Mekkî, I, 157-158; Zerkeşî, II, 54; III, 393; İbn Nüceym, s



Yüklə 1,21 Mb.
səhifə16/29
tarix27.12.2018
ölçüsü1,21 Mb.
#86771
1   ...   12   13   14   15   16   17   18   19   ...   29

Taş, maden ve ahşap gibi maddeler üzerine yazı ve şekil kazıma sanatı.

L J


Tarih öncesi devirlerden itibaren bü­tün medeniyetlerde en Önemli sanat fa­aliyetlerinden birini hakkâklık oluştur­muştur. Arapça hakk (it>) "bir şeyi di­ğerine sürtmek, kaşımak, kazımak" kö­künden türetilen terim "taş, maden, fil­dişi, ahşap gibi çeşitli sert maddeler üze­rine oyma ve kazıma yapma sanatı" an­lamını taşımaktaysa da bugün hakkâk­lık denilince akla yalnız taş ve rnaden ka-zımacılığı (özellikle mühür) gelmektedir. Hakkâklık en itibarlı dönemlerini Akkad-lar başta olmak üzere Mezopotamya me­deniyetlerinde, Mısırlılar'da. Romalılar'-da, Selçuklularda ve Osmanlılar'da geli­şen mühür sanatlarında yaşamıştır (bk

MÜHÜR)


Millî kültürlerin bir yansıması olan mühür hakkâklığının en önemli yanı, bu işe yönelenlerin toplum içindeki itibarlı ve güvenilir kişilerin vekâlet ve tavsiyele­riyle mesleğe alınmaları idi. Çünkü yapı­lacak herhangi bir sahtekârlık devleti, kurum ve kuruluşları, şahısları zor du­rumda bırakabilirdi. Özellikle Osmanlı-lar'ın bu konuda gösterdikleri hassasiyet son derece dikkat çekicidir ve bilindiği kadarıyla zaman içinde herhangi bir mü­hürcülük sahtekârlığına rastlanmamış­tır. Mühür hakkâkları lonca teşkilâtında çok önemli bir yere sahiptiler. Mesleğe yeni giren çırakların güvenilirliklerinin yanında çok kabiliyetli olmaları gerekirdi. Mühürler basıldıkları zaman düz oku-nabilmeleri için malzemenin üzerine ters kazınırdı. Büyük bir ustalık isteyen bu ters yazı kazıma işlemi esasen zor olan

mesleği daha da güçleştiriyordu. Çırak­lar öncelikle hat sanatını iyi öğrenmek mecburiyetinde idiler. Bu sanatı ya iyi bi­rer hattat olan ustalarından ya da onun önerdiği bir hattattan meşkederek Öğ­renirlerdi. Hat meşkinden sonra çırak­lar ustalarının verdiği alıştırmaları yine onun tesbit ettiği malzeme üzerine ka­zımaya çalışırlardı. Hangi ustanın hangi malzeme üzerine hangi karakterde yazı kazıdığı bilinirdi. Bazı ustalar mühürle­rini sülüs, bazıları ta'lik, en ünlüleri ise müşterinin isteğine göre daha değişik hatlarla kazırlardı. Üç taraflı mühürlerin her yüzünde genellikle aynı yazı karakte­ri kullanılırdı.

Evliya Çelebi, IV. Murad dönemi (1623-1640) mühürcüleri hakkında şu bilgileri vermektedir: "Esnâf-ı hakkâkân: 30 dük­kân, 10S neferdir. Pîrleri hakkak Abdul­lah Yümnî'dir. Veysel Karanî'nin kemer-bestesidir. Bunlar dükkânlarında akîk-i Seylân, firuze ve yeşim taşı hakkederler. Esnâf-ı mühr-künân: Pîrleri Hazret-i Os­man'dır; 80 nefer ve elli dükkândır. Bun­ların Murad Han asrındaki ileri gelen üs­tatları Mahmud Çelebi, Rızâ Çelebi. Ferid

Çelebi nam kâmillerdir ki bir mührü yüz kuruştan beş yüz kuruşa kadar yazarlar. Vüzerâ mühürlerini de bunlar kazır. Es-nâf-ı mühr-künân-ı sîm ve heyâkil: Bun­lar gümüş mühür ve tılsımât kazır başka bir esnaftır. Akîk-i Yemenryi kazıyamaz-lar. Bunların mâbeynlerinde üstatlar var­dır ki ta'lik, nesih, rik'a, reyhânî tılsımları yazarlar. DükKânları on beş, neferleri kırktır. Pirleri Hazret-i Ukkâşe'dir" {Se­yahatname, I, 575}.

Hakkâklığın itibarlı bir meslek olması­nın iki önemli sebebi vardır. Birincisi, Os­manlı devlet dairelerinde memurların II. Meşrutiyet'e kadar (23 Temmuz 1908) imza atma yerine mühür basmaları, her türlü belgenin mühürle tasdik edilmesi ve devlet dairelerine başvuran halkın di­lekçelerinde mühür kullanmak zorunda olmasıdır. İkinci sebep, Osmanlı padi­şahlarının bu sanatı diğer Türk-İslâm sa­natları gibi himaye etmeleri ve bazıları­nın da bununla bizzat uğraşmasıdır. Ev­liya Çelebi Trabzon şehrinden bahseder­ken şöyle demektedir: "Esnâf-ı sanâyi-i meşhûre-i Trabzon: Dünyada Trabzon'un kuyumcuları gibi üstâd-ı kâmil zergeran yoktur. Hatta Selînvi Evvel burada do­ğup âlem-i sabâvetinde zernişancılık il­mini tahsil etmiş ve pederleri Bayezid Han ismine Trabzon'da sikke kazımıştır; hakir bu sikkeyi gördüm" {a.g.e., II, 91).

II. Mahmud'un da mühür kazıdığı ve bunları el altından sattırıp kazancını yok­sullara dağıttığı bilinmektedir.

Osmanlılar'da hakkâklık zaman içinde çok ünlü ustalar yetiştirmiştir. Hattatlar gibi bu ustaların da hayat hikâyeleri bi­linmemekte, varlıkları, geride bıraktıkla­rı sanat şaheseri mühürlerin bir yerine sıkıştırdıkları imzalarından Öğrenilmek­tedir. Yakın bir geçmişe kadar Beyazıt Camii bitişiğindeki eski adı Hakkâklar Çarşısı, şimdiki adı Sahaflar Çarşısı olan yerde toplu halde çalışan hakkâklar, ka­zıdıkları mühürleri sahiplerine vermeden önce tuttukları bir deftere basarlardı. Bununla hem kimlere mühür hazırladık­ları bilinir, hem de kaybolan mührün ye­rine yenisi yapılırken eskisine benzeme­mesine dikkat edilerek sahtekârlık ön­lenmiş olurdu. Bir semtte aynı adı taşı­yan iki hakkakin çalışmasına izin veril­mezdi. Mühür üzerine tarih yazma ve imza atma geleneği Osmanlılar'la başla­mıştır; ancak bazı sanatkârlar imza yeri­ne sembolik işaretler kullanmışlar, bazı­ları da ünlü kişiler ve hanım müşterileri için kazıdıkları mühürlere saygılarından dolayı imza koymamışlardır. Son dönem mühür hakkâklarının en ünlüleri Dânâ, Mecdî, Sami, İzzet, Fennî, Fehmî ve özel­likle Yümnî'dir.

Hakkâklar. üzerinde çalışacakları mal­zemeye göre özel kazıyıcı aletler geliştir­mişlerdir. Sertlik derecesi az olan altın, gümüş ve sarı gibi madenler için çelik kalemler kullanılırdı. Usta, ahşap el men­genesine sıkıştırdığı işlenmemiş mührü bir elinde tutar, diğer elindeki çelik ka­lemle de yazısını hakkederdi. Sertlik de­recesi daha fazla olan akik. kan taşı, firu­ze gibi taşlar için elmas kalemler kullanı­lırdı.

il. Meşrutiyetten itibaren memurlar­dan mühür kullanma mecburiyetinin kal­dırılması ve özellikle harf devriminden sonra gerek Latin harflerinin hat sanatı­na uygun olmayışı, gerekse okur yazar oranının artarak imza atma alışkanlığı­nın yayılması sonucu mühür üzerindeki

HAKKARİ


hakkâklık sanatı devrini tamamlamış ve hakkâklar kuyumculuk mesleği içinde yer alan kalemkârlığa yönelmişlerdir. Bun­da, ilerleyen teknolojinin getirdiği klişe ve lastik damga mühürlerle imza kaşele­rinin de büyük etkisi olmuştur.

Mühürcülüğün dışında olan. ancak adını mühürden alan hâtemkârî de (Ar. hâtem "mühür") ağırlığını hakkâklığın teşkil ettiği bir süsleme sanatıdır. Bu tür çalışmalarda süslenecek sathın üzerine yazı veya motifler yine kalemle, fakat mü­hürdeki gibi ters olarak değil düz biçim­de oyulur. Daha sonra oyulan kısımlara malzemenin cinsine göre onunla uyum sağlayacak başka maddeler yerleştirilir; meselâ bakır üzerine gümüş veya altın, beyaz mermer üzerine renkli mermer ve ahşap üzerine farklı renklerde ahşap (abanoz, gül ağacı vb.), sedef, fildişi, ba­ğa gibi. Bu sanatın büyük bir bölümü kakmacılığa girmektedir. Gümüş üzeri­ne yapılan savat da bir hâtemkârî ürü­nüdür (bk. KUYUMCULUK).

BİBLİYOGRAFYA :

Evliya Çelebi. Seyahatname, I, 575; II, 91; Fatma Egemen Engin. Mühür ve Mühürcülük Sanatımız, İstanbul 1994; Mehmet Zeki Kuşoğ-lu. Resimli Ansiklopedik Türk Kuyumculuk Terimleri Sözlüğü, İstanbul 1994. s. 70. 113-115; a.mlf.. Dünkü Sanatımız Kültürümüz, İs­tanbul 1994. s. 23-27;a.mlf.. "Dünkü Sanatla­rımızdan Hakkâklık ve Mühürcülük". Köprü, sy. 52, İstanbul 1981, s. 30-31; Pakalın. I, 706, 766; II, 141,607-609. .—,

Iffl M. Zeki Kuşoğlu

HAKKÂRİ ~"

Doğu Anadolu bölgesinde şehir ve bu şehrin merkez olduğu il.

Dicle nehrinin kollarından olan Zap Su-yu'nun (Büyük Zap) sağ kıyısına 3 km. uzaklıkta, deniz seviyesinden 1650 m. yükseklikte kurulmuştur. Türkiye'de ula­şımın en zor olduğu bir yörede bulunur. Van'dan önce doğuya, sonra da güneye yönelen yol, Van - Başkale arasındaki kesi­minde iki önemli ve yüksek geçidi (2260

HAKKÂRİ

m. yükseklikte Kurubaş Geçidi ve 2370 m. yükseklikte Güzeldere Geçidi) aştık­tan sonra Başkale'den itibaren Zap Suyu vadisine inip burayı çok virajlı bir şekilde takip ederek Hakkâri'ye ulaşır. Van-Gür-pinar-Kırkgeçit güzergâhı daha kısa ise de Karadağ (3752 m.) kütlesi gibi yüksek yerler aşıldığı için, ayrıca buranın yılın ancak iki buçuk üç ayında geçit vermesi ve bakımsız bulunması dolayısıyla tercih edilmemektedir. Van-Hakkâri yolundan Bağışlfda doğuya ayrılan bir yol da Yük­sekova'dan (eski Gevar) geçtikten son­ra 2100 m. yükseklikteki Dilezi Geçidİ'ni aşıp Esendere kapısından İran'a bağla­nır. Hakkâri'den batıya yönelen bir başka yol ise Uludere üzerinden Şırnak'a ulaşır. 2470 m. yükseklikteki Süvarihalil Geçidi'-ni aşan bu yol Sımakta ikiye ayrılarak bi­ri kuzeybatıya doğru ilerleyip Eruh üzerin­den Siirt'e, diğeri güneybatıya yönelip Ciz­re üzerinden Mardin'e ulaşmakta ve adı geçen merkezler aracılığı ile Hakkâri'yi Türkiye'nin başka merkezlerine de bağ­lamaktadır. Dolayısıyla Hakkâri, tabii ko­ridor hizmeti gören vadiler ve geçitlerle çevreye bağlanan yolların kesiştiği nokta­da yer alır. Bu da eskiden beri burayı bir idarî birimin merkezi haline getirmiştir.



Bugün Hakkâri olarak tanınan şehrin eski adı Çölemerik'tir. Hakkâri adı, 639 yılında ilk müslüman Arap akınları yöre­ye ulaştığı sırada bu bölge için kullanılan Hakâriyye'den (Hakkâriyye) kaynaklanır. Bir bölge adı olarak Hakkâri. Van gölü­nün güney kıyıları yakınından başlayarak günümüzde Türkiye sınırları dışında ka­lan dağlık kesimleri de İçine alan çok en­gebeli bir yöreyi, Çölemerik ise buranın merkezi olan kasabayı niteler. Cumhu-riyet'in başlarında sahası eskisine göre daralmış ve bir kısmı sınırlarımız dışında kalmış olan vilâyet için Hakkâri, bu vilâ-

yetin merkezi için Çölemerik adı kullanıl­mış, fakat zamanla Çölemerik adı unu­tularak hem ile hem de merkezine Hak­kâri denmiştir.

Çölemerik'in ne zaman ve kimler tara­fından kurulduğu hakkında bilgi yoktur. Burası Süryânî kaynaklarında Gûlârmak (Gulmar) şeklinde geçmekte. Batı kay­naklı eser ve haritalarda ise Culamerg veya Julamerk biçimlerinde yazılmak­tadır. Oğuzlar Hakkâri yöresine ilk defa 432 (1040-41) yılında gelmişler (İbnü'l-Esîr, IX. 297; Yınanç, s. 40) ve yöre hal­kıyla savaşıp obalarını ve mallarını ele geçirmiş, kadın ve çocuklarını esir almış­lardır. Ancak daha sonra onları dağlarda takip ettikleri sırada cereyan eden ikinci savaşta yenilen Oğuzlar yöreden uzakla­şıp dağlara çekilmişlerdir. Bu tarihten bir süre sonra bölgeye Tuğrul Bey yöne­timindeki Selçuklular geldiler (1054), an­cak uzun süreli hâkimiyet kuramadılar. Irak Selçuklu Sultanı Mahmud'un Musul ve Azerbaycan emîrlerinden Küyüş Bey, bölgedeki Kürtler'in huzursuzluk çıkar­maları ve yol emniyetini ihlâl etmeleri üzerine Hakkâri yöresindeki birçok ka­leyi zaptetmiş ve bölgede huzuru sağla­mıştır (İbnü'1-Esîr, X, 477).

Atabeg İmâdüddin Zengî, 537 (1142-43} yılında Hakkâri yöresine bir ordu sev-kedip bazı yerleri ele geçirdi [a.g.e., XI, 88). Yöre, XIII. yüzyılın ikinci yansın­da Hülâgû döneminde İlhanlılar'ın eline geçti (1259); İlhanlılar'dan sonra Kara-koyunlular'ın ve Celâyirliler'in idaresi altı­na girdi; tekrar Karakoyunlular'ın eline geçtikten sonra Timur'un Van gölü çev­resine hâkim olması üzerine onun hâki­miyetini tanıdı. Hakkâri yöresinin hâkimi olan ve Çölemerik'te oturan mahallî bey­ler Timur'a bağlılıklarını bildirdiler. XIV. yüzyıl seyyahlarından İbn Fazlullah el-

Ömerî'nin yöreye hükmeden Çölemerik (Cûlemerik JyJj*-) hâkiminden bahset­mesi (et-Taırlf, s. 38), oldukça eski dö­nemlerden beri buranın bir İdarî merkez olduğunu düşündürmektedir. XV. yüzyı­lın ikinci yarısında yörede Akkoyunlu-lar'ın hâkim olduğu, günümüzde Hakkâ­ri şehrinde bir mahalleye (Medrese ma­hallesi) adını veren, 1472 tarihli bir Ak-koyunlu eseri olan Meydan Medresesi'-nin mevcudiyetinden anlaşılmaktadır. XVI. yüzyılın başlarında Osmanlı İdaresi­ne giren yöre bir ara Safevîler'e tâbi ol­du. Bu yüzyılın ortalarında Osmanlılar'ın Van'ı fethetmesi üzerine kurulan Van eyaletine bağlandı ve Osmanlı hükümeti tarafından sahiplerine ait olarak kabul edilen sancaklardan (ocaklık) biri haline getirildi. Buranın merkezi olan kasaba da bu dönemde imar gördü, yanıbaşın-daki kalesi onarıldı. XVII. yüzyılda Çö-lemerik'ten bahseden yazarlardan Kâ-tib Çelebi, "Cülâmerik" (■Jytfş>) şeklinde yazdığı kasabanın Van eyaletine bağlı ol­duğunu ve iki vadi arasında yükselen bir tepe üzerinde kalesi bulunduğunu zikre­der. Aynı yüzyılda Evliya Çelebi de adını bazan Cülûmerik ( Jj«$i?- (Seyahatna­me, IV, 131)), bazan Çelemerik ( Jj4**L>-[a.g.e., IV, I77|) biçiminde yazdığı Çöle­merik Kalesi'nin Van eyaletine dahil Hak­kâri hâkimliğinin merkezi olduğunu söy­ler. XIX. yüzyılın ilk yarısına kadar Van eyaleti içinde bir sancak durumunda ka­lan Hakkâri genellikle bu eyalete bağlı bir "hükümet" statüsünde sayılmıştır (Baykara. s. 118). Bu yüzyılın ikinci yarı­sında eyalet sisteminden büyük vilâyet sistemine geçilirken kurulan Erzurum vilâyeti İçinde Van sancağına bağlı olan Çölemerik (Hakkâri) 1876'da kısa bir süre vilâyet merkezi haline getirilmiş, 1888'-de yeniden Van vilâyetine bir sancak merkezi olarak bağlanmıştır. XIX. yüzyı­lın sonlarına ait bilgi veren V. Cuinet, Van vilâyetine tâbi Hakkâri sancağının mer­kezi olan Çölemerik'in (DjulamĞrik) 300 ev, yirmi dükkâna sahip olduğunu, yet­miş beş öğrencinin devam ettiği bir rüş-diye mektebi bulunduğunu yazar. Çöle­merik'in nüfusunu vermeyen Cuinet, bu­ranın merkez olduğu kazanın nüfusunu 4600 olarak kaydeder ki köy sayısı ve köy nüfusu çok az olan yörede bu nüfusun kasabadaki ev sayısından hareketle hiç olmazsa 3000'e yakınının ÇÖlemerik'e ait bulunduğu tahmin edilebilir. Hakkâri, 1908 yılı başlarında iki sancağı bulunan Van vilâyeti içinde (Van ve Hakkâri) bir sancak merkeziydi (a.g.e., s. 138).

Şehir I. Dünya Savaşı sırasında Rus is­tilâsına uğradı (3 Aralık 1914). Bir hafta sonra geri çekilen Ruslar, 23 Mayıs 1915'-te yeniden yöreye girerek Hakkâri'yi iş­gal ettiler. Nihayet 22 Nisan 1918'de şe­hir harap olmuş ve nüfusu azalmış bir kasaba olarak kurtarıldı. Cuinet'nin bah­settiği yıllarda 3000'e yaklaştığı tahmin edilen nüfusu Cumhuriyet'in başlarında bir il merkezi yapılmasına rağmen 1OOO kişiyi bulmuyordu (I927 sayımında sa­dece 801 nüfus). Bir ara Van vilâyetine kaza merkezi olarak bağlanan, daha son­ra 4 Ocak 1936 tarih ve 2885 sayılı ka­nunla yeniden kurulan Hakkâri ilinin merkezi olan şehrin nüfusu 194S sayımı­na kadar 2000'i aşamadı (1935'te 1562, 1940'ta 1821 nüfus). Bu nüfus miktar­ları, ayrıca 1945 ve 1948 yıllarında yö­rede araştırmalar yapan coğrafyacıların gözlemlerinden (İzbırak, Cilo Dağı ue Hakkâri ile Vangölü Çevresinde Coğraf­ya Araştırmaları, s. 56-63; Erinç, İstan­bul Üniversitesi Coğrafya Enstitüsü Der­gisi, sy. 3-4, s. 90), Hakkâri'nin 1892'de Cuinet'nin tasvir ettiği şehre göre çok gerilemiş bir köy görünümünde olduğu ortaya çıkmaktadır. Bu araştırmalara göre birkaç dükkân ve 450 kadar hane­den oluşan 2000 kadar nüfuslu f 1945 sa­yımına göre 2145 nüfus) bir kasaba du­rumundaydı. Nüfusu ilk defa 1975 sa­yımında 10.000'i aşan (11.735} Hakkâri şehri bundan sonra özellikle yakın çevre­sinden daha hızlı nüfus toplamaya başla­dı ve nüfusu 1985'te 20.0001 (20.754), 1990'da da 30.000'i aştı (30 407).

Günümüzde Hakkâri şehri Zap Suyu vadisine sağ taraftan kavuşan Katramas çayının kuzeyindeki bir düzlükte kurul­muş yönetim binaları ve iş merkezini ih­tiva eden Bulak mahallesiyle. eskiden bu

mahalleden boşluklarla ayrılan, fakat son yıllarda araları dolmaya başlayan on ma­halleden (Dağgüi, Biçer, Merzan, Kıran, Bağlar, Pehlivan, Gazi, Yenimahalle, Med­rese, Keklikpınar) meydana gelir. Bu ma­halleler içindeki ev sayısı 7300 (Nisan 1996) civarındadır. Bunlardan kalenin eteğinde bulunan Dağgül, Cumhuriyet'in başlarında idare merkezinin bulunduğu mahalle idi. Bu fonksiyon sonradan Bu­lak mahallesine geçmiştir. Bu mahalle­deki İstiklâl, Cumhuriyet ve Kayacan caddeleri üzerinde okullar, ticaret yerle­ri ve başlıca resmî binalar yer alır. Bulak mahallesinin batısında bulunan ve Kat­ramas çayı ile birbirinden ayrılan Merzan ve Pehlivan mahalleleri, eski köylerin sonradan belediye sınırları içine alınma­sıyla mahalle statüsüne kavuşmuştur. Bunlardan Merzan mahallesinin 1995 Ekim ayında ikiye ayrılmasıyla Bağlar adında yeni bir mahalle oluşturulmuş­tur. Aynı şekilde 1994 yılında Dağgül ma­hallesinden ayrılan bir mahalleye, özel­likle taş işlemeli kapısıyla dikkati çeken Meydan Medresesi'nin adına nisbetle Medrese mahallesi adı verilmiştir. Cum­huriyet'in başlarında harap durumda olan, ardından onarılarak bir ara hapis­hane yapılan, son olarak Vakıflar İdaresi tarafından aslına uygun biçimde restore edilen Meydan Medresesi halen boş bu­lunmakta (Nisan 1996) ve müze olarak kullanılması tasarlanmaktadır. Bu eserin dışında Hakkâri'de önemli tarihî âbide, şehrin güneyinde Katramas çayı ile ona kavuşan Serink deresi arasında kalan ve bu iki vadiye dik yamaçlarla inen tepe üzerinde yer alan Çölemerik Kalesi'dir.

Hakkâri'nin merkez olduğu Hakkâri ili kuzeyden Van, batıdan Şırnak illeriyle kuşatılmıştır. Ayrıca doğuda İran, gü-

HAKKÂRİ


neyde Irak topraklarına komşudur. Mer­kez ilçeden başka Çukurca. Şemdinli ve Yüksekova ilçelerine ayrılmıştır. 7121 kmz genişliğindeki Hakkâri ilinin 1990 sayımı­na göre nüfusu 172.479, nüfus yoğunlu­ğu ise yirmi dört idi.

Diyanet İşleri Başkanlığı'na ait 1995 yılı istatistiklerine göre Hakkâri'de il ve ilçe merkezlerinde kırk dört, kasaba ve köylerinde 306 olmak üzere toplam 350 cami bulunmaktadır. İl merkezindeki ca­mi sayısı yirmi üçtür.

Hakkâri nisbesiyle meşhur önemli kişi­lerden bazıları şunlardır: Meşhur sûfîve âlim Ebü'I-Hasan Ali b. Ahmed el-Kureşî el-Hakkârî, Esedüddin Şîrkûh'un imamı ve Selâhaddîn-i Eyyûbî'nin danışmanı Zi-yâeddin îsâ b. Muhammed el-Hakkârî, Sultan Baybars'ın ünlü kumandanı Şere-feddin îsâ b. Muhammed el-Hakkârî. müfessir Şehâbeddin Ahmed b. Ahmed el-Hakkârî ve Şâfıî fakihi Muhammed b. Abdullah el-Hakkârî.

BİBLİYOGRAFYA :

Sem'ânî. el-Ensâb (Bârûdî), V. 645; Yâküt. Mu'cemü'l-bütdân, V, 470; İbnü'l-Esîr, el-Kâ-mil (trc. Abdülkerim Özaydın), İstanbul 1987, IX. 297; X, 477; XI, 88; İt>n Fazlullah el-Ömerî, et-Ta'rif Kahire 1312/1894. s. 38; Kâtib Çelebi. Cihannümâ, s. 419, 420; Evliya Çelebi. Seya­hatname, 1, 187; IV. 131. 177; Cuinet. II, 728-730; Uzunçarşılı, Osmanlı Tarihi, II, 580; Mük-rimin Halil Yınanç. Türkiye Tarihi, Selçuklular Devri I: Anadolu'nun Fethi, İstanbul 1944, s. 40; Reşat İzbırak. Oto Dağı ue Hakkari ile Vangölü Çeuresinde Coğrafya Araştırmaları, Ankara 1951, s. 47, 48, 49, 56-63; a.mlf., "Ci-Io ve Nemrut Dağlarıyla Hakkâri ve Vangölü Çevresinde Coğrafya Araştırmaları", DTCFD, İV/1 (1946), s. 103-112; a.mlf.. "Cilo Dağları­nın Turizm Bakımından Değeri", Ülkü, III. se­ri, Ankara 1947. s. 4; a.mlf.. "Vangölü Çevre­si", a.e. (1948), s. 13; Sırrı Erinç, Doğu Anado­lu Coğrafyası, İstanbul 1953, s. 56, 57; a.mlf., "Van'dan Cilo Dağlarına", iÜ Coğrafya Ensti­tüsü Dergisi, sy. 3-4, İstanbul 1953, s. 90-95; Osman Yalçın. Van-Hakkâri, İstanbul 1961; D. Hills. My Trauets İn Turkey, London 1964, s. 177-179; Metin Sözen. Anadolu Kentleri, İs­tanbul 1971, s. 242-243; Coşkun Alptekin, The Reign of Zangl, Erzurum 1978, s. 82; Osman Turan. Doğu Anadolu Türk Devletleri Tarihi, İstanbul 1980, s. 202; Nazmi Sevgen. Doğu ue Güneydoğu Anadolu'da Türk Beylikleri, An­kara 1982,s. 154-160; a.mlf.. "Hakkâri", Coğ­rafya Dünyası, 1/1, İstanbul 1950, s. 31-40; Tuncer Baykara, Anadolu'nun Tarihî Coğraf­yasına Giriş I: Anadolu'nun idarî Taksimatı, Ankara 1988, s. 118, 125, 138; Basile Nikitine. "Le systeme routier du Kurdistan", La gĞog-raphie, LX!1I, Paris 1935, s. 363-385; Necmi Os-ten, "Hakkâri", Ülkü (Yeni Seri), sy. 77, Anka­ra 1944, s. 8-10; Besim Darkot, "Çölemerik", \A, III, 441-442; a.mlf.. "Hakkâri", a.e.,V/l,s.

İM Metin Tuncel 207

HAKKI BEY, Üsküdarlı

F HAKKI BEY, Üsküdarü ~*

(1823-1894)

Son devir divan şairi.

Mora'da doğdu. Asıl adı İbrahim olup şiirlerinde Hakkı mahlasını kullanmıştır. Yekçeşm Hakkı, Kör Hakkı diye de anılır. İsmail Hakkı Paşa'nın oğludur. İlk öğre­nimini babasının sürgün yeri olan Geli­bolu'da tamamladı. 1842'de babasının affedilerek İstanbul Boğazlar Nâzırlığı'-na tayini üzerine İstanbul'da önce Bâb-ı Defterî'de Haremeyn (veya Evkaf) Mu­hasebesi Kalemi'nde görev yaptı; daha sonra 1850 yılında Evkaf Nezâreti Mek-tûbî Kalemi memurluğuna nakledildi. Bir ara Defter-i Hâkânî Kalemi'ne devam et­tiyse de bu görevleri sırasında aşın ça­lışması sonucu zihin yorgunluğu has­talığına yakalandı. 1854-1865 yılları ara­sında rahatsızlığı sürdü; bir süre sonra sağlığına kavuşarak kendisine bağlanan 1000 kuruş maaşla emekli oldu ve bun­dan sonra hayatını Üsküdar Çamlıca'daki evinde geçirdi. Asîr'in fethine dair kale­me aldığı kaside Abdurrahman Sami Pa­şa'nın aracılığı ile Sultan Abdülaziz'e tak­dim edilince kendisine 10.000 kuruş cai­ze verilerek maaşına da 600 kuruş zam yapıldı. Hayatının son yıllarına doğru sol gözü görmez oldu. 20 Safer 1312 (23 Ağustos 1894) tarihinde vefat eden Hakkı Bey Çamlıca'da Celvetiyye tarikatına ait Selâmi Ali Efendi Tekkesi civarına defne­dildi.

Fatîn Efendi Hakkı Bey'in şiir sanatın­daki maharetini belirtmekte, bu sanatın bütün inceliklerine vâkıf olduğunu, önce gazel alanında kendini denediyse de son­radan yaratılışına daha uygun düşen ka­sidede karar kıldığını zikretmektedir (Tezkire, s. 69). Sami Paşa da saraya yaz­dığı bir tezkirede Hakkı Bey'in şiir sana­tındaki maharetini övmektedir (İbnüie-

min, I, 482). Yenişehirli Avni Bey'in, di­vanına yazdığı takriz kasidesinde NefT-ye denk sayılabilecek güçlü bir şair oldu­ğunu söylediği (Diuan, s. 52-54) Hakkı Bey bir başka kaynakta da "Nefî-yi za­man" olarak nitelendirilmektedir (Meh-med Tevfik, s. İ4).

1277 yılı sonlarından (Mayıs-Haziran 1861) 1278 yılı ortalarına (Ocak 1862) ka­dar İstanbul'da Hersekli Arif Hikmet Bey'in evinde her hafta yapılan Encü-men-İ Şuarâ toplantılarına katılan Hakkı Bey. Tanzimat'tan sonra divan şiirini ya­şatmak isteyenler arasında dil ve üslûp bakımından en kuvvetli kabul edilen şa­irlerden biridir. Enderunlu Vâsıfta bü­yük ölçüde mahallîleşen, Şinâsi ile Ziya Paşa'da ise giderek modern bir muhteva kazanan yeni şiir anlayışını benimseme­yen Hakkı Bey, doğrudan doğruya NefT-yi ve onun beğendiği İran şairlerini taklit etme yolunu seçmiştir. Kasidelerindeki parlak dil ve coşkun ahenk şaire yaşadığı dönemde büyük bir şöhret kazandırmış­tır. Ancak şiirindeki güzellikler derin ve renkli mâna âlemini, gerçek hayat sah­nelerini değil eski ve tamamen soyut klasik unsurları yansıtmaktadır. Dolayı­sıyla Hakkı Bey Nefî'nin dilini taklitte başarılı olmakla beraber onun şiirindeki

canlılığı, yeni hayalleri ve gerçek hayat sahnelerini yakalayamamıştır. Eski kasi­delerin çoğunda tekrarlanan ve Nedim'­den sonra terkedilen İran kaynaklı klasik hayaller Fâtih Sultan Mehmed, Kanunî Sultan Süleyman ve IV. Murad gibi ihti­şamlı padişahlar için doğru sayılsa bile şairin yaşadığı dönemdeki devlet adam­ları İçin artık geçerliliğini kaybetmiştir. Bu sebeple Hakkı Bey'in kasidelerindeki gür sese rağmen gerçeği yansıtmayan sözün doğurduğu boşluk Önemli bir ek­siklik olarak görülmektedir.

Arapça, Farsça, Türkçe nazım ve ne­sirde başarı göstermiş olan şairin elli beş sayfalık divanı Eşref Bey vasıtasıyla 1292'de (1875) Bursa'da basılmıştır. Yir­mi kaside ve otuz bir gazelin yer aldığı divanın sonunda Yenişehirli Avni Bey'in yazdığı takriz kasidesiyle Eşref Bey'in düştüğü tarih ve Hakkı Bey'in hal tercü­mesi bulunmaktadır. Hakkı Bey'in, diva­nının basıldığı tarihten ölümüne kadar geçen on dokuz yıllık sürede yazdığı şiir­ler ise bir araya getirilip yayımlanama-mıştır.

BİBLİYOGRAFYA :

Hakkı Bey, Divan, Bursa 1292, s. 52-54; Fa-tîn. Tezkire, s. 69; Mehmed Tevfik, Kâfile-i Şua-râ, İstanbul 1290, s. 14; Abdurrahman Sami Pa­şa. İnşâ-yı Sâmî, İstanbul, ts. (Necib Bey Mat­baası), s. 61; SicilH Osmânî, ][, 239; Osmanlı Müellifleri, 11, 151; İbnülemin, Son Asır Türk Şairleri, [, 481-486; Kocatürk. Türk Edebiyatı Tarihi, s. 607-608; "Hakkı Bey, İbrahim (Üskü­darlı)", TA, XVIII, 335; "Hakkı Bey (Yekçeşm)", TDEA, IV, 29. ı—ı

İM M. Serhan Tayşi

HÂKSÂR HAREKETİ

Hindistan'da İnâyetullah Han

(ö. 1963) tarafından başlatılan

dinî, içtimaî ve siyasî hareket

(bk. İNÂYETULLAH HAN).

L J

r HÂKSÂRİYYE ^



İran'da tarikata benzer özellikler taşıyan

dinî bir fırka.

L J

Farsça'da "toprağı andıran, toza bu­lanmış" anlamına gelen hâk-sâr kelime­sini, tevazu ifadesi olmak üzere kendile­rini nitelendiren bir isim olarak kullanan Hâksâriyye mensupları melâmet ve fü-tüvvet ehlinin, ayyâr ve kalenderlerin et­kisinde kalmıştır. İnanç, âdâb ve erkânı-


Yüklə 1,21 Mb.

Dostları ilə paylaş:
1   ...   12   13   14   15   16   17   18   19   ...   29




Verilənlər bazası müəlliflik hüququ ilə müdafiə olunur ©muhaz.org 2024
rəhbərliyinə müraciət

gir | qeydiyyatdan keç
    Ana səhifə


yükləyin