Taş, maden ve ahşap gibi maddeler üzerine yazı ve şekil kazıma sanatı.
L J
Tarih öncesi devirlerden itibaren bütün medeniyetlerde en Önemli sanat faaliyetlerinden birini hakkâklık oluşturmuştur. Arapça hakk (it>) "bir şeyi diğerine sürtmek, kaşımak, kazımak" kökünden türetilen terim "taş, maden, fildişi, ahşap gibi çeşitli sert maddeler üzerine oyma ve kazıma yapma sanatı" anlamını taşımaktaysa da bugün hakkâklık denilince akla yalnız taş ve rnaden ka-zımacılığı (özellikle mühür) gelmektedir. Hakkâklık en itibarlı dönemlerini Akkad-lar başta olmak üzere Mezopotamya medeniyetlerinde, Mısırlılar'da. Romalılar'-da, Selçuklularda ve Osmanlılar'da gelişen mühür sanatlarında yaşamıştır (bk
MÜHÜR)
Millî kültürlerin bir yansıması olan mühür hakkâklığının en önemli yanı, bu işe yönelenlerin toplum içindeki itibarlı ve güvenilir kişilerin vekâlet ve tavsiyeleriyle mesleğe alınmaları idi. Çünkü yapılacak herhangi bir sahtekârlık devleti, kurum ve kuruluşları, şahısları zor durumda bırakabilirdi. Özellikle Osmanlı-lar'ın bu konuda gösterdikleri hassasiyet son derece dikkat çekicidir ve bilindiği kadarıyla zaman içinde herhangi bir mühürcülük sahtekârlığına rastlanmamıştır. Mühür hakkâkları lonca teşkilâtında çok önemli bir yere sahiptiler. Mesleğe yeni giren çırakların güvenilirliklerinin yanında çok kabiliyetli olmaları gerekirdi. Mühürler basıldıkları zaman düz oku-nabilmeleri için malzemenin üzerine ters kazınırdı. Büyük bir ustalık isteyen bu ters yazı kazıma işlemi esasen zor olan
mesleği daha da güçleştiriyordu. Çıraklar öncelikle hat sanatını iyi öğrenmek mecburiyetinde idiler. Bu sanatı ya iyi birer hattat olan ustalarından ya da onun önerdiği bir hattattan meşkederek Öğrenirlerdi. Hat meşkinden sonra çıraklar ustalarının verdiği alıştırmaları yine onun tesbit ettiği malzeme üzerine kazımaya çalışırlardı. Hangi ustanın hangi malzeme üzerine hangi karakterde yazı kazıdığı bilinirdi. Bazı ustalar mühürlerini sülüs, bazıları ta'lik, en ünlüleri ise müşterinin isteğine göre daha değişik hatlarla kazırlardı. Üç taraflı mühürlerin her yüzünde genellikle aynı yazı karakteri kullanılırdı.
Evliya Çelebi, IV. Murad dönemi (1623-1640) mühürcüleri hakkında şu bilgileri vermektedir: "Esnâf-ı hakkâkân: 30 dükkân, 10S neferdir. Pîrleri hakkak Abdullah Yümnî'dir. Veysel Karanî'nin kemer-bestesidir. Bunlar dükkânlarında akîk-i Seylân, firuze ve yeşim taşı hakkederler. Esnâf-ı mühr-künân: Pîrleri Hazret-i Osman'dır; 80 nefer ve elli dükkândır. Bunların Murad Han asrındaki ileri gelen üstatları Mahmud Çelebi, Rızâ Çelebi. Ferid
Çelebi nam kâmillerdir ki bir mührü yüz kuruştan beş yüz kuruşa kadar yazarlar. Vüzerâ mühürlerini de bunlar kazır. Es-nâf-ı mühr-künân-ı sîm ve heyâkil: Bunlar gümüş mühür ve tılsımât kazır başka bir esnaftır. Akîk-i Yemenryi kazıyamaz-lar. Bunların mâbeynlerinde üstatlar vardır ki ta'lik, nesih, rik'a, reyhânî tılsımları yazarlar. DükKânları on beş, neferleri kırktır. Pirleri Hazret-i Ukkâşe'dir" {Seyahatname, I, 575}.
Hakkâklığın itibarlı bir meslek olmasının iki önemli sebebi vardır. Birincisi, Osmanlı devlet dairelerinde memurların II. Meşrutiyet'e kadar (23 Temmuz 1908) imza atma yerine mühür basmaları, her türlü belgenin mühürle tasdik edilmesi ve devlet dairelerine başvuran halkın dilekçelerinde mühür kullanmak zorunda olmasıdır. İkinci sebep, Osmanlı padişahlarının bu sanatı diğer Türk-İslâm sanatları gibi himaye etmeleri ve bazılarının da bununla bizzat uğraşmasıdır. Evliya Çelebi Trabzon şehrinden bahsederken şöyle demektedir: "Esnâf-ı sanâyi-i meşhûre-i Trabzon: Dünyada Trabzon'un kuyumcuları gibi üstâd-ı kâmil zergeran yoktur. Hatta Selînvi Evvel burada doğup âlem-i sabâvetinde zernişancılık ilmini tahsil etmiş ve pederleri Bayezid Han ismine Trabzon'da sikke kazımıştır; hakir bu sikkeyi gördüm" {a.g.e., II, 91).
II. Mahmud'un da mühür kazıdığı ve bunları el altından sattırıp kazancını yoksullara dağıttığı bilinmektedir.
Osmanlılar'da hakkâklık zaman içinde çok ünlü ustalar yetiştirmiştir. Hattatlar gibi bu ustaların da hayat hikâyeleri bilinmemekte, varlıkları, geride bıraktıkları sanat şaheseri mühürlerin bir yerine sıkıştırdıkları imzalarından Öğrenilmektedir. Yakın bir geçmişe kadar Beyazıt Camii bitişiğindeki eski adı Hakkâklar Çarşısı, şimdiki adı Sahaflar Çarşısı olan yerde toplu halde çalışan hakkâklar, kazıdıkları mühürleri sahiplerine vermeden önce tuttukları bir deftere basarlardı. Bununla hem kimlere mühür hazırladıkları bilinir, hem de kaybolan mührün yerine yenisi yapılırken eskisine benzememesine dikkat edilerek sahtekârlık önlenmiş olurdu. Bir semtte aynı adı taşıyan iki hakkakin çalışmasına izin verilmezdi. Mühür üzerine tarih yazma ve imza atma geleneği Osmanlılar'la başlamıştır; ancak bazı sanatkârlar imza yerine sembolik işaretler kullanmışlar, bazıları da ünlü kişiler ve hanım müşterileri için kazıdıkları mühürlere saygılarından dolayı imza koymamışlardır. Son dönem mühür hakkâklarının en ünlüleri Dânâ, Mecdî, Sami, İzzet, Fennî, Fehmî ve özellikle Yümnî'dir.
Hakkâklar. üzerinde çalışacakları malzemeye göre özel kazıyıcı aletler geliştirmişlerdir. Sertlik derecesi az olan altın, gümüş ve sarı gibi madenler için çelik kalemler kullanılırdı. Usta, ahşap el mengenesine sıkıştırdığı işlenmemiş mührü bir elinde tutar, diğer elindeki çelik kalemle de yazısını hakkederdi. Sertlik derecesi daha fazla olan akik. kan taşı, firuze gibi taşlar için elmas kalemler kullanılırdı.
il. Meşrutiyetten itibaren memurlardan mühür kullanma mecburiyetinin kaldırılması ve özellikle harf devriminden sonra gerek Latin harflerinin hat sanatına uygun olmayışı, gerekse okur yazar oranının artarak imza atma alışkanlığının yayılması sonucu mühür üzerindeki
HAKKARİ
hakkâklık sanatı devrini tamamlamış ve hakkâklar kuyumculuk mesleği içinde yer alan kalemkârlığa yönelmişlerdir. Bunda, ilerleyen teknolojinin getirdiği klişe ve lastik damga mühürlerle imza kaşelerinin de büyük etkisi olmuştur.
Mühürcülüğün dışında olan. ancak adını mühürden alan hâtemkârî de (Ar. hâtem "mühür") ağırlığını hakkâklığın teşkil ettiği bir süsleme sanatıdır. Bu tür çalışmalarda süslenecek sathın üzerine yazı veya motifler yine kalemle, fakat mühürdeki gibi ters olarak değil düz biçimde oyulur. Daha sonra oyulan kısımlara malzemenin cinsine göre onunla uyum sağlayacak başka maddeler yerleştirilir; meselâ bakır üzerine gümüş veya altın, beyaz mermer üzerine renkli mermer ve ahşap üzerine farklı renklerde ahşap (abanoz, gül ağacı vb.), sedef, fildişi, bağa gibi. Bu sanatın büyük bir bölümü kakmacılığa girmektedir. Gümüş üzerine yapılan savat da bir hâtemkârî ürünüdür (bk. KUYUMCULUK).
BİBLİYOGRAFYA :
Evliya Çelebi. Seyahatname, I, 575; II, 91; Fatma Egemen Engin. Mühür ve Mühürcülük Sanatımız, İstanbul 1994; Mehmet Zeki Kuşoğ-lu. Resimli Ansiklopedik Türk Kuyumculuk Terimleri Sözlüğü, İstanbul 1994. s. 70. 113-115; a.mlf.. Dünkü Sanatımız Kültürümüz, İstanbul 1994. s. 23-27;a.mlf.. "Dünkü Sanatlarımızdan Hakkâklık ve Mühürcülük". Köprü, sy. 52, İstanbul 1981, s. 30-31; Pakalın. I, 706, 766; II, 141,607-609. .—,
Iffl M. Zeki Kuşoğlu
HAKKÂRİ ~"
Doğu Anadolu bölgesinde şehir ve bu şehrin merkez olduğu il.
Dicle nehrinin kollarından olan Zap Su-yu'nun (Büyük Zap) sağ kıyısına 3 km. uzaklıkta, deniz seviyesinden 1650 m. yükseklikte kurulmuştur. Türkiye'de ulaşımın en zor olduğu bir yörede bulunur. Van'dan önce doğuya, sonra da güneye yönelen yol, Van - Başkale arasındaki kesiminde iki önemli ve yüksek geçidi (2260
HAKKÂRİ
m. yükseklikte Kurubaş Geçidi ve 2370 m. yükseklikte Güzeldere Geçidi) aştıktan sonra Başkale'den itibaren Zap Suyu vadisine inip burayı çok virajlı bir şekilde takip ederek Hakkâri'ye ulaşır. Van-Gür-pinar-Kırkgeçit güzergâhı daha kısa ise de Karadağ (3752 m.) kütlesi gibi yüksek yerler aşıldığı için, ayrıca buranın yılın ancak iki buçuk üç ayında geçit vermesi ve bakımsız bulunması dolayısıyla tercih edilmemektedir. Van-Hakkâri yolundan Bağışlfda doğuya ayrılan bir yol da Yüksekova'dan (eski Gevar) geçtikten sonra 2100 m. yükseklikteki Dilezi Geçidİ'ni aşıp Esendere kapısından İran'a bağlanır. Hakkâri'den batıya yönelen bir başka yol ise Uludere üzerinden Şırnak'a ulaşır. 2470 m. yükseklikteki Süvarihalil Geçidi'-ni aşan bu yol Sımakta ikiye ayrılarak biri kuzeybatıya doğru ilerleyip Eruh üzerinden Siirt'e, diğeri güneybatıya yönelip Cizre üzerinden Mardin'e ulaşmakta ve adı geçen merkezler aracılığı ile Hakkâri'yi Türkiye'nin başka merkezlerine de bağlamaktadır. Dolayısıyla Hakkâri, tabii koridor hizmeti gören vadiler ve geçitlerle çevreye bağlanan yolların kesiştiği noktada yer alır. Bu da eskiden beri burayı bir idarî birimin merkezi haline getirmiştir.
Bugün Hakkâri olarak tanınan şehrin eski adı Çölemerik'tir. Hakkâri adı, 639 yılında ilk müslüman Arap akınları yöreye ulaştığı sırada bu bölge için kullanılan Hakâriyye'den (Hakkâriyye) kaynaklanır. Bir bölge adı olarak Hakkâri. Van gölünün güney kıyıları yakınından başlayarak günümüzde Türkiye sınırları dışında kalan dağlık kesimleri de İçine alan çok engebeli bir yöreyi, Çölemerik ise buranın merkezi olan kasabayı niteler. Cumhu-riyet'in başlarında sahası eskisine göre daralmış ve bir kısmı sınırlarımız dışında kalmış olan vilâyet için Hakkâri, bu vilâ-
yetin merkezi için Çölemerik adı kullanılmış, fakat zamanla Çölemerik adı unutularak hem ile hem de merkezine Hakkâri denmiştir.
Çölemerik'in ne zaman ve kimler tarafından kurulduğu hakkında bilgi yoktur. Burası Süryânî kaynaklarında Gûlârmak (Gulmar) şeklinde geçmekte. Batı kaynaklı eser ve haritalarda ise Culamerg veya Julamerk biçimlerinde yazılmaktadır. Oğuzlar Hakkâri yöresine ilk defa 432 (1040-41) yılında gelmişler (İbnü'l-Esîr, IX. 297; Yınanç, s. 40) ve yöre halkıyla savaşıp obalarını ve mallarını ele geçirmiş, kadın ve çocuklarını esir almışlardır. Ancak daha sonra onları dağlarda takip ettikleri sırada cereyan eden ikinci savaşta yenilen Oğuzlar yöreden uzaklaşıp dağlara çekilmişlerdir. Bu tarihten bir süre sonra bölgeye Tuğrul Bey yönetimindeki Selçuklular geldiler (1054), ancak uzun süreli hâkimiyet kuramadılar. Irak Selçuklu Sultanı Mahmud'un Musul ve Azerbaycan emîrlerinden Küyüş Bey, bölgedeki Kürtler'in huzursuzluk çıkarmaları ve yol emniyetini ihlâl etmeleri üzerine Hakkâri yöresindeki birçok kaleyi zaptetmiş ve bölgede huzuru sağlamıştır (İbnü'1-Esîr, X, 477).
Atabeg İmâdüddin Zengî, 537 (1142-43} yılında Hakkâri yöresine bir ordu sev-kedip bazı yerleri ele geçirdi [a.g.e., XI, 88). Yöre, XIII. yüzyılın ikinci yansında Hülâgû döneminde İlhanlılar'ın eline geçti (1259); İlhanlılar'dan sonra Kara-koyunlular'ın ve Celâyirliler'in idaresi altına girdi; tekrar Karakoyunlular'ın eline geçtikten sonra Timur'un Van gölü çevresine hâkim olması üzerine onun hâkimiyetini tanıdı. Hakkâri yöresinin hâkimi olan ve Çölemerik'te oturan mahallî beyler Timur'a bağlılıklarını bildirdiler. XIV. yüzyıl seyyahlarından İbn Fazlullah el-
Ömerî'nin yöreye hükmeden Çölemerik (Cûlemerik JyJj*-) hâkiminden bahsetmesi (et-Taırlf, s. 38), oldukça eski dönemlerden beri buranın bir İdarî merkez olduğunu düşündürmektedir. XV. yüzyılın ikinci yarısında yörede Akkoyunlu-lar'ın hâkim olduğu, günümüzde Hakkâri şehrinde bir mahalleye (Medrese mahallesi) adını veren, 1472 tarihli bir Ak-koyunlu eseri olan Meydan Medresesi'-nin mevcudiyetinden anlaşılmaktadır. XVI. yüzyılın başlarında Osmanlı İdaresine giren yöre bir ara Safevîler'e tâbi oldu. Bu yüzyılın ortalarında Osmanlılar'ın Van'ı fethetmesi üzerine kurulan Van eyaletine bağlandı ve Osmanlı hükümeti tarafından sahiplerine ait olarak kabul edilen sancaklardan (ocaklık) biri haline getirildi. Buranın merkezi olan kasaba da bu dönemde imar gördü, yanıbaşın-daki kalesi onarıldı. XVII. yüzyılda Çö-lemerik'ten bahseden yazarlardan Kâ-tib Çelebi, "Cülâmerik" (■Jytfş>) şeklinde yazdığı kasabanın Van eyaletine bağlı olduğunu ve iki vadi arasında yükselen bir tepe üzerinde kalesi bulunduğunu zikreder. Aynı yüzyılda Evliya Çelebi de adını bazan Cülûmerik ( Jj«$i?- (Seyahatname, IV, 131)), bazan Çelemerik ( Jj4**L>-[a.g.e., IV, I77|) biçiminde yazdığı Çölemerik Kalesi'nin Van eyaletine dahil Hakkâri hâkimliğinin merkezi olduğunu söyler. XIX. yüzyılın ilk yarısına kadar Van eyaleti içinde bir sancak durumunda kalan Hakkâri genellikle bu eyalete bağlı bir "hükümet" statüsünde sayılmıştır (Baykara. s. 118). Bu yüzyılın ikinci yarısında eyalet sisteminden büyük vilâyet sistemine geçilirken kurulan Erzurum vilâyeti İçinde Van sancağına bağlı olan Çölemerik (Hakkâri) 1876'da kısa bir süre vilâyet merkezi haline getirilmiş, 1888'-de yeniden Van vilâyetine bir sancak merkezi olarak bağlanmıştır. XIX. yüzyılın sonlarına ait bilgi veren V. Cuinet, Van vilâyetine tâbi Hakkâri sancağının merkezi olan Çölemerik'in (DjulamĞrik) 300 ev, yirmi dükkâna sahip olduğunu, yetmiş beş öğrencinin devam ettiği bir rüş-diye mektebi bulunduğunu yazar. Çölemerik'in nüfusunu vermeyen Cuinet, buranın merkez olduğu kazanın nüfusunu 4600 olarak kaydeder ki köy sayısı ve köy nüfusu çok az olan yörede bu nüfusun kasabadaki ev sayısından hareketle hiç olmazsa 3000'e yakınının ÇÖlemerik'e ait bulunduğu tahmin edilebilir. Hakkâri, 1908 yılı başlarında iki sancağı bulunan Van vilâyeti içinde (Van ve Hakkâri) bir sancak merkeziydi (a.g.e., s. 138).
Şehir I. Dünya Savaşı sırasında Rus istilâsına uğradı (3 Aralık 1914). Bir hafta sonra geri çekilen Ruslar, 23 Mayıs 1915'-te yeniden yöreye girerek Hakkâri'yi işgal ettiler. Nihayet 22 Nisan 1918'de şehir harap olmuş ve nüfusu azalmış bir kasaba olarak kurtarıldı. Cuinet'nin bahsettiği yıllarda 3000'e yaklaştığı tahmin edilen nüfusu Cumhuriyet'in başlarında bir il merkezi yapılmasına rağmen 1OOO kişiyi bulmuyordu (I927 sayımında sadece 801 nüfus). Bir ara Van vilâyetine kaza merkezi olarak bağlanan, daha sonra 4 Ocak 1936 tarih ve 2885 sayılı kanunla yeniden kurulan Hakkâri ilinin merkezi olan şehrin nüfusu 194S sayımına kadar 2000'i aşamadı (1935'te 1562, 1940'ta 1821 nüfus). Bu nüfus miktarları, ayrıca 1945 ve 1948 yıllarında yörede araştırmalar yapan coğrafyacıların gözlemlerinden (İzbırak, Cilo Dağı ue Hakkâri ile Vangölü Çevresinde Coğrafya Araştırmaları, s. 56-63; Erinç, İstanbul Üniversitesi Coğrafya Enstitüsü Dergisi, sy. 3-4, s. 90), Hakkâri'nin 1892'de Cuinet'nin tasvir ettiği şehre göre çok gerilemiş bir köy görünümünde olduğu ortaya çıkmaktadır. Bu araştırmalara göre birkaç dükkân ve 450 kadar haneden oluşan 2000 kadar nüfuslu f 1945 sayımına göre 2145 nüfus) bir kasaba durumundaydı. Nüfusu ilk defa 1975 sayımında 10.000'i aşan (11.735} Hakkâri şehri bundan sonra özellikle yakın çevresinden daha hızlı nüfus toplamaya başladı ve nüfusu 1985'te 20.0001 (20.754), 1990'da da 30.000'i aştı (30 407).
Günümüzde Hakkâri şehri Zap Suyu vadisine sağ taraftan kavuşan Katramas çayının kuzeyindeki bir düzlükte kurulmuş yönetim binaları ve iş merkezini ihtiva eden Bulak mahallesiyle. eskiden bu
mahalleden boşluklarla ayrılan, fakat son yıllarda araları dolmaya başlayan on mahalleden (Dağgüi, Biçer, Merzan, Kıran, Bağlar, Pehlivan, Gazi, Yenimahalle, Medrese, Keklikpınar) meydana gelir. Bu mahalleler içindeki ev sayısı 7300 (Nisan 1996) civarındadır. Bunlardan kalenin eteğinde bulunan Dağgül, Cumhuriyet'in başlarında idare merkezinin bulunduğu mahalle idi. Bu fonksiyon sonradan Bulak mahallesine geçmiştir. Bu mahalledeki İstiklâl, Cumhuriyet ve Kayacan caddeleri üzerinde okullar, ticaret yerleri ve başlıca resmî binalar yer alır. Bulak mahallesinin batısında bulunan ve Katramas çayı ile birbirinden ayrılan Merzan ve Pehlivan mahalleleri, eski köylerin sonradan belediye sınırları içine alınmasıyla mahalle statüsüne kavuşmuştur. Bunlardan Merzan mahallesinin 1995 Ekim ayında ikiye ayrılmasıyla Bağlar adında yeni bir mahalle oluşturulmuştur. Aynı şekilde 1994 yılında Dağgül mahallesinden ayrılan bir mahalleye, özellikle taş işlemeli kapısıyla dikkati çeken Meydan Medresesi'nin adına nisbetle Medrese mahallesi adı verilmiştir. Cumhuriyet'in başlarında harap durumda olan, ardından onarılarak bir ara hapishane yapılan, son olarak Vakıflar İdaresi tarafından aslına uygun biçimde restore edilen Meydan Medresesi halen boş bulunmakta (Nisan 1996) ve müze olarak kullanılması tasarlanmaktadır. Bu eserin dışında Hakkâri'de önemli tarihî âbide, şehrin güneyinde Katramas çayı ile ona kavuşan Serink deresi arasında kalan ve bu iki vadiye dik yamaçlarla inen tepe üzerinde yer alan Çölemerik Kalesi'dir.
Hakkâri'nin merkez olduğu Hakkâri ili kuzeyden Van, batıdan Şırnak illeriyle kuşatılmıştır. Ayrıca doğuda İran, gü-
HAKKÂRİ
neyde Irak topraklarına komşudur. Merkez ilçeden başka Çukurca. Şemdinli ve Yüksekova ilçelerine ayrılmıştır. 7121 kmz genişliğindeki Hakkâri ilinin 1990 sayımına göre nüfusu 172.479, nüfus yoğunluğu ise yirmi dört idi.
Diyanet İşleri Başkanlığı'na ait 1995 yılı istatistiklerine göre Hakkâri'de il ve ilçe merkezlerinde kırk dört, kasaba ve köylerinde 306 olmak üzere toplam 350 cami bulunmaktadır. İl merkezindeki cami sayısı yirmi üçtür.
Hakkâri nisbesiyle meşhur önemli kişilerden bazıları şunlardır: Meşhur sûfîve âlim Ebü'I-Hasan Ali b. Ahmed el-Kureşî el-Hakkârî, Esedüddin Şîrkûh'un imamı ve Selâhaddîn-i Eyyûbî'nin danışmanı Zi-yâeddin îsâ b. Muhammed el-Hakkârî, Sultan Baybars'ın ünlü kumandanı Şere-feddin îsâ b. Muhammed el-Hakkârî. müfessir Şehâbeddin Ahmed b. Ahmed el-Hakkârî ve Şâfıî fakihi Muhammed b. Abdullah el-Hakkârî.
BİBLİYOGRAFYA :
Sem'ânî. el-Ensâb (Bârûdî), V. 645; Yâküt. Mu'cemü'l-bütdân, V, 470; İbnü'l-Esîr, el-Kâ-mil (trc. Abdülkerim Özaydın), İstanbul 1987, IX. 297; X, 477; XI, 88; İt>n Fazlullah el-Ömerî, et-Ta'rif Kahire 1312/1894. s. 38; Kâtib Çelebi. Cihannümâ, s. 419, 420; Evliya Çelebi. Seyahatname, 1, 187; IV. 131. 177; Cuinet. II, 728-730; Uzunçarşılı, Osmanlı Tarihi, II, 580; Mük-rimin Halil Yınanç. Türkiye Tarihi, Selçuklular Devri I: Anadolu'nun Fethi, İstanbul 1944, s. 40; Reşat İzbırak. Oto Dağı ue Hakkari ile Vangölü Çeuresinde Coğrafya Araştırmaları, Ankara 1951, s. 47, 48, 49, 56-63; a.mlf., "Ci-Io ve Nemrut Dağlarıyla Hakkâri ve Vangölü Çevresinde Coğrafya Araştırmaları", DTCFD, İV/1 (1946), s. 103-112; a.mlf.. "Cilo Dağlarının Turizm Bakımından Değeri", Ülkü, III. seri, Ankara 1947. s. 4; a.mlf.. "Vangölü Çevresi", a.e. (1948), s. 13; Sırrı Erinç, Doğu Anadolu Coğrafyası, İstanbul 1953, s. 56, 57; a.mlf., "Van'dan Cilo Dağlarına", iÜ Coğrafya Enstitüsü Dergisi, sy. 3-4, İstanbul 1953, s. 90-95; Osman Yalçın. Van-Hakkâri, İstanbul 1961; D. Hills. My Trauets İn Turkey, London 1964, s. 177-179; Metin Sözen. Anadolu Kentleri, İstanbul 1971, s. 242-243; Coşkun Alptekin, The Reign of Zangl, Erzurum 1978, s. 82; Osman Turan. Doğu Anadolu Türk Devletleri Tarihi, İstanbul 1980, s. 202; Nazmi Sevgen. Doğu ue Güneydoğu Anadolu'da Türk Beylikleri, Ankara 1982,s. 154-160; a.mlf.. "Hakkâri", Coğrafya Dünyası, 1/1, İstanbul 1950, s. 31-40; Tuncer Baykara, Anadolu'nun Tarihî Coğrafyasına Giriş I: Anadolu'nun idarî Taksimatı, Ankara 1988, s. 118, 125, 138; Basile Nikitine. "Le systeme routier du Kurdistan", La gĞog-raphie, LX!1I, Paris 1935, s. 363-385; Necmi Os-ten, "Hakkâri", Ülkü (Yeni Seri), sy. 77, Ankara 1944, s. 8-10; Besim Darkot, "Çölemerik", \A, III, 441-442; a.mlf.. "Hakkâri", a.e.,V/l,s.
İM Metin Tuncel 207
HAKKI BEY, Üsküdarlı
F HAKKI BEY, Üsküdarü ~*
(1823-1894)
Son devir divan şairi.
Mora'da doğdu. Asıl adı İbrahim olup şiirlerinde Hakkı mahlasını kullanmıştır. Yekçeşm Hakkı, Kör Hakkı diye de anılır. İsmail Hakkı Paşa'nın oğludur. İlk öğrenimini babasının sürgün yeri olan Gelibolu'da tamamladı. 1842'de babasının affedilerek İstanbul Boğazlar Nâzırlığı'-na tayini üzerine İstanbul'da önce Bâb-ı Defterî'de Haremeyn (veya Evkaf) Muhasebesi Kalemi'nde görev yaptı; daha sonra 1850 yılında Evkaf Nezâreti Mek-tûbî Kalemi memurluğuna nakledildi. Bir ara Defter-i Hâkânî Kalemi'ne devam ettiyse de bu görevleri sırasında aşın çalışması sonucu zihin yorgunluğu hastalığına yakalandı. 1854-1865 yılları arasında rahatsızlığı sürdü; bir süre sonra sağlığına kavuşarak kendisine bağlanan 1000 kuruş maaşla emekli oldu ve bundan sonra hayatını Üsküdar Çamlıca'daki evinde geçirdi. Asîr'in fethine dair kaleme aldığı kaside Abdurrahman Sami Paşa'nın aracılığı ile Sultan Abdülaziz'e takdim edilince kendisine 10.000 kuruş caize verilerek maaşına da 600 kuruş zam yapıldı. Hayatının son yıllarına doğru sol gözü görmez oldu. 20 Safer 1312 (23 Ağustos 1894) tarihinde vefat eden Hakkı Bey Çamlıca'da Celvetiyye tarikatına ait Selâmi Ali Efendi Tekkesi civarına defnedildi.
Fatîn Efendi Hakkı Bey'in şiir sanatındaki maharetini belirtmekte, bu sanatın bütün inceliklerine vâkıf olduğunu, önce gazel alanında kendini denediyse de sonradan yaratılışına daha uygun düşen kasidede karar kıldığını zikretmektedir (Tezkire, s. 69). Sami Paşa da saraya yazdığı bir tezkirede Hakkı Bey'in şiir sanatındaki maharetini övmektedir (İbnüie-
min, I, 482). Yenişehirli Avni Bey'in, divanına yazdığı takriz kasidesinde NefT-ye denk sayılabilecek güçlü bir şair olduğunu söylediği (Diuan, s. 52-54) Hakkı Bey bir başka kaynakta da "Nefî-yi zaman" olarak nitelendirilmektedir (Meh-med Tevfik, s. İ4).
1277 yılı sonlarından (Mayıs-Haziran 1861) 1278 yılı ortalarına (Ocak 1862) kadar İstanbul'da Hersekli Arif Hikmet Bey'in evinde her hafta yapılan Encü-men-İ Şuarâ toplantılarına katılan Hakkı Bey. Tanzimat'tan sonra divan şiirini yaşatmak isteyenler arasında dil ve üslûp bakımından en kuvvetli kabul edilen şairlerden biridir. Enderunlu Vâsıfta büyük ölçüde mahallîleşen, Şinâsi ile Ziya Paşa'da ise giderek modern bir muhteva kazanan yeni şiir anlayışını benimsemeyen Hakkı Bey, doğrudan doğruya NefT-yi ve onun beğendiği İran şairlerini taklit etme yolunu seçmiştir. Kasidelerindeki parlak dil ve coşkun ahenk şaire yaşadığı dönemde büyük bir şöhret kazandırmıştır. Ancak şiirindeki güzellikler derin ve renkli mâna âlemini, gerçek hayat sahnelerini değil eski ve tamamen soyut klasik unsurları yansıtmaktadır. Dolayısıyla Hakkı Bey Nefî'nin dilini taklitte başarılı olmakla beraber onun şiirindeki
canlılığı, yeni hayalleri ve gerçek hayat sahnelerini yakalayamamıştır. Eski kasidelerin çoğunda tekrarlanan ve Nedim'den sonra terkedilen İran kaynaklı klasik hayaller Fâtih Sultan Mehmed, Kanunî Sultan Süleyman ve IV. Murad gibi ihtişamlı padişahlar için doğru sayılsa bile şairin yaşadığı dönemdeki devlet adamları İçin artık geçerliliğini kaybetmiştir. Bu sebeple Hakkı Bey'in kasidelerindeki gür sese rağmen gerçeği yansıtmayan sözün doğurduğu boşluk Önemli bir eksiklik olarak görülmektedir.
Arapça, Farsça, Türkçe nazım ve nesirde başarı göstermiş olan şairin elli beş sayfalık divanı Eşref Bey vasıtasıyla 1292'de (1875) Bursa'da basılmıştır. Yirmi kaside ve otuz bir gazelin yer aldığı divanın sonunda Yenişehirli Avni Bey'in yazdığı takriz kasidesiyle Eşref Bey'in düştüğü tarih ve Hakkı Bey'in hal tercümesi bulunmaktadır. Hakkı Bey'in, divanının basıldığı tarihten ölümüne kadar geçen on dokuz yıllık sürede yazdığı şiirler ise bir araya getirilip yayımlanama-mıştır.
BİBLİYOGRAFYA :
Hakkı Bey, Divan, Bursa 1292, s. 52-54; Fa-tîn. Tezkire, s. 69; Mehmed Tevfik, Kâfile-i Şua-râ, İstanbul 1290, s. 14; Abdurrahman Sami Paşa. İnşâ-yı Sâmî, İstanbul, ts. (Necib Bey Matbaası), s. 61; SicilH Osmânî, ][, 239; Osmanlı Müellifleri, 11, 151; İbnülemin, Son Asır Türk Şairleri, [, 481-486; Kocatürk. Türk Edebiyatı Tarihi, s. 607-608; "Hakkı Bey, İbrahim (Üsküdarlı)", TA, XVIII, 335; "Hakkı Bey (Yekçeşm)", TDEA, IV, 29. ı—ı
İM M. Serhan Tayşi
HÂKSÂR HAREKETİ
Hindistan'da İnâyetullah Han
(ö. 1963) tarafından başlatılan
dinî, içtimaî ve siyasî hareket
(bk. İNÂYETULLAH HAN).
L J
r HÂKSÂRİYYE ^
İran'da tarikata benzer özellikler taşıyan
dinî bir fırka.
L J
Farsça'da "toprağı andıran, toza bulanmış" anlamına gelen hâk-sâr kelimesini, tevazu ifadesi olmak üzere kendilerini nitelendiren bir isim olarak kullanan Hâksâriyye mensupları melâmet ve fü-tüvvet ehlinin, ayyâr ve kalenderlerin etkisinde kalmıştır. İnanç, âdâb ve erkânı-
Dostları ilə paylaş: |