Mehmet Diye Biri


Kahvaltı masasına kar yağmaz!



Yüklə 275,98 Kb.
səhifə5/6
tarix09.01.2019
ölçüsü275,98 Kb.
#94149
1   2   3   4   5   6

Kahvaltı masasına kar yağmaz!

Askerlik yapanlar o ilk günlerin zorluğunu çok iyi bilirler. Dadikalar saat gibidir. Saatler tükenmez. Geçmiş bir film şeridi gibi geçer insanın gözlerinin önünden o kısa molalarda. İçinize çektiğiniz sigara dumanının dönüşü yoktur. Hapsolur ciğerlerinize. Yüreğinize oturan taşı hafifletecek sanırsınız çektiğiniz her nefes. Yaz sıcağında tahta gibi olmuştur üzerinizdeki eğitim kıyafetleriniz. Susamış malaklar gibi saldırırsınız çeşmeye. Mideniz yayığa döner o birkaç dakikalık molada. Yorgun, bitkin bedeniniz hiç kalkamayacak gibidir. Tüm kaslarınız yanar. Yine de emanetsinizdir çöktüğünüz yerde.Ve o düdük sesi altınıza diken batmış gibi havaya zıplatır sizi. İştimaaaa!


Oradaki hayat bir başkadır. İştima ve eğitim arasında geçer. Her an ayrı bir dikkat ve disiplin ister. Hata kaldırmaz yaptığınız iş. Dalgınlık en büyük hatanız olur. Telafisi olmayan hatalar yaptırır insana. Buna rağmen sürekli hayal kurmaktan alamazsınız kendinizi. Sivil hayattaki günleriniz, anılarınız canlanır zihninizde. Bazen gözyaşlarınız eşlik eder koşar adım söylediğiniz marşlara. O günlere bir daha dönemeyeceğiniz bile gelir aklınıza. Çok uzakta hissedersiniz kendinizi. Dönüşü olmayan bir yol gibidir. Kontrol tamamen sizin dışınızdadır. Hayal kurmaktan bile çekinirsiniz. Hatta bazen o kısa molalarda gevşeyen kaslarınız sizi engelleyemez ve gözyaşına boğulursunuz. Hıçkırıklar duyulur ama kimse dönüp bakmaz birbirine. Utancıyla gururu savaş halindedir herkesin bir ağaç gölgesinde. Salıverirsiniz kendinizi. Erkeklik, delikanlılık ve hatta üniversite bitirmiş bir öğretmen, mühendis olmanız da ağlamamanız için bir sebep, bir engel değildir. İncelmiş ve kopmuşsunuzdur artık; ama yine de düdük sesi size kaybettiğin o gücü geri verir. Tekrar başlarsınız dolmaya...
İstanbul Tuzla Piyade Okulu’ndaki tüm yedeksubay öğrenciler -istedikleri kadar saklamaya çalışsınlar- bu duygu selinde yüzmüşlerdir. Sivil hayatta yaptığımız sıradan şeyleri bile özler olmuştuk. Hatta çok sıradan bir olayı yaşamak için nelere katlanmazdık ki? Karşıyaka sahilinde bir tur atabilmek için bir kamyon keresteyi indirip tekrar yükleyebilirdim. Hele Rıhtım Birahanesi’nde bir bira için tüm yedeksubay okulu öğrencilerinin ve subayların ayakkabılarını boyayabilirdim. Hele hele beni aklından bir dakika bile çıkarmadığından emin olduğum anamın yüzünü görüp bana sarılmasını sağlamak ve “yavrummm” diyen sesini duymak için bir hafta aralıksız eğitim yapabilirdim.
Yemin töreninden önce geçen o yirmi bir gün sanki yirmi bir yıl gibi gelmişti bize. Her ânımız özlem ve hatta özlemlerimizin geride bir hayal olduğuna dair kuşku ve umutsuzlukla geçiyordu. Normalde sıradan ve tekdüze gelen olaylar ya da kişiler bile birer hayaldi bu süreç içinde. Sivil hayatta en nefret edilen kişi bile sevimli bir anı ve kavuşulmak istenen bir dost oluvermişti sanki.
Bu duygu seli bizi yemin törenine kadar sürükledi. İnanılmaz ama çıkacaktık. İki gün dilediğimiz şeyi yapabilecektik. Tabi yine kurallara uyarak! İstanbul il sınırı yani garnizon dışına çıkmamak koşuluyla istediğimiz yere gidebilecektik. Bu da askerliğin o esneyen sert kurallarından biriydi. Rivayete göre bu iki gün içinde memleketine uzaklık tanımaksızın gitmeyen yokmuş.
Bu arada garnizon dışındakileri bekleyen bir sürpriz oldu. Aslında tam bir tokat gibiydi. Kara Kuvvetleri Komutanı gelebilir emriyle cumartesi izinleri kaldırıldı. Yine içerideydik. Akşama kadar hazır bir şekilde bekledik; ama gelmedi. Cumartesi akşamüstü serbest bırakıldık. Önümde sadece Cumartesi gecesi vardı. İlk otobüsle İzmir’e gitsem sabaha karşı varırım. Sabah da erkenden yola çıkmam lazım ki akşam saat 6’ya kadar yedeksubay Okulu Nizamiyesi’nde olayım. Yani annem ve İzmir’e ayıracak sadece dört saatim kalıyordu. Sekiz saat gidiş sekiz saat dönüş ve bana kalan dört saat. Çılgınlık...Hatta delilik. Değer mi değmez mi? Kimin umurunda? Değse de değmese de...
Sabah saat 6 sularında annemin karşısındaydım. Yarım saati beni karşısında tutup seyrederek geçirdi. Yarım saati de sarılarak dersek geriye kalan zaman da sıcak bir ev banyosu ve üzerine demlikler dolusu çay ile kahvaltı. Anamın dizlerinin dibinde...
Daha çayın tadı ağzımda tekrar yola düştüm. Dört saat için on sekiz saat geçirmiştim. Hasret ve kavuşmanın güzel bir harmanını demleyip içtim annem ve kızkardeşlerimle. Babamı işe giderken tren istasyonunda görebildim. Sadece birkaç dakika. Belli etmek istemedi ama karanlıkta yıldız yıldız parlıyordu gözyaşları.
Aradan yıllar geçmiş olmasına rağmen o askerlik günlerim tüm tazeliğiyle gözlerimin önünde. O günlerde nasıl geçmişi özlüyorsam şimdi de o günleri ve o güzel insanları özlüyorum. Bir zamanlar askerlik anılarına ne kadar sinir oluyorsam şimdi de onlara o kadar hak veriyorum. Hatta biraz daha ileri giderek diyorum ki “imkanım olsa o günleri aynı şartlarda bir kere daha şöyle bir haftalığına tekrar yaşasam.” Bir hafta diyorum zira sorumluluklarım var artık. Daha fazla zaman ayıramam. Bir de o halk arasında söylenen “ askerlik yapmayan adam olmaz” sözüne de hak vermeye başladım. İnsan ufak ya da önemsiz dediği şeylerin bile ne kadar değerli ne kadar önemli olduğunu anlıyor. Değer bilmeyi öğreniyor. Gözümüzün önündeki gerçekleri daha bir netleştiriyor.
Zaman ve mekan insana “olmaz” ların olabileceğini “yapmam”ların yapılabileceğini çok iyi öğretiyor. Bir zamanlar askerlik görevim bittikten sonra o dört saatlik kavuşma için yollarda on altı saat harcamam bana delilik, çılgınlık gibi gelmiş ve bunu yapabilmiş olmama hiç akıl sır erdirememiştim. Fakat yıllar sonra bir sevda rüzgarı yolumu Kıbrıs’a düşürdüğünde aynı şeyleri tekrarlamak-tan kendimi alamadım. Bu yeni coğrafyadaki hayatıma uyum sürecinde kısa süreli tatillerde bile her türlü maddi müşkülata girerek İzmir’e gitmekten geri kalmadım. Hem bu sefer yalnız değildim. Yanımda bir deli(!) daha vardı; hayat arkadaşım, yol arkadaşım...
Üniversitedeki görevim gereği sürekli gençlerle bir aradaydım. Bu gençlerin çoğu da Türkiye’den geliyorlardı. Daha ilk günlerinde uyum sorunlarını dışa vuruyorlar ve herşeyden şikayetçi oluyorlardı. Aslında aynı süreci ben de yaşadığım için onları çok iyi anlıyor ve elimden geldiği kadar yardımcı olmaya çalışıyordum. Değer veriyordum hislerine, bu hislerin ve düşüncelerin doğurduğu fikir-lerine. Hak veriyordum onlara. Sohbetlerlerinden çoğu zaman zevk alırdım. Sadece görev olarak görmez bir insan olarak yaklaşırdım onlara. Hasretlerini çok iyi anlıyordum.
Çoğu ilk defa baba evinden, ana kucağından uzaktaydı. Belki ilk defa kendi başının çaresine bakacak ve kendi kararını kendisi verecekti bu genç insanlar. Evlerinden uzakta bir yurt odasında ya da daha yeni tanıştığı bir yabancıyla bir öğrenci evinde hayatı paylaşacak, ihtiyaçlarını paylaşarak veya kendi başına giderecek. Belki de daha önce hiç ütü yapmamıştı. Çamaşır yıkamamıştı. Hele hele yemek! Zannetmiyorum; ama öğrenci yemeği sahanda yumurtayı kısa sürede öğrenecekti. Bazen ilk heyecan ve merak onları yurdun ortak kullanım mutfağına çekecek ama zamanla oraya da girmez olacaklar...İlk ütü deneyimi de büyük bir olasılık başarısızlıkla sonuçlanacak ve temizleyici fikri cazip gelecek; ama işin maddi yönü de bu parlak fikri kısa zamanda söndürecektir. Artık mutfakta bulaşıktan geçilmez ve ortalık kirli çamaşırla dolacaktır.
Orada bulunmalarının esas sebebi olan dersler mazeret tanımaz. Aç da olsan uykusuz da derslerine girmek ve başarılı olmak zorundasın. Zaman kaybına tahammül yoktur. Fazla zaman fazla maddi kayıp demektir. Çoğunun ailesi zorlukla karşılamaktadır eğitim giderlerini bu gurbet diyarı kardeş memlekette.
Bazı günler bir öğün yemek bir paket sigaraya bir öğün de bir arkadaş toplantısına feda edilir. Çoğu gün bir, bazen öğünsüz geçer. Hele öyle günler gelir ki efkarını delikanlılığının dürtüleriyle bir arkadaş evinde ya da bir parkta birkaç şişe birayla dağıtır.
Uykusuz geçer geceler. Alışamamıştır hala yatağına. Hala ana kucağında görür kendisini gözünü kapatır kapatmaz. Bir sağa bir sola döner. Belki de gönlünden bıraktığı bir parça vardır memleketinde. Uyku girmez gözüne bir türlü. Ne kadar gizlemeye çalışsa da hasreti, sevdası ve gururu sırılsıklam eder yastığını...
Yüzlerindeki renk zamanla solar ve ortalığı ekşi bir bekarlık kokusu sarar. Tüm bunlara hasret de eklenince ilk tatil onları bir günlüğüne bile olsa ana kucağına bırakır. Gözlerinin önüne o sıcak banyo ve buram buram çay kokusu da gelince bir saatlik uçak yolculuğu bin saat gelir.
Her ne kadar sitemkar ve uyumsuz gibi görünseler de vefalıdırlar. Kızmadım, kızamadım hiç onlara. Bilirim bir uçak parasını zar zor denkleştirdiklerini; ama yine de bir isteğim olup olmadığını sormadan da edemezler. İstemem birşey. Güler gözlerimin içi. Onların da...“Sağlığınız” derim. Anlaşır gözlerimiz. Mutluluk ve tebessüm dolu bir çift göz. Daha iyisi can sağlığı...
“Hocam Türkiye’den bir isteğiniz var mı?” diyor Gökhan saygıyla elleri karnında birleşerek. “Kar kış kıyamet...İnsan Kıbrıs gibi yeri bırakıp Türkiye’ye gider mi hiç” diyorum şaka yollu. Takılıyorum aklımca. Gökhan saygısından bir şey söyleyemiyor başını yana eğiyor. Yüzü kızarıyor. İletişim fakültesi son sınıf öğrencisi. Son sömestir tatili; ama dayanamıyor. Gidiyor...Bu arada Yakın Doğu FM’in yayın sorumlusu; 35’inden sonra iletişim öğrencisi, sinema ve oyun yazarı ve bu arada eşim (!) başını hafifçe önündeki işinden kaldırıp bir an sessizce yüzüme baktıktan sonra Gökhan’ın imdadına yetişiyor:
“ Kahvaltı masasına kar yağmaz!...”
O sırada Gökhan’ın gözleri herşeyi anlatıyordu. Sözcüklerle kurulacak iletişim en büyük gaflet olurdu.

O gaflete düşmedim...




Yüklə 275,98 Kb.

Dostları ilə paylaş:
1   2   3   4   5   6




Verilənlər bazası müəlliflik hüququ ilə müdafiə olunur ©muhaz.org 2024
rəhbərliyinə müraciət

gir | qeydiyyatdan keç
    Ana səhifə


yükləyin