Hakîm ismi "bilen" mânasına alındığı takdirde zatî isim veya sıfatlar grubuna, "ahenkli, sağlam ve sanatkârane iş yapan" mânasına alındığında ise kevnî-fiilî grubuna girer. Ebû Bekir İbnü'l-Arabî, bu ismin ikinci mânada kabul edilerek fiilî sıfatlardan sayılmasının ciddi problemler doğurabileceğini söyler ve bu sebeple birinci mânanın isabetli olduğunu vurgular. Kevnî-fiilî grubunda mütalaa edildiği takdirde ilâhî fiilleri ezelî kabul etmeyen Mu'tezile ve Eş'ariyye'ye göre bu ismin ezelî olması imkânsızdır. Bu durumda ve ayrıca kelimenin dil kurallarına göre değerlendirilmesi karşısında hakîmin "alîm" mânasına alınarak zatî isimlerden sayılması gerektiği kanaatinin ağırlık kazandığı görülür.
Hakîm ismiyle "hakkıyla bilen" anlamındaki alfm, "her şeyin iç yüzünden haberdar olan" mânasındaki habîr, "ilmi ve merhameti her şeyi kuşatan" anlamındaki vâsi', "eşi ve örneği olmayan, sanatkârane yaratan" anlamındaki bedf isimleri arasında anlam yakınlığı vardır
(bk. ESMÂ-İ HÜSNÂ).
181
HAKÎM
BİBLİYOGRAFYA :
Râgıb el-İsfahânî, el-Müfredât, "hkm" md.; İbnü'l-Esîr, en-Nihâye, "hkm" md.; Lisânü'l-'Arab, "hkm" md.; Ebü'l-Bekâ, el-Küllİyyât, s. 380; Vtensinck, et-Muccem, "hkm" md.; M. F. Abdülbâkî. el-Mıfcem, "hkm" md.; İbn Mâce, "Du'â", 10; Tirmizî. "Da'avât", 82; Halil b. Ah-med, Kİtâbû't-'Ayn (nşr. Mehdî el-Mahzûmî -İbrahim es-Sâmerrâî), Beyrut 1408/1988, III, 66-67; Zeccâc. Tefslru esrnâ'ittâhi'l-ljüsnâ (nşr. Ahmed Yûsuf ed-Dekkâk], Beyrut 1395/ 1975, s. 52; Mâtürîdî, Te'uUatü't-Kur'ân, Hacı Selim Ağa Ktp., nr. 40, vr. 362b, 374"; a.mlf., Kitâbü't-Teuhîd (nşr. Fethullah Huleyf), Beyrut 1970, s. 107; Ebû Süleyman el-Hattâbî, Şe3-nû'd-du'â' (nşr Ahmed Yûsuf ed-Dekkâk), Dı-maşk 1404/1984 -» Dımaşk, ts. (Dârü's-Sekâ-feti'l-Arabiyye), s. 73-74; Halîmî, el-Minhâc, I, 191-192; İbn Fûrek, Müçerredü't-makâlât, s. 48; Kâdî Abdülcebbâr, et-Muğnî (nşr. Mahmûd M. el-Hudayrî), Kahire, ts. (el-Müessesetü'I-Mısriyyetü']-âmme|, V, 219, 222; Bağdadî, et-Esma" ue'ş-şıfât, vr. 92ab; Beyhaki, Şu'abü't-tmân (nşr. M. Saîd Besyûnî). Beyrut 1410/ 1990, 1, 121; Kuşeyrî. et-Tahbîr fı't-tezktr (nşr. İbrahim Besyûnî), Kahire 1968, s. 65-66; Gaz-zâlî, el-Makşadû 'l-esnâ (Fazluh), s. 130, 173; Ebû Bekir İbnü'l-Arabî, el-Emedü'l-akşâ, Hacı Selim Ağa Ktp., nr. 499, vr. 97b-98b; İb-nü'1-Cevzî. Müzhetü'l-a'yün, s. 260-261; Fah-reddin er-Râzî, Leuâmi'u'l-bçyyinât, s. 284-285; Suad Yıldırım. Kur'ân'da ütûhiyyet, İstanbul 1987, s. 174-178; Musa Koçar, İmam Mâtüridi'de Esmâ-i Hüsnâ (yüksek lisans tezi, 1992), Mü Sosyal Bilimler Enstitüsü, s. 48.
İSİ Bekir TopaloĞlu
r HÂKİM n
(bk. KADI).
L. J
HÂKİM
Hukukî hükümlerin
koyucusu ve kaynağı
anlamında fıkıh usulü terimi.
L J
Sözlükte "hüküm veren, yönetici, kadı" mânalarına gelen hâkim kelimesi Kur'ân-ı Kerîm'de ilk anlamda beş âyette çoğul şekliyle (el-A'râf 7/87; Yûnus 10/ 109; Hûd 11/45; Yûsuf 12/80; et-Tîn 95/ 8), birçok âyette de değişik fiil kalıplarıyla geçmektedir. "Yönetici ve kadı" anlamında ise muhtelif hadislerde kullanılmıştır (Buhârî, "ftişâm", 21, "Ahkâm", 15, 16, 21, 29, 39, 40; Müslim, "Akzıye", 15; Ebû Dâvûd, "Akzıye", 2, 8). Hâkim usûl-İ fıkıhta "hükmün sâdır olduğu kaynak ve hukukun menşei" anlamına gelir. Kaynak kavramı "bir şeyin İlk çıktığı yer" mânasında kullanıldığı zaman hukukun kaynağı ile hukuk kurallarının nereden geldiği ve dayanağının ne olduğu kastedilir. Bu anlamda fıkıh usulünde "delil"
182
kelimesi kullanılmakta, şer*î hükümlerin dayanağını teşkil eden Kur'an, Sünnet ve diğer kaynaklara "edilletü'l-ahkâm" veya "mesâdirü'l-ahkâm" denilmektedir (bk. DELİL). Hukukun kaynağı ile hukukun menşei, yani kanun koyucu (sâri") kastedildiğinde ise İslâm hukukunun kaynağı Allah'ın iradesi olup Kur'an, Sünnet ve diğer kaynaklar Allah'ın İradesine götüren delil ve vasıtalardır.
İslâm hukukçuları, "hukukî hükümlerin yaratıcı kaynağı (menşei)" anlamında tek hâkimin Allah ve 0'nun ilâhî iradesi olduğunda ve bu mânada aklın istiklâli bulunmadığında ittifak etmişlerdir. İslâm hukukunda mevcut, "Hüküm vermek ancak Allah'ın hakkıdır" şeklindeki kural da, "Hüküm ancak Allah'ındır: 0 hakkı anlatır ve 0 doğru hüküm verenlerin en hayırlısıdır" (el-Enâm 6/57) âyetinden çıkarılmıştır.
İslâm âlimleri, yaratıcı kaynağı ilâhî irade olan hukukî hükümlerin peygamberler ve ilâhî kitaplar olmadan tek başına insan aklıyla bilinip bilinemeyeceği konusunda farklı görüşler ileri sürmüşlerdir. Kelâm ve fıkıh usulünde "hüsün ve kubuh meselesi" adı altında geniş teolo-jik tartışmalara sebep olan bu konuda Mutezile mensupları ile bazı Ca'ferîler, menşei Allah'ın iradesi olan hukukî hükümlerin peygamberler ve ilâhî kitaplar olmadan insan aklıyla bilinebileceğini söylemişlerdir. Çünkü öğrenme kaynakları vahiy ile sınırlı değildir ve akıl da bu kaynaklardan biri olabilir. Onlara göre hukukî hükümlerin taalluk ettiği fiillerin birtakım vasıf ve neticeleri mevcut olup bu vasıf ve neticeler söz konusu fiilleri zararlı veya faydalı yapar. Bu vasıflara dayanarak ve fiillerin meydana getireceği zarar veya faydalar göz önüne alınarak onların iyi veya kötü olduğuna akıl ile hükmedilebilir. Bu kabul, âlimleri fiillere ait ilâhî hükümlerin aklın o fiilleri zararlı veya faydalı olarak İdrak etmesine göre sevkedildiği sonucuna götürmüştür. Bu da Allah'ın İnsanlardan, akıllarının faydalı görüp iyi kabul ettiği fiilleri yapmalarını ve zararlı görüp kötü kabul ettiği fiillerden kaçınmalarını istemesi demektir. Buna göre aklın İyi gördüğü fiil Allah'ın da yapılmasını istediği ve yapanlara sevap ve mükâfat vaad ettiği fiil. aklın çirkin gördüğü fiil ise Allah'ın da yapılmasını istemediği ve yapanları cezalandıracağı fiildir. Varılan bu son noktanın ilk bakışta, bu görüş sahiplerinin aklı iyi ve kötü konusunda hâkim saydıklarını çağrıştırdığı ve Allah'ın yegâne sâri' ve hüküm koyucu vasfını tartışmalı hale getirdiği
doğrudur. Hatta bazı usulcüler bu sebeple Mu'tezile'ye göre aklın mucip olduğu, yani aklın iyi veya kötü gördüğü şeyi emretmek veya yasaklamanın Allah için vacip olduğu iddiasında bulunmuş-İarsa da bu iddia (Fahreddin er-Râzî, l/l, s. 223-225; Abdülazîz el-Buhârî, IV, 230; Sadrüşşerîa, I, 90; Ebû Zehre, s. 54) birçok Ehl-i sünnet âlimince doğru bulunmadığı gibi bizzat bazı Mutezile âlimleri tarafından da reddedilmiştir (Kâdî Abdülcebbâr, VI, 62-64; Ebü'l-Hüseyin ei-Basrî, I, 366; II, 869-870, 886-887). Nitekim Ehl-i sünnet usulcülerinin önemli bir kısmı, Mu'tezile'nin bu konudaki görüşünü aktarırken Mu'tezile'ye göre aklın hâkim değil müdrik ve keşfedici olduğunu belirterek(Gazzâlî, I, 56-57; Âmidî, I, 77; İsnevî, I, 154; İbnül-Hümâm, II, 89) daha yumuşak bir ifade kullanmışlardır, öyle anlaşılıyor ki Mu'tezile'nin bu konuda akla ağırlık vermesi, aklın idrakinin Allah için bağlayıcı olduğu şeklinde değil iyiliği bilinen fiilin emredilmiş, kötülüğü bilinen fiilin yasaklanmış bulunduğunu Allah'ın hükmü olarak görmek gerektiği, fiillerin iyilik ve kötülüğünün akıl ile bilinebileceği tarzındadır. Mutezile literatüründe yer alan ifadelerden menşe anlamında hüküm kaynağının sadece ilâhî olduğu, akla tanınan rolün bu ilâhî hükümlerin bilinmesi konusuyla ilgili bulunduğu, hatta bu konuda bile akla sınır konduğu anlaşılmaktadır (Dönmez, s. 11-12). Eş'arîler. Allah'ın kitapları ve peygamberleri olmadan ilâhî menşeli hukukî hükümleri aklın bilmesine imkân bulunmadığını ileri sürmüşlerdir. Zira aklın fiillere dair verdiği hükümlerde apaçık bir ihtilâf İçinde olduğu, bir kısım akıllar bazı fiilleri güzel bulurken diğer akılların aynı fiilleri çirkin gördüğü, hatta aynı kişinin aklının bile bir fiil hakkında farklı zamanlarda değişik hükümler verebildiği, ayrıca aklın hükmüne hevâ ve heves gibi başka faktörlerin de etki ettiği bilinmektedir. Dolayısıyla aklın iyi gördüğü fiilin Allah katında da iyi olup O'nun tarafından yapılması istendiğini, aklın çirkin gördüğü fiilin Allah katında da çirkin olup O'nun tarafından yapılmaması istendiğini söylemenin isabetli olmayacağı açıktır. Şu halde Eş'arîler'e göre menşei ilâhî irade olan hukukî hükümleri öğrenme kaynağı akıl değil sadece ilâhî kitaplar, peygamberler ve bunların gösterdiği yolda müctehidlerin yaptığı icti-hadlardır.
Mâtürîdîler'e ve bir kısım Ca'ferîler'e göre insana ait fiillerin bazı vasıflarının iyilik ve kötülüğü gerektirecek birtakım
sonuçlan vardır ve akıl bu özellik ve sonuçlara dayanarak bir işin iyi veya kötü (güzel veya çirkin) olmasına hükmedebilir. Bu durumda selim akılların kötü gördüğü fiil din tarafından kötü, iyi gördüğü fiil din tarafından iyi kabul edilmiştir. Bu noktada Mutezile ile aynı kanaati paylaşan bu görüş sahipleri, mükelleflere ait fiillerle ilgili İlâhî hükümlerin bu fiillerde-ki aklın kavradığı iyilik ve çirkinliğe bağlanmasını ise şart koşmazlar. Zira akıl ne kadar kâmil olursa olsun hata edebilir, ayrıca bazı fiiller akıl ile idrak edilemez. Bundan dolayı ilâhî hükümlerle aklın iyilik veya çirkinliğini kavradığı fiil arasında zorunlu bir ilişki yoktur. Şu halde onlara göre akıl hukukî hükümlere kaynak teşkil etmede yeterli olmayıp peygamberlerin ve ilâhî kitapların bulunması halinde hukukî hükümlerin kaynağı bu kitaplar ve peygamberler olacaktır.
Bu kelâmı tartışmaların pratik sonucu, peygamberlerin daveti ve Allah'ın şeriatı kendilerine ulaşmayan insanların dinî ve hukukî sorumlulukları konusunda ortaya çıkmaktadır. Mu'tezile'ye göre bu insanlar her türlü fiillerinden dolayı sorumlu, Eş'arî ve Mâtürîdîler'e göre ise sorumlu değildir. Ancak Mâtürîdîler, bunların yalnızca Allah'ı tanıma ve bulma sorumluluğu taşıdıklarını belirtmişlerdir
(bk. FETRET; HÜSÜN).
Sâri' kavramı mecazen Hz. Peygamber için de kullanılmıştır. "Kendilerine kitap verilenlerden Allah'a ve âhiret gününe inanmayan, Allah ve Resulü'nün haram kıldığını haram saymayan ve hak dini kendine din edinmeyen kimselerle, İslâm'ın hâkimiyetini kabul ederek elleriyle cizye verinceye kadar savaşın" (et-Tev-be 9/29); "İşte o peygamber onlara iyiliği emreder, onları kötülükten meneder, onlara temiz şeyleri helâl, pis şeyleri haram kılar" (el-A'râf 7/157) mealindeki âyetlerden de anlaşılacağı gibi Resûl-i Ekrem'in haram kıldığı dinde haram, helâl kıldığı da helâldir. Ancak bu durum dinde müstakil iki sâri' bulunması anlamına gelmeyip, "O arzusuna göre konuşmaz, bildirdikleri vahyedilenden başkası değildir" (en-Necm 53/3-4) âyeti yanında bizzat Hz. Peygamber'in. "Ben ancak Allah'ın kitabında helâl kıldığı şeyi helâl kılarım ve yine ancak Allah'ın kitabında haram kıldığı şeyleri haram kılarım" (Muttaki el-Hindî. I. 195-196) şeklinde ifade ettiği gibi Kur'an'a ve dolayısıyla tek ve gerçek sâri' olan Allah'ın iradesine tâbi ve onun kontrolünde bir teşri* faaliyetidir. Resûl-i Ekrem'in vahiyden gerçek
anlamda bağımsız olarak hüküm koyma yetkisi bulunmamaktadır (bk. SÜNNET).
BİBLİYOGRAFYA :
Buhârî, "frisam", 21, "Ahkâm", 15, 16, 21, 29, 39, 40; Müslim. "Akliye", 15, Ebû Dâvûd, "Akzıye", 2, 8 ; Kâdî Abdûlcebbâr, el-Muğnî, VI, 62-64; Ebü'l-Hüseyin el-Basri, el-Mu'temed, 1, 366; II, 869-870, 886-887; Gazzâlî, el-Müstaş-fâ, I, 55-57; Fahreddin er-Râzî, el-Mahşûl VI. s. 223-225; Âmidî, el-lhkâm. I, 76-89; Abdü-İazîz el-Buhârî, Keşfü't-esrâr, IV, 230; Sadrüş-şeria. et-Tavzıh, 1, 90; İsnevî, tiihâyetü's-sûl, Beyrut 1984, [, 154; Teftâzânî. et-Teluîh,\, 172 vd.; İbnü'l-Hümâm. et-Tahrtr, il, 89; Muttaki el-Hindî, Kenzü't-Cummâl, I, 195-196; Süleyman Muhammed İzmîrî, Haşiye 'ale't-Mİr'ât, İstanbul 1309, 1, 276 vd.; Bİhârî, Müsetlemü'ş-şü-bût, Kahire 1320/1902,1, 25 vd.; Şevkânî.7rşâ-dü'l-fühûl, s. 7-9; M. Seyyid Bey, üsûl-i Fıkıh, İstanbul 1338, s. 211 -237; Sava Paşa. islâm Hukuku Nazariyatı Hakkında BirEtüditrc. Baha Arıkanl, Ankara 1956, II, 299 vd.; Muhammed el-Hudarî, üşûlü'l-fıkh, Kahire 1969, s. 20-21; Orhan Münir Çağıl, Hukuka ve Hukuk İlmine Giriş, İstanbul 1971, s. 94-95; İ. Kâfi Dönmez. İslam Hukukunda Kaynak Kavramı ve XIII. Asır İslam Hukukçularının Kaynak Kavramı Üzerindeki Aynlıklan (doktora tezi. 1981), Atatürk Üniversitesi İslâmî İlimler Fakültesi, s. 9-15; Abdülkerim Zeydân, el-Vecîz fi uşûli'l-ftkh, Bağdad 1985, s. 69-73; Halil Cin - Ahmet Akgündüz. Türk Hukuk Tarihi, Konya 1989, I, 99,102, 119; Ali Şafak, Hukuk Başlangıcı Ders Kitabı, Ankara 1992, s. 16-18; Ferhat Koca. İslam Hukuk Metodolojisinde Tahsis (doktora tezi, 1993). MÜ Sosyal Bilimler Enstitüsü, s. 197-199; M. Ebû Zehre, Uşülü't-fıkh, Kahire, ts. (Dârü'I-Fikri'l-Arabî), s. 54; Ali Bardakoğlu. "Hüsn ve Kubh Konusunda Aklın Rolü ve İmam Maturidî", EÜ ilahiyat Fakültesi Dergisi, sy. 4, Kayseri 1987, s. 59-75.
İm Ahmet Akgündüz F HÂKİM n
Hadis ilmînde üstün seviyeye ulaşmış kimse.
Hadis ilmiyle meşgul olanlar bu ilimde ulaştıkları seviyeye göre "tâlib, müsnid, muhaddis, hafız, hüccet, hâkim" gibi unvanlarla anılmışlardır. "Hüküm veren" anlamına gelen ve daha çok kadılara verilen bir unvan olan hâkim unvanını (Hasan Paşa, s. 254) müteahhir bazı usulcü-ler, derin hadis bilgisiyle âlimler arasında ileri seviyeye ulaşan muhaddisler hakkında kullanmışlardır. Abdülfettâh Ebû Gudde ise bunu hatalı bulmaktadır (Ceuâ-bü'l-Hâfız Ebî Muhıammed, s. 126, 129, 132-133). Zira ona göre bu unvan kadılık görevinde bulunanlar hakkında kullanılmakta olup Hâkim en-Nîsâbûrîye de kadılık yapması (Ibn Hallikân, IV, 281) sebebiyle verilmiştir.
HAKÎM ATA
Hadis ilminde hâkim seviyesine ulaşabilmek için rivayet edilen bütün hadisleri metin, sened. râvilerin durumu ve diğer yönleriyle bilmek gerekir. Buna göre hâkim terimi hüccet de dahil olmak üzere muhaddisler hakkında kullanılan unvanların en üstünü sayılmaktadır (Tehânevî, s. 30).
Mâlik b. Enes, Ahmed b. Hanbel. Buhârî, Müslim b. Haccâc. Ebû Dâvûd es-Sicistânî, Nesâî, Ebû îsâ et-T1rmizî, Muhammed b. Cerîr et-Taberî ve Hâkim en-Nîsâbûrî hâkim seviyesine ulaşmış mu-haddislerden kabul edilmektedir.
BİBLİYOGRAFYA :
Lisânû't-'Arab, "hkm" md.; İbn Hallikân, Ve-feyât, IV, 281: Ali ei-Kârî, Şer/ıu Nuhbeü'l-ft-ker, İstanbul 1327, s. 3; a.mlf.. Cem'u'l-uesâ'il fişerhi'ş-şema'U, Beyrut, ts. (Dârül-Ma'rife), I, 6; Bâcûrî, el-Mevâhibü'l-ledünniyye 'ate's-Şe-ma'ilİ'l'Muhammediyye, Kahire 1318, s. 4; Tecrid Tercemesi, I, 8; Tehânevî, Kavâldfî'ulû-mi'l-hadîş (nşr. Ebû Gudde), Beyrut 1392/1972, s. 30; Abdullah b. Hüseyin Hatır el-Adevî, Hâşi-yetû LakU'd-dürer, Kahire, ts., s. 5; Hasan Paşa, el-Elkâbü'l-istâmiyye fi't-târih ue'l-ueşâ'ik ve'l-âşâr, Kahire 1409/1989, s. 254; Ebû Gudde. Cevâbü.'1-Hâftz Ebî Muhammed 'Abdİ'l-'azîrn et-Münzir't el-Mışrî, Halep 1411, s. 126, 129, 132-133; Mücteba Uğur. Hadis Terimleri Sözlüğü, Ankara 1992, s. 117.
Iflftl Mücteba Uğur
F HAKÎM ATA ~"
(ö. 582/1186)
Ahmed YesevTnİn halifelerinden Türkistanlı mutasavvıf şair.
Hârizm'de doğdu. Asıl adı Süleyman'dır. Daha sonra yerleştiği yer dolayısıyla Bâkırgânî nisbesini aldı. Hayatı hakkındaki bilgiler, yazarı bilinmeyen Hakîm Atâ Kitabı (Kazan 1846) adlı menâkıb-nâmeye dayanmaktadır. Bu esere göre derse giderken arkadaşları gibi Kur'ân-ı Kerîm'i boynuna asmayıp başının üstünde taşıması Ahmed Vesevfnin dikkatini çekmiş, ailesi ve hocasının iznini alarak onunla ilgilenmeye başlamıştır. Ahmed Yesevî bir gün müridlerini tekkeye odun getirmek için ormana gönderir, hava yağmurlu olduğundan müridlerin getirdiği odunlar yanmaz, sadece elbiselerini çıkarıp odunlara örten Hakîm Ata'nm taşıdığı odunlar tutuşur, Ahmed Yesevî bu davranışından dolayı genç müridine "Hakîm" adını vermiştir (Ali Şîr Nevâî, s. 384). Rivayete göre Hakîm Ata'nın hikmetler söylemeye başlaması bu olaydan sonradır. Bir müddet sonra şeyhinden icazetname alan Hakîm Ata irşad için Türkis-
183
HAKÎM ATA
tan'ın güneyine doğru devesiyle yola çıkar, Bînevâ beldesine ulaşınca deve yürüyemez olur, bütün gayretlere rağmen tek adım bile atmayan deve sadece bağırmaktadır. Bundan dolayı daha sonra bu beldeye "Bakjrgan" (bağıran) adının verildiği rivayet edilir. Çobanlar, Buğra Han'a ait hayvanların otlağı olan bu yöreden Hakîm Ata'yı çıkaramaymca durumu Buğra Han'a bildirirler, ancak Buğra Han, Hakîm Ata'nın Ahmed Yesevî'nin müridi olduğunu öğrenince tavır değiştirir, Anber adlı kızını ona nikahladığı gibi kendisi de müridi olur. Hakîm Ata İrşad hizmetlerine devam ettiği Bakırgan'da vefat etmiş, Akkurgan'a defnedilmiştir. Bugünkü Kongrat şehrinin yakınlarında bulunan kabri meşhur ziyaret yerlerinden biridir. Hakîm Ata'nın Muhammed Hoca. Asgar Hoca ve Hubbî Hoca adlı üç oğlu olmuştur. Özellikle yaşlı kadınlar tarafından çok ziyaret edilen Hubbî Hoca ile ilgili Hakîm Atâ Kitâbı'nüa nakledilen bilgi ve menkıbeler "Hikâye-i Hubbî Hoca" adıyla ayrı bir risale haline getirilmiştir {İA, V/l, s. 102).
Hakîm Ata, Ahmed Yesevî'nin Türkler arasındaki en meşhur halifesidir. Ali Şîr Nevâfnin ifadesiyle, "Onun fevâyidi etrâk arasında meşhurdur" {Nesâyimü'l-me-habbe, s. 384). Ahmed Yesevî tarzında sûfiyâne hikmetler yazmak Yesevîliğin bir esası olduğundan Hakîm Ata edebiyat ve sanat bakımından da şeyhine uymuş, onu taklide çalışmıştır. Hakîm Ata, mürşidi kadar olmasa da söylediği hikmetlerle İslâm dinine yeni ısınan Türk-ler'in dinî-ahlâkî anlayışlarının ilk mimarlarından biri sayılır. "Her geleni Hızır, her geceyi Kadir bil" hikmeti ona ait olduğu gibi, tevazu için söylenen en güzel sözlerden biri olan, "Başkası buğday biz saman, başkası yahşi biz yaman" sözü de onundur (Reşehât Tercümesi, s. 15-16). Hakîm Ata'nın halk diliyle söylediği hikmetler Türkler'i dinî-ahlâkî konularda aydınlatmış, Allah ve Peygamber sevgisini aşılamıştır. 122 beyitlik manzum mi'râciy-yesi bu alanın ilk Türkçe örneklerindendir.
Hakîm Ata'nın Nakşibendiyye kültüründe de önemli bir yeri vardır. Nakşiben-diyye'yi Yeseviyye'nin bir kolu olarak değerlendirenler, Nakşî silsilesindeki sûfî-lerle Ahmed Yesevî ve Hakîm Ata arasındaki bağa dikkat çekmektedirler. Hakîm Ata'nın en meşhur halifesi Zengî Ata'dır.
Eserleri. Hakîm Ata'ya ait eserlerin eski nüshaları bugüne ulaşmamıştır. Yazılı edebiyatın olduğu kadar sözlü edebiyatın da ortak malı olan bu eserlerin çok
184
defa değişik yerlerde kültür seviyesi farklı kişilerce istinsah edilmesi nüsha farklarını çoğaltmıştır. Eserlerin XII. yüzyıldan sonra geçirdiği değişiklikler Türk dili tarihi açısından da önemlidir. Hakîm Ata'nın Orta Asya ve özellikle Kuzey Türkleri arasında çok yaygın olan eserleri şunlardır: 1. Sakırgan Kitabı*. Ahmed Yesevî'nin Dîvân-ı Hikmeti gibi çeşitli zamanlarda yaşamış değişik şairlere ait sûfiyâne şiirler ve ilâhiler mecmuasıdır. Eser, Hakîm Ata'dan başka on dört şaire ait 124 manzume ve sekiz manzum hikâyeyi ihtiva eder. Eserin üslûp ve muhtevası da büyük ölçüde Ahmed Yesevî'nin Dîvân-ı Hikmet'inin tesiri altındadır. Ayrıca Dîvân-ı Hikmette yer alan mi'râciyye gibi bazı manzumelerin Hakîm Ata'ya ait olduğu bilinmektedir. Eser Kazan'da 1846 ve 1884te yayımlanmıştır. 2. Âhir Zaman Kitabı. Kıyamet alâmetlerinden bahseden bu küçük eserde Hz. Peygamber'in ümmetinin günahlarını affettirmek için yalvarıp yakarması canlı bir şekilde tasvir edilmiştir. Eserde gelecekte vuku bulacak bazı olayların kesin tarihlerinin verilmesi, bu bilgileri kabul edenlerle hurafe nazarıyla bakan âlimler arasında XIX. yüzyılda şiddetli tartışmaların meydana gelmesine sebep olmuştur. Kazan'da 1847de yayımlanan eseri Rus misyoneri papaz E. A. Macov Hıristiyanlık inancı açısından tenkit etmiştir {İA, V/l, s. 103). 3. Haz-ret-i Meryem Kitabı (Kazan 1878). Hz. Meryem'in vefatını destan üslubuyla anlatan sekiz sayfalık eserin en mühim özelliği cehri zikir yapan tarikat mensuplarınca koro halinde okunmasıdır.
BİBLİYOGRAFYA :
Hakîm Atâ Kitabı, Kazan 1846; Ahmed Ye-sevî. Dîoân-t Hikmet, İstanbul 1299, s. 47-56; Hâzİnî, Ceoâhirü'l-ebrâr, İÜ Ktp., TY, nr. 3893, s. 91-100; Reşehât Tercümesi, s. 15-16; Ali Şîr Nevâî. Nesâyimü't-mehabbe (nşr. Kemal Eras-lan), İstanbul 1979, s. 384; Gulâm Server Lâhû-rî. Hazlnetü'l-aşfıyâ3, Kanpur 1902,1, 534; Ce-mâleddin Vfelidî Efendi, Tatar Edebiyatının Ba-nşı, Orenburg 1912, s. 87-89; Köprülü, lik Mutasavvıflar (İstanbul 1919), Ankara 1976, s. 172; Ali Rahim - A. Aziz. Tatar Edebiyatı Tarihi, Kazan 1922,1, 95-119; Kemal Eraslan. "Hakîm Ata ve Mi'rac-nâmesi", Atatürk Üniuersitesi Edebiyat Fakültesi Araştırma Dergisi, sy. 10, Ankara 1979, s. 243-304; Abdurrahman Güzei, "Süleyman Hakîm Ata'nın Bakırgan Kitabı Üzerine", TKA, XXXII/l-2 (1994), s. 195-204; Metin Karaörs, "Kayseri'de Bulunan Bir Dîvân-ı Hikmet Basması", a.e., s. 237-254; R. Rahmeti Arat. "Hakîm Ata", İA, V/l, s. 101-103; Günay Alpay, "Hakim Ata", EP (İng), III, 76; Özbek Sovyet Ansiklopedisi, Taşkent 1971-80, X, 403.
İM Mustafa Kara
HÂKİM CAMİİ
Kahire'de l Fatımî dönemine ait cami. .
Yapımı Halife Azîz-Billâh tarafından Ramazan 380'de (990) başlatılan cami ertesi yıl ibadete açılmış, fakat tamamlanması Hâkim-Biemrillâh döneminde gerçekleşmiştir. Daha önce Câmiu'l-hut-be diye anılan yapı bu sebeple onun adını almış, ayrıca el-Câmiu'1-enver ismiyle de tanınmıştır. İlk yapıldığında Kahire kapılarından Bâbülfütûh'un dışında bulunan cami. Vezir Bedr el-CemâlTnin 108Tde surları tamir ederken genişletmesi sırasında içeri alınmış ve binanın kuzey duvarı sura yaslandırılmıştır. Kaynaklarda Hâkim-Biemrillâh'ın 393 (1003) yılında caminin ikmalini emrettiği, 401 'de (1010) minare çevresine koruyucu kule yaptırdığı ve 403 (1013) yılında da iç donanımının tamamlanarak ramazan ayında ibadete açıldığı kaydedilmektedir. Hâkim'in ertesi yıl çeşitli vakıflar tahsis ettiği cami, başta 8 Ağustos 1303 depremi olmak üzere tarih boyunca pek çok tahribata mâruz kalmış ve çeşitli onarımlar görmüştür. Bunların en Önemlilerinden biri. depremin ardından o zaman henüz "üstâdüddâr" makamında olan Memlûk Sultanı II. Baybars tarafından 1304'te yaptırılan büyük onarımdır. Cami, buraya birçok yeni vakıf tahsis eden Baybars'-tan sonra 1360 yılında Sultan el-Meli-kü'n-Nâsır Hasan b. Muhammed b. Ka-lavun, XV. yüzyılda binaya bugün mevcut olmayan bir minare ilâve ettiren bir tacir ve 1807 yılında mermer bir mihrap yap-
Hâkim Camfl'nin planı
tiran nakîbüleşraf Ömer Mekrem tara-findan da tamir ettirilmiştir. Ancak XIX. yüzyıl ressamlarının bazı resimleri binanın tekrar harap olduğunu göstermek-teyse de cami son zamanlarda restore edilmiştir.
Kenar uzunlukları birbirine eşit olmayan dikdörtgen biçiminde bir avluyu çevreleyen revaklar halindeki yapı, bir ölçüde İbn Tblun ve Ezher camilerinin mimari özelliklerini gösterir. İbn Tolun Camii gibi dörtköşe tuğla payeler üzerinde yükselen sivri kemerlerin taşıdığı beş sahna sahiptir; fakat revakların daha yüksek olmasına karşı alanın küçüklüğü binaya çok daha dikine bir görünüm vermektedir. Ezher'e benzeyen yanı ise kıble duvarında mihrap önünde bir, köşelerde de birer tane olmak üzere üç kubbeye ve orta kubbeden İtibaren ön ibadet mekânını dikine kesen kalın payelerle sınırlanmış yüksek çatılı bir nefe sahip bulunmasıdır. Cephenin ortasındaki taçkapıyla köşelerindeki dışarı doğru taşan iki minarenin birlikte ele alınarak bir cephe düzenlemesi meydana getirilmiş olması yeni bir durumdur ve bu durumu eski Fatımî başşehri Mehdiye'deki (Tunus) ul-ucaminin etkilediği anlaşılmaktadır. Binanın cephesi ve minareleri taştan, geri kalan kısmı ise tuğladan yapılmıştır. Arap cami mimarisinde bir dış cephe estetiğinin ilk örneği olabilecek özelliklere sahip yapının her tarafı ağaç, alçı, taş üzerine oyma ve kabartmalarla zengin bir şekilde tezyin edilmiştir. Caminin pencereleri, Ezher'dekİ gibi her kemerin eksenine bir tane gelecek şekilde kemer sıralarının durumuna uygun olarak yerleştirilmiştir. Orijinal pencere şebekelerinden sadece birkaçı bugüne gelebilmiştir. Bunlardan biri, ince uzun kûfî harflerle aynalı yazı tarzında yazılmış Allah kelimesinden oluşan ve muhtemelen daha sonraki Eyyûbî veya erken Mem-lüklü onarımlarına ait olan alçı (stuko) kafestir.
Caminin içinde Ezher'de olduğu gibi kemer sıraları boyunca uzanan süslü kûfî hatla yazılmış âyetlerin yer aldığı alçı bir şerit göze çarpar. Nefte de Bizans ve Sâmerrâ tarzlarının karışımı olan stilize bir ağaç motifinin işlendiği alçı levhalar bulunmaktadır. Kemerler arasındaki ahşap kirişler Sâmerrâ tarzında oymalıdır. Mihrabın orijinal tezyinatı günümüze ulaşmamıştır.
Kabartma süslemelerinden dolayı caminin en ilgi çekici yanını oluşturan mi-
Dostları ilə paylaş: |