Beşerî Tekamül İlahi Hakimiyete Teslimiyetle Sonuçlanacaktır
İnsanlık tarihi bütün iniş çıkışlarına rağmen insanoğlunun kemal ve tekamülüne şahittir; bilimsel, deneysel ve dînî boyutlarda bu kemal kolaylıkla müşahede edilmektedir.
İlmî Boyutta İnsanın Tekamülü
İnsanoğlu son dönemlerde pozitif bilim ve teknolojide şaşırtıcı ilerlemeler kaydetmiş; fen bilimleri insani bilimler ve hatta tabiat ötesi bilimlerde de belli bir yol katetmiştir. Bir -iki asır öncesine kadar imkansız gibi görülen ve “ham hayalden ibaret kurgular” olarak telakki edilen bu ilerleme ve gelişmeler bugün insanoğluna yepyeni bir medeniyet kazandırmıştır. Mesela insanoğlunun iletişim konusunda ulaştığı teknolojik seviye bütün insanlık için “cihanşümul bir dünya devleti” fikrini geliştirmiş ve bunun gerçekleşmesinin mümkün olduğunu gündeme getirmiştir. Bu merhale bile, ister istemez ve farkında olmaksızın “tek merkezden yönetilen ilahi bir devlet”e doğru önemli bir adımdır. Yeni teknolojik gelişmeler de giderek insanoğlunun hayatının yeni boyutlarında değişimler oluşturmaktadır ki bütün bunlar, insanın kainatın hilkatiyle daha yakından tanışmasını ve Allah Tealâ’nın âfak ve enfus la -insanı iç ve dış dünyasıyla- ilgili ayetlerini gereğince kavramasını sağlayacak ve neticede insanoğlu yüce Rabbine daha bir yaklaşma imkanı bularak O’nun çizgisinde yaşayabilme şansını yakalayacaktır: “...Biz, ayetlerimizi hem âfakta, hem kendi nefislerinde onlara göstereceğiz...” [23]
İnsanlığın Topluca Edindiği Tecrübe
İnsanoğlunun edindiği tecrübelerin bazısı bir ülke veya sadece bir bölgenin tecrübesiyle sınırlı olmaktadır, bu tür tecrübeler bütün insan-oğluna mal olmamakta, bütün insanlığın hafızasına geçmemektedir. Buna karşılık; kimi tecrübeler de vardır ki şu veya bu şekilde bütün insanlar onu yaşamakta ve edinmektedirler; olumlu olup beğenilmesi halinde herkesçe istenmekte, olumsuz olması halindeyse bütün dünya bunun acısını yaşamakta ve ondan yaka silkmektedir. Yerküre insanlarının tamamının hafızasına yerleşmiş ve “herkesin edinmiş” olduğu bu “Topluca edinilmiş tecrübeler”in biri de acı “komünizm” ve “sosyalizm” tecrübesidir. Bu acı tecrübe, akidevî ve kültürel açıdan dine; ekonomik açıdan da özel mülkiyete karşı olan bir ideoloji ve devlet düzeninin uzun vadede başarılı olmayacağını, insanoğluna saadet ve huzur getirmeyeceğini bütün dünya insanlarına göstermiş oldu. Gerçi insanoğlu Allah’a iman edip O’nun peygamberlerinin kılavuzluğunda yürümüş olsaydı bu acı tecrübeyi yaşayamayacaktı elbet; ama ne yazık ki söz konusu inanç ve teslimiyeti göstermemiş ve bunun kaçınılmaz bir sonucu olarak da mecburen bu acı tecrübeyi tatmıştır. Şüphesiz, bu “toplu tecrübe” den sonra insanoğlu alacağı ibreti artık almış olup “sosyalizm belası”nı bir daha denemeye kalkışmayacaktır artık. Böylece, insanoğlu “Allah ve Resullerinin söz ve yolunun ne derece doğru ve haklı olduğu bir kez daha anlaşılmış ve “din ve dinin önerdiği devlet sistemiyle insan arasındaki mesafe” bu acı tecrübeden sonra biraz daha azalmıştır. Bu arada edinilen tecrübelerin başarılı veya başarısız olmasının mutlaka bir sebepten kaynaklandığı ve asla “tesadüfi” olmadığı da bilinmelidir. Söz konusu sebep ise, insanoğlunun vücuduna ve ruhuna hakim olan yapı ve kurallara -fıtrata- uygun veya buna aykırı davranmasından başka bir şey olmamıştır. İnsanoğlunun ilahi emir ve kuralları dikkate almadan sırf kendi düşüncesine dayanarak koyduğu kanun ve uyguladığı projeler, kendi yapı ve fıtratına egemen olan ilahi sistemden bîhaber ve kopuk olduğundan, genellikle büyük hatalar ve önemli olumsuz neticeleri de beraberinde taşımaktadır. Bunların bir kısmı uzun vadede bilfiil ortaya çıkmakta ve insanoğlu yaptığının neticesini fiilen de görebilmektedir. İnsanoğlu olumsuz tecrübe ve edinimlerini tekrarlamamak ve tedricen bunlardan uzaklaşmak zorundadır. Yanlışlardan geri atılan her adım, insanoğlunun isteklerinin dengelendiği din terazisinde ki dengeye yaklaştıran bir adımdır aslında. Diğer taraftan bizler, inanan insanlar olarak Allah’ın emirlerinin insan fıtratıyla uyumlu ve insan için uyulması elzem olduğunu bilmekteyiz. İnsanoğlu kendi saadet ve huzuru için olsun; bu tarihi hakikati tedricen kabullenmek zorundadır. Nitekim bu “süreç” bütün yeryüzünde Allah’ın kanunlarına dayalı bir egemenliğin tedricen oluşmakta oluğunu göstermektedir.
Meselenin daha iyi anlaşılması için insanlığın dinî ve fikri yönde ki gerçek tekamülü ele alınıp detaylıca incelenebilir ama kısaca şunu ifade etmek gerekir ki her geçen gün insanlık tecrübesi biraz daha artmaktadır; bu nedenledir ki insanoğlunun, Hz. Mehdi aleyhi’s-selâm eliyle kurulacak ilahî devlet nizamını kabul edebilme yeteneği, her geçen gün biraz daha artmaktadır. Gerçekte beşerin tekamül yönündeki seyri ve hareketinin bir ciheti de böylesi bir hükümetin tahakkuku için zemin hazırlamaktadır.
Ehl-i Sünnet Ulemasından Hiç Kimse Mehdilik İnancını İnkâra Kalkışmamıştır
Buraya kadarki bahislerimizde İslam alimlerinin ister kaynak , ister özel kitaplarda olsun, Hz. Mehdi aleyhi’s-selâm , inancını vurguladıklarını, sahih ve mütevatir hadis ve haberlerle bu İslamî inancı daima destekle-diklerini belirttik. İslam ulemasının bu inancı kabulü ve bilfiil onayladığı hususu da, vurgulanması gereken bir diğer noktadır İslam tarihi boyunca Mehdilik iddiasına girişen sahte Mehdilere karşı İslam ulemasının takındığı tavır ve gösterdiği tepkinin niteliği bunu göstermektedir. İslam uleması bu gibi durumlarda Mehdilik inancını asla reddetmemiş, sadece bu iddiaya kalkışan şahısların, Hz. Mehdi aleyhi’s-selâm hakkında ki hadislerde belirtilen özellik ve alametleri taşımadığını söylemişlerdir. Mehdilik olayının İslam inançlarıyla hiçbir alâkası olmasa ve ilgili mevcut hadislerin bizzat Hz. Resulullah sallâ’llâhu aleyhi ve alih ’ten sadır olduğu kesin belgelerle bilinmeseydi, söz konusu ulema elbette ki meseleyi halka açıp söyler; sadece o yalancı şahısları değil, meselenin aslını da bütünüyle reddediverirlerdi. Halbuki ulema bunu yapmamıştır. Şimdi bu hadiselerden bir kaçına bakalım:
Ebu’l Ferec şöyle yazar: Muhammed b. Abdullah b. Hasan kıyam ettiğinde, Medine’nin fakihlerinden olan Muhammed b. İclan da onunla birlikte kıyam etti. Muhammed b. Abdullah öldürülünce Medine valisi Cafer b. Süleyman Muhammed b. İclan’ı çağırtarak” o yalancıya niçin katıldın?” diye elinin kesilmesini emretti. Bu sırada o mecliste bulunan Medine’nin fakih ve ricali şefaatte bulunup; arabuluculuk yaparak “ey emîr; Muhammed b. İclan Medine’nin tanınmış âbid ve fakihlerinden-dir, onu affediniz, Muhammed b. Abdullah’ı; geleceği ve zuhuru rivayetlerde vaat edilmiş olan gerçek Mehdi sanma yanlışlığına düşmüştür!” [24]
Yine, Muttaki-i Hindî diye meşhur olan Alaaddin b. Hüsameddin “ el-Burhan fi Alamat-i Mehdiy-i Ahir-uz Zaman ” adlı kitabında dört Ehl-i Sünnet mezhebinin alimlerinin “Mehdilik inancının farz oluşu” hakkındaki fetvalarını ve Hint bölgesinde Mehdilik iddiasında bulunan bir kişinin bu iddiasının batıl olduğunu naklederek bu kitabın on üçüncü bölümünde “Mekke-i Mükerreme’de bulunan Arap ulemasının son zamanda çıkması vaat edilen Hz. Mehdi hakkındaki fetvaları” başlığı altında şöyle demiştir: Bu Mekke alimlerine yöneltilen soru ve cevabın metnidir:
SORU:
Allah’ım, bize hakkı göster ve ona uymaya bizi muvaffak kıl ve Batılı göster ve ondan uzak durmayı bize nasib eyle.
Din önderleri ve Müslümanların yol göstericileri olan değerli alimlerimiz (Allah onları te’yid etsin) acem memleketlerinden birinde 910 yılında ölen Hint asıllı Feruh isimli bir şahsın son zamanda çıkması vaat edilen Mehdi olduğuna ve bu Mehdi’yi inkar edenin kafir olduğuna inanan bir grup hakkında görüşünüz nedir?
Sonra sizce vaat edilen Mehdi’yi inkâr edenin hükmü nedir? Bize bu hususta fetva verin (Allah sizden razı olsun).”
Bu soru Hicri 952 yılında sorulmuştur; Muttaki Hindi bu soruya cevap veren dört mezhebin fakihlerinin fetvalarını şu şekilde kaydetmiştir:
1- İbn-i Hacer el-Heysemi eş-Şafii’nin fetvası.
2- Şeyh Ahmet Ebi Surur b. es-Seba el-Hanefi’nin fetvası.
3- Şeyh Muhammed b. Muhammed el- Hattabî el-Maliki’nin fetvası.
4- Şeyh Yahya b. Muhammed el-Hanbelî’nin fetvası.
CEVAP:
Bu dört cevap fetvanın içerikleri ise kısaca şöyledir:
Şafii fakihi: Mehdi ile ilgili hadislerin tevatür derecesine ulaştığını açıkça bildirmiş ve onun kıyamıyla ilgili mütevatir nişaneleri zikrederek bu hususta olduğu “ el-Kavl-ul Muhtasar fi Alamet-il Mehdi el-Muntazar ” adlı kitabına işaretle şöyle demiştir: Eğer bu grubun Mehdi’nin zuhurunu inkâr etmesi temelden sünneti inkâr etmek anlamına gelirse onlar kafirdirler ve onlarla savaşmak farzdır. Ama bu grup sünnete değil de sadece İslam İmamlarına karşı bir inat için bunu yapıyorsa onlara bu akideyi iyice anlatmayı gerektirir sonra da yönetici, onların işlediği bu büyük suça ve bozuk akideye karşı hapis, dövme gibi uygun gördüğü bir cezayı vermesi gerekir...
Hanefi fakihi: Söz konusu grup tarafından ortaya atılan iddianın batıl olduğuna fetva vererek şöyle demiştir: o gruptakiler sahih naslarda ve sarih sünnette ve ravilerinin çok olduğu için tevatür haddine ulaşan hadislerde yer alan bir şeye inanç yönünden muhalefet ettikleri için, şiddetle yok edilmeleri gerekir. Çünkü mütevatir ve müstefiz hadisler gereğince Hz. Mehdi son zamanda efendimiz İsa aleyhi’s-selâm ile kıyam edecektir.
Maliki fakihi de bu grubun iddiasının batıl olduğuna fetva verip şöyle demiştir: Söz konusu grubun, ölen bir şahsın son zamanda zuhur etmesi vaat edilen Mehdi olduğuna inanmaları batıldır. Çünkü bu inanç, Mehdi’nin vasıflarını ve zuhur alametlerini sahih bir şekilde açıklayan hadislerle çelişmektedir.
Hanbeli fakihleri ise şöyle demişlerdir: Bu gurubun inancı, ahir zamandaki Mehdi, onun zuhurunun nasıl başlayacağı, kendi vasıfları ve zamanında vuku bulacak olaylar hakkındaki sahih hadislerle çeliştiği için bozuktur ve bunda da hiç bir şüphe yoktur...
Görüldüğü gibi ulema, bu tür sahte Mehdileri reddederken Mehdilik inancını asla reddetmemiş, bilakis, bu inanca temelde katıldıklarını vurgulamış ve söz konusu sahtekârların bu girişiminin içyüzünü ispatlamak için de Hz. Mehdi aleyhi’s-selâm hakkındaki hadislerden faydalanmışlardır.
Kısacası İslam tarihi boyunca bir tek Müslüman alim Mehdilik inancını inkara kalkışmamış, hatta İbn-i Haldun’un sözlerinde de Mehdilik inancının temelini reddeden bir söz yer almamıştır. Olsa olsa Mehdilik konusunda şüpheye düşmüştür. Yani İbn-i Haldun’un Yaşadığı dönem olan hicri 8. yy’a kadar hiçbir İslam alimi Mehdilik inancını inkar etmemiş, bu hususta şüpheye dahi rastlanmamıştır. İbn-i Haldun’dan sonra da İslam uleması yazdıkları çeşitli kitaplarla bu inancın doğruluğunu savunarak İbn-i Haldun’u reddetmiş ve “Mehdilik”in tamamen İslâmi bir akide olduğunu vurgulamışlardır.
Dostları ilə paylaş: |