|
|
səhifə | 2/53 | tarix | 22.12.2017 | ölçüsü | 3,49 Mb. | | #35622 | növü | Yazı |
|
"Siyasetnameler" de sık sık casusluğun önemini belirtmişlerdir. Örneğin
Nizamülmülk'ün Siyasetname'sinde " Her tarafa tacir, seyyah, sufi, ilaç
satan ziy kıyafetinde daima casuslar gitmeli ve ne işitirlerse haber
getirmelidir...Çok vakit olur ki valile, mukataa erbabı, memurin ve ümera
isyan ve muhalefete meyleder ve padişah hakkında fenalık ister ve sufi
fikirde bulunur. Casus gelip haber verince, heman padişah atına biner ve
askerini sevkeder" denmiştir.
Türklerin Orta Asya'da Çin ile ilişkilerinde, daha sonra Araplarla ve son
olarak da kendilerini derinden etkileyen Bizans ve İran kültürleriyle
girdikleri etkileşimde, casusluğun önemini kavrayan aydın ve yöneticileri
zaman zaman görülmüştür. Ancak bunlar hiç bir devrede casusluk
faaliyetlerini kurumlaştıra-mamışlardır.
Osmanlılar da istihbaratçılığı dış ve iç hedefli olmak üzere iki düzeyde
kullanmışlardır.Osmanlı yükseliş çağında yabancı ülkelerle ilgili
bilgileri genelikle Hıristiyan ve Yahudi cemaatler arasından çıkan
kimseler sağlamıştır. Batılı ülkeler de özellikle ticari ilişkilerinde ya
da taht kavgalarında Osmanlı'ya düşmanları ile ilgili bilgiler
aktarmışlardır. Ancak bunlar casusluk teşkilatları aracılığıyla
olmamıştır. Örneğin Fransa ile Osmanlı'nın Kanuni dönemindeki ilişkileri
bu çerçevededir. Ortadaki tablo kraldan, krala düşmana karşı ittifak
amacıyla ulaştıralan haberlerden oluşmaktadır.
F. Babinger, Fatih Sultan Mehmed ile ilgili biyografisinde Sultan'ın
sarayına davet ettiği İtalyan sanatkarlardan zaman zaman istihbarat
amacıyla yararlandığını yazmaktadır. Ancak nedense o dönemde bile
Osmanlı'nın en iyi padişah ve yönetici kadroları yurtdışında elçilik
açmayı düşünmemişlerdir.
OSMANLI'YI İÇTEN VURAN KADIN: ROXELANE
Osmanlı yükseliş döneminde sağladığı bu bilgileri daha sonra
sağlayamamıştır. Bir zamanlar içinden yetiştirdiği Hırıstiyan ve Yahudi
"Martolos"ları ise, daha sonra düşmanlarının ele geçirdiği ve kullandığı
görülmektedir.
Prof. Dr. Taner Timur bu döneme ilişkin değerlendirmesinde Osmanlı'nın
neden geri kaldığını şöyle yorumlamaktadır:
"Dış ülkelerle istihbarat konusunda Batı ile Osmanlı Devleti'ni
karşılaştırırken önemli bir noktayı gözden uzak tutmamak gerekiyor.
Toplumsal bilimler ilerledikçe ve çeşitli ülkeler arasındaki temas
olanakları arttıkça, yabancı memleketlerle ilgili istihbaratın büyük bir
kısmı legal yollarla toplanmaya başlamış ve casusluk başka yollarla
edinilemeyen, sır teşkil eden bilgilere dayandırılmıştır. Örneğin yasal
alanda, batılıların Osmanlı toplumu ile ilgili olarak kaleme aldıkları
yüzlerce "Seyahatnameleri" düşünelim. Aslında misyoner, tüccar, asker,
maceraperest gibi çeşitli kimseler tarafından yazılan bu seyahatnameler,
kısmen birer istihbarat raporu gibi kaleme alınmışlardır. Bunların bir
çoğu prenslere ithaf olunmuş olup, içlerinde planlar, askeri ve stratejik
bilgiler ihtiva edenler de az değildir. Hatta bunlardan Türklere karşı
bir savaş planı ile bitenler vardır.
Ayrıca bu gibi geçici misyonlar dışında, batılılar 16. yüzyılın
ortalarından itibaren İstanbul'da devamlı diplomatik temsilcilikler
kurarak, istihbaratı kurumsallaştırmışlardır. Osmanlılar ise ilkel ve
bağnaz bir inatla, Batıda olup bitenleri küçümsemişlerdir. 19. yüzyıla
kadar Batıda devamlı elçilikler kuramamışlardır. Fransız düşünürü
Voltaire, 12. Charles adlı eserinde , Osmanlı Devleti'nin kendini
beğenmişlik içinde Batıya temsilci göndermediğini bu yüzden dış
politikasının tam bir cehalet içinde olduğunu yazar. Oysa daha 17.
yüzyılın ikinci yarısından itibaren Osmanlı sarayı ile ilgili ayrıntılı
dedikodular ve bilgiler Batı gazetelerinde haber olarak çıkmaktadır.
Osmanlılar Batı ile ilgili olan bu bilgisizliklerinin acısını, özellikle
gerileme devrinde çekmişlerdir. Bu dönemde İstanbul'da büyük devletlerin
elçilikleri, dragomanları, ticari ve askeri uzmanları ve yerli ajanları
ile birlikte birer iktidar mihrakı haline gelmiş 'Şark Meselesi' adı
altında asıl siyasi mücadele bunlar arasında geçmeye başlamıştır. Burada
Türkiye'de egemen tarih görüşünde hala süregelen bir yanlışın altını
çizmek isterim. Osmanlılar askeri alanda başarısızlıklara uğramaya
başlayınca, batılı devletler askeri uzmanlar göndermeye ve bu alanda
reformlara öncülük etmeye başlamışlardır.
Gerçekten Baron de Tott, Moltke gibi subaylarından Osmanlı ordusunda
Batılı askeri eğitim açısından yararlı oldukları doğrudur. Ancak unutmamak
gerekir ki bu subaylar aynı zamanda diplomat olarak ikili bir işleve
sahiptiler. Amaçları Osmanlı ordusunun savaş yeteneğini arttırmak; fakat
aynı zamanda kendi ülkelerinin ulusal çıkarları yönünde kullanmaktı. Yüzyı
llar boyunca Osmanlı ordusunu baş düşman olarak görmüş Avrupalı uluslar,
neden şimdi onu güçlendirmeye çalışacaklardı? "
Osmanlı sarayında Kanuni döneminde en etkili kişiler arasında Fransa ve
Venedik elçileri sayılmaktadır. Bu elçiler rüşvet ile olmazsa sarayda
kendilerini destekleyen ve Hürrem Sultan olarak bilinen Roxelane (Polonya
asıllı fakir bir papazın kızıydı) önce esir, sonra cariye, daha sonra
Sultan olmayı başaran bu kadın aracılığıyla, Kanuni'ye ulaşmayı
başarmışlardır.
O dönem içinde elçilerin ülkelerine gönderdikleri mektuplardan, Osmanlı
ordusu ve toplum yaşamı ile, Osmanlı'yı oluşturan toplum mozaiği üzerine
en ince ayrıntısına kadar her türlü bilgiyi bulmak mümkündür. Bu elçiler
ordu ile birlikte savaşlara dahi götürülüp, Osmanlı savaş sistemi onlara
tanıtılmıştır. O dönemin Fransız Kralı Ferdinand'ın elçisi Busbecq
mektuplarında saray dedikodularının yanı sıra Kanuni Sultan Süleyman'ın
oğullarından Mustafa'yı da çok yakından izlediğini belirtmektedir.
Mustafa'nın tahta geçmesinden çekinen Avrupa, elçinin bir mektubunda
Kanuni'nin öz oğlu Mustafa'yı ve çocukları ile eşlerini nasıl
boğdurttuğunu öğrenince sevinmiştir. Kanuni'nin Mustafa'yı nasıl
gözlerinin önünde kementçilerine boğdurduğunun detaylı anlatımı yine bu
mektuplarda yeralmıştır. Kanuni'ye bunları yaptıran ise Osmanlı'da rüşveti
tırmandırıp, özellikle eğitim sisteminin çökmesinde ilk kayırmacılıkları
başlatan, bugünkü tanımıyla bir "Köstebek"; yani içerdeki çökertici gibi
çalışan Hürrem Sultan, ya da diğer adıyla Roxelane'dır.
HAFİYELER KELLE AVINDA
Osmanlı idaresi, zaman içinde gövdesindeki kurt misali, devlet
yönetimindeki casusların da farkına varır. Ancak artık güç onların
elindedir. Sistem onlar için üretmekte ve yok etmektedir. Bu çevrelerin de
desteği ile iktidar olan Mustafa Reşid Paşa acı da olsa şunları söyler:
- "Bir vezir memleketin iyiliği için çalıştığı vakit, yabancı ajanlar
ustalıkla onun rakiplerinin etrafını sarıyor. Bir yandan kıskançlıklarını
tahrik ederek, öte yandan da Sultan nezninde bir sürü entrika ile ruhunda
bin türlü şüphe yaratıyorlar idi."
Osmanlı'da iç istihbarat ise kötü bir dedikodu ve gammazcılık ağıyla bütün
devleti, hatta halkı sarmalamıştır. 4. Murat, Köprülü Mehmed Paşa, 2.
Mahmud, 2. Abdülhamid, Nakl-i Kelam olarak adlandırılan muhbirciliği ve
muhbirleri en çok kullanan yöneticiler olmuşlardır. Osmanlı'da aşağılanan
bu hafiyecilik türü çok yaygın olarak kullanılmıştır. Bir de Osmanlı'da
tarih içinde sayısız örneği gözlenen kışkırtıcı ajan ve provakatörler,
yöneticilerin iktidar kavgalarının en önemli kozları olmuşlardır.2.
Abdülhamit haber almada çokça da tarikat şeyh ve dervişlerini
kullanmıştır. Özelikle Sufi Şeyhler Abdülhamit için birer casus gibi
hizmet etmişler, bölgelerinde ne olup bitiğini Yıldız Sarayına
aktarmışlardır. Nakşi tarikatı bu amaçla çokça kullanılmıştır.
Osmanlı da önceleri kötü bir Fransız kopyası olan istihbarat çalışmaları,
daha sonra Almanlaştırılmaya çalışılır. Bunun için Alman uzmanlar da
getirtilir. Bakın Osmanlı istihbarat sistemi üzerine Alman uzman Von der
Goltz neler diyor:
"Türkiye casusluğun klasik bir yurdudur. Sultanlar hakimiyetlerini
muhafaza edebilmek için hafiyeliğe büyük önem vermişlerdir. Hafiyelik
Abdülhamit döneminde son noktasına ulaşmıştır. Bu düşünüş ta Bizans'tan
kalma bir zandır. Bütün yüksek memurların yanında yaver, muavin, katip
gibi gözcüler bulunurdu. Abdülhamit kendi ailesinin arasına bile casuslar
ve hafiyeler sokmuştu. Devletin en yüksek memuru adi bir hafiyenin
vereceği jurnalden korkardı. Abdülhamit'in bu hafiye veya casus teşkilatı
sadece kendi halkı aleyhine işliyor, Türkiye ile harbedecek devletlerin
sınırlarında çalışmak akla bile gelmiyordu. Halbuki yabancı casuslar,
içerde ve dışarda serbestçe , hiç durmadan ve hummalı bir surette
çalışıyorlardı. Avrupa "Hasta Adam" ın mirasını bölüşmek için gayret
sarfediyordu. Başta Rusya, İngiltere ve Fransa olmak üzere her devlet
istihbarat hizmetleri vasıtasıyla İstanbul'a gerek Türkiye'nin içindeki
vaziyeti, gerek Avrupalı rakiplerin çalışması hakkında bilgi almaya
çalışıyordu. Türkiye'de azınlıklar Türklere düşman oldukları için Birinci
Dünya Savaşı sırasında itilaf devletleri kendi tabanlarından casus
kullanmaya lüzum görmediler. Zira Türkiye'deki Ermeni, Rum, Yahudilerden
gönüllü casus bulmak kolaydı."
19. yüzyılda Osmanlı artık bağımsızlığını yitirmek üzeredir. Saray dahil
her devlet kademesinde casusların etkinliği tartışmasızdır.
OSMANLI'YA İLK GİZLİ SERVİSİ İNGİLİZLER KURDURDU
Osmanlı'da ilk gizli polis teşkilatı da tam bu sıralarda bir yabancı
elçinin girişimiyle, hatta dayatmasıyla kurulmuş ve başına da bir yabancı
getirilmiştir.
Bu konuda 1891 yılında Sultan 2. Abdülhamit tarafından hazırlatılan,
yazarı konusunda net bir bilgi bulunmayan, 51 sayfalık bir kitapcık
bulunmaktadır. Fransız Ulusal Kütüphasnesinde kıymetli kitaplar bölümde
halen 2 nüshası saklanan kitapcık, Osmanlı gizli polisinin öyküsünü
anlatmaktadır. Bu kitabın Sultan Abdülhamit'in özel doktoru Mavroyani Paşa
tarafından yazıldığı da iddia edilmiştir. Mavroyani'nin de Osmanlı
sarayındaki çift taraflı ajan olarak görev yapan diğer doktorlardan biri
olduğu ortadadır. Yazandan çok kitabı Fransız Ulusal Kütüphanesine
gönderen kişinin Mavroyani olduğu da belirtilmektedir. Osmanlı Sarayı,
tarihi boyunca bu ajan doktorların cirit attığı ve şüpheli ölümlere
yolaçtıkları bir casus kazanı olmuştur.
Kitap 2. Abdülhamit 'in isteğiyle hazırlandıktan sonra yine Sultanın
isteğiyle toplatılmış ve yokedilmiştir.
Kitaba göre Osmanlı gizli örgütü İngiliz Elçisi Startford Canning'in
telkinleri üzerine kurulmuştur. Mustafa Reşit Paşa tarafından kuruluşu
kabul edilen teşkilat için, önce Batılı ülkelerin teşkilatları incelenmeye
alınmıştır.
Napolyon'un gizli servisini kuran ve eski bir sabıkalı olan Vidocq
tecrübesinin üzerinde durulur. Bu konuda Paris'deki Türk elçisinin
hazırladığı kalınca bir rapor incelenir. Teşkilatın başına da bir Rum
getirilir. Bu Rum, Rus Çariçe'sinin elmaslarını da çalmayı başaran
Civinis Efendi'dir. Civinis kah imam, kah zengin bir batılı ama hep
sahtekar olarak Anadolu'da dolaşmış durmuştur. Mustafa Reşit Paşa'yı da
etkilemeyi başarınca, Albay rütbesi ile Osmanlı Gizli Polis Teşkilatı'nın
başına getirilmiştir. Buradan da emekli olmuştur.
Osmanlı Sarayı'nın İngiliz elçinin iseğiyle kurduğu, başına bir Rum'u
(büyük olasılık çift taraflı ajandı) getirdiği bu ilk gizli polis
teşkilatı, çalışmalarında öncelikle üst düzey yöneticileri ve onların
ilişkileriyle özel yaşamlarını çok sıkı bir şekilde gözaltında tutmuştur.
Haremden, sokağa her yerde özel hayatlara ilişkin bilgiler toplanmış ve
bunlar adam yoketmede siyasi amaçlarla kullanılmıştır. Osmanlı devlet
adamlarının birbirlerinin özel hayatlarına ilişkin dedikodu yazılarını
kahkahalarla okumaları bir anlamda bu teşkilatın da sonu olur. Osmanlı
bürokrasisi başına geleni geç de olsa anlamış ve özel yaşamına sahip
çıkmıştır. Örgüt kapatılır.
GİZLİ SERVİSİNİN BAŞI OSMANLI'YI NASIL SATTI
1863 yılında çalışmalarına yeniden başlamasına yine yabancı baskısıyla
izin verilir. Bu sefer de örgütün başına büyük bir Katolik Ermeni
grubunun isteği üzerine, Dniester kıyılarında doğmuş olan Baron C....,(
Baron'un adı kaynaklarda böyle belirtiliyor) getirilir. Ancak örgüt
Osmanlı içinde adeta bir hançerdir. Sahibini durmadan vuran bir hançer.
Bakın Baron C...., nasıl örgüt yönetir ve neden işinden olur:
Baron C..., yabancı bir elçiye, elde ettiği bir anlaşma taslağının
kopyasını yüksek bir fiyatla satar. Taslağa göre Osmanlılar elçinin
ülkesine karşı bir başka ülke ile birlikte saldırı planları
yapmaktadırlar. Taslağı elde eden elçi çok sinirli bir şekilde Sadrazam
Ali Paşa'nın yanına çıkar.
Ali Paşa taslağı görünce çekmecesinden bir başka taslak çıkartır.
Viyana'daki Türk büyükelçisinin çok para ödeyerek elde ettiği bu taslağa
göreyse elçinin ülkesi Osmanlı'ya karşı bir taksim anlaşması imzalamış
bulunmaktadır. Sonuçta taslaklar karşılaştırılınca her ikisinin de
Osmanlı gizli servisinin başındaki Baron C...' nin kaleminden çıktığı
anlaşılır. Ali Paşa sinirlenir, ancak elçi tutum değiştirip kendisine
taslağı satan Osmanlı Gizli Polis Şefi'nin terfisini bile ister. Elçinin
bastırması sonucu Baron C.... işini korur. Ama daha sonra başının altından
çıkan bir başka olay nedeniyle kovulur. Baron C..... Osmanlı'nın sırtından
kazandığı yüklüce bir servet ile Anadolu topraklarını kazasız belasız
terkeder.
Evet Osmanlı İmparatorluğu artık tarih olmak üzeredir. Bu gizli polis
teşkilatı macerası bunun delillerinden sadece bir küçük örnektir. Bu dönem
Osmanlı sosyal yaşamı, siyasi etkinliği ve en önemlisi ekonomisyle artık
bir hasta adamdır.
1535 Şubatında ilk defa Osmanlı'nın yakın ilişkiler içinde bulunduğu
Fransa Kralı 1. François'e tanınan Kapütülasyonlar, daha sonra 1579 'da
İngilizlere, 1615 da Avusturyalılara, 1680 de Hollandalılara, 1737'de
İsveç, 1740 da Sicilya, 1746 da Danimarka, 1761'de Prusya, 1728'de
İspanya, 1783'de Rusya, 1823'de Sardinya, 1830'da Amerika Birleşik
Devletleri, 1838'de Belçika, 1843'de Portekiz, 1855'de Yunanistan,
1858'de Brezilya, 1870'de Bavyera'ya da tanınmış ve Türk ekonomisi bir
büyük pazar haline gelmiştir. Bu ayrıcalıklar kaldırılmak istenmesine
karşın bu ülkelerin baskısıyla bir türlü bu gerçekleştirilememiş ve Türk
ekonomisi adım adım sömürgeleştirilme yolunda ilerlenmiştir. Bu
ayrıcalıkların kaldırılışı ancak Birinci Dünya Savaşı'nın başlamasıyla,
Sait Halim Paşa Hükümeti'nin aldığı 13 Ekim 1914 tarihli ve epey gürültü
koparan bir karar ile mümkün olabilmiştir.
OSMANLI'NIN GAMMAZCILARI YIKILIŞI GÖREMİYOR
Osmanlı kendisine yönelik kararları bile alamamaktadır. İttihatçıların
izlemeye çalıştıkları Milli İktisat Politikası yabancılarca, "düşmanlık"
olarak adlandırılmış ve baltalanmıştır.
Osmanlı Devleti'nin 1875 tarihinde ilan edilen borç tutarı 5 milyar 297
milyon 676 bin 500 Fransız Frangıdır. Bu borçların faiz tutarı da 299
milyon 069 bin Fransız Frangıdır. Devletin bu dönem içindeki geliri ise
380 milyon Fransız Frangı olmuştur. Yani Osmanlı maliyesi iflas etmiştir.
20 Aralık 1881 Muharrem Kararnamesi ile Düyunu Umumiye İdaresi
kurulmuştur. Bu kurum içinde sadece bir Osmanlı memurunun danışman
statüsüyle bulunduğunu, geri kalan çalışanların yabancı uyruklu olduğunu
gözönüne alırsak, ve bu kurumun Osmanlı'nın borçlarını ödemek üzere
tümüyle kendi emrine verilen devlet vergilerini, gümrük resimlerini
toplama hakkına sahip olduğunu belirtirsek, Osmanlı'nın içinde bulunduğu
tablo daha net bir şekilde ortaya çıkmaktadır.
İnsan yaşamında olduğu gibi, tarihte de kaybedilmiş zamanların ağlama veya
suçlu yaratma ile yeniden yaşanır kılındığı hiç görülmemiştir.
19 yüzyılın sonlarında Osmanlı İmparatorluğu süper güç olma olanaklarını
artık yitirmiştir. Ekonomisi, bilimi, teknolojisi, sosyal yaşamı, eğitimi
ve sistemininin herşeyi olan askeri gücü çökmüştür. Osmanlı yönetimi
geçmişinin görkeminin hayaliyle avunmakta, dününe bakıp günü için suçlular
yaratmaya çalışmaktadır. Oysa çok zamandır dünyanın yeni güç merkezleri
Avrupa ve Amerikadır. Avurapa'da Almanya giderek öne çıkma
arayışlarındadır. Osmanlı İmparatorluğu ise her gün yeni bir milliyetçilik
dalgasıyla sarsılmakta, bir cephede Bulgarlar, Yunanlılar, Arnavutlar,
Karadağlılar, Sırplar, diğer cephelerde Araplar ile mücadele etmektedir.
Padişah 2. Abdülhamit 'in başlattığı, yabancı güçlerce körüklenen,
sürdürülen ve bir insan avına dönüşen "gammazcılık istibdadı" hiç bir
muhalif fikir hareketinin yaşamasına olanak vermemektedir. Ancak toplumda
arayışlar sürmektedir. 1906 yılına gelindiğinde ülkede en önemli siyasi
oluşumlardan biri İttihat ve Terakki'dir.
Tıp Okulu öğrencilerinin 1889 da küçük bir hücre olarak 5 kişiyle
kurdukları " İttihatı Osmani Cemiyeti " Harb Okulu, Mülkiye gibi eğitim
kurumlarından öğrencilerinin katılımı ile büyümektedir. Pariste Genç
Türkler hareketince oluşturulan ve liderliğini Ahmet Rıza Bey''in yaptığı
cemiyet de İttihatcılarla birleşir. Yeni ad: " Osmanlı İttihat ve Terakki
Cemiyeti" olur. Bu cemiyete 1906'da çoğunluğunu Selanik'de bulunan
subayların oluşturduğu örgütler katılır.
Bütün bu birleşmeler, adını daha sonra bir döneme damgasını vuracak parti
olan " İttihat ve Terakki Cemiyeti" ni ( Birlik ve ilerleme) ortaya çıkara
caktır.
Tam bu sıralarda İngiltere Kralı 7. Edward ile Rus Çarı 2. Nikolay
Estonya'da, Reval'de buluşarak, Makedonya sorunuyla ilgili kararlar
alırlar. Aldıkları kararların bir giz perdesiyle örtülmesi, İttihat ve
Terakki liderlerini bu konuda çeşitli spekülasyonları düşünmeye iter.
Onlara göre bu buluşma Osmanlı'nın parçalanması ve paylaşılması içindir.
Padişah bu olaylara seyircidir ama İttihat ve Terakki seyirci kalmamalı
bir an önce harekete geçmelidir.
Bu tartışmalar sırasında 1. Meşrutiyet'in getirdiği bütün hak ve
özgürlükleri ortadan kaldıran 2. Abülhamit'e karşı, yeni bir hak ve
özgürlükler hareketi başlatılması kararlaştırılır.
İttihat ve Terakki'nin subaylarından Resneli Kolağası yani Ön Yüzbaşı
Niyazi yanına aldığı adamlarıyla birlikte dağa çıkar. Abdülhamit'e "
Hürriyet ilan edilinceye kadar silahlarını ellerinden bırakmayacaklarını"
Dostları ilə paylaş: |
|
|