ÖLÜME MUVAKKATEN HAYAT RENGİ NASIL VERİLEBİLİR?
Prof. Dr. Alparslan ÖZYAZICI
Malûmdur ki bütün Peygamberlere, kendi zamanlarında muteber olan nesneler ile ilgili mu'cizeler verilmiştir. Meselâ cahiliyye asrında güzel söz söylemek ve şiir, en rağbette olan meta olduğu için, Peygamber Efendimize (s.a.v.) o cihetten mu'cize gelmiştir.
Fevkalâde beliğ olan Kur'an âyetleri inmeye başladığı vakit, şâirlerin şiirleri hükmünü kaybetmiş ve bu şâirlerden bir kısmı, imana gelmiştir. Hz. Musa (a.s.) zamanında sihir revaçta olduğundan, Musa'nın (a.s.) mu'cizesi, elindeki asâ ile sihirbazların sihirlerini yutması tarzında olmuştur. Hz. İsa (a.s.) zamanında da tıp ilmi revaçta olduğundan, mu'cizelerinin çeşidi o nev'iden olmuş, İsa (a.s.), Allah'ın (c.c.) izniyle ölüleri diriltme mu'cizesi göstermiştir.
İşte yukarıda belirtilen Hz. İsa'nın (a.s.) mu'cizesine dair, Sözler isimli kitapta geçen aşağıdaki pasaj, bir hayli zihnimi meşgul etmişti. Mevzu şöyle belirtiliyordu:
Kur'an, Hazret-i İsa Aleyhisselâm'ın nasıl ahlâk-ı ulviyyesine ittibaa, beşeri sarihan teşvik eder. Öyle de, şu elindeki san'at-ı âliyeye ve tıbb-ı Rabbânî'ye, remzen terğib ediyor. İşte şu âyet işaret ediyor ki: "En müzmin dertlere dahi derman bulunabilir. Öyle ise ey insan ve ey musibetzede benî Âdem! Me'yus olmayınız. Her dert, ne olursa olsun dermanı mümkündür. Arayınız, bulunuz. Hattâ ölüme de muvakkat bir hayat rengi vermek mümkündür."
Acaba ölüme muvakkat hayat rengi nasıl verilebilirdi? Hemen hatırıma kalbin değiştirilmesi mes'elesi geldi. Acaba ölmek üzere olan şahsın kalbi değiştirilince hayatı biraz daha uzuyor ve eceli geciktiriliyor mu? Ancak son senelerde, bilhassa vücudun yabancı organı red mekanizması yüzünden başkasının kalbi alınıp, diğerine pek takılamıyor. Bu işin reklâmcıları gibi, biz de bir cihette ümitsizliğe düştük.
Sonra, hatırıma, kalbe yapılan masajlar geldi. Kardiyoloji dersi hocamız derste bir vak'ayı nakletmişti. Bir kalb hastası, doktorunu ziyaret ettikten sonra muayenehaneden çıkarken, tam o esnada kalbi sıkışır. Doktor gelir ve hiç bir uyuşturma muamelesi yapmadan, hastanın göğsünü yarar, kalbe masaj yapar ve hastanın kriz hali geçer. Hasta hâdiseden sonra epey bir müddet daha yaşar. Demek şahsın eceli dolmamış ki, Cenâb-ı Hak o anda doktoru onun yardımına koşturdu.
Gene aynı hocamızın beyanına göre, bu tip masaj çok rizikolu ve her zaman da tatbiki imkânsız olduğundan vazgeçilmiş, daha pratik ve rizikosu az bir hâl düşünülmüştür. Onun için de, hasta sırt üstü sert bir yere, meselâ zemine yatırılacak; göğüs kafesine var gücüyle basılacak ve zemin ile göğüs kafesi arasında âdeta sıkışan kalb, kriz anında çalışmaya başlayacak. Bu bahsettiğimiz metod, hastanelerde ölmek üzere olan bazı hastalara, son bir ümid saikasiyle yapılmaktadır. Şimdiye kadar ne ölçüde netice alınmış ve kaç kişiye faide sağlanmış, o da şüpheli.193
Kalb Ameliyatlarında, Kalbe Yapılan Masaj
Açık kalb ameliyatları yapılırken, kalb âdeta durdurulmakta ve ana damarların bağlandığı başka bir cihaz, kalbin vazifesini üzerine almaktadır. Bu tip ameliyatlarda veya başka kalb ameliyatlarında kalbde âni bir durma hâsıl olsa, kalb elle sıkıştırılmakta, masaj yapılmakta, âdeta şahsın hayatiyeti muvakkaten kaybolup, tekrar gelmektedir.
Bu mevzu ile alâkalı hâtıra gelebilecek diğer bir mes'ele de, kalbe takılan pil mevzuudur. Kalb, bazı hallerde tam blok diye adlandırılan hale girer. Kalbin çalışması, kısa ifade ile kendi başına değildir. Bir merkeze, yani sinir sistemine bağlıdır. İşte kalbi uyandırmaya, yani çalışmasını sağlayan uyarıcılara karşı kalb âdeta lâkayd hale gelirse, kalbin durması mümkündür. İşte bu gibi hallerde, kalbe takılan pil bu ikaz vazifesini üzerine alır ve şahsın bir müddet daha hayatını devam ettirmesi ümid edilir.
"Pekâlâ, bütün bu mes'eleler, ecel birdir, tagayyür etmez hakikati ile bir zıtlık teşkil etmiyor mu?"
Bilâkis, bütün bu yardımlar, gene insanın belli olan eceline kadar yaşamasını te'min eden vasıtalardır. Zira aynı ameliye, bir hastayı ölüme götürüyor, bazısına da biraz daha yaşama fırsatı veriyor. Hastanede dipdiri dolaşan bir hasta akrabamın, daha iyi olurum ümidiyle yattığı ameliyat masasından kalkamadığını öğrendiğim vakit, şahsın mukadder olan eceline yetişmek için hastaneye gelmiş olduğunu anladım. Nice böyle hastalar vardır ki, "ecel birdir, tagayyür etmez" hakikatinin tecellisine mazhar .olmuşlardır.194
Temizliği Bizden Öğrendiler.
400 YIL AVRUPA PİSLİK İÇİNDE YÜZDÜ (!)
Mehmet DİKMEN
Rönesans'la birlikte Avrupa'da herşeyin iyiye gittiği düşüncesi yaygın bir kanaattir. Aslında her konuda durum böyle değildir. Nitekim Batılılar, 15. yüzyıldan itibaren, geçmiş asırlara göre daha pis ve pasaklı olmuşlar, bu hâl onlarda 19. yüzyılın başlarına kadar devam etmiştir.195
Avrupa'nın 400 Yıllık Pislik Dönemi
Yaklaşık 400 yıl süren Avrupa'nın bu pislik dönemi meşhurdur. Bu dönemde halka açık banyolar kapatıldığı gibi, evlerde temizliğe ayrılan bölümler de başka işlerde kullanılmaya başlanmıştır. Yıkanma bütünüyle unutulup gitmiş, yemekten önce el yıkama âdeti bile, ortadan kalkmıştır. Yıkanma unutuldukça pislik artmış, pislik arttıkça da kötü kokular çoğalmış; bütün bunlara çare olarak da, Avrupalı, yıkanıp temizlenmeyi düşünme yerine, güzel kokular ve parfüm imali yoluna gitmiştir.
Pislik zamanla öylesine fecî bir hâl almıştı ki, büyük ölçüde çocuk ölümleri oluyor; sık sık çıkan salgınlar binlerce insanı birden imha ediyordu. Meselâ 1501 yılında Fransa'nın Bordeux şehrinde çıkan bir kolera salgınında 17 bin kişi ölmüştü. Ve bu rakam, şehrin nüfusunun yarıdan fazlasını teşkil ediyordu.
XVII. yüzyılda Paris gibi büyük şehirlerde su, son derece az bulunur bir nesne olmuştu. Şehrin nüfusu gittikçe artıyor, fakat kullanılan su miktarı çoğalmıyordu. Bütün şehirde 40 çeşme, bir o kadar da kuyu vardı. Kullanımı zarurî olan su, sokaklardaki sakalardan sağlanır veya çeşmelerde uzayan kuyruğa girilerek te'min edilirdi.
Halk temizlik anlayışından öylesine uzaklaşmış idi ki, evler bir yana, sarayların bile tuvaleti yoktu. Halkın toplu olarak bulunduğu tiyatrolarda dahi, tuvalet mevcut değildi. Herkes ihtiyacını kapı arkalarına, merdiven diplerine giderirdi.
Mark Kemmerich'in "Tarihteki Garip Vak'alar" isimli kitabında, bu konuda şunlar anlatılır:
"Paris'te (Ondördüncü Louis) zamanında hiç kimse sokakta giderken tepesine pis bir şey dökülmeyeceğinden emin olamazdı. Ancak geniş caddeler biraz emniyette idi. Her an bir pencere açılarak sür'atle söylenen bir (Gare L'eau) seslenişinden sonra bir lâzımlık veya leğen muhteviyatı aktarılırdı. Şehrin hiçbir sokağında bundan ve korkunç bir kokudan kurtulmak mümkün değildi. Umumî helalar olmadığı için sokak köşeleri, sarayların ve kiliselerin civarı, bu hizmetleri görürdü. Aynı şeylere bugün Napoli'de de tesadüf edilmektedir. Paris'te (Palais de Justice)'de ve hattâ (Louvre)'da bu nev'i kirletmelere rastlanırdı.
Bu sarayın avlusunda, salonlarında, kapı arkalarında güpegündüz bu nev'i tabiî ihtiyaçlar görülür ve kimse birşey demezdi. Yalnız (Üçüncü Henri) biraz titizlenmiş ve 1587 senesi ağustosunda bir tebliğ ile her sabah kendisi kalkmadan önce, bahçedeki ve salonlardaki bütün pisliklerin temizlenmesini emretmişti. Buna rağmen, İspanya ve Fransa kral sarayları, hattâ (Ondördüncü Louis) devrinde şiddetli ve fena bir koku yayar ve bunu ıtriyat kokuları bile bastıramazdı. Bunun için onyedinci asırda birisi lâzımlığı keşfetmiş, bu ihtira buluş saraylara kabul edilerek kokunun biraz önü alınmıştır."
Aynı eserde pencerelerden sokağa lâzımlık dökme âdetinin ancak 1780 tarihinde men edilebildiğinden; İngiltere'de , helanın 17'nci asırda icadedildiğinden ve İsveç sarayında ise yirminci asrın başlarında bile henüz hela mevcut olmadığı için herkesin, hattâ misafir krallarla prenslerin bile koridorlardaki paravanların arkasına gidip def-i hacet ederlerken paravanın alt tarafından ayaklarının göründüğünden bahsedilmektedir."196
Türkler'de Temizlik
Avrupa, böylesine pislik içinde yüzerken bizde durum ne idi?
Selçuklu devrinde Konya, Kayseri gibi önemli şehirlerde halk için yapılmış hamamlar vardı. Türkler, Malazgirt zaferinden sonra Anadolu'yu ele geçirdiklerinde, Bizans'tan kalma hamamları bazı değişikliklerle kullanmaya devam ettiler, bunlara yenilerini eklediler. Bilhassa şifalı su kaynaklarına büyük önem verdiler. Ilıca ve kaplıcalar yaptılar. Bunları sağlık amacıyla kullanmaya başladılar.
Selçuklular gibi, Osmanlılar da temizliğe çok önem vermişlerdir. Sultan I. Murad XIV. yüzyılın ikinci yarısında, başkent Bursa'da çeşitli hamamlar yaptırdı. Asıl büyük hamamlar, Sultan Fatih zamanında yapılmıştır. İstanbul'un fethinden sonra Ağa Hamamı, Ebû Vefa Hamamı, Çukur Hamam gibi meşhur hamamlar inşâ edilmiştir.
Bu dönemde, Bursa sular şehri haline gelmiş, evlerde bile kaplıca suları akıtılmıştır. XV. yüzyılın ikinci yarısında Osmanlı ülkesinde her eve su sağlanmışken, Avrupa dizboyu pisliğe gömülmüş haldeydi.
Fatih, hamamların yamsıra İstanbul'da 200 çeşme yaptırdı. II. Beyazıd 70 çeşme daha ilâve etti. Kanunî 700 çeşme ile İstanbul'u suya kandırdı.
İstanbul'da XVII. yüzyıl ortalarında 302 hamam faaliyette idi. Bunun dışında saray, konak ve evlerdeki hamam sayısı 15 bine ulaşıyordu.197
Batılı Gezginlerin İtirafı
XVI. yüzyıldan itibaren Avrupalılar'ın, Türkiye'ye geliş gidişleri artmıştı. Bunlardan eli kalem tutanlar, Osmanlı ülkesinde gördükleri güzellikleri, bilhassa harikulade temizliği, neşrettikleri hâtıralarında anlata anlata bitirememektedirler:
Türkiye'ye gelen Pierre Belon 1553'te Türkiye hakkında bir kitap yayınlamış, bu eserinde temizlik için ayrı bahis açmıştı. Hamamlarla birlikte genel temizlik kaidelerini ele alan Belon, bebeklerin temizliğine ne kadar dikkat edildiğini, altlarının ne büyük bir itinayla temizlendiğini de özene bezene yazmaktaydı.
Yabancı gezginlerin ilgi çekicilerinden biri de Paolo Giovio adlı İtalyandır. İstanbul'da uzun süre kalmış ve incelemelerde bulunmuş olan yazar, normal temizlik kurallarından başka, askerin temizliğini de anlata anlata bitiremez:
"Türk askeri sıhhatli ve temizdir. Avrupa ülkelerinde askerlerin bulunduğu yerlerde kokudan geçilmezken, Türk askerleri tam aksine pırıl pırıl... Avrupa'dakilerin pisliğini, kokusunu bir yana bırakın. Sebep oldukları hastalıklar da cabası. Burada ise askerlerin yüzünden sanki sağlık akıyor..."
Kanunî devrinde İstanbul'a gelmiş olan bir İspanyol gezginin yazdıkları, Avrupa'nın o asırdaki durumunu açıkça dile getirmektedir:
"Türkler, biz Hıristiyanlar'ın pis olduğunu ileri sürüyor. Halbuki yıkanmak zararlıdır. İspanya'da hayatı boyunca iki defa yıkanmış erkek veya kadın yoktur. Yıkanmanın pek çok kişiye zararı dokunduğu görülmüştür. Hele biz Hıristiyanlar, alışık olmadığımız için bize iyi gelmez."
Buradaki birinci yıkanış vaftiz yıkanışı, yani vaftiz suyunun dökülmesidir. Avrupalılar'in bundan sonra "kutsal su"dan mahrum olmamak için, yeniden yıkanmayı akıllarından bile geçirmedikleri anlaşılıyor.
Yıkanmanın zararlı olduğunu yazan sadece bu yazar değildir. XVII. yüzyılda Türkiye'ye gelmiş olan bir başka yazar Grelot, bu konuda, 1680'de yayınladığı kitabında şunları yazıyor:
"Türkler, yıkanmada mübalâğaya kaçarlar; bu kadar sık yıkanmasalar, muhakkak ki daha az hasta olurlar (!). Hemen her gün yıkandıkları için de beyinleri sulanmaktadır (!). Ne var ki Türkler'in umumî helaları da çok temizdir. Bizdeki gibi mabetlerin civarına ve duvarlarının dibine küçük ya da büyük abdest bozanlarını hiç görmedim... Türklerin kendi yemek takımları ayrı, kedilere ve köpeklere yiyecek verdikleri kaplar ayrıdır. Köpekler, bizdeki gibi, insanın tabağında arta kalanını tabaktan yemez. Türkler bu âdetimize çok sinirleniyor. Hattâ sırf bu yüzden bize köpek diyenleri bile işittim."
1655'te İstanbul'a gelen Jean da Thevenot şöyle yazar:
"Fransızcadaki 'Türk gibi kuvvetli' meseli boşuna söylenmemiştir. Çünkü Türklerin çoğunluğu sıhhatli ve kuvvetlidir. Temizlik ve sağlık için Türkler sık sık hamama gider. Şehirlerinde çok güzel hamamlar olduğu gibi, hiç değilse bir hamamı olmayan köy de yoktur. Türkler çok yaşarlar, az hasta olurlar. Bizdeki böbrek rahatsızlıklarını, daha başka birçok hastalığı bilmezler. Bunun başlıca sebebi sık sık hamama gitmeleri ve az yiyip içmeleridir."
Dr. A. Brager'in, 1836'da basılan "Neu Annees a Constantinople" adlı eserinde de şunlar kayıtlıdır:
"Türkler'de yıkanma işi hayrete değer. Paris'te ancak yarım yüzyıldan beri birkaç banyo var. Londra, Berlin, Viyana gibi şehirlerde ise o da yok. Gerçi elli yıldır Avrupa'da temizliğe önem verilmektedir. Fakat Türklerin yüzlerce yıldan bu yana, temizlik konusunda vardıkları yere ulaşmaktan henüz uzağız. Bugün bir Avrupalı, en fakir bir Türk köylüsü kadar temizlik kurallarına uymaz. XII. yüzyılın ortalarına kadar Paris'in ne derece pis bir şehir olduğunu herkes bilir. O zamandan beri, bu konuda ilerlemekle övünürüz ama, Türklerin bugünkü temizlik seviyesine gelmemiz için daha en az elli yıla ihtiyacımız vardır."198
Günümüzde Bizde ve Batı'da Temizlik
Batı'nın o meşhur pislik dönemleri artık çok gerilerde kaldı. Şehirleri, caddeleri, her tarafı pırıl pırıl, tertemiz. Görünüşteki bu imrenilecek temizliğin yanısıra, yine de Avrupalının, Müslümanın temizlik anlayışından uzak yönleri, tiksinilecek halleri vardır.
Bilhassa Avrupalıların akmayan suda yıkanma âdetleri vardır ki, bu usul temizlik, her devirde bize ters gelmiştir. Avrupalılar, Amerikalılar banyo küvetini doldurup içine girerler. Lavaboyu kapatıp içine doldurduğu su ile elini yüzünü yıkar. Bizim anlayışımızda bu, tek kelime ile pisliktir.
Bu konuda Hacettepe Hastanesi eski Acil Servis Şeflerinden Op. Dr. Timuçin Altuğ'un şu tespitleri de manidardır:
"Batılıların elbiseleri ve görünüşleri belki bizi aldatabilir ama, onların içyüzleri korkunç denecek kadar kirlidir. Bunu Avrupa'da 5.5 sene Hıristiyanlar arasında yaşamış bir Türk hekimi olarak söylüyorum. Avrupa'daki Türk işçisi, ameliyata gelirken mutlaka iyice yıkanır. Gusül abdesti alır. Tertemiz çamaşırlarını giyer, ameliyat sonu ne olur ne olmaz diye pırıl pırıl ameliyat masasına çıkardı. Alman hastalar ise, Hıristiyan dininden oldukları için, Türk usulü yıkanmadan, gusül abdesti almadan, etek tıraşından ve taharetten habersiz, bütün pislikleri ile ameliyat masasına çıkarlardı. Bazen 1 Türk hastası geldiğinde, yanımdaki Alman hemşirelere göğsüm kabararak işçimizin temizliğini gösterirdim. Biraz sonra ameliyathaneye giren bir Alman'ın abdestten, taharetten nasibini almadığı için iğrenç durumunu işaret ederdim. Hayatında Türk usulü yıkanmamış, eteğini tıraş etmemiş, gusül abdesti veya namaz abdesti almamış, tırnaklarını kesmemiş, sünnet olmamış ve yüznumaradan çıkarken kâğıtla silinen, taharetten nasibini almayan bir Hıristiyanla, İslâm dininin bütün kaidelerine harfiyyen riayet ederek tertemiz olan bir Türk işçisinin bir olmayacağı gün gibi aşikârdır."
Ortaçağ Avrupası'nın pisliğini ifade eden bir karikatür: Sokağa lâzımlık dökmek o kadar yaygın hale gelmiş ki, yabancılar uyarılmak zorunda kalınmış.199
Gerçekte Avrupa, Matbaayı İslâm Dünyasından Almıştır...
Dostları ilə paylaş: |