ŞİFA İLÂÇTA MI?
Doç. Dr. Sefa SAYGILI
Bu sorunun cevabını plâsebo'da bulabiliriz. Plâseboyu sözlükler "hastayı tatmin etmek için verilen te'sirsiz madde" veya "Hastanın faydasına olmaktan ziyâde, onu memnun etmek için uygulanan madde" olarak tarif ederler.
Yeni bulunan bir ilâcın başarılı olup olmadığı denenirken pâsebolardan faydalanılır. Hastaların bir kısmına te'sir ettiği iddia edilen madde; diğer kısmına ise içinde bir şey olmayan, tadlandırılmış boyalı su veya haplar verilir. İşte bu sahte ilâcın adı plâsebodur. Plâsebo, diğer maddeyle aynı ambalaj ve görünüşle sunulur. Ve aradaki tedavi farkı değerlendirilerek, yeni ilâcın te'sirli olup olmadığı ispat edilir.
Başağrısı, uykusuzluk, anksiete (yersiz endişe), çeşitli ağrılar, korku, sıkıntı, deniz tutması gibi pek çok rahatsızlıkta, plâsebo ile oldukça iyi sonuçlar alındığı dikkati çeker. Plâsebo verilen 10 hastadan 6'sının başağrısı geçmişse, analjezis (ağrı dindirici) alan 10 hastadan yine 6-7'sinin düzeldiği hayretle müşahede edilir.
Doktorlar, uykusuzluk şikâyeti ile gelen hastalara, alışkanlık yaptığından dolayı uyku ilâcı vermek istemezler. Bunun yerine verdiğimiz plâsebonun genellikle ilâçlar gibi iyi sonuçlar verdiğini görürüz. Yâni, tıbben uykuyu kolaylaştırıcı hiçbir te'sirli maddeye sahip olmayan haplar, hastayı mışıl mışıl uyutabilmektedir. Tabiî hasta, hapların kendini uyutacağına ikna edilmişse...
Âcil servise bazen şiddetli sıkıntı, baş ağrısı, sancı gibi bir krizle ve "falanca" iğnenin kendisine vurulduğu zaman düzeldiğini söyleyen hastalar gelir. Bunlara, kendilerine iyi gelen iğnenin o olduğu söylenerek, "serum fizyolojik" adlı plâsebo enjekte edildiği zaman, hastanın gerçekten düzeldiği dikkati çeker. Krizi ilâç değil, hastanın inancı yenmiştir.
Bazı hastalarla karşılaşırız, bir doktorun verdiği ilâçlar yaramazken, bir başka doktorun yazdığı ilâcı "bu beni iyi etti" diye gösterirler. İki ilâcı, karşılaştırdığımızda, sadece piyasa isimlerinin farklı olduğunu ve içlerinde aynı maddeyi taşıdıklarını görürüz.
Plâsebonun te'siri üzerine çeşitli araştırmalar yapılmıştır. Başarıda; tedaviye olan inançla, iyi olma arzusu ve iradesi büyük bir rol oynar.
Plâsebonun te'sir edişinde, doktora güvenmenin veya hastaya bakan hemşirenin davranışlarının da rolü büyüktür. Meselâ hekimin öğretim üyesi olması, hastasını bıkmadan dinlemesi ve özenle muayene ederek ona güven vermesi, tedavinin başarısını büyük ölçüde artırır. Hastaya bakan hemşirenin kendisi plâsebonun te'sirine inanmazsa, tedavinin başarı şansı da oldukça düşmüş demektir.
Plâsebo haplarının dış görünüşleri de, hasta üzerinde büyük rol oynar. Fazla büyük ve ufacık haplar, orta büyüklükte olanlardan çok daha iyi te'sir etmekte; kırmızı, sarı veya kahverengi olanlar ise, yeşil ve mavi plâsebolara oranla üstün tutulmaktadır. Öte yandan acı hapların ve alışılmadık tarifelerin meselâ günde 10 damla yerine 9 damla te'sirleri daha çok olmaktadır.
Ağrı veya ıstırapların plâsebo ile birdenbire kaybolmasının, kuruntudan ibaret olmadığı da gösterilmiştir. Plâsebolar ve daha başka yardımcı araçlar, vücutta ölçülebilen te'sirlere sebep olurlar. Plâseboya inanç, birtakım ağrı hafifletici maddeler (beyindeki endorphinler gibi) üretilmesine sebep olmaktadır.
Bugün vücuttaki hastalıkların hepsinin % 50-80 oranında ruhî sistemimizle alâkalı olduğu kabul edildiğine göre, plâseboların bu geniş ölçüdeki te'sirleri de bize şaşırtmamaktadır.
Plâsebonun bu kadar müessir oluşu, bize şifânın ilâçlardan olmadığını ve Allah'tan geldiğini göstermektedir. İlâç sadece vesiledir. Cenâb-ı Hak şifâ murad etti mi, boyalı su bile faydalı olmakta, etmediğinde ise hasta için ne yapılsa fayda etmemektedir.
Köylünün biri müzminle şen hastalığı için ünlü bir doktora gitmişti. Doktor, hastasını muayene etti ve reçeteyi yazarak:
Bu ilâcı kaynatıp suyunu günde üç kere içeceksin, bir şeyin kalmayacak, dedi. Bir süre sonra iyileşen köylü, doktora teşekküre gelerek,
Doktor bey, dedi Tavsiyelerinize aynen uydum ve verdiğiniz kâğıdı kaynatıp günde üç kere suyunu içtim. Tamamen düzeldim, sağolun.184
Dokularımıza Yarayı Tamir Özelliğini Kim Verdi?
YARA NASIL İYİLEŞİR?
Dr. Cenap ŞİRİN
"Ben yarayı tanzim ederim, Onu Allah iyileştirir." (Dr. Ambroise Pare)
Günlük hayatımızda oraya buraya çarparız, elimiz kesilir, ayağımıza diken batar yahut ameliyat olur, ya da yanarız. Bütün bunların hepsinin neticesi birdir: Yara. Bir müddet sızlar, kanar, şişer, iltihaplanır, sonra da iyileşir.
Yara iyileşir, ama nasıl? Yaranın iyileşmesi bir deprem, bir heyelan veya sel baskını gibi aniden mi olur? Yoksa bir sürü intizamlı, düzgün, birbirini takip eden hesaplı olaylar dizisi midir?
Bir yarada gelişmekte olan Fizyolojik biokimyasal ve histolojik hâdiseler, neden sağlam bir yerimizde olmaz? Yaralayıcı âlet yaraladığı organımızda hangi şifreleri çözmekte, hangi kapıları açmakta ki bu muntazam ve muazzam değişmeler vukua gelmektedir. Vücudumuzda bulunan milyarlarca, trilyonlarca hücre nasıl bu şekilde kodlanmış ki ayağımızın ucu da, başımızın üstü de yaralanmaya aynı cevabı veriyor.
Bir kol saatinin birkaç marifeti olması karşısında hayretimizi ifade ediyor, bu kadar küçük bir kutuya, bu kadar marifetin yerleştirilmesini takdir edip, teknolojiye hayranlığımızı ifade ediyoruz. Bir milimetrenin yüzde biri kadar çapta olan bir hücreye binlerce marifeti kodlayan, kaydeden, yerleştiren ilim sahibinin, ilmî kudreti ve kuvveti hayret ve hayranlık ifadelerinin ne kadar ötesindedir.
Kaza ile ya da cerrahın neşteri ile doku bütünlüğü bozulduğu yani yaralanma meydana geldiği zaman bir seri çarpıcı değişiklikler başlar. Önce kılcal ve daha büyük damarların çapları geçici olarak daralır. Böylece kan kaybı asgarî seviyeye inmiş olur. Sonra bütün o bölgenin damarları alabildiğince genişler. Yara içine kan hücreleri ve serum hücum eder. Yara içerisinde birkaç saat içinde proteinden müteşekkil gevşek bir bağ oluşur. Bu ağın boşluklarını kan serumu alyuvarlar ve akyuvarlar doldurur. Akyuvarlar yara içinde aktif olarak hareket ederler. Yara içindeki ölü doku ve hücreleri, artık ve yabancı maddeleri sarıp yutarlar, parçalarlar. Akyuvarlar, lökosit, monosit, lenfosit v.s. olarak isimlendirilen çeşitli kan hücreleridir. Yara iyileşmesinde bunlardan herbırinin ayrı bir görevi vardır. Ancak bu görevler kısmen bilinmekle birlikte büyük kısmı henüz karanlık kalmaktadır.
Yaralanan bölgedeki diğer değişmeler ise şunlardır: Kılcal damarlar yara içine doğru uzamaya başlarlar ve yaranın karşı duvarından gelen kılcal damarla ucuca birleşirler.
Derinin üst tabakalarında gevşeme meydana gelip deri hücreler hızla bölünmeye ve çoğalmaya başlarlar ve yara üstünü örtecek şekilde yara üzerine doğru göç ederler. Böylece yara üzeri ikinci gün taze deri ile örtülmüş olur.
Yara içinde hücrelerin ilerlemesi rastgele olmayıp "temas yönelimi" ve "temas inhibisyonu" adı verilen kanunlara tâbidir. Göç eden hücreler, yara içindeki protein ağını bir platform olarak kullanırlar.
Yaralanan doku içerisinde bu bahsettiğimiz "yara iyileşmesi mekanizması"nı çalışmaya başlatan ve devamında vazife alan bir sürü kimyasal olaylar ve kimyasal maddelerin rolü olduğu bilinmekte, çoğu ise sır olarak kalmaktadır.
Yara içinde üçüncü gün kollagen adı verilen bir protein görülmeye başlar. Kollagen lifler şeklindedir. Kollagen liflerinin örgüleri ve istikametleri san'atkârane bir intizam gösterirler.
Bundan 300 sene kadar önce yaşamış bir hekim olan Ambroise Pare "Ben yarayı tanzim ederim, onu Allah iyileştirir" demiştir. Günümüzde de 300 sene öncesine göre hiçbir şey değişmemiştir. Bütün cerrahî müdahalelerin temeli, yaranın iki dudağını karşı karşıya getirmek esasına dayanır. Bizim karşı karşıya getirdiğimiz iki yara dudağını birleştirip kaynaştıran Allah'tır.
Eğer Cenâb-ı Hak dokularımıza yarayı tamir edip iyileştirme hassasını vermeseydi bugün cerrahların elinden ne gelirdi acaba? Şurası bir gerçektir ki; kalb nakli ameliyatları ile meşhur Dr. Barnard'ın mahareti ve ilmi herhangi bir iltihap hücresinden fazla değildir.
Bozulan bir arabanın, bir uçağın veya robotun kendi kendini tamir ettiğini henüz duymadık. İnsanlığın ilmi henüz bu seviyeye gelmedi.
Şu kâinatta hiçbir şey başıboş ve tesadüfi değildir. Bir dershanedeki sıraların ardarda dizilmesi, pencerelerin salona değil bahçeye açılması, kara tahtanın ön duvara asılması, lâmbaların tabana değil tavana asılması o dershaneyi akıl sahibi bir elin düzenlediğini gösterir. Elbette vücudumuzdaki düzen ve intizam da o vücudu yaratan Hâlik'ımızı bize işaret eder.185
Ağrı Olmasaydı, Hastalıklardan Haberimiz Olmaz; Erken Teşhis Konulamazdı.
Dostları ilə paylaş: |