nı yazıyla tesbit etme gerektiğine inanmamaları, Hâksâriyye'nin tarihiyle ilgili çeşitli rivayetlerin ortaya çıkmasına ve özelliklerinin gizli kalmasına sebep olmuştur. Bundan dolayı Hâksâriyye'nin tarihini doğru olarak tesbit etmek son derece güçtür. Hâksârîler adlı bir topluluğun varlığından bahseden en eski kaynak, Zeynelâbidîn-i Şirvânî'nin (ö. 1253/ 1838) Riyâzü's-seyâha adlı eseridir. Bir rivayete göre Hâksâriyye. Feth Ali Şah döneminde (1797-1834) İran'a gelen Kerim Han Zend'in oğlu Gulâm Ali Şah tarafından kurulmuştur. Başka bir rivayete göre ise Sultan Celâleddin Haydar'm kurduğu Celâliyye tarikatının bir şubesidir. Kaynaklarda Celâleddin Haydar'la ilgili bilgi yoktur. Hâksârîler. adı dışında hakkında hiçbir şey bilmedikleri Sultan Celâleddin Haydar'a Pîr Şîr Mîr adını verirler. Hâksâriyye mensuplarının saygı ile anıp yücelttikleri bu zatın Mahdûm-i Cihâniyân u Ci-hângeşt diye tanınan Celâleddin Hüseyin el-Buhârîjö. 785/1384) olması kuvvetle muhtemeldir. Abdülhüseyn-i Zerrînkûb ise Celâleddin Haydar'ın tarihî bir şahsiyet olmaktan çok Celâl-i Sânî diye de anılan Celâleddin Hüseyin el-Buhârî ile Kut-büddin Haydar'ın özelliklerini birleştiren menkıbevî bir şahsiyet olduğu görüşündedir.
Hâksâriyye mensupları Sultan Celâleddin Haydar'ın tayy-i mekân, aynı anda yedi veya kırk kişi olarak görünme gibi kerametleri olduğuna ve bundan dolayı "Çih-ten" (kırk kişi) ve "Heft-ten" (yedi kişi) diye bilinen mezarlıklarda gömülü bulunduğuna inanırlar.
Âdâb ve erkânlarını öğrenmek için aralarında birkaç yıl yaşayan Nûreddîn-i Müderrisî, bu fırkanın Hâksâr-ı Celâli (bu kol Ebûtürâbî ve Gulâm Ali Şâhî adıyla da anılır). Dûde-yi Acem, Ma'sûm Ali Şâhî ve Nur Ali Şâhî adlı dört kola ayrıldığını söyler. Zerrinkûb'a göre Celâliyye ana tarikat olup Hâksâriyye, Ehl-i Hak ve Celâ-liyân-ı Gulâm Ali Şah onun şubeleridir. Gerek hiyerarşisinde gerek törenlerinde yapılan yenilikler, Hâksâriyye'yi aslı olduğu tahmin edilen Celâliyye'ye göre farklı hale getirmiş ve ona tamamıyla Şiî-Bâti-nî bir hüviyet kazandırmıştır. Genellikle Ehl-i Hak grupları içinde mütalaa edilen Hâksâriyye mensupları Tann'nın insanın bedenine veya şahsiyetine hulul ettiğine, farklı dönemlerde yedi bedende kendini gösterdiğine ve ölen kişinin ruhunun yaptıklarının cezasını çekmek için
bir başka bedene göç ettiğine (tenasüh) inanırlar. Bu şekilde 1000 bedeni dolaşan ruh gerçekle birleşerek kurtuluşa erer. Hâksârîler Hz. Ali'yi Tanrı mertebesine çıkarır ve onun çeşitli dönemlerde tenasüh yoluyla kendini gösterdiğine inanırlar. Hâksârîler'de âdâb ve erkân diğer tarikatlardan çok farklıdır. Dinî görevleri yerine getirme konusunda son derece gevşek davranan Hâksârîler'in faaliyetleri daha çok dışa ve maddî alana dönük olup bunlarda zühd, riyazet ve tefekkür gibi içe dönük tasavvufî uygulamalar görülmez. Bu bakımdan Hâksâriyye'yi bir tarikat olarak değerlendirmek pek mümkün görünmemektedir.
Hâksâriyye'ye girmeye istekli olan kişi (talip) altı safhadan geçerek mürşidlik makamına kadar çıkabilir. Talip için düzenlenen ilk âyine "lisan merasimi" adı verilir. "Pîr-i delîl" denilen rehber talibi hamama götürerek yıkadıktan sonra beyaz bir elbise giydirir ve "pîr-i tarikat" adı verilen üstadın huzuruna çıkarır. Pîr-i tarikat talibe meslek ve meşrebine uygun yeni bir isim verir. Sonra saç, sakal, kaş ve bıyığından üç küçük parça keser; bu işleme "mühr-kerden" (mühürleme) denir. Artık talibin bu mühürlenmiş saçını kesmesine ömür boyu izin verilmez.
İkinci âyine "piyâle merasimi" denir. Bu da fakr (dervişlik) kadehiyle kevser şarabının sembolik olarak içilmesinden ibarettir. Tören esnasında rehber fincana bir içim su, bir miktar şeker ve gül suyu koyar; on dört kadehle ilgili kurallar okunduktan sonra şerbeti üstada sunar. Mürşid, rehber ve talip sırayla birer yudum içtikten sonra fincanı mecliste bulunan dervişler arasında dolaştırırlar. Bu âyin, fütüvvet ehlinin fütüvvet kadehinden içme âdetini andırmaktadır.
Üçüncü safhadaki âyine "kisve merasimi" adı verilir. Bu törende rehber, mürşidin huzurunda talibin sağ kolu üzerine madenî bir para koyarak bunun çevresini bir daire meydana getirecek şekilde bir mumla yakar. Burada oluşan yara iyileşinceye kadar talibin yıkanmasına ve eşiyle cinsî münasebette bulunmasına izin verilmez. Kol üzerinde kalan yara İzine "mühr-i nübüvvet" denir. Artık bu safhadan itibaren talip tarikata girmek isteyen adayları kabul etme, onlara lisan ve piyâle merasimleri sırasında rehberlik etme sorumluluğunu yüklenebilir. Dördüncü safhadaki âyine "gül sipürdegî (yanık deriyi mürşide emanet etme) me-
HAKSARIYYE
rasimi" adı verilir. Bu törende mürşid yaranın bulunduğu yeri öper ve böylece gülü (yanık deriyi) Hz. Ali'nin hazinesine tevdi etme sorumluluğunu üstlenmiş olur.
Beşinci âyine "cevz şikesten" (ceviz kırma) merasimi denir. Ehl-i Hak bir aileye mensup bir seyyidin huzurunda cereyan eden bu merasimde talip, Hâksârîler arasında saygı gören ve yüceltilen Ehl-i Hak'tan birine tâbi olur. Hâksâriyye'nin seçkinleri bu şekilde Ehl-i Hak ailesine bağlanmış olurlar.
Altıncı safhadaki âyine "leng-i ışkullah pûşîden (ilâhî aşk kemerini kuşanma) merasimi" denir. Bu merasimden sonra talip mürşid unvanı alır. Dervişlerin işleriyle görevlendirilen bu yeni mürşide bir derviş "çırâğî" sıfatıyla yardımcı olarak verilir. Bu derviş ömür boyu mürşidine bağlı kalır.
Hâksâriyye fırkasındaki ilerleme ve yükselmeyle ilgili bu basamaklardan her birinin sonunda talibin yeni sorumluluğunu diğer dervişlere duyurmak için "dîg cûş" (kazan kaynatma) merasimi düzenlenir. Bu merasimde talip bir deve veya sığır kurban ederek dervişlere yemek verir. Kur'an'dan belli âyetler okunduktan sonra yerde hazırlanan sofrada yemekler yenir.
Hâksâriyye dervişlerinin mürşidlerinin kızlarıyla evlenmesine İzin verilmez. Sarıkları, uzun saçları, yanlarında taşıdıkları teber ve keşkülleriyle tam anlamıyla kalenderi derviş tipini andıran Hâksâriyye mensupları hakkında afyon, esrar ve morfin gibi uyuşturucular kullandıkları ve buna da "sır yaprağı" adını verdikleri yolunda birtakım iddialar vardır. Yakın zamana kadar Tahran, Meşhed ve Küfe gibi şehirlerde tekke ve merkezleri bulunan Hâksârîler'in faaliyetleri Rızâ Şah Peh-levî (ö. 1944) döneminde yasaklanmıştır.
BİBLİYOGRAFYA :
Ma'sûm Ali Şah, Jarâ'İk, II, 312, 525, 526; 111, 572, 579; Zeyne!âbidîn-i Şirvânî. Riyâzü's-seyâha (nşr. Asgar-ı Hâmidî), Tahran 1339 hş.; a.mlf., Bustânü's-seyâha (nşr. Seyyid Saîd-i Ta-bâtabâî), İsfahan 1342 hş., s. 152; R. Gramlich, Die schiitischen derıoischorden Persiens, Wies-baden 1965; Abdülhüseyn-İ Zerrinkûb. Cûstü-cû der Taşauvuf-i îrân, Tahran 1357 hş./1978. s. 359-379; Nûreddîn Müderrisî Çehârdihî, Hâksâr ve Ehl-i Hak, Tahran 1358 hş./1979; Seyyid Muhammed Hâceddin. Keşkûl-i Hâksâ-rî, Tebriz 1360 hş./198İ, s. 1; V. Minorsky""EhU Hak", İA, IV, 201-207; a.mlf.. "Ahl-i Hakk", EF(İng.). I, 260-263; Dihhudâ. Luğatnâme, XII, 80, 81; H. Halm "Ahl-e Haqq", Elr, I, 635-637; Hamid Algar, "Ehl-i Hak", DlA, X, 513-515.
İM Zehra Tâhirî Hakîki
209
HAKSES, AN Rıza
r ~ı
HAKSES, Ali Rıza
(1892-1983)
Türkiye Cumhuriyeti'nin
dokuzuncu Diyanet İşleri başkanı.
Saracıklı Osman Efendi'nin oğlu olup nüfus kaydına göre Samsun'da, kaynakların verdiği bilgilere göre ise Kayseri Sa-racıkta doğdu. İlk tahsilini ve hafızlığını küçük yaşta gittiği İstanbul Üsküdar'da yaptı. Kırâat-i aşere ve takrîb dersleri aldı. Ardından Vanlı Hafız Zekeriyyâ Efendi'nin ders halkasına katıldı. Daha sonra Dârü'l-hilâfeti'l-aliyye medresesinin âlî kısmını bitirdi. Ruûs imtihanını kazanarak girdiği Medresetü'l-mütehassısîn'in fıkıh ve usûl-i fıkıh şubesinden 1921 yılında mezun oldu; aynı zamanda der-siâmlığa da hak kazandı.
Ali Rıza Efendi, memuriyet hayatına Üsküdar Hacı Selim Ağa Kütüphanesi'n-de hâfız-ı kütüb olarak başladı ve burada uzun süre çalıştı (1908-1936). Bu sırada dersiâmhk da yapan Hakses (1926-1936) ardından sırasıyla Kadıköy (1936-1938) ve Muğla (1938-1948) müftülüğü. Ege bölgesi gezici vaizliği (1948-1951) ve Fatih müftülüğü (1951-1954) görevlerinde bulundu.
Son görevinden emekliye ayrılan Hakses uzun bir aradan sonra Din İşleri Yüksek Kurulu üyeliğine ve kurul başkanlığına (1966), İbrahim Bedrettin Elmalı'dan sonra da Diyanet İşleri Başkanlığı'-na (25 Ekim 1966) tayin edildi. Bu görevinden de yaş haddi sebebiyle emekliye ayrıldıktan sonra (15 Ocak 1968) ömrünün sonuna kadar vaaz ve irşada devam etti. S Kasım 1983'te İstanbul'da vefat etti ve Karacaahmet Mezarlığı'na defnedildi.
BİBLİYOGRAFYA :
Diyanet İşleri Başkanlığı Arşivi'nde bulunan özlük dosyası; "Alî Rıza Hakses", Diyanet İşleri Başkanlığı Biyografik Teşkilat Albümü: 1924-1989, Ankara 1989, s. 24; Osman Yüksel Serdengeçti, "Son Üç Reis", Milli Gazete, İstanbul 18 Haziran 1973, s. 3; Orhan Balcı. "Diyanet İşleri Başkanlarımız", Diyanet Gazetesi, sy. 336, Ankara 1987, s. 15, 17; "Hakses", TA, XVIII, 337-338. rjı
ffij Veli Ertan
F HAKSİZ FİİL
Hukuka aykırı olarak
bir kimsenin
şahsına veya mal varlığına zarar veren fiil.
Borcun en Önemli kaynaklarından biri olan haksız fiiller hukuk sistemlerinde iki farklı şekilde ele alınmıştır. Mücerred metoda göre tedvin edilmiş sistemlerde haksız fiiller bir bütün olarak düşünülmüş ve hepsine ait ortak esaslar aynı başlık altında incelenmiş, farklı hükümler taşıyan haksız fiil türleri ayrıca ele alınmıştır. Çağımızda Kara Avrupasi ve bunun etkisinde kalan hukuk sistemleri bu metodu benimsemiştir. Meseleci {ka-züistik) metodu takip eden hukuk sistemlerinde ise haksız fiiller teker teker ele alınmış ve münferit bölümlerde sadece o haksız fiille ilgili esaslar incelenmiştir. İslâm hukuku bu ikinci grupta yer alır. Fıkıh kitaplarında haksız fiillerin muamelât ve ukübat bölümlerinin çeşitli kısımlarında yer alması da bunu gösterir. Geçmişte Roma hukuku, günümüzde İngiliz hukuku da haksız fiilleri meseleci metoda göre düzenlemiştir. İngiliz hukukunda haksız fiil hukukundan (law of tort) değil haksız fiiller hukukundan (law of torts) bahsedilir.
İslâm hukukunun klasik dönem literatüründe meseleci metotla tedvin edilmiş olmasının kaçınılmaz sonucu olarak bütün haksız fiilleri içine alan ortak bir terim mevcut değildir. Klasik kaynaklarda genel bir terim mahiyetini almamakla birlikte haksız fiilleri ifade etmek üzere "cinayet, cürüm, cerime" kelimeleri kullanılmış, özellikle cinayet terimi zaman içinde oldukça geniş bir kapsam kazanmıştır. "Cinâyâtü'l-hayvânât", hayvanların kişiye ve mala yönelik zararlı fiillerini ifade etmektedir. Aynı anlamda olmak üzere "itlaf terimi de yaygın bir kullanıma sahiptir. Çağımızda Arapça olarak kaleme alınan İslâm hukuku eserlerinde Batı hukukunun etkisiyle haksız fiil anlamında "el-fı'lü'd-dâr, el-amel gayrü'l-
meşrû', el-a'mâl gayrü'l-mubâha" gibi tabirler kullanılmaktadır. Fiilî tasarrufların en geniş bölümünü haksız fiiller oluşturduğundan fiilî tasarruf (et-tasar-rufâtü'l-fi'liyye) teriminin haksız fiil anlamında kullanıldığı da olmuştur.
Haksız fiiller meseleci metot içinde ele alınırken yine de bütün haksız fiillere has esaslar zamanla ortaya çıkmaya başlamış ve bunlar "el-eşbâh ve'n-nezâir", "el-furûk". "el-kavâid" türündeki eserlerde toplanmıştır. "Zarar izâle olunur" {Mecelle, md. 20); "Mübaşir müteammid olmasa da zâmin olur" (a.g.e., md. 92); "Mütesebbib müteammid olmadıkça zâmin olmaz" {a.g.e., md. 93); "Bilâ sebeb-i meşru birinin malını bir kimsenin ahzey-lemesi caiz olmaz" (a.g.e., md. 97) gibi külli kaideler bunlardandır.
İslâm hukukunda akdî sorumluluk ve haksız fiil sorumluluğu ayırımına benzer bir ayırım "damânü'1-akd" ve "damânü'l-itlâf veya "damânü't-tasarrufâti'l-fi'liy-ye" şeklinde yapılmıştır. Ancak bu ayırımda bugünkü hukukta da olduğu gibi tedahüllerin bulunduğunu, zarar verici fiillerin hem akdî sorumluluk hem de haksız fiil sorumluluğu çerçevesinde ele alınabileceğini unutmamak gerekir.
Bazı İslâm hukukçuları haksız fiil sorumluluğunun üç sebepten biriyle doğabileceğini, dolayısıyla bu tür sorumluluğun kaynağının üç olduğunu söylerler. 1. Mübâşere: Bir şahsa veya mala doğrudan bir fiille zarar verme. 2. Tesebbüb: Kusurlu davranışıyla bir zararın meydana gelmesine sebep olma. 3. Haksız zilyed-lik. İslâm hukukçuları ilk iki türü itlaf sorumluluğu, üçüncüsünü de gasp sorumluluğu çerçevesinde değerlendirmişler, vedîa veya ariyet olarak alınan malın talep olduğu halde iade edilmemesini de bu son grup içinde mütalaa etmişlerdir.
Haksız fiilleri şahsa yönelik ve mala yönelik haksız fiiller şeklinde ikiye ayırmak mümkündür. Şahsa yönelik olanlar klasik fıkıh kitaplarının ceza hukuku (ukübat) bölümünde yer alır. Bu tür haksız fiillerden cana ve vücut bütünlüğüne yönelik olanlar eğer kasten yapılmışsa, diğer unsurların da gerçekleşmesi şartıyla, suçlu işlediği fiilin misliyle yani kısasla cezalandırılır. Bu durumda ceza tam misliyle verilmiş bulunduğundan failin ayrıca hukukî sorumluluğu cihetine gidilmemiştir. Suçun unsurlarında eksiklik olması veya mağdurun yahut yakınlarının kısastan vazgeçmesi durumunda diyet ödenmesi söz konusu olur. Diyeti bazı bakımlardan ceza olarak kabul etmek
mümkünse de onun tazminat karakterinin ağır bastığı görülür. Ancak tazminat miktarı genelde meydana gelen zararın miktarına göre şahıstan şahsa bir değişiklik göstermemekte, objektif ve eşit bir uygulamayı sağlama amacıyla haksız fiilin yol açtığı yaralanma ve sakatlanma türlerine göre belirlenmiş bulunmaktadır (bk. erş). Fakat bazı diyet türlerinde meydana gelen zarara göre tazminatın miktarının belirlenmesi de mümkündür (bk. hÜkÛmet-i ADL). Şahsa yönelik haksız fiillerden namus ve şerefi haleldar edenlerin meydana getirdiği zarar maddî olmadığı için mal ile tazmini cihetine gidilmemiş, burada uygun bir ceza ile yetini I m iştir. İffete iftira (kazf*) suçu buna örnektir.
Mala yönelik haksız fililerin önemli bir kısmı fıkıh kitaplarının muamelât bölümünde yer alır. Bunların içinde başkasına ait bir malı zorla almak demek olan gasp önemli bir yer tutar. Gasp sorumluluğu, İslâm hukukunda mülkiyet hakkının korunması (malın dokunulmazlığı / ismet-i emval) prensibine uygun biçimde düzenlenmiştir. Buna göre başkasının malını gasbeden kimse onu ya iade ya da tazmin edecektir; tazmin sorumluluğundan herhangi bir şekilde kurtulması söz konusu değildir. Hatta malın nasıl olsa telef olacağını ispat etse dahi bundan kurtulamaz. Gasbedilen malın meselâ bir deprem veya bütün şehre yayılan bir yangın yahut sel felâketi sonucu telef olması buna örnek verilebilir. Bu anlayış. İslâm hukukunda benzeri görülmeyen ağır bir gasp sorumluluğu ortaya çıkarmıştır ki gasbın dışında hırsızlık ve yol kesme gibi haksız fiillerdeki sorumluluk da buna kiyasen belirlenmiştir. Gasp malî sorumluluğun yanı sıra cezaî bir sorumluluk doğurur, bunun çerçevesini diğer ta'zir suçlarında olduğu gibi devlet başkanı çizer. Hırsızlık ve yol kesme fiillerinin de hem cezaî hem hukukî sorumluluğu bulunmaktadır. Ancak bu suçların doğurduğu hukukî sorumluluğun kapsamı konusunda İslâm hukukçuları arasında farklı görüşler bulunmaktadır (bk EŞKIYA; HIRSIZI.IK|
Gasp dışında mala yönelik diğer önem-li bir haksız fiil de başkasına ait bir malı hukuka aykırı olarak tahrip etmek demek olan itlaftır. İtlaf başlangıçta daha dar bir kapsama sahipken sonraları gittikçe genişlemiş ve sadece doğrudan bir fiille mala zarar vermeyi değil dolaylı bir fiille zarar vermeyi, eşyanın ve hayvanların zarar vermesi yahut bir işverenin ya-
nında çalışanların zararlı fiillerini de içine almaya başlamıştır. Hatta zaman zaman insana verilen zararlar da itlaf terimiyle ifade edilmiştir. Böylece itlaf âdeta gasp, hırsızlık, yol kesme dışında mala yönelik bütün zararları içine alan bir genişliğe ulaşmış ve sonraki dönem fıkıh kitaplarında ayrı bir bölüm halinde ele alınmıştır.
İtlafın kapsamının bu şekilde genişlemesi, İslâm hukukçularını bütün haksız fıillerlerle ilgili sorumluluk esaslarını itlaf çerçevesinde belirlemeye yöneltmiştir. Bu çerçevede haksız fiiller "doğrudan haksız fiiller" ve "dolaylı haksız fiiller" olarak ikiye ayrılmış ve doğrudan haksız fiillerde kusursuz sorumluluk, dolaylı haksız fiillerde ise kusurlu sorumluluk ilkesi benimsenmiştir. Böylece her iki sorumluluk türü arasında orta bir yol takip edilmiştir. Öte yandan kusursuz sorumluluğun arandığı doğrudan haksız fiil durumlarında failin tam ehliyetli olması veya en azından temyiz gücüne sahip bulunması şartı aranmamış, böylece akıl hastasının, gayri mümeyyiz küçüğün bu tür haksız fiillerin tazmin sorumluluğu doğrudan kendisine yüklenmiştir. Bu durumdaki kimselerin velileri ancak haksız fiilin oluşumunda teşvik, tahrik, ikrah gibi munzam bir role sahiplerse sorumluluk üstlenirler. Çünkü bu durumda haksız fiil dolaylı bir haksız fiil durumuna gelmekte, fail ancak kusurlu ise bundan sorumlu olmaktadır.
Gerek şahsa gerekse mala yönelik haksız fiillerde daha ziyade gerçekleşmiş zararların tazmini cihetine gidilmiştir. Gerçekleşecek zararlardaki belirsizliğin yanı sıra bu tür zararların bir kısmının maddî değil manevî zarar oluşu ve klasik dönem İslâm hukukçularının manevî zarara tazmini gereken bir zarar gözüyle bakmamaları bu tür zararların tazmin edilmesini önlemiştir. Şahsa yönelik haksız fiillerde diyet, erş veya hükûmet-i adi olarak vücut bütünlüğüne verilen zararların ve bunların yanında hastahane ve tedavi masraflarının ödenip çekilen acı ve elemin tazmine konu olmaması da yine manevî zararların tazmin edilmemesi anlayışıyla ilgilidir. Ancak hâkim görüş bu olmakla birlikte çekilen acı ve elemin tazmin edileceğini söyleyen hukukçular da vardır. İmam Muhammed bunlar arasında yer alır.
Mala yönelik haksız fiillerin tazmininde malın mislî veya gayri mislî olması tazminatın şeklini etkilemektedir. Mislî mallarda tazmin o malın misliyle, gayri
HAKSIZ İKTİSAP
mislî mallarda ise değeriyle olur. Aslında mislî iken mevcut bulunmaması durumunda da değeriyle ödenmesi cihetine gidilir. Değerin ödenmesinin söz konusu olduğu hallerde hangi zamandaki değerin esas alınacağı meselesi haksız fiilin türüne göre farklılık gösterir. Gayri mislî mallarda eski hale iade esas itibariyle öngörülmemiş olmakla birlikte istisna kabilinden zararın bu yolla tazmin edildiği de olur.
BİBLİYOGRAFYA :
Mecelle, md. 20, 92, 93, 97; Reşid Paşa, Rû-hu'1-Mecelle, İstanbul 1319; E. Tyan. Le syste-me de la responsabilite delictuelle en droit musulman, Beyrut 1926, s. 151-152; P.Armin-jon v.dğr., Traite de droit compare, Paris 1951, III, 169; Senhûrî, Meşâdirü'l-ttak, I, 44-69; Sabrı Şakir Ansay, Hukuk Tarihînde İslâm Hukuku, Ankara 1958, s. 133; Zerkâ, el-Fıkhü'l-İslâ-mi, tür.yer.; a.mlf.. el-FFlü'd-dâr ue'd-damân (ıh, Dımaşk 1988; C. Chehata, Precis de droit musulman, Paris 1970, s. 153; Ali el-Hafîf. ed-Damân fı'l-fıkhi't-İslâmî, Kahire 1971, I, 40-101, 241-256; a.mlf., "el-Mes'ûliyyetü'1-me-deniyye flİ-mîzâni'I-fıkhi'l-İslâmî", Mecelte-tü Ma'hedi'l-bufıûş ue'd-dİrasâü'l-'Arabiyye, sy. 3, Kahire 1972, s. 83-108; J. Schacht, İslâm Hukukuna Giriş (trc. Abdülkadir Şener - Mehmet Dağ), Ankara 1977, s. 155, 186, 191;Veh-be ez-Zühaytî, Nazariyyetü'd-damân, Dımaşk 1402/1982; Karaman, İslâm Hukuku, II, 468-527; Subhî Mahmesânî, en-ria^ariyyetü'l-'âm-me li'l-mûcebat ve'l-'uküd, Beyrut 1983, I, 108-254; M. Fevzî Feyzullah, Nazariyyetü'd-damân fi'l-ftkhi'l-lslâmiyyi'I-'âm., Kuveyt 1983; Süleyman M. Ahmed. Damânü'l-mütlefât ft'l-fıkhi'l-İslâmî, Kahire 1985; M. Akif Aydın, "Eski Hukukumuzda Bir Haksız Fiil Türü Olarak İtlaf", MÜ Hukuk Araştırmaları Dergisi, V, İstanbul 1990, s. 67-85; "İltizâm", Mu.F, VI, 144-173; Hamza Aktan, "Daman", DİA, VIII, 450-
453- m
Un M. Akif Aydın
HAKSIZ İKTİSAP
Hukukî bir sebebe dayanmadan
bir şahsın mal varlığının başkası aleyhine çoğalması.
Modern hukuk literatüründe bir kavram birliği bulunmamakla birlikte genellikle "haksız iktisap, sebepsiz iktisap, sebepsiz zenginleşme" tabirleri kullanılmaktadır. Arapça yazılan çağdaş fıkıh kitaplarında ise modern hukuktaki adlandırmaya uygun olarak "el-isrâ' bilâ se-beb. el-isrâ' bi'l-bâtıl, el-fi'lü'n-nâfi", el-kesb gayrü'l-meşrû'" gibi tabirler kullanılmaktadır. Tanımda yer aian "hukukî olmayan sebep" tabiriyle hukuken muteber olmayan, tahakkuk etmeyen veya varlığı sona ermiş bulunan bir sebep kastedilir.
211
HAKSIZ İKTİSAP
Haksız iktisaplarda meşru bir sebep olmaksızın bir mal varlığının (mamelek) diğer bir mal varlığı aleyhine artması söz konusu olduğundan haksız fiilin aksine zarardan değil çoğalmadan (zenginleşme) bahsedilir. Haksız iktisapta asıl önemli nokta, bu istifadenin kusurlu olup olmaması değil bu çoğalmanın meşru herhangi bir sebebe istinat etmemesidir. Öte yandan böyle bir iktisapta bir mamelekin çoğalması ile diğer mamelekin eksilmesi arasında bir illiyet bağının bulunması da gerekir. Şartlarının gerçekleşmesi halinde haksız iktisap zenginleşene zenginleşme oranında iade borcu doğurur ve bu iade borcu temelde adalet prensibine dayanır. Adalet, başkasının hatası yüzünden zarara uğrayan kimsenin bu zararı yüklenmesini kabul etmediği gibi hukukî bir sebep olmadan başkası aleyhine zenginleşen kimsenin korunmasını da kabul etmez. Kaynağını insanın tabiatında mevcut hukuk ve adalet ilkelerinden alan bu anlayışın Roma hukuku ve İslâm hukuku dahil hemen her hukuk sisteminde bazı farklılıklarla yer aldığı, ancak bu kaidenin modern hukukta müstakil bir teori ve borç kaynağı olarak ele alınmasının yakın bir geçmişinin bulunduğu görülür.
İslâm hukukunun klasik literatürü meseleci bir metotla tedvin edildiği, hukuk doktrini ve genel teoriler fıkhı meseleler arasında serpiştirilmiş olarak işlendiği için bu literatürde haksız iktisap genel bir borç kaynağı olarak ayrıca ele alınmaz. Bu durumu, söz konusu hukukun umumi bir borç nazariyesine sahip olmadığı şeklinde değil tedvin tarzının tabii sonucu olarak görmek gerekir. Ancak fıkıh kitaplarının değişik bölümlerinde İslâm hukukçularının ortaya koyduğu tahlil ve çözüm örneklerinden ve konuyla ilgili fıkhî kaidelerden hareketle bir haksız iktisap nazariyesi oluşturmak mümkündür.
İslâm hukuku şahıslar arası hukukî ve medenî muamelelerde rızâ prensibine büyük önem vermiş, izni ve rızâsı olmadan bir kimsenin malından herhangi bir tasarrufta bulunmayı yasaklamıştır. "Mallarınızı aranızda haksız yollarla yemeyin" (el-Bakara 2/188; en-Nisâ 4/29} mealindeki âyetle genel bir prensip konulmuş. Hz. Peygamber de, "Hiçbir kimsenin haksız yere kardeşinin malından alması helâl değildir" {Müsned, V. 425); "Gönül hoşnutluğu ile olmadıkça bir müslümana diğer müslümanın malı helâl olmaz" {Müsned, V, 72, 113) gibi ifadeleriyle bu
212
prensibi pekiştirmiştir. Meşru bir sebebe dayanmaksızın iktisapta bulunma sadece yasaklanmamış. "Hiçbiriniz kardeşinin herhangi bir metaını ciddi olarak veya şaka yoluyla almasın; biriniz arkadaşının bir değneğini alsa bile onu iade etsin" (Ebû Dâvûd, "Edeb", 93; Tirmizî, "Fiten", 3; Müsned, IV, 221); "Bir şeyi alan el onu hak sahibine vermediği müddetçe tazminle mükelleftir" (Ebû Dâvûd, "Büyûq", 90; Tirmizî, "Büyü"'. 39) denilerek bu şekilde iktisap edilen şeylerin hak sahibine iadesi de istenmiştir. Bu naslar İslâm'ın akidler. hukukî fiil ve işlemler de dahil bütün beşerî ilişkilerde adalet ve hakkaniyeti hâkim kılma, zulmü ve mağduriyetleri önleme yönündeki gayretinin bir parçasını teşkil ettiği gibi haksız iktisap anlayışı İçin dinî ve ahlâkî olduğu kadar hukukî bir temel de oluşturur. Meceiie'de, "Bilâ sebeb-i meşru birinin malını bir kimsenin ahzeylemesi caiz olmaz" (md. 97) şeklinde ifade edilen genel kural da böyle geniş bir anlatıma sahiptir.
Haksız İktisap Halleri. Hukukî İlişkiler
ve kazanç yollarıyla ilgili genel bir ilke koyan nasları, bu çizgide oluşan hukukî kaide ve prensipleri dikkate alan İslâm hukukçuları, borç ilişkilerinin ve fiilî durumların zaman zaman kişiler lehine haksız bir kazanç sağladığı ve iade veya tazmin borcu doğurduğu tartışmasını açarak günümüzdeki anlamıyla bir haksız iktisap nazariyesi oluşturmayı mümkün kılacak zenginlikte bir hukuk doktrini ortaya koymuşlardır. Klasik literatürde yer alan bu tartışma konulan ve çözüm örnekleri bu bakımdan ayrı bir önem taşır. 1. Borç Olmayan Şeyin Ödenmesi. Bir kimsenin borçlu olduğunu zannederek başkasına Ödemede bulunması İslâm hukukunda haksız iktisap çeşitlerinden birini oluşturur. Ödemede aslolan. ödemenin bir borcun ifası maksadıyla yapılmasıdır. Eğer ortada borç yoksa ödeyenin verdiğini geri isteme hakkı, alanın da bunu iade etme borcu söz konusu olur (İbn Âbidîn, IV, 478; Ali Haydar, I, 202; Senhûrî, Meşâdirü'l-fyak, I. 56; Zerkâ, II, 976-977; ayrıca buna örnek teşkil eden bir rivayet için bk. Buhârî, "Sulh", 5; Müslim, "Hudûd", 25).
Dostları ilə paylaş: |