimi; ürkek ürkek kıpkırmızı yanaklar ve sigarasını yakarken titreyen eller. Elini bile tutmanın dünyanın en büyük mutluluğu olacağını düşünürken artık bedenleriyle bile birlikte olmuşlar ve aşkın sunabileceği tüm meyvaları doyasıya yiyorlardı.
Nereden çıkmıştı o ayrılık? Ne kadar da güzel gidiyordu herşey! Olsun, ne çıkardı ki biraz ayrı kalmaktan? Zaten filmlerde de öyle olmuyor muydu? Biraz ayrılıktan ne zarar gelirdi?
Ama bu ayrılık bir başkaydı, benzemiyordu filmlerdekine! Bırakın beraber olmayı artık birbirlerinin sesini bile duyamaz olmuşlardı. Aslında bir sorun da yoktu; el ele tutuşup sinemaya gitmişler, aşkın meyvasını birlikte yemişlerdi.
Hiç yaşanmamış mıydı o aşk, yoksa yaşadıkları aşk değil miydi? O zaman aşk neydi?
Bir Genç; adı Mahmut yaşı yetmiş üç!
Gömleği “Van Houssen” ayakkabıları “Bally”, sigara içmezdi ama ara sıra bir tane yakmak isterse de purosu “Havana” olmalıydı. Daha önceki yıllarda öğrenciliği sırasında göstermiş olduğu üstün performans ve başarılı bir öğretmen olarak yetiştirdiği ve bugün herbiri önemli mevkilerde bulunan öğrencileri ve İngiltere’ye gittiği o ilk yıllarda çekmiş olduğu zorluklara rağmen çalışkanlığı ve girişimciliği ile bir sermayesi olmaksızın mütevazı da görünse emeği ile geldiği bu yeri çoktan haketmişti.
Çok iş kurdu, kazandı, kaybetti. En zor durumlarda bile hep bir çıkış yolu buldu. Belki yaşadıklarını bir başkası yaşamış olsaydı karşılaştığı olumsuzluklar o sıradan insanı hayatından bezdirebilirdi.
Hayatı boyonca özgürlüğün ve hürriyetin bir sevdalısı olarak girip çıkmadığı cemiyet, yardımcı olmadığı insan kalmadı. Çoğu zaman riyakarlık gördü iyilikleri karşısında. Ama o yaptıklarını karşılık görmek için yapmadığı için hep hoşgörülü oldu. Vatana hizmetin sadece vatan topraklarında verilemeyeceğini, dünyanın neresinde olursan ol gönüllü bir vatan evladı gibi çalışarak çok daha etkili olunabileceğini söyleyerek insanlara haklılığını gösterebileceği halde mütevazı kişiliği buna her zaman engel oldu. O lafla, gösterişle değil gönlünde hissettiklerini yaptı.
Yapmış oldukları ve başarılarına rağmen hep mütevazı olmak en belirgin özelliğiydi. Kaliteli yaşayıp hep kaliteyi tercih ederken ailesinin geleceğini hiçbir zaman ihmal etmedi. En ince detayına kadar geleceğini planladı ve çocuklarını en iyi bir şekilde yetiştirdi. Ama yine mütevazı, yine yardımsever yine çalışkan.
Belki de elde ettikleriyle ömrünün sonuna kadar rahat bir yaşam sürebilir ama o bir bordrolu; yaş haddini doldurmuş olmasına rağmen bir unutkanlık ya da bir umursamazlıktan dolayı emeklilik hakkı bile bulunmadığı halde sanki ömrünün ilkbaharında; bir delikanlıdan daha delikanlı, zihni yeni öğrenmeye başlamış bir çocuk gibi açık, neşesi neşe verir, anıları bir ders, varlığı çevresindekilere bir kazanç.
O bir genç; fikirleriyle, ruhuyla ve beyniyle genç. Cep telefonu olmayan bir genç!..
Merak!...
Sabah kaltığımda ilk iş olarak her vatandaş gibi ben de bazı doğal ihtiyaçlarımı karşılamak için tuvalete giderim ki vatandaşlık görevimi daha iyi yapabileyim. Sanki çok önemli bir iş mi bu diyecek olur insan; ama gerçekten insanın güne en iyi konsantre olduğu yer burasıdır. Belki de günün en önemli dakikaları da burada harcanır. Hatta
bazen dakikalar saat olabilir.
Hani insanın aklına en iyi fikirler burada gelir derler ya gerçekten de doğrudur! İnsanın büyük bir görevi yerine getirmenin rahatlığıyla başbaşa kaldığı başka bir mekan ya da an var mıdır? Görev büyük ya da küçük olsun, acele ya da zamana yayarak gazete eşliğinde olsun önemli bir misyondur bu!
Belki de bir tabudur ama en zevk aldığımız şey nedir diye sorulsa bir çoğumuz ya kaçamak cevap verir ya da kendimizi zorlayarak gerçeği söylemekten kaçınırız. Sanki yaptığımız iş çok ayıpmış gibi gelir bize. Aslında bu fiziksel ihtiyaç aklımıza gelebilecek herkesin gerçekleştirdiği bir şeydir. Herkes yapar bunu; ama sanki bazı insanları orasıyla bağdaştıramayız. Onları neredeyse tuvalete bile sokmayız. Nereden biliyoruz onların da normal insanlar gibi sıradan ihtiyaçları olmadığını. Nasıl inkar edebiliriz ki onların da bu tür ihtiyaçlarını gidermek için günün muayyen vakitlerinde (belki farklı zamanlarda ve farklı mekanlarda olabilir) bu müstesna bölgeyi ziyaret ettiklerini! Çatlatacak mıyız bu muhteremleri...
Hatta en parlak fikirler onlardan çıktığı ve hatta toplumda önde gelen insanlar oldukları için bu insanların helaya normal insanlardan daha sık ziyaret etmeleri gerektiği sonucuna varamaz mıyız? Ya da daha sık ziyaret etmeseler bile ziyaretlerinin süresi mutlaka daha uzun oluyordur. Yoksa nasıl çıkarabilirlerdi yedikleri o kadar haltı!
Şimdi iş iyice sarpa sarmaya başladı. Gerçekten bu muhterem insanlar helada daha iyi düşünüp iyi fikirler ürettikleri için mi orada daha uzun kalıyorlar (memleket ve vatandaşa hizmet adına) yoksa orada daha fazla vakit geçirmeleri bir zorunluluk olduğu için mi uzun kalıyorlar? Belki de onları orada düşünemeyen tabu doğru da onlar oralara hiç gitmiyorlar. Hayır bu imkansız. Eğer onlar da bizim gibi etten kemikten yapılmışlarsa ve biz faniler gibi yaşamak için yeyip içiyorlarsa kesinlikle gidiyorlardır.
Ben gittiklerinden eminim de oradaki durumlarını, işlerini görürken hallerini çok merak ediyorum. Muhakkak oturuyorlardır ya da çömeliyorlardır büyük abdestleri için. Cinsiyete göre ayakta görenleri var ihtiyaçlarının küçüğünü. Sıradan, olağan işlemlerdir aslında bunlar. İhtiyaç öyle ya da böyle görülür. Daha sonra genel bir temizlik ve son olarak sifonun çekilişi...
Ondan sonraki durum yine genelde normal insanlarınkiyle büyük bir benzerlik içindedir. Biraz önce oradan kimin çıktığını bilmesek bir umumi tuvaletteki varsayımlarımızdan öte gidemezdik. En fazla daha önceki deneyimlerimizden faydalanarak; ulan bu adam ya da kadın kesinlikle Konyalı, Kıbrıslı muhtemelen de Çatozlu olmalı (daha önce bir defasında aynı örnekten oralarda
görmüştü ya!) der bir genelleme yaparız. Önyargılı.
Araştırmacı bir toplumuz ya! Aslında milletin bokunu incelediğimiz kadar başka konuları incelemiş olsaydık böyle boktan bir durumun içinde olmazdık ya! Hadi neyse kimsenin açmak istemediği ve itici bulduğu bir konuyu zar zor açmışken burnumuzu iyice içine sokmadan konumuza dönelim..
Nerede kalmıştık? Ha, bizim muhterem zatlardan bahsediyorduk. Sakın ola “ne işin var milletin abdestiyle?” demeyin. Merak işte. Herkes bir şeyi merak eder. Ben de bugün bunu merak ettim. Hem ben öyle ileri de gitmedim. Başka ihtiyaçlarını nasıl gördüklerini merak ettiğimi de söylemedim... Muhakkak ıkınıp sıkınıyorlardır. Hatta bazı durumlarda sıkıntıyla gelen bir sertliğin verdiği zorlama sonucu kış gününde boncuk boncuk terliyorlardır. Hatta bazıları (aslında çoğunluğu demeli) var ki fazla kilolarından dolayı o kadar zorlanıyorlardır ki belki de içerdekinin sezeryanla alınması herkes için daha hayırlı olurdu. Ameliyata gerek duyulmadan tamamlanmış bu tür operasyonlardan sonra herhalde sifonun defalarca çekilmesi de pek fayda sağlamaz. Bu durumda mantık parçalamanın en iyi yol olduğunu salık verir.
Ne kızıyorsunuz canım! Büyük pop starlarımız, aktörlerimiz, sanatçılarımız ve en önemlisi bu haltı en iyi becerenlerin onlar olduğuna inandığım sayın (!) politika-cılarımız bu işi yapmıyorlar mı? Eğer yapmıyorlarsa ben de o yapmadıklarından olayım!
Aslında onlar daha neler yapıyorlardır neler. Ne hınzırlıklar düşünüyorlar ve onları gerçekleştirmek için neler yapıyorlardır! Öyle merak ediyorum ki, acaba canları çektiğinde......!! Kızmayın hemen! Benim canım bazen çekiyor da!!
Sadece bir fantezi
Neden bağırıyorsun be arkadaş? Yanındaki adama sesini duyurmak için fısıldayarak bile konuşman yeterli değil mi? Kavga mı ediyorsun yoksa sohbet mi? Hem o ikide bir kullandığın sözcükler de ne oluyor? İnsan arkadaşı için böyle sıfatlar kullanır mı hiç! Gerçekten arkadaşını bir uzvuna benzettiğin için mi yoksa ağzından düşüremeyecek kadar sevdiğin bir şey olduğu için mi sesleniyorsun ona bu sıfatla! Hem sonra arkadaşına vücudunun bir uzvu olarak seslendiğin yetmiyormuş gibi bir de hayvan diye hitabediyorsun. Gerçekten “hayvan” mı demek istiyorsun ona yoksa hayvanları çok sevdiğinden mi ona da hayvan muamelesi yapıyorsun?
Şimdi herşeyi karıştırmaya başladım. Hayvan olan hanginiz? Yok, hayır! Hayvanları seven hanginizdi? Hayır hayır adı “hayvan” olan hanginiz...Amannn bana ne kardeşim ne olursanız olun. Çıkamayacağım ben bu işin içinden.
Bana ne de diyemiyorum aslında. Bir yerde bir şekilde ilgilendiriyor beni bu durum. Duyuyorum etrafta olup bitenleri. Kulaklarım tıkalı da gezemem ya! Allah korusun bir kaza gelir başıma. Hem kulaklarımı kapasam bile gözlerim görüyor o acaip hareketlerinizi. Ormanı yanmış da doğal ortamından uzak kalmışlığın psikolojik bozukluğu içindesiniz sanki.
Aman canım gençtir bunlar. O kadar da olacak. Biraz da düşüncesizlik. Delikanlı bunlar. Biz gençliğimizde hiç mi yapmadık böyle şeyler. Benim gençliğimde de vardı bunlar! Yok canım böyle değildi zannedersem. Kendi aramızda kaba sözler sarfederdik. Hatta fiziksel şakalar da yapardık. Hatta birbirimizin sırtına da binerdik. Hatta hatta uzun eşşek oynardık. Ama yok canım bu kadar da değildi! En azından etrafta birileri olduğunda kendimize çeki düzen verirdik. Sözlerimizi bir süre dinlenmeye alırdık. En azından arkadaşımıza “hayvan” diye hitabedeceksek bile hayvan sevgimizi çok nadir dile getirirdik!
Şimdi gençlerin eski nesilleri hatta bir önceki nesli neden anlamadıklarını daha iyi anlıyorum. Ben gençliğin ne demek olduğunu biliyorum; çünkü bir zamanlar ben de gençtim. Yaşadım o günleri. Oysa bu gençler hiç yaşlı olmadılar ki! Nereden anlasınlar yaşlılığın ne demek olduğunu. O zaman neden yadırgıyorum bu gençlerin hareketlerini?
Kardeşim yadırganmıyacak gibi mi! Merak ediyorum bu delikanlılar evde annelerinin ya da kızkardeşlerinin yanında da arkadaşlarıyla ya da ne bileyim çevresinde her kim varsa onlara da uzuvlarının ismiyle ve hayvan diye mi hitabediyorlar. İnanmak bile istemiyorum ama belki de babasına ve annesine de aynı sıfatları kullanıyorlardır...
Aslında orasına ben pek karışamam. O onların seçimidir. Aile içi mesele hani!...Ama eğer o sıfatlar, o bağırmalar çağırmalar; böğürmelerle ağızlarında geveledikleri o sözler benim kulaklarıma ulaştığı zaman tüylerim diken diken oluyor. Askerlik de adam eder mi acaba bunları. Yazık; babaları dedeleri o kadar zaman boşuna mı mücahitlik yaptılar dağlarda. Tamam onların daha rahat bir hayat yaşaması için. Onların özgürlüğü ve güvenliği için hayatlarını koydular ortaya. Şehit oldular...
Bazen onlara askerlikten daha zor şartlarda bir eğitim sunmak geliyor içimden. Belki size sadistçe gelecek ama “bir musibet bin nasihatten iyidir” sözünden hareketle onlara daha sert bir eğitim deneyimi yaşatmayı da düşünmüyor değilim hani. Taş ocakları olabilir mesela. Sabahın köründe kalk. Kuru ekmek ve biraz su. Öğlene kadar çalışma ve öğlen tatsız tuzsuz bir yemek. Çok kısa bir moladan sonra tekrar işbaşı. Akşama kadar yorgun düşen bedenlerinin ağırlığıyla kapanmaya yüz tutan gözlerini açık tutmak için akşam temizliği. Hatta geç vakitlere kadar ayakta tutarak iyice yormak. Saat 12 gibi gitsin yatsınlar.
Bu eğitim günlerce ve hatta haftalarca devam etsin. Belli bir süre dayanıklı olan ve gerekli dersi alanlar yani ağlayıp sızlamayanlar normal hayatlarına dönsünler. Sızlananlar ise her ağlayışında programa baştan başlasınlar.
Ne kadar sadistçe değil mi? Belki de bir akıl hastasıyım ben. Hatta çok iyi bir manyağım.
Peki bu çocuklar o yaşa kadar aldıkları eğitim ile ancak bu kadar eğitilmiş oluyorsa ve bu eğitimle ailenin katkısıyla bile bu kadar yol alabiliyorlarsa eğitim sistemi de o kadar eleştirildiğine göre ve bu çocuklar hergün sadistçe etrafındaki insanların ruhlarına tecavüz ediyorsa ve yine gençlik masumiyeti altına gizleniyorsa ve hatta gencecik arkadaşlarını o genç yaşta jinekologla tanıştırabiliyorlarsa benim de kafamda bu kadarcık fantezi kurmamda bir sakınca olmadığı kanısındayım.
Aslında biraz geriye dönecek olursak bu gençlerin babaları ve dedeleri onlara daha iyi bir hayat sunabilmek için esaret altında yaşadıkları o uzun yıllar boyunca benim fantazimdekinden çok farklı şartlarda yaşamamışlardı. Onlar gençler için katlandılar o işkencelere. Biz ise bir eğitim fantazisi kurduk sadece. Sadece kendileri için. Başkası için de değil.
Kendim için birşey istiyorsam namerdim!...
İnsanlık hali
Kendisini ruhunun derinliklerine öylesine bırakmış ki iş artık sadece bir dalıp gitmeyi de aşmış. Sıradan bir adaptasyon sorunu gibi başlayıp psikolojik derinliklere kadar dalıp vurgun yeme tehlikesiyle karşı karşıya kalmış. İş gelip varoluşunun sebebi ya da sebepsizliğini sorgula-maya kadar dayanmış.
İnsanlar neden yürüyorlar, neden konuşuyorlar, neden gülüyorlar ve hatta neden varlar gibi uç noktalara kadar ulaşmış bu sorgulama.
Aslında sıradan bir düşünce, bir merakla başlamış bizim delikanlının sorunu. “Yalnız” hissetme duygusu onu kalabalık ortamlarda ve hatta aynı evde beraber kaldığı arkadaşlarıyla beraberken bile yalnız bırakmamış.
Tamam biraz içine kapanıktır. Geldiği coğrafya ve yetiştiği çevrenin bir gereği pek ön plana çıkmaz. Saygılıdır. Sorulmadan cevap vermez. Daha önceleri de düşünmüştür mutlaka ama saygı gereği çok ileri gitmemiştir düşüncelerinde. Hatta düşünceleri hiçbir zaman fikir olgunluğuna erişmemiştir. Söyleneni yapmıştır büyük bir ihtimalle. Saygı, gelenek görenekler...
Okumak üzere başka bir coğrafyaya göç ettiğinde kafasında yıllarca dizginlenmiş düşünceleri meydanı boş bulunca harekete geçmeye başlamış olmalı. Özgürlüğüyle birlikte. Kendi başına kaldıkça, kendi kendine daha rahat düşünüp kendi kararlarını kendi vermesi gerekirken farkında olmadan kendisini bir hapishane koğuşundan hücreye taşımaya başladı. Etrafta olup bitenlere bir anlam veremedi.
Aslında Kıbrıs dil ve kültür olarak geldiği yerle çok fazla farklılık göstermiyordu. Zaten o kültürü temsil edenler de bolca mevcuttu etrafında. Zaman onları bir araya da getirmişti. İki hemşerisiyle beraber aynı evde kalıyordu. Hele bir tanesi ona bir uzmandan daha iyi derecede telkinlerde bulunup yalnızlığıyla başbaşa bırakmıyordu. Zaten kendisini şeytanı oyalamakla görevlendirmiş olan bu arkadaş, ağabey ister istemez yardım kapılarını sonuna kadar açık bırakmıştı.Görev gereği! Belki de yaradılış demek daha doğru olur...
Herkese olduğu gibi bana karşı da oldukça hatta haddinden fazla saygılı. Bazen rahatsız edecek derecede saygılı. Belki bunda onunla aynı coğrafyadan gelmiş olmamın da etkileri var. Bir hayranlık duyduğu her halinden belli. Beni gördüğünde ezilip büzülüyor. Üzerinde ceket ve benzeri birşey yoksa bile elleri gayri ihtiyari karnına gidiyor ve önünü kapatmaya çalışıyor sanki. Bu arada vücudu gergin ve öne doğru eğilmiş bir vaziyette. Yüzü kızarmış, koyu kırmızı bir renk almış esmer teninde. Gözleri dışarı fırlayacakmış gibi heyecandan. Ziyaret sebebi belki de açılmak, dertlenmek. Sorununu anlatmak istiyor belki. Engel oluyor ona tabular. Açılamıyor. Anlatamıyor belki ayıp bellediğinden. Eziliyor karşımda. Belki de en hoşuma gitmeyen hal de bu. Bir insanın kim olursa olsun karşımda ezilmesinden nefret ederim. Bulunduğum konum ve statüm ne olursa olsun karşımdaki insanın rahat olmasını isterim. Kendimi karşısında ezilecek biri olarak görmedim hiçbir zaman. Göremem de bundan sonra. Rahat ol be çocuk!
Rahat ol be çocuk. Konuş dilediğin gibi. Hatta açıl açılabildiğin kadar. Saygı sınırlarını istesen de aşamazsın zaten. Doğal ol. Anlat bakalım...Ama ne gezer. Yüz yine kıpkırmızı. Ben konuşmasam karşımda patlamaya hazır bir bomba gibi kasılmış oturacak. Ters tepki yapmasın diye ben girmiyorum konuya. Havadan sudan konuşuyoruz bir süre. Konuya gelmesini istiyorum. Bildiğim konuya. Tahmin edebilmemin yanı sıra ev arkadaşından dinledim defalarca. Bana gelip sorununu açmak istediğini söylemiş ona; ama bir türlü cesaret edemiyor. Kapalı. Açması zor...
Aşırı derecede mantıklı ve çok akıllı aslında. Belki de sorun buradan kaynaklanıyor. Başkalarından birkaç adım ilerde. Onlardan daha önce ve daha çok düşündüğü için daha derinlere gidiyor. Paylaşmadığı için başkalarının da benzer ya da aynı sorunları olabileceğini tahmin edemiyor. Bilmiyor. İçine kapanıyor. Kafasında kuruyor. Yalnız-lığıyla konuşuyor. Sessizce. Geceyle karanlıkta. Duvarlara bakıyor. Görmek istediklerini olması gerektiği şekillerde resmediyor bir tablo gibi. İnsanlar hep birer yaratık. Hatta hayvandan farkları yok.
Çıkış noktası olarak doğru bir yaklaşım. Hayvan ile çok fazla bir farklılığımız yok. Sadece iletişim araçlarımız ve beynimizi kullanma şeklimiz farklı onlarla. Sosyal statü farklılıklarımız da tartışmaya açık bir konu. Bazı hayvan toplulukları sosyal olma bilincine birçok insan ve insan topluluğundan daha fazla sahiptir.
Esas sorun bizim delikanlının herkesi birer hayvan olarak hayal edip kendisini neredeyse onların arasına koymuş olmasında. Kelimeler pek kullanılmıyor onun dilinde. Hep saygı. İki büklüm. Elleri karnında buluşmuş. Vücut eğik ve ezik. Gergin. Sessiz. Esmer yüzünde koyu kırmızı bir renk. Gözler sanki birşeyler anlatmak istiyor da izin verilmiyor, engelleniyormuş gibi zorlayarak yuvala-rından dışarı fırlayıp özgürlüğüne kavuşmak istiyor. Bir çıkabilseler hücrelerinden kim bilir neler anlatacaklar!
Aslında neler anlatmıyorlar ki!...
Korsan
Bundan daha birkaç ay öncesine kadar bir köpeğe bırakın dokunmayı yanına yaklaşabileceğim bile gelmezdi aklıma. Diğer tüm konularda olduğu gibi bizim tek evlat ufaklığın ısrarlarına dayanamayarak eve bir köpek alınmasını kabul ettim. Kabul etmeye ettim de zaten evhamlı ve huysuz biri olarak sanki kafama takacak başka birşey yokmuş gibi şimdi de eve alınacak bu yaratığın sorumluluğu ve getireceği problemler için için beynimi kemirmeye başladı daha eve girmeden.
İş sadece bir hayvan beslemek, barındırmakla bitmiyor. Önce uygun hayvan bulunacak. Küçük olması da şart. Eğiteceğiz ya...Hadi uygun hayvanı bulduk. Büyüyünce nasıl bir boyut kazanacak? Aşıları, bakımı,...
Hadi bunların hepsine eyvallah. Bir de kaçınılmaz son; köpekler öyle uzun ömürlü değildir. Allah gecinden versin. İyi bir bakımla bile taş çatlasa 10 hadi bilemedin 15 yıl. Hani alışacağız ya hayvana, düşünmesi bile zor. Hadi canım altı üstü bir köpek. Hergün yollarda araçların üzerinden geçtiği hayvan ölüleri görüyoruz. Üzülüyor insan; ama öyle aman aman bir şok yaşamıyorum ya da hiç yaşamadım daha önce.
Bir taraftan bu konuları düşünüp eve köpek alma fikrinin unutulmasını istiyor bir taraftan da işi şansa bırakmamak için bizim ufaklığın dikkatini başka taraflara çekmeye çalışıyorum. Bilgisayarla fazla oynamasını istemesem de en yeni oyunları almasına bile karşı çıkmıyorum. Çocuk şaşkın. Afallıyor her seferinde. Beklemediği tepkiler ve sürprizler. Uyanık da allah için. Öyle kolay kolay yutacak cinsten değil. Soru soran çocuk. Öyle basit, sıradan cevaplarla da geçiştiremezsin. Dizüstü bilgisayarı bile alsam pek öyle unutacak gibi görünmüyor köpek konusunu. “Oğlum kuş alalım. Ya da ne bileyim kaplumbağa. Hatta sana tavuk alayım. Taze yumurta yersin.” Yüzünü ekşitiyor hemen. “Hayır, ben köpek isterim...”
Biz ne kadar unutmaya ve unutturmaya çalışsak o daha fazla ısrarcı oluyor. Çocuğun sinirleri bozulmaya başladı. İş daha da ciddi boyutlar kazanmaya başlıyor bu arada. Çocuk bize karşı olan güvenini yitiriyor.
İş böyle ciddi bir hal alınca yavaş yavaş bu fikri kabullenip kafamızda olgunlaştırma yönüne gitmeye başladık. Artık ciddi ciddi köpek aramaya başladık. Sağolsun bizim öğrenci arkadaşlar da seferber oldular. Dört bir yandan uygun hayvan aranmaya başlandı. Çevreye haber salındı. Bulunan adaylardan birincisi daha bize ulaşmadan bir gece evden kaçtı. Bazılarını beğenmedik. Rengi hoşumuza gitmedi. Yüzü güzel değildi. Ev köpeği olmalı. Şöyle küçüğünden. Ne fazla tüylü ne de tüysüz. Akıllı olanından olsun, laf anlasın. Evine bağlı olandan olsun...Sanki oğlumuza kız beğeniyoruz. Çocuk daha 10 yaşında! Keşke kız baksaydık. Daha kolay olurdu herhalde. Zaten o konuda bize fikir soracağını da zannetmem!
Sabahları okula giderken ilgilendiğimiz tek konu yolda gördüğümüz sokak köpekleri olmaya başladı. Bazıları maalesef bir sahip bulamadan kısa ömürlerini bir aracın altında tamamlıyordu. Bir ara üniversite kampüsü içindeki başıboş köpeklerden birini almayı bile düşünmüştük; ama yaşları ve sağlık durumları bizi bu fikirden vazgeçirdi.
Çocuk iyice bunalıma girdi. Sabah köpek akşam köpek. “Almayacaksınız. Biliyorum beni kandırıyorsunuz. Saydım tam dört ay oldu. Bundan sonra da almayacaksınız!” “Bak oğlum....” diyecek oluyorum, dinlemiyor. Gözleri doluyor. Ağlamaya başlıyor. Hay allah! Durum oldukça vahim...
İyi haber (!) yine fikrin ortaya çıktığı yerden geldi. Bizim hanımın görev yaptığı üniversite radyosunda görev yapan öğrencilerden Hayriye (ah Hayriye ah!) aranan köpeğin Haspolat’ta olduğunu söyledi. Çocuğa bir şey de söyleyemiyoruz. Ne olur ne olmaz. Durum bir kesinleşsin önce. Hayriye’nin köylüsü Dervişe Hanım’ın evinde anası babası da aynı evden olan bir yavruyu vermek istediğini söyledi. Köpeği uzaklardan; ta Çamlıbel’den isteyenler var ama o vermek istemiyor. Çok uzakmış. Gidip göremezmiş yavruyu. Biz de Lefkoşa’da oturduğumuz için kabul etmiş. İş artık bizim gidip almamıza kalmış. Düşündük taşındık hatta bir defa daha düşündük. Kaçınılmaz son; telefon ettik ve “geliyoruz” dedik.
Ani bir kararla Hayriye’yi de alarak atladık arabaya. Çocuğu daha önceden eve bırakmıştım. Hergün arayıp ne zaman eve gideceğimizi soran çocuğu bu sefer o aramadan biz aradık ve biraz gecikeceğimizi söyledik. Biraz mızmızlandı ama şüphelenmedi. “almayacaksınız biliyorum. Beni kandırıyorsunuz!...”
Şimdi söylersek sürpriz olmayacak. Yüzündeki ifadeyi görmek istiyordum.
Arabayı bahçeli bir evin karşısında hemen yol kenarına park ettik. Bir heyecan ve meraklı gözlerle eve doğru yöneldik. Daha eve yönelmemizle birlikte köpek sesleri gelmeye başladı. Yaklaştıkça sesler arttı ve şiddetlendi. Bahçe kapısına yaklaştığımızda üç tane köpek içeri girersek ne yapacaklarını anlatmak istercesine hırlayarak dişlerini göstermeye başladı. Köpek havlamaları birbirine karışmıştı. Bir an için vazgeçip geri dönmeyi düşündüm.
Köpeklerin sesi bir anda kesildi. Hayriye’nin daha önce bahsettiği Dervişe Hanım elinde bir sopa belirdi kapıda. Köpekler sanki biraz önce havlayan onlar değilmiş gibi her biri bir köşeye çökerek dikkatli gözlerle bizi takip etmeye başladı. Bize bahsedilen köpek onlardan biri olamazdı; zira daha iki aylık bir köpekti.
Dervişe Hanım’ın nezaretinde içeri girdik. Bahçeden tam evin girişine doğru yönelmiştik ki açık kapı ile bahçe arasında kuyruğunu orak gibi yukarıya doğru kıvırmış tombul mu tombul sevimli mi sevimli bir mahlukat kafasını hafifçe yana doğru eğerek bizi inceliyordu. Aynı zamanda ürkmüştü de. Bu muhakkak bizimki olmalıydı.
Dervişe Hanım “ bobi” diye seslendi. Ufaklık pek ismini bildiğinden değil ama ona yemek veren birine karşı sadakatinden ya da korunma hissinden bacaklarının arasına sokuldu Dervişe’nin. Kadın o kadar içli dışlıydı ki köpekle kucağına alıyor öpüyor, sarılıyor ve bu arada ufaklığın beyaz tüyleri kadının tişörtüne yapışıyordu. Ben de bu arada meraklı ve alıcı gözüyle ufaklığı inceliyordum. Kartopu gibi bir şey; bembeyaz. Sadece sağ göz çevresi ve kulakları siyah. Sanki sağ gözünde bir korsan bandı var. O karartının içinde sağ gözü görünmüyor bile. Tam bir korsan...
Dervişe Hanım ona ne kadar “boby” dese de ben kararımı vermiştim; “pirate” yani Türkçesi korsan. Hani köpeklere hep yabancı isim takarlar ya. Ee bizim de bir köpeğimiz olduğuna göre kurala (!) uymalıydık. Aslında Türkçe bir ismi tercih ederdim ama “korsan” biraz kaba gelmişti bana.
Biraz sohbetten sonra “pirate” (payrıt)ın ayrılık vakti gelmişti. Ben hala cesaret edemiyordum kucağıma almaya. Yine sağolsun görev bizim hanıma düşmüştü. Son tavsiyeleri de aldıktan sonra annne ve babasının anlamlı bakışları arasında arabaya bindik. Şükür ki ufaklığın olan bitenden haberi yoktu. Hatta öyle rahattı ki Hayriye’nin evinde verdiğimiz kahve molası sırasında Hayriye’nin yatak odasına ilk kakasını yapmıştı bile.
Bizim oğlanın yüzündeki ifadeyi görmek için sabırsızlanıyordum. Hem ona bir sürpriz yapacak hem de aşağılık intikam duygumu tatmin edecektim. O dört ayın intikamı. Köpek mi istedin? Buyur...
Arabanın sesini duyan İbo kapıya çıktı. Herşey normal. Sırayla arabadan indik. Önden ben yürüyorum. Hiç konuşmuyoruz. İbo konuşamıyor. Herşeyi oluruna bıraktık. İbo adeta donmuş durumda. Hayal ettiği şey karşısında. Gerçek. Dokunabilir, hissedebilir gerçeği; ama ürkmüş. Dokunamıyor.
Korsan yeni evine daldı. Serbest bıraktık. Tanısın yuvasını. Artık yeni ismiyle sesleniyoruz. Tanısın; ama onun umurunda bile değil. İki adımda bir çişini yapıyor yerlere. Halı ya da zemin hiç önemli değil.
Tecrübeli insanları arıyoruz. Ne yapılmalı? Herkes farklı şeyler söylüyor. Bazıları ise Nazi kamplarında bile uygulanmamıştır herhalde! Ne yapalım alışacak. Biraz sabır.
Peki bu hayvan akşam ne yapacak. Daha ufak bir yavru. Alışması lazım dışarıda kalacak. İlk gece sabaha kadar ağladı. Havlamayı bilmiyor daha. Sadece tiz bir ses ile mutfak kapısının önünde kapıyı tırmalayıp ağlıyor; “viik viik!” İmkanı mı var uyumanın. Benim gibi aşırı duygusal birinin buna dayanması imkansız. Kalkıp içeri alayım diyorum hanım müsade etmiyor. Ya alışırsa?...
Tanrım o ilk iki gün ne kabustu. Uykusuz kırk sekiz saat. Evde işemediği yer kalmadı. Her yere kaka yapıyor. Kısa sürelerle uyuyor ve ufak bir gürültüde uyanıyor. Sürekli ayaklarımızın içinde. Oyun oynamak istiyor. Laf da dinlemiyor. Ne zaman öğrenecek bu mahlukat?...
Yirmi bir Nisan doğumluymuş. Yirmi bir Haziran’da ilk aşısını yaptırdık. Canı yandı. Viikk! Çok acıdık. Sevdik ilgilendik. Ödül olarak hazır mamalar, oyuncaklar. İbo abi oldu. Bizim ikinci oğlumuz. Farkında değiliz ama hergün büyüyor. Görenler öyle söylüyor.
Aile 4 kişi oldu artık. Biz ne olsa yeriz ama onu da düşünmeliyiz. Sabahları sütlü ekmek. Öğlen allah ne verdiyse. Akşamları hazır mama.
Çişlerini sil, yıka. Tüyleri temizle. Payrıt gel oğlum. Otur! Hayır yapmaaaa! Biraz önce yapmıştın çişini oğlum. Ben şimdi sana gösteririm! Hülyaaa yetiş işiyor galiba. “aman allahım! Daha yeni silmiştim.
İşim gücüm yokmuş, sanki çok rahat ve geniş bir yapım varmış gibi şimdi bir de Payrıt’ı düşünmeye başladım. İşdeyim ama aklım onda; “acaba ne yapıyor şimdi?”...
Biz işdeyken ona kaynanam bakıyor. Eve sokmuyor. “Aman annem hastalık kaparsınız. Sakın eve almayın. Dokunmayın. Yaklaşmayın!” Peki biz bu hayvanı neden aldık?
Haziran ayı da bitti. Bizim ufaklık neredeyse üç aylık oldu. Senelerdir tatil yapmıyoruz. Daha önceden planlamıştık. Bu sene kesinlikle tatil yapacağız. Hatta bu sefer kaynanamı da götüreceğiz. Hem İbo’yla da ilgilenir. Peki Payrıt ne olacak? Zaten kaynanamın gözü pek kesmemişti bu tatil işini. Bizim de biraz canımıza minnet. Yaklaşık on beş günlük bir ayrılık. Göz açıp kapayıncaya kadar geçer.
Uçak yolculuğu yaklaşık bir saat sürdü. İzmir’den Bodrum’a otobüsle dört saat! Daha havaalanında hepimiz aynı şeyi düşünmüş ama birbirimize söyleyemiyorduk. Çıkardık baklayı ağzımızdan. İbo kardeşini biz de küçük oğlumuzu daha şimdiden özlemiştik. Sabah kalkacak içeri alınmayı bekleyecek. Ama nafile. Kaynanam. Sağolsun kadıncağız bakar hayvana. Hem de bizden daha iyi bakar. Ama...
Otobüsler de görmeyeli oldukça değişmiş. Klimalı. Servis mükemmel. Görevliler kibar. Daha yola çıkar çıkmaz bir de film koydular. Nereden baksan iki saat sürer film. Oyalanırız da. Ama o da ne! Kediler ve Köpekler!...
Daha film başlar başlamaz üçümüz de birbirimize baktık. Gözlerimiz doldu. İbo çocukluğunun verdiği avantajla ağlamaya başladı. Ben ağlayamadım ama yüreğime bir taş oturdu sanki; aynı şu an hissettiğim gibi...
Tatil mi yaptık ızdırap mı çektik! “Hayvan bunalıma girmez inşallah. Acaba ne yapıyor şimdi. Yemek yemiş midir? Banyo da yapsa. Hava sıcaktır şimdi Kıbrıs’da...” Telefon edip iyi haberlerini alıyoruz. Bu arada Dervişe Hanım da ziyaretine gelmiş. Çok iyi. Yalnızlık çekmedi o zaman. Hasret de gidermiştir. Ama bizim yerimiz farklıdır onun için.
Daha ilk günden askerlerin “şafak” sayması gibi gün saymaya başladık. Tatil bitse de dönsek. Onu ilk hangimiz göreceğiz. Tartışıyoruz. Sonuçta ona biz baksak da köpek İbo’nun. O zaman ilk o görecek. Acaba tepkisi ne olacak? Bizi unutur mu acaba? İyice saçmalamaya başladık. Kabusa döndü tatil.
Doğrudan Bodrum’a gitmiştik. Planlandığı gibi on iki gün kaldık. İkinci etap üç gün İzmir. Neyse üç gün sonra Kıbrıs’dayız. Sabırsızlanıyoruz. Tek konumuz Payrıt. İnsanlara bıkkınlık geldi. Ne yapalım başka türlü geçmiyor zaman.
Bir saatlik uçak yolculuğu sanki geride kalan on beş günden daha uzun geldi bize. “KKTC Ercan Havaalanı için alçalmaya......” belki de hayatımda duyduğum en sevindirici haberdi bu. İçimden “ya bu uçak düşerse Payrıt’a ne olur, ona kim bakar?
“İyice saçmalamaya başladım!”
Sağolsun Mustafa (nesli tükenmekte olan bir insan türü; arkadaş, dost ve aynı zamanda öğrencimiz) bizi on beş gün önce yolcu ettiği havaalanında karşıladı. Yolda bir taraftan sohbet ediyor bir taraftan da evi düşünüyoruz. Mustafa gülüyor halimize.
Eve vardığımızda daha valizleri arabadan indirmeden üçümüz birden içeri daldık. Sesimizi duydu garibim. Bahçe kapısına saldırdı. Ses daha güçlü geliyordu. Sanki o küçük köpeğin sesi değildi. Büyümüştü!
Daha iki aylık bir beraberliğimiz olmuştu. İsmini bile tam olarak öğrenememişti. Hem on beş gün ayrı kalmıştık. Unutmuş olmalıydı. Ya da ne bileyim biraz naz. Sitem.
Uzun yıllar ayrı kaldığı bir dostunu ya da annesini
babasını; ailesini kucaklar gibi saldırıyordu sırayla hepimize. Sevgiyle ısırıyor yalıyor elimizi ayağımızı. Sanki hoş geldiniz diyor, çok özlediğini söylüyordu. Unutmamıştı bizi. Oyun oynamayı da. Biraz sonra sırt üstü yattı ve ayaklarını kaldırdı. Bisiklet pedalı çevirir gibi döndürüyordu ayaklarını. “ hadi bisiklet sürelim dedikçe ellerime saldırıyor ve sanki kahkahalar atıyordu. Mutluluktan. Tüyleri yenilenmişti. Yumuşak sırt tüyleri sanki sertleşmiş, kıl olmuştu. Büyümüştü. Sevgimiz de. Sevgisi de!...
Hayatımda hiç bir ayrılık ve hiçbir kavuşmada yaşamadığım duygulardı bunlar. Sanki çocuğumdu; ama farklıydı bu. Sevgiliden de!... Benim gibi adamın yapacağı şey değildi bu yaptıklarım ama ben bir hayvan aşığı olmuşum. Artık yolda başka türlü bakıyorum hayvanlara. Lanetler okuyorum yolda bir hayvan ölüsü gördüğümde. Sokaktaki köpekleri itip kakanlardan nefret ediyorum. Ne demek istediğim ya da ne hissettiğimi anlamak için kısa süreli de olsa bir hayvanla göz göze gelmeli. Bakmalı. Görmeli bir çift gözün ne anlama geldiğini...
Dostları ilə paylaş: |