lu Ali'nin geçirilmesi halinde toplumun ve kendilerinin rahata kavuşacaklarını belirterek güvenilir kölelerinden ikisiyle anlaştı. Köleler Hâkim'İ öldürüp cesedini İbn Devvâs vasıtasıyla Sittülmülk'e gönderdiler, o da gizlice defnettirdi. Makrîzî ise Hâkim-Biemrillâh'ın kız kardeşi tarafından öldürülmediğini söylemektedir (et-Hıtat, 11, 253). Yerine Zahir-Lii'zâzidî-nillâh lakabıyla oğlu Ali getirildi. Öte yandan Hâkim taraftarları, bu kayboluşu Şîa'-nın aşırı fırkalarında görülen gaybet ve rec'at inancı ile açıklamaya çalışarak onun semaya yükseldiğini, insanlar düzeldikten sonra geri dönüp kendilerine hakikatleri öğreteceğini iddia etmişlerdir.
Hâkim'in saltanat yılları, bütün çarpıklıklara rağmen çeşitli mimari eserlerin inşa edildiği ve müesseselerin kurulduğu bir dönemdir. Hâkim Camii diye anılan ve yapımına Azîz devrinde başlanmış olan cami bitirilerek ibadete açılmıştır. Nil kıyısındaki Maks mevkiinde ve Râ-şide'de bulunan camiler de bu dönemin diğer Önemli mimari eserleridir. Amr b. Âs tarafından yaptırılan çarşının ortasındaki caminin imarı. Karâfe'de çeşitli mes-cidlerin inşası, tefrişi ve mushaflarla donatılması yine Hâkim tarafından gerçekleştirilmiştir. Astronom-astrolog İbn Yû-nus'un halifeye ithaf ederek ez-Zîcü'l-H akimi'1-kebîr adını verdiği ünlü zîc de bu devrin ilmî çalışmalarından biridir. Hâkim döneminde kurulan en Önemli müessese Dârülhikme veya Dârülilim denilen akademidir. 391 (1001) yahut 395 (1005) yılında Sünnîlikle mücadele etmek ve İsmâilî propagandasını geliştirmek amacıyla tesis edilen ve çok zengin bir kütüphaneye sahip olan bu kurumda toplanan ve yetişen dâîler halifenin gönlündeki ulûhiyyet arzusunu tahrik etmişlerdir. Bu dönemde ayrıca bazı iktisadî ve ziraî reformlar gerçekleştirilmiş, başarılı bir dış siyaset takip edilerek Bizans İmparatorluğu ile iyi ilişkiler kurulmuş. Halep ile Dımaşk kontrol altında tutulmuş ve Ukaylîler'in hakimiyetindeki Musul. Enbâr, Medâin ve Kûfe'de Fâtımîler adına hutbe okunmuştur. Bu arada Gazneli Mahmud Zilkade 403'te (Mayıs 1013) Hâkim-Biemrillâh'a bir mektup göndermiş, fakat aldığı cevabî mektupta halifenin onu kendisine biat etmeye çağırması üzerine öfkelenerek mektubu yırtmıştır (İbnü'l-Cevzî, VII, 262). Bizans'la kurulan iyi ilişkiler de yine Hâkim-Biemrillâh'ın davranışları yüzünden zaman zaman bozulmuştur. 387'de (997) Sûr Limanı'ndaki bir Bizans donanmasının
Fâtımîler tarafından bozguna uğratilma-sından dört yıl sonra Bizans İmparatorluğu ile imzalanan on yıllık barış antlaşması, halifenin Kıyâme Kilisesi'ni yıktırması üzerine II. Basileios tarafından geçersiz sayılmış, Suriye ve Mısır'la olan ticarî ilişkiler yasaklanmıştır.
Müslüman ve gayri müslim tarihçiler genelde Hâkim'in şahsiyeti hakkında olumsuz hükümler vermişlerdir. Özellikle tanrılığını ilân etmesi İslâm tarihçilerinin vereceği hükmü baştan olumsuz kılmış, zimmîlere karşı aşırı sert davranışları sebebiyle de hıristiyan tarihçileri tarafından aklî melekeleri bozuk ve sadist bir hükümdar olarak nitelendirilmiştir. Şarkiyatçılardan Dozy ve Müller'e göre inandıklarına taassup derecesinde bağlı bir diktatördür. Ivanovv ise onu, hem Sünnîler'in hem de İsmâilîler'in ideallerini gerçekleştirmek için hıristiyanları baskı altına alan ve İsmâilî doktrinini daha mükemmel hale getirmeye çalışan bir halife olarak tavsif eder. öte yandan meşhur tabip ve tarihçi Yahya b. Saîd el-Antâkî, Hâkim'in çılgınlığını çocukluğundan beri mustarip olduğu beyin rahatsızlığına bağlamaktadır.
BİBLİYOGRAFYA :
Yahya b. Saîd el-Antâkî. et-Tarîh: Corpus Scriptorum Chrlstianorum Orientatium, Scrip-tores Arabici (nşr. L Cheikho v.dğr), Beyrut 1909, s. 180-234; Hamîdüddîn el-Kirmânî. er-Risâletü'l-ua'îza fi nefyi da'oâ ulûhiyyeti'i-Hâkim Bi'emrİllâh (nşr. M. Kâmil Hüseyin. Me-ceüetü KüUiyyeti't-âdâb, X1V/I, Kahire 1952, içinde], s. 1-29; Nâsır-ı Hüsrev, Sefernâme (trc. Yahya el-Haşşâb), Beyrut 1983, s. 102; İbnü'1-
Kalânisî, Târîhu Dtmaşk (Amedroz), s. 80; İb-nü'1-Cevzî. el-Muntazam, VII, 262, 297-301;İbn Hammâd es-Sanhâcî, Ahbâru mülûki Beni "(Jbeyd ve sîretühüm (nşr. et-Tihâmî Nakara -Abdiilhalîm Üveysî), Riyad 1401/1981, s. 94-103;İbnü'l-Esîr. el-Kâmil,\\, 116-123,314-317; İbn Halükân. Vefeyât, V, 292-298; Ebü'l-Ferec, Târîhu muhtaşari'd-düvet, Beyrut 1890, s. 178-I82;~Zehebî, AHârnü'n-nübelâ', XV, 173-184; İbn Kesîr. el-Bidâye, XI, 319; XII, 9-11; İbn Haldun, el-cİber, IV, 56-60; Kalkaşendî, Şubhu 'l-a'şâ, Kahire 1383/1963, III, 426-427; Makrîzî, ei-Hı-(at, I, 389; II, 3-4, 31, 253, 270, 277, 282-283, 285, 288, 341-342; a.mlf.. İtti'âzü'l-hunefâ' (nşr. Muhammed Hilmî), Kahire 1390/1971, II, 3-123; İbn Tağrîberdî. en-Nücûmü'z-zâtıire, IV, 176-179, 184-185, 186-190; Himyerî. er-Rau-zü 'l-mî'târ, s. 450; Süyûtî, Hüsnü 'imuhâdara, 1, 601; İbn İyâs. Bedâ'i'u'z-zühûr, Kahire 1402/ 1982, I, 197-211; S. de Sacy. Expose de la reli-gion des Druzes, Paris 1838,1, 247-453; M. Abdullah İnan, el-Hâkim Bi'emriilâh ve esrârü'd-da'ueti'l-Fâttmiyye, Kahire 1937; W. Ivanovv. The Rise of Fatimids, Calcutta 1942, s. 123; C. Brocketmann, İslâm Milletleri oe Devletleri Tarihi (trc. Neşet Çağatay), Ankara 1964, ], 150; M. Cemâleddin Sürür. Siyâsetü'l-Fâttmiyyîrie'i-Hâridyye, Kahire 1396/1976, s. 25-31, 76, 139-141, 147-148, 173, 180, 223, 226-227, 242; Hasan İbrahim Hasan. Târîhu'd-deuleti'l-Fâtımiy-ye. Kahire 1981, s. 364-168; O'Leary. A Short History ofthe Fatimid Khalİfale, Delhi 1987, s. 123-188; Eymen Fuâd Seyyid, ed-Deuletü'l-Fâ-tımiyye /î Mışr, Kahire 1413/1992, s. 97-123; K. A. C. Cresvvell, "The Grcat Saîients of the MosqueofaI-HakimatCairo", JRAS, IV (1923), s. 573-584; Sami N. Makarem, "al-Hâkİm bi-Amrillâh's Appointment of his Successors", ai-Abhath, XXXIII, Beirut 1970, s. 319-325; Jo-nathan M. Bloom, "The Mosque of al-Hakim in Cairo", Muqarnas, I, London 1983, s. 15-36; E. Graefe, "Hâkim Bi-EmrİİIâh", M. V/l, s. 103-105; M. Canard. "al-Hâkim Bi-Amr Allah", £F(İng.|, III, 76-82. ._.
Hfi Mustafa Öz
HÂKİMİYET-İ MİLLİYE HÂKİMİYET-İ MİLLÎYE ""*
1920-1935 yılları arasında
Ankara'da yayımlanan
siyasî gazete.
İstiklâl Harbi'nin amacını, Anadolu ve Rumeli Müdâfaa-i Hukuk Cemiyeti'nin kararlarını millete duyurmak, halkın bu savaşa desteğini sağlamak ve gelişen olaylardan toplumu haberdar etmek üzere 10 Kânunusâni 1336"da (10 Ocak 1920) yayımlanmaya başlamıştır. Özel bir gazete görünümünde olmasına rağmen Hey'et-i Temsîliyye reisi sıfatıyla Mustafa Kemal Paşa tarafından tasarlanmış, adı konulmuş ve yönlendirilmiştir. Bu bakımdan Mustafa Kemal'in daha Önce (14 Eylül 1919] Sivas'ta çıkarmaya başladığı İrâ-de-i Milliye gazetesinin bir devamı kabul edilebilir. İlk sorumlu yazı işleri müdürlüğüne yedek subay Recep Zühdü'-nün (Soyak) getirildiği Hâkimiyet-i Mil-/jye'ye yazı ve haber sağlama işiyle de Hakkı Behiç (Bayiç) görevlendirilmiştir.
Hâkimiyet-i Milliye başlığının hemen altında yer alan, "Mesleği milletin iradesini hâkim kılmaktır" ibaresi gazetenin yayın politikasını açıklamaktadır. İlk sayının birinci sayfasını kaplayan ve Hey'et-i Tahrîriyye imzasını taşıyan "Hâ-kimiyet-i Milliye" başlıklı yazı Mustafa Kemal tarafından Hakkı Behiç'e not ettirilerek yazılmıştır. Hâkimiyet-i Milli-ye'nin kimliği ve niçin çıkarıldığının açıklandığı bu yazıda gazetenin Anadolu ve Rumeli ile ilgili olaylar hakkında bilgi vereceği, bu adın tesadüfen seçilmediği, amacının milletin hâkimiyetini savunmak olduğu ifade edilmektedir.
Ankara Vilâyet Matbaası'nm eski ve yetersiz tesislerinde haftada iki gün 28 x 42 cm. boyutlarında dört sayfa olarak yayımlanmaya başlayan Hâkimiyet-i Milliye, 47. sayısından itibaren (18 Temmuz 1920| haftada üç gün çıkarılmış, 100. sayısından sonra (22 Ocak 1921) yayımına İki hafta ara verilmiştir. İsyan eden Çerkez Ethem'in emrinde Arif Oruç tarafından yayımlanan Eskişehir'deki Seyyd-re-i Yeni Dünya gazetesinin daha modern matbaası bu arada Ankara'ya taşınmış, 6 Şubat 1921 tarihinden itibaren gazete bu tesislerde cumartesi dışında her gün çıkmaya başlamıştır. Ayrıca kadrosu da genişletilerek Hüseyin Ragıp başyazarlığa getirilmiştir. 23 Temmuz 1921'den itibaren her gün çıkmaya başlayan Hâkimiyet-i Milliye'ye Büyük Millet Mec-
201
HÂKİMİYET-İ MİLLİYE
lisi hükümetlerinin ilk bütçelerinden tahsisat ayrılması (1921 bütçesinden ayda 1509 lira) gazetenin yan resmî bir hüviyet taşıdığını göstermektedir.
Yeni Türkiye'nin yolunu çizen Hâkimi-yet-i MiHİye'nin başyazılarının birçoğunda imza yoktur. Bunların önemli bir kısmının Mustafa Kemal'e ait olduğu yazıların üslûbundan ve konuyla ilgili hâtıralardan anlaşılmaktadır. Yine altında tek yıldız bulunan makalelerin de Mustafa Kemal tarafından yazıldığı söylenmektedir.
Hâkimiyet-i Milliye zor şartlar altında kısıtlı imkânlarla yayımlanmaya başlamış ve bu şartlar içinde yayımını sürdürmüştür. Kâğıt, mürekkep ve para sağlanmasında güçlüklerle karşılaşılan gazetenin her işiyle yakından ilgilenen Mustafa Kemal Eskişehir ve İstanbul'dan kâğıt, hatta Harbiye Nezâreti'nden şapog-raf makinesi temini yanında çıktığının hemen ertesi gününden itibaren abone bulma çalışmalarına da bizzat girişmiştir. Böylece Anadolu'nun değişik yerlerinden gazeteye abone sağlanmıştır. Başlangıçta 1200-1500 civarında basıldığı tahmin edilen ve Müdâfaa-i Milliye merkez heyetlerine yeteri kadar gönderilen gazetenin her sayısından 700 adedi İstanbul'da bulunan Çanakkale mevki müstahkem kumandanı Şevket Bey'e yollanıyordu. Bu şekilde gazete ayan ve mebuslar meclisi üyelerine de dağıtılmıştır. Ayrıca İstanbul'da gizlice satılan gazetenin burada dağıtılması için tedbirler alınmıştır. Gazetenin İstanbul'da dağıtılması, buradaki kamuoyunun Anadolu hareketinden sağlıklı biçimde haberdar olmasını sağlamıştır.
Fransız İnsan Hakları Beyannâmesi'ni ilâve olarak veren Hâkimiyet-i Milliye-de Kuvâ-yi Milliye, Millî Mücadele, İstanbul'un işgali. Büyük Millet Meclisi kararlan, cephedeki gelişmeler ve Türkiye'nin geleceği gibi konularda haber ve yazılar yayımlanmıştır.
Hâkimiyet-İ Milîiye'de imzalı yazılar 1921 yılından itibaren görünmeye başlamıştır. Gazetenin yazı kadrosu İstanbul'dan Anadolu'ya geçen aydınların katılımıyla zenginleşmiş; Hamdullah Suphi (Tannöver), Hüseyin Ragıp (Baydur), Ağa-oğlu Ahmed, Ziya Gevher (Etili), Yakup Kadri (Karaosmanoğlu)ve Falih Rıfkı (Atay) başmakaleler yazmışlardır. 7 Haziran 1920'de Matbuat ve İstihbarat Müdîriy-yet-i Umûmiyyesi kurulunca, umum müdür bir süre aynı zamanda gazetenin de başmuharriri olmuştur. İdaresi Recep
202
Peker, Mahmut Soydan ve Falih Rıfkı Atay'dan sonra doğrudan Cumhuriyet Halk Fırkası'na verilmiştir. Üç aylık geçiş sürecinden sonra 1 Aralık 1928'den itibaren tamamen Latin harfleriyle yayımlanmaya başlanan Hâkimiyet-i Milli-ye'nin adı 4794. sayıdan başlayarak (16 Teşrinievvel |Ekim) 1935) Ulus olarak değiştirilmiştir.
Gazetede 1920-1924 yıllarında yayımlanan çeşitli yazı ve şiirlerden seksen beşi Latin harflerine aktarılarak Devrin Yazarlarının Kalemiyle Millî Mücadele ve Gazi Mustafa Kemal adlı antolojiye alınmıştır (haz. Mehmet Kaplan v.dğr. MI, Ankara 1981-1982).
BİBLİYOGRAFYA :
Server İskit. Türkiye'de Matbuat İdareleri ve Politikaları, İstanbul 1943, s. 226, 228, 236, 252, 277; a.mlf-, "Hâkimiyet-i Milliye (Ulus) Gazetesi", AA, I, 272-273; Ömer Sami Coşar. Milli Mücadele Basım, İstanbul, ts., s. 121-134; Firûzan HüsrevTökin. Basın Ansiklopedisi, İstanbul 1963, s. 17-18, 65-67; Fuat Süreyya Oral, Türk Basın Tarihi: 1919-1965 |Ankara 19681, II, 40-47; M. Zekeriya Sertel. Hatırladıklarım (1905-1950), İstanbul 1968, s. 106-119; M. Nuri İnuğur, Sasın oe Yayın Tarihi, İstanbul 1982, s. 352-353; a.mlf., Türk Basın Tarihi, İstanbul 1992, s. 25-27; Mazhar Müfit Kansu. Erzurum'dan Ölümüne Kadar Atatürk'le Beraber, Ankara 1988, II, 503-504; Yücel Özkaya. Milli Mücadelede Atatürk ve Basın (1919-1921), Ankara 1989, s. 59-70; Mehmet Önder. "Milli Mücadele'nin Gazetesi Hâkimiyet-i Milliye Nasıl Çıkarıldı?", TTK Bildiriler XI, Ankara 1994, VI, 2443-2462; "Hâkimiyet-i Millîye", TA, XVIII, 329-330; İ. Parlatır. "Ulus", a.e., XXXIII, 8. ı—ı
İM Yücel Özkaya
HAKÎMİYYE """
Hakim et-Tirmizî'ye
(ö. 320/932) nisbet edilen bîr tarikat
(bk. HAKÎM et-TİRMİZÎ).
L J
HAKK
(bk. HAK).
HAKKA SÛRESİ
(49büf
Kur'ân-ı Kerîm'İn
altmış dokuzuncu sûresi.
Mekke döneminin ilk yıllarında nazil olmuştur. Elli iki âyettir. Fâsila*sı (. J . 5
ft^^) harfleridir, "j" harfi yalnız bir yerde (âyet 44) fasıla olup bunun müstakil âyet sayılmadığına dair rivayete göre
sûre elli bir âyettir ve fasılaları arasında lâm harfi yoktur. Âlûsî bu ikinci görüşe katıldığını belirtmektedir {Rûhu'l-me'â-ni, XXIX, 48).
Sûre ismini başındaki "el-hâkka" kelimesinden alır. "Hak, hukuk, hesap, her şeyin ortaya çıkacağı, gerçekleşeceği gün" anlamlarına gelen bu kelime, daha ziyade önceden haber verilen bir sıkıntı veya musibetin başa gelmesiyle İlgili olarak kullanılır. Kıyamet gününde haşir, mîzan. hesap, cezalandırma, mükâfatlandırma gibi Allah'ın önceden haber verdiği durumlar tahakkuk edip bütün ameller yerli yerinde karşılığını bulacağından kıyamet gününe bu isim verilmiştir. Ayrıca "yaptığının karşılığını bulmak" anlamında peygamberlere inanmayan geçmiş kavimlerin yok oluşunu anlatmak için de kullanılır. Nitekim "hâk-ka"nın ne demek olduğunu bildiren âyetin ardından Semûd ve Âd kavimlerinin helakine dair haberlerin yer alması kelimenin yalnızca kıyamet mânasına gelmediğine İşaret etmektedir.
Kur'ân-ı Kerîm'in fesahat ve belagatını en yüksek seviyede ifade eden Hakka sûresinin, Hz. Peygamber'e yönelik şair ve sihirbaz gibi iftiraları reddeden âyetlerinden Mekke döneminin ilk yıllarında nazil olduğu anlaşılmaktadır. Çünkü bu İftiralar, peygamberliğin ilk yıllarında müşriklerce sürdürülen inkarcı tutumdan kaynaklanıyordu. Kalem sûresinde onun bir mecnûn (cin çarpmış) (âyet 2), bu sûrede de şair ve sihirbaz (âyet 41, 42) olmadığı belirtilmektedir. Bu iki sûrenin mushaflarda ardarda yer almış olması da Hakka sûresinin Kalem sûresinden sonra nazil olduğu ihtimalini kuvvetlendirmektedir. Ahmed b. Hanbel'in kaydettiği bir rivayete göre Hz. Ömer şöyle demiştir. "Müslüman olmadan önce Hz. Peygamber'le tartışmak üzere evden çıkmıştım. Mescid-i Harâm'a vardığımda baktım ki Resûl-i Ekrem benden önce gelmiş. Arkasında durdum. Hakka sûresini okumaya başladı. Kur'an'ın üslûbuna hayran kalmıştım. Kendi kendime Ku-reyş'in dediği gibi bu şairdir diye düşündüm. Tam o sırada, "O bir şair sözü değildir' (âyet 41) âyetini okudu. Bu defa içimden öyleyse sihirbazdır dedim; hemen, "O bir sihirbaz sözü değildir1 (âyet 42) âyetini, ardından da sûreyi sonuna kadar okudu. İşte o günden sonra İslâm'ın sevgisi kalbimde yer etmeye başladı" (Müs-ned, 1, !7-18). İbn Kesîr'in, bu olaya dayanarak Hz. Ömer'in müslüman olmasını sûrenin nüzul sebepleri arasında göster-
mesi {Tefslrü't-Kur'ân, VIII, 245] tartışılabilir. Ancak bu rivayet, sûrenin Mekke devrinin ilk beş yılında nazil olan sûreler arasında yer aldığına delâlet etmesi bakımından önemlidir. Sehâvî sûrenin Me-âric sûresinden önce, Mülk sûresinden sonra indiğini söyler (Aynî, XVI, 115).
Kalem sûresinde Resûl-i Ekrem'in bir mecnun olmadığı, onun vahiy yoluyla verdiği bilgilerin hak ve gerçek olduğu, Pey-gamber'in ciddiye alınması gerektiği konusunda uyarılar yapılmakta ve kısaca kıyamet gününe dikkat çekilmektedir. Bu sûrede ise o haberlerin ne olduğu ve nasıl gerçekleşeceği hakkında ayrıntılı açıklamalar yapılmaktadır. Özellikle peygamberlerini inkâr eden eski ümmetlerin, Se-mûd ve Âd kavimlerinin helak edilişine ve yeryüzünden silinip gidişine dair bilgiler verilmekte, böylece Resûl-i Ekrem'e karşı inkârda direnenler uyarılmaktadır. Sûre üslûp ve muhteva bakımından Kalem sûresinin devamı ve açıklaması gibidir.
Hakka sûresi iki bölümden meydana gelmektedir. Birinci bölümde (âyet 1 -37) Semûd, Âd, Firavun ve Lût kavimlerinin "hâkka"ya uğradıkları, peygamberlere karşı gelip Allah'ın vahyini yalan saymaları yüzünden helak edildikleri haber verilir. İnkarcıların çekecekleri büyük cezanın asıl âhiretteki azap olduğu vurgulanır. Arşını sekiz meleğin taşıdığı Allah'ın huzurunda herkesin hesaba çekileceği o günde insanoğlunun nasıl zavallı, âciz ve yardımsız kalacağı anlatılır, Hesabını verenlerin cennette mutlu olacakları, buna karşılık Allah'a inanmayan ve yoksullara
yardım etmeyenlerin zincirlere vurulacakları, dostları bulunmadığı için de kimseden yardım göremeyecekleri bildirilir.
İkinci bölüm (âyet 38-52) Kur'an'a yapılan iftiralara cevap mahiyetindedir. Görülen ve görülmeyen ilâhî kuvvetlere yeminle söze başlayan bu bölümde Kur'an'ın sıradan bir söz olmadığı, ona bilmeden ve düşünmeden "şair sözü" veya "sihirbaz sözü" demenin yanlışlığı ortaya konulur. Kur'an'ın Allah katından gönderilen çok şerefli bir elçinin sözü, âlemlerin rabbinden gelen bir vahiy olduğu bildirilerek esasen Allah'ın Peygamber'e kendinden böyle sözler uydurmasına asla imkân vermeyeceği belirtilir. Kur'an'ın temiz kalplilere bir öğüt, kâfirlere İse yürek sizlatıcı bir hasret olduğu vurgulandıktan sonra onun şiir, kehanet, zan ve tahmin cinsinden bir bilgi olmayıp saf bir hakikat olduğu ifade edilir. Sûre yü-ce rabbin ismini tenzih ve teşbih etrne-yi, O'nu saygıyla anmayı emreden âyetle sona erer.
Hakka sûresi, âhiret konusunda insanları uyararak onları imana ve tedbirli olmaya yöneltmekte, vahiy bilgisinin kesinliğini ve o yolla bildirilen olayların gerçekliğini, vahyin Hz. Peygamber tarafından aynen tebliğ edilmesinin zaruretini ortaya koymaktadır.
Sûre hakkında bazı müstakil çalışmalar yapılmıştır. Hasan Muhammed Bâ Cevdet'in Te'emmülât ti sureti'l-Hâkka (Tunus 1982), Abdülhamîd Kişk'in Tefsî-ru sûreti'l-Hâkka (Kahire 1987), Faruk Tuncer'in el-Hâkka Sûresi Tefsir Denemesi ve Bu Sûredeki Kıyamet Sahneleri (bk. bibi), Abdûrrezzâk Abdüla-lîm Reyyân eş-Şerîf'in M.ine'1-Vcâzi'l-Kur'ânî ti sûreti'l-Hâkka (Mısır 1412/ 19921 adlı eserleri bunlar arasında sayılabilir.
BİBLİYOGRAFYA :
Râgıb el-İsfahânî, el-Müfredât, "hkk" md.; Müsned, I, 17-18; Vahidî. Esbâbü'n-nûzûl, Kahire 1388, s. 294; Abdûrrezzâk b. Ahmed el-Kâ-şânî, Te'uilât (trc. Ali Rıza Doksanyedi, nşr. M. Vehbi Güloglu), Ankara 1987, III, İ99-203; İbn Kesîr. Tefsİm'L-Kur'ân, Kahire 1390/1971 ->İstanbul 1985, VIII, 245; Süyûtî, Esbâbü'n-nüzûl [Tefs'trü't-Celâleyn içinde), Beyrut, ts. (Dârü'l-Ma'rife], s. 791; Aynî. 'Umdetü'l-kâri, Kahire 1392/1972, XVI, 115; Âlûsî. Rûhu'l-mecâni, XXIX, 37-55; Elmalılı. Hak Dini, VII, 5307-5346; Ömer Rıza Doğrul, Tanrı Buyruğu, İstanbul 1947, II, 875-879; M. Ali es-Sâbûnî. Safvetü't-tefâsîr (trc. Sadreddin Gümüş - Nedim Yılmaz], İstanbul 1990, VII, 29-45; Faruk Tuncer. el-Hâkka Sûresi Tefsir Denemesi oe Bu Sûredeki Kıyamet Sahneleri (yüksek lisans tezi, 1991), MÜ Sosyal Bilimler Enstitüsü. r—1
İm Emin Işık
HAKKA'I-YAKİN HAKKA'I-YAKİN ""
Kesinlik açısından
en ileri derecede bulunan
doğru bilgi anlamında bîr terim.
"Gerçek varlık, doğru hüküm" anlamındaki hak İle "gerçeğe uygun kesin bilgi" anlamındaki yakin kelimelerinden oluşan terkip, "iç duyu veya iç tecrübe yoluyla ulaşılan ve kesinlik bakımından en son merhaleyi teşkil eden doğru bilgi" diye tanımlanabilir. Hakka'l-yakin Kur'ân-ı Kerîm'de iki yerde geçmektedir. Bunlardan birinde, başta Kur'an olmak üzere İslâmî gerçekleri yalanlayıp haktan sapanların cehenneme atılacağı belirtilirken kullanılmakta ve "meydana gelmesi kesin olan bir hususun fiilen gerçekleşmesi" mânasına gelmektedir (el-Vakıa 56/95). Diğerinde ise Kur'an'ı yalanlayanların âhirette büyük pişmanlık duyacakları ve dolayısıyla azaba mâruz kalacakları haber verilirken bunun yaşanacak bir gerçek olduğu vurgulanmaktadır (el-Hâkka 69/51). Hakka'l-yakin tabirinin hadîslerde mevcudiyeti tesbit edilememiştir.
İslâm düşünce tarihinde doğru bilginin kesinlik dereceleri ilme'I-yakin. ay-ne'I-yakin ve hakka'l-yakin olmak üzere üç kategoride toplanmıştır. İlme'I-yakin aklî veya naklî delil ile. ayne'l-yakin duyu yoluyla elde edilen bilgiyi, hakka'l-yakin ise iç duyu veya iç tecrübe vasıtasıyla insanda meydana gelen en kesin bilgiyi İfade eder. Kur'an'da kâfirlerin cehenneme gireceğine dair verilen haberler vasıtasıyla elde edilen bilgi ilme'l-yakine. onların cehennemi görerek bilgilenmeleri ay-ne'1-yakine, oraya girip azabı bizzat tat-malanyla hâsıl olan sonuç ise hakka'1-ya-kine örnek olarak zikredilir. Ayrıca insanın, Allah'ın yaratıkları öldürdükten sonra diriltmeye kadir olduğuna ilişkin aklî ve naklî bilgisi ilme'l-yakîn, Hz. İbrahim'in, eliyle parçalayıp ayrı ayrı tepelere koyduğu kuşların diriltildiğini müşahede etmesiyle (el-Bakara 2/260) edindiği bilgi ayne'l-yakin, Allah'ın Ölüleri nasıl dirilttiğini merak eden bir müminin O'nun tarafından öldürülüp diriltilmesiy-le ulaştığı bilgi de (el-Bakara 2/259) hak-ka'l-yakindir.
Bazı müellifler, hakka'l-yakîni "hem delile hem de gözleme dayanılarak elde edilen bilgi" şeklinde açıklamışlarsa da fbk. Cemîl Salîbâ. II, 589) bu telakki İslâm düşünce tarihinde bilginin derecele-
203
HAKKA'I-YAKİN
ri hakkında yapılan tasnife uygun düşmemektedir. Nitekim Elmalılı Muham-med Hamdi hakka'l-yakîni "ilm ü iyân-dan geçip bilfiil içinde yaşanılan hakikat" diye tarif etmiş, onu yakinin en son derecesi ve kesin bilginin varılabilecek daha ileri bir merhalesi bulunmayan son noktası olarak değerlendirmiştir {Hak Dini, VII, 4726). Buna göre hakka'l-yaki-nin bizzat yaşanıp idrak edilen bilgi şeklinde anlaşılması mümkündür. Bu tür bir bilgi bütün şüpheleri ortadan kaldırır ve bilginin konusuna ait gerçeklik açısından insanı itminana kavuşturur. Zira yakinî bilgi gerçeğin dışında bir ihtimal taşımaz. Hak ile yakin kavramları aynı mânaya geldiğinden hakkın yakine izafeti gerçekliği pekiştirerek ifade eder. İzmirli İsmail Hakkı da hakka'1-yakini kişinin bizzat içinde duyup yaşadığı bir bilgi kabul eder ve onu insanı gerçeğe tam anlamıyla muttali kılan yegâne vasıta olarak görür. İzmirli, hakikatin bilinemeyeceğini savunan eski septiklerin bile hakka'l-yakin yoluyla edinilen bilgiyi inkâr edemediklerini belirterek bu tür bilginin kesinliği hakkında filozoflar arasında bir ihtilâfın bulunmadığını ve modern psikoloji ile felsefenin bunu teyit ettiğini söylemiş, ayrıca, " Hakka'l-yakin yoluyla elde edilen bilginin ötesinde daha kesin bir bilgi yoktur" önermesinde İslâm düşünürleriyle Batılı filozofların görüş birliği içinde olduklarını belirtmiştir (Yeni İlm-i Kelâm, 1,68-701.
Sûfîlere göre hakka'l-yakin, kulun Allah'ta fâni olması ve O'nunla yalnız ilmen değil hem ilim hem müşahede hem de hal itibariyle beka bulmasıdır. Kuşeyrî, hakka'l-yakîni iç müşahede yoluyla elde edilen apaçık bilgi olarak kabul etmiş ve onun marifet ehline mahsus olduğunu belirterek bu mertebeye ulaşanlara "havâssü'l-havâs", yaptıkları ibadetlere de kulluğun en ileri derecesi anlamında "ubûdet" adını vermiştir (er-Risâle, I, 266). Hücvîrî de hakka"1-yakinin keşif ve müşahede ile hâsıl olacağını ifade ederek bu mertebeye ulaşanların bütün varlıklardan yüz çevireceğini söylemiştir (Keşfü'l-mahcüb, s. 626). Muhyiddin İb-nü'1-Arabî'ye göre ise hakka'l-yakin müşahededen sonra ulûhiyyeti zâta nisbet etmektedir. Nefsini müşahede eden kişi rabbini de müşahede etmiş olur ve ay-ne'l-yakine ulaşır, bu kişi kabre girince hakka'l-yakin e erer {el-Nu'cernü'ş-şûfî, s. 1251-1252). Bazı sûfîlerce ilme'l-yakin şeriatın zahiri, ayne'l-yakin şeriatta ih-lâs. hakka'l-yakin ise müşahede yoluyla
204
şeriatın iç yüzüne vâkıf olmak diye anlaşılmıştır.
BİBLİYOGRAFYA :
Râgıb el-İsfahânî. el-Müfredât, "hkk", md.; et-Ta'rîfât, "yakin", md.; Ebü'l-Bekâ. el-Külliy-yât, s. 390, 556, 559; Tehânevî. Keşşaf, I, 330; Kuşeyrî, er-Risâle, I, 266; Hücvîrî, Keş/ü'l-mah-cûb, Beyrut 1980, s. 626; İbnü'l-Cevzî, Nüzhe-tü'l-a'yün, s. 634-635; İsmail Hakkı Bursevi, Rûhü'l-beyân, Kahire 1255, I, 282; Âlûsî. Rû-hu'l-me'âni, XXVII, 163; İzmirli. Yeni İlm-i Kelâm, I, 68-70; Elmalılı, Hak Dini, V, 3080; VII, 4726; IX, 6055; et-Mutcemü'ş-şûfî, s. 1251-1252; Cemil Salîbâ, et-Mu'cemü't-felsefi, Beyrut 1982, II, 588-589; Bekir Topaloğlu, Kelâm İlmi: Giriş, İstanbul 1993, s. 75.
lifti Yusuf Şevki Yavuz
HAKKAKUK
Dostları ilə paylaş: |