Âdem ile havva'nin vücudumuzdaki yeri Âdem ile havva'nin yaradilişI Âdem ilk insan ve ilk peygamberdiR



Yüklə 2,44 Mb.
səhifə5/40
tarix30.05.2018
ölçüsü2,44 Mb.
#52080
1   2   3   4   5   6   7   8   9   ...   40

ÂYETLERİN ÂDEM VE ÂLEMDE  ZUHÛRU

 

Muhkem âyetler, sağlam, sıkı sıkıya kuvvetli, değiştirilemeyen, zâhir mânâ taşıyan anlamlarına gelmektedir. Her türlü ibâdetlerin zâhir anlam ve şekli bu cümledendir. Allah’ın emrettiklerini yapmak, yasak ettiklerinden uzak durmak yani şerîat-ı ahkâmiyeye uymak diyebiliriz.



Müteşabih âyetlere gelince birbirine benzeyen, açık olmayan, te’vilâta muhtaç,(çeşitli mânâlar vermek)onun bâtın mânâları remzettiğini anlamak, zâhir ifade edilse de mânâsının bâtın olduğunu, onu ancak Allah ve Allah yolunda ilimde râsih olanların bilebileceğini bilmektir. Mesela, Elif, Lâm Mim gibi, Tâ-Hâ gibi, Yâ-Sin gibi, Vel Asr gibi âyetlerdir. Bunların zâhirlerinden hiçbir şey anlamak mümkün değildir. Te’vilâta ihtiyaç vardır. Bir de hem muhkem hem de müteşabih âyetler vardır ki hem zâhir mânâsı hem de bâtın mânâsı vardır. Mesela İslâmın şartı diye bildiğimiz oruç tutmak, namaz kılmak,hacca gitmek, zekât vermek, kelime-i şehadet getirmek gibi ibâdetlerin hem zâhiri hem de bâtın mânâsı ve îzâhı vardır.İnsanlar ilim ve irfâniyetleri derecesinde bu üç türlü Hakk’ın tecellîlerini yerinde görür ve kullanırlarsa hem layıkiyle Allah’a kul olmuş olurlar hem de saadet ve mutluluğu yakalamış olurlar. Şerîat âyetlerini hakîkatte, hakîkat âyetlerini de şerîatta kullanmak nasıl insanları çıkmaza sokuyor ve ondan layıkiyle faydalanamıyorlarsa aynen onun gibi muhkem âyetleri yerinde, müteşabih âyetleri  yerinde, hem muhkem hem de müteşabih âyetleri de zâhirini zâhire göre, bâtınını da  batınî yerde mütalaa ve zevk edersek mutluluğa ermiş oluruz.

Kur’ân-ı Kerîm’deki bu âyetler nasıl böyle yerli yerinde mütalaa ediliyorsa,bu âlem-i Kübra dediğimiz âlem ve Âdemde de bu âyetler öylece mütalaa edilmelidir. Âyet  deliller demektir. Allahü Teala bu âlemde ve Âdemde delilleriyle her şeyi zuhûra getirmiştir.Bir âyet-i kerîmede “Nefsinizde ve ufkunuzda âyetlerimizi göstereceğiz” demekle hem nefsimizde hem de ufkumuzda âyetlerini göstermiş ve  İsra Sûresi 14.âyette Oku kitabını, Hesap görücü olarak bugün sana nefsin yeter!”  demekle nefs kitabımızı okumamız emredilmektedir. İnsanlarda bu üç türlü âyetlerin yerli yerinde okunması  hem de ufkumuzda bizden ayrı olarak görünen varlıklarda bu üç âyeti ayrı ayrı okumak,görmek ve yaşama geçirmek gerektiği anlaşılmaktadır.

Bizler Kur’ân’ı yalnız satırlarda okuyup belki oraya göre mütalaa ettiğimiz için bir türlü yaşama geçiremiyoruz. Halbuki bu ilim ve irfâniyet bizlerin yaşama geçmemiz ve onun yaşam zevkine sahip olarak mutlu olmamız içindir. Toplumdaki çoğu insanlar muhkem âyetleri okuyabildikleri için üçte bir mutlu olsalar da her şeyi muhkem açısından mütalaa ettikleri için huzursuzluktan kurtulamıyorlar.Peçeli ve tamamen şekli benimsemiş toplumlar plajlarda bulunan açık saçık kadın ve erkeklere kafir ve aklına ne kadar kötü sözler geliyorsa söylüyorlar. O açık saçık diye vasıflandırılan toplum da İslâmiyeti dar çerçevede mütalaa ettikleri için onlara yobaz,gerici, irticacı gibi sözler söylüyorlar. Biraz evvel söylediğimiz gibi bu  iki topluma göre de Kur’ân-ı Kerîm ufkumuzda yazılmış  âyetlerden ibarettir.

Sen kemâlât sahibi isen her iki toplum âyetlerini yerinde görmeye bak. Her varlık yerinde hoş ve güzeldir.Sen onları yerinde göremiyorsan, bil ki çirkinlik sendedir. Allahü Teala Âl-i İmrân Sûresi 191.âyette Onlar ki, gerek ayakta, gerek otururken ve gerekse yanları üzerinde yatarken Allah'ı anarlar; göklerin ve yerin yaratılışı hakkında inceden inceye düşünenler"Ey Rabbimiz, sen bunu boşuna yaratmadın, seni bütün eksiklerden tenzih ederiz; o halde bizi o ateş azâbından koru” "Rabbena ma halakte haza bâtıla” buyurmakla, Allah bâtıl hiçbir şey yaratmamıştır. Sen nasıl birini iyi, birini kötü görürsün. İyilik ve kötülük görmek, yerinde görmemekten olur .Mukayese edildiğinde ortaya çıkar. Ayrıca Allahü Teala kişileri başkasından sorumlu tutmuyor. Seni, sana soracak.Senden o mütalaa ettiğin toplumların hesabını istemeyecek. Onun için en çirkin gördüğümüz nefsimiz olmalıdır. Allah şeklinize ve amelinize bakmaz, kalb ve niyetinize bakar. Hepimiz Allah’ı sevdiğimizi söyleriz. Onun yarattıklarını da sevmemiz gerekmez mi? Mecnun Leyla’nın mahallesindeki köpekleri bile “Leyla’nın mahallesinin köpekleri” diye severmiş.

Onun için toplumumuzdaki her türlü inanç ve şekilde bulunan insanlar Allah tarafından o yerler için yaratılmışlardır. Allah Âlim’dir, bizler ise ma’lûmuz. Bizlerin ilm-i ezeliyette isti’dâdlarımız Allah’a nasıl ma’lûm olduysa,o da bizlerde, yaratılma yerimiz neresi ise o şekilde tecellî etmektedir. Kimimiz meyhane için, kimimiz kumarhane için, kimimiz inkârcı olarak yaratılmışız. Sen onu yerinde görüp,ona göre hareket edebiliyorsan, o zâhir olan âyetleri yerinde kullanmaktan mütevellit huzurlu ve mutlu olursun. Kullanamazsan mutsuz olursun.

Bu zâhir ve bâtın âyetleri nefsinde zevk eden ve iç içe olma zevkiyle nefsinde yaşayanlar ise Kâmillerdir. Onlar oruç tutarlar, namaz kılarlar.Fakat bedenen zâhir,rûhen bâtın zevkiyle bu ibâdetlerin sırlarını yaşarlar.Hiçbir zaman zâhiri bâtından,bâtını da zâhirden ayırmadan her şeyi yerli yerinde kullanarak mutlu olurlar. Onun için Kur’ân-ı Kerîm’deki bu âyetleri  yerli yerinde kullandığımızda doğruyu ve zevki bulmuş oluyoruz.

Âlemdeki Kitab-ı Furkan’ı da böylece okuyup dar çerçevelere İslâmiyeti sıkıştırarak zümreleri tenkit etmek ve kerih görmek o âyetleri lâyıkıyle anlayamadığımızın bir sonucudur. Allahü Teala her türlü âyet tecellîlerini yerli yerinde okuyup yaşayan kullarından eylesin. Âmin.

     BAKARA  SÛRESİNİN  HİKMETİ

 

Kur’ân-ı Kerîm’in bakara Sûresi 67 ilâ 73. âyetlerinde  “Cenâb-ı Allah size bir bakara (sığır) boğazlamanızı emrediyor” buyruluyor.Bakara nefs-i hayvâniyedir. İki köy sınırında, bir kişi ölü bulunmuş.Bunun kimin tarafından öldürüldüğü bilinmediği için, Musa (A.S.)’ya kavmi müracaat ederek, “Senin Rabbin bu ölenin kimin tarafından öldürüldüğünü bilir” demişler.Musa (A.S.) Hakk’a müracaat ettiğinde, Cenâb-ı Hakk,“Bir sığır kesilerek onun etinin ölüye vurulması ile dirileceğini  ve ölünün dirilmesiyle de, hangi köy ahalisi tarafından öldürüldüğünü söyleyecektir.”dedi. Buna binaen,sığırın renginin ne olduğunu, yaşlı olup olmayacağını ve sığırdaki bütün belirtileri sordu ve öğrendi.Cenâb-ı Hakk sığırın, sarı renkte olacağını,ne çok genç ve ne de çok yaşlı olmayacağını, çifte koşulmamış olacağını, alaca olmayacağını buyurdu.



İşte bu bakara diye ifade edilen,kişinin nefs-i hayvâniyesidir. Bir kişi Mürşîd-i Kâmile gelerek, kendine nisbet ettiği fiillerini ve varlığını kesmesidir.Bu kesilmesi gerekli nefs-i hayvâniye sahiplerinin,rengi Allah’a sevgi ve aşkından mütevellit sarı olmalıdır.Akil baliğ olmamış çocuk kadar küçük ve çok yaşlı duyma ve görme sıfatlarını kaybetmiş de olmamalıdır. Meratibini bitirmiş kemâl ehli de olmamalıdır.Çünkü onun kurban olmağa ihtiyacı yoktur.Yine hiçbir itikada sahip olmayan kişiler de boğazlanmaya lâyık değildir. İşte böylece hakîkat-ı Muhammediyye deryasında, kendi insan-ı asliyyesine talip olan kişi,tarif edilmiş oluyor. Sonra tarif edildiği gibi yaşlı bir kadının oğluna ait bir sığır bulunuyor. Fakat yaşlı kadın, sığırın derisini altınla doldurursanız onu verebileceğini aksi takdirde onu satmayacağını söylüyor. Musa’nın kavmi bu teklifi kabul ederek,sığırı kesiyorlar.Ve sığırın derisini de altınla doldurup kadına veriyorlar.Kesilen sığırın etinden, ölü olan o kişiye vurunca ölü diriliyor.Ve dile gelerek, soldaki köy yani nefs-i emmâre tarafından öldürüldüğünü söylüyor. İşte yaşlı kadın,kişinin tabiat-ı cismâniyesidir. Oğlu ise,rûhun oğlu akıldır.Kendi varlığını yok edip, Hakk’ın varlığında dirilen ölü ise, kalbin oğlu veled-i kalbdir. Elbette dirildiğinde, kendisinin nefis köyü tarafından öldürüldüğünü, rûh köyünün bunda hiçbir suçunun olmadığını söylemiştir. Bir sâlik de kâmile gelerek, fiil,sıfat ve vücûd nisbîyetlerini boğazlatarak, bunları Hakk’a verince kendi süflî emelleri doğrultusunda kullanılan kalp, emmâre nefsinden kurtulacaktır. Kalbin uyanmasıyla Hakk ve hakîkati idrâk etmiş  ve nefsin kalp üzerine istilâsından mütevellit, nefis tarafından öldürüldüğünü söyleyecektir. Aslında nefis ile rûh kardeştir.Fakat nefs-i hayvâniye yönü bir kişiyi, şehvet, gazap vb.gibi istek ve arzularla kalbi katletmiş olurlar. Ve rûh kuvvelerinin yolu üzerine bırakırlar.İşte Mürşîd-i Kâmil, bunu çok iyi bildiği için nisbîyet olan fiillerini, boğazlayınca artık kötülük yapamaz bir hale gelir. Dolayısıyla da kalbin uyanmasıyla da her şeyi idrâk etmiş olur.

Bu âyet-i kerimelerle anlatılan kıssa bizlere ne anlatmak istemektedir? Allah’a  karşı bir sevgi ve arzumuz varsa, bu dünya çirkefinin  içinden kurtulup, insanî aslımızı bulup huzur ve saadete kavuşmak istiyorsak, mutlaka bir Mürşîd-i Kâmile gitmemiz lâzımdır. Ona hayvânî nefsimizi boğazlatıp, bütün Allah’ın yasak ettiği kötülükleri yok etmek gerekmektedir. Bu da fiillerin fâilinin Allah olduğunu bilmekle olacaktır. Böylece kişinin kötülük yapan damarları kansız ve bıçaksız olarak kesilince, rûh yönünden gelen Rabbimin nurları o kişiyi istila edecektir. Böylece kalbi,rûhun nuru ile uyanmış ve Hakk’ın varlığı ile varlıklandığını gördüğünde, huzur ve saadet içinde her iki âlemde mutlu olacaktır. Cenâb-ı Hakk bizleri de bu gafletten uyandırıp mutlu kullarından eylesin. Âmin.

 

              BERZAH  NEDİR



Dünya ile Âhiret arasına berzah denir.Peki dünya nedir, Âhiret nedir? Bunları  bilmemiz lâzımdır. Dünya bizlerin bildiği gibi, bu kâinat değildir. Bu gördüğümüz kâinat dünya olmuş olsa idi, nice peygamberler ve evliyalar da dünya ehli olurlardı. Dünya, üzerinde yaşadığımız bu kesret âlemi değil, kişileri Hakk’tan uzaklaştıran her şeydir,gaflettir. Onun için, Cenâb-ı Allah ârif olmayan kişilere, esmâ ve sıfatlarıyla kendini örtmüştür. İlk bakışta, karşımızda esmâ ve sıfatla bütün varlıkları şuhûd ettiğimizde, eşyayı eşya, mahlûku mahlûk görmüş oluruz. Niyazi-i Mısrî Hz. leri ilâhîsinin bir yerinde şöyle buyuruyor:

 

Mahlûka mahlûk gözüyle bakarsan o mahlûk olur.



Hakk gözüyle bak ki bi şek Nûr-u Yezdan ondadır.”      

 

Meratib-i İlâhiyede bu hicâbları yırtabilen ârifler, eşya ve mahlûk olarak vasıflandırılan bu sıfatlardaki Hakk’ın zuhûrâtını görecekleri için, çok çeşitli esmâ ve sıfatlar onlara hicâb olmaz. Onlar her varlığı, yaratılma yerine göre Allah’ın tecellîlerini şuhûd ederler. İşte dünya bir yere göre gaflettir. Dünya bir yere göre de Hakk ve hakîkati görmek için bir vesîle yeridir. Dünya şu taşıdığımız bedenimizin,Hakk’tan ayrı olarak, ona hizmet etmemizdir.



Âhiret ise ismi üzerinde, kesif olan bu  vücûdumuzun sona ermesiyle letâfet âlemine geçmektir. Âhir son demektir.Neyin sonudur? Dünya âleminin sonudur. Kendimize nisbet ettiğimiz ve gece gündüz onun ayakta durabilmesi için çalıştığımız  vücûdumuzun yaşamının sona ermesidir. İnsan varlığının üzerindeki Cenâb-ı Hakk’ın nefesinin ondan kesilmesidir. Artık yeni bir âlem ve yeni bir vuslat devresine girilmiştir.

Tabiatta da, kış mevsiminden yaz mevsimine girerken, ilk bahar gibi bir berzah devresi geçirmekteyiz. Aynen onun gibi dünya ile Âhiret arasına da zâhirde berzah denilir. Tevhidde bütün peygamber ve evliyalar berzahta ikamet ederler. Gerektiğinde dünya ehillerinin arasına girerler ve onları irşâd ederler denilmiştir. Çünkü onlar berzah sahibidirler.

Berzah, kesret âlemi olan dünyadan,Vahdet âlemine ayak basmaktan ibaret değildir. İnsan-ı Kâmillerin dâimî ikamet yeri, kavseyn mertebesindeki kesret zevkine galebe çalan Vahdet yeridir. Yoksa, bu Tevhîd meyvesinin Vahdet dalı olan cem mertebesi, İnsan-ı Kâmiller için tek taraflı ikamet yeri olamaz. Hakk’ın zâhir, halkın bâtın olduğu bu yer, Tevhîd meyvesinin Vahdet yüzünün göründüğü sahadır. Muhammediyye yüzü olan kesret yüzünün isti’dâd ve kabiliyetine göre, tecellîsi için bu Tevhîd meyvesinin her iki yüzünün de kemâlâtına sahip olunması lâzımdır. İşte berzah budur. Yoksa dünya olan kesretten, Vahdet zevki olan rûhanîyete yükselmek berzaha intikal etmek demek değildir.

Kıştan yaza hazırlık oluyorsa insanlar da aynen onun gibi berzahta beklemeye tâbi oluyorlar. Buna biz kişilerin berzahı diyoruz. Gece karanlığından kurtulup, gündüzün aydınlığına kadar aradaki seher vakti olan tan yerinin ağarması da günün berzahıdır. İnsan-ı Kâmiller bu âlemde gerektiğinde kesret zevkine, gerektiğinde de vahdet zevkine sahiptirler. Vahdet içre kesret, kesret içre Vahdet zevkine sahip oldukları için onlara berzah sahibi denmiştir.

Âhiretin bahçesi olan dünya âleminde,i ’tikad,amel ve ahlâk icraatını, yaşamamız müddetince fotoğraflarını çektirdik. Bu filmleri öldüğümüzde tab için banyoya verdik. İşte bir kişi için berzah filmlerin banyo odasıdır. Çekilen filmlerin net görüntülerini sağlamak için filmler banyo olduğunda, kart üzerinde,kesafet görüntülerimiz zuhûra gelmiştir. Bu görüntülerin zaman ve yer olarak gösterildiğinde bizlerin inkâr etmesi de mümkün değildir. İşte İnsan-ı Kâmiller de tenzih ve teşbih arasındaki Tevhîd zevkinde ikamet etmektedirler.Her iki tarafı da aynı mesafede görerek Tevhîd içinde yaşarlar.Yani halk içinde dâima Hakk’la beraberdirler. Allah bizlere de bu yerleri nasîb etsin. Âmin.

 

BİSMİLLAHİRRAHMANİRRAHİM NE DEMEKTİR

 

Bismillah” Allah’ın Zâtını remzetmektedir



Rahmân” Allah’ın sıfatlarını remzetmektedir

Rahîm” Allah’ın ef’alini remzetmektedir

Bu mukayyed olan Âdem ve âlemde, Cenâb-ı Allah’ın, Zâtından sıfatlarına, sıfatlarından esmâ alarak fiilleriyle açığa çıktığını görüyoruz. Bunu bütün kitaplardan okuyarak zâhir ve bâtınını böylece bilirsek, ilm-el yakînlikle öğrenmiş oluruz. Ayne’l-yakîn olarak besmelenin tecellîsine vâkıf olmak istiyorsak, mutlaka bir İnsan-ı Kâmilden bunun tahsilini yapmamız gerekiyor. Zira Âdemiyetini bulmuş olan bu İnsan-ı Kâmiller, yeryüzünde Allah’ın halifeleridir.Cenâb-ı Hakk’ın Hüviyyet ve Eniyyetini kendilerinde kemâlâtıyla açığa çıkaran çok yüce Hakk’ın temsilcileridir. Kâbe nasıl Allah’ın Zâtını remzediyorsa, İnsan-ı Kâmiller de Hakk’ın Zâtını remzetmektedir. Hac Sûresi âyet 27 de “Bütün insanlara haccı ilânet, gerek yaya gerekse bineklerle senin huzuruna gelsinler. Bu Allah’ın kulları üzerindeki hakkıdır.” buyrulduğu gibi, sâliklerin Hakk Mürşîdlerinin ziyâretini yapmasıyla, Hakk’ın Zâtının sâliklerdeki Rahmân ve Rahîm tecellîlerinin, nefislerinde ve ufuklarında nasıl şuhûd ettiklerini görmelerini sağlayacaktır. Bu, kişilerin Hakk Mürşîdlerindeki merâtib-i İlâhiye tahsilinde,  besmelenin Ayne’l-yakînlik olarak şahitliklerini ispat etmektedir. Hakk-al yakîn olarak bir kişinin canlı bir besmele-i şerîf olduğunu zevk etmek istiyorsa, Mürşîd-i Kâmilden yaptığı tahsil ve gösterdiği mertebelerdeki şuhûdlar doğrultusunda Zâtının, tenzih ve teşbih yüzlerini Tevhîd yaparak kendisinin yeryüzündeki Allah’ın halifesi olduğunu, o mazhardan Cenâb-ı Hakk’ın bilip ve gördüğünü zevk edecektir.

Rahmâniyyette iki bölüm vardır.



1 - Rahmâniyyet olan nübüvvet yüzü

2 - Rahîmiyyet olan Vahdâniyyet yüzü

Nübüvvetin içinde hem cemâl yüzü hem de Vahdâniyyet olan velâyet yüzü  mevcuttur. Hakk Mürşîdleri bizlere özel olan Rahîmiyyet rahmetinin tahsilini ve bütün varlıkların sûretinden farkıyla nasıl tecellî ettiğinin irfâniyet ve kemâlâtını öğretmektedirler. Cenâb-ı Hakk’ın, Rahîmiyyet olan Vahdâniyyet yüzünde, halk bâtın olduğu için,tek taraflı olması nedeniyle, Rahmâniyyete göre Rahîmiyyet rahmeti kemâlât değildir. Âfâkta ve kendi vücûd ülkesindeki Cenâb-ı Hakk’ın rahmet tecellîlerini şuhûd ederek yaşama hali, onların Hakk-al yakînliği olacaktır.Zira   “Onların cesetleri rûhlarıdır,rûhları cesetleridir.” Hadis-i Şerifi tecellî etmiş olur.İşte gönlümüzdeki tenzih ve teşbihi Tevhîd yaptığımız zaman, canlı bir besmele-i şerîf olduğumuzu zevk etmiş oluruz. Yoksa Allah Allahlığını kimseye vermez. Kul kuldur. Allah Allah’tır.

 

BU KÂİNATIN ASLI BİR NOKTADIR

 

Kur’ân-ı Kerîm’in Nûr Sûresi 35.âyetinde“Allah göklerin ve yerin nurudur.O’nun nuru,içinde lamba bulunan bir kandil gibidir. O lambaya nisbet edilmeyen mübarek zeytin ağacından zuhûr eder.O nûr üstüne nûrdur.” buyrulmaktadır.



Burada zeytin ağacı insan ağacı gibidir.Doğu Vahdeti, batı ise kesreti remzeder. Bu îmân nuru,insanın gönül kandilinde yanan bir ışıktır. Bu insanın gönül fanusunda yanan kandilin ışığı ne bedene,ne de cana ait değildir. Cananın bu nuru gönül fanusundan meydana gelmektedir. Aslında kamu âlem bir noktadır. Fakat bu âlemde, sıfat ve esmâsıyla,kendini ârif olmayanlardan gizledi. O’nun nûr olan güzel yüzünü âriflerden başkası göremedi.Bu âlem bir fenerdir. Onu aydınlatan,her varlığın içindeki Zâtının tecellîleridir. Bir lambanın fitili gibi ışığını verip durmaktadır.Sen ise,hayâli gölgeleri görmekten,ışığı göremiyorsun. Ondan sonra da, gece ve gündüz ah u figan edip inleyerek onun aşkı ile yanıyorsun. Nasıl insanlardaki rûh bülbülü,sıfatları olan gülün dalında ötmekle kendini sıfatlarından zuhûra getirince ,sesi kesilir,aynen onun gibi, sen de Zâtından sıfatlarına,sıfatlarından da esmâ alarak fiilleriyle açığa çıkarak eserlerini görmeye çalışırsan, bu kâinatın bir noktadan meydana geldiğini görmüş olursun. Bir hadiste “İlim bir nokta idi, onu cahiller çoğalttı” buyrulduğu gibi, ilmin Allah’ın olduğunu bildiğimizde,cahillik elbette kula kalmış olur.

İşte Allah da hiçbir varlığı kalmayanlardan,bu ilim ve tecellîlerini açığa çıkardı.Bir ağacın çekirdeğine dil verip “Bu ağaç senin açığa çıkış şeklin midir? diye sorsak “Evet” diyecektir. Bütün ağacın, gövde, kalın dal, ince dal ve yapraklarına da sorsak onlar da, kökteki çekirdeğin birer şerhi olduğunu söyleyeceklerdir. İşte bu kâinat ağacı da öyledir. Bir Hadis-i Kudsî’de “Ben gizli bir hazine idim. Bilinmekliğimi murad ettim. Bu halkı halk edip, onlardan da kendimi seyrettim” buyrulmuştur.

Kemâlâtını bulup, ârif olanlardan her an Cenâb-ı Hakk seyredip durmaktadır. Bu sırlara vâkıf olmak için,canı Hakk yolunda fedâ etmek lâzımdır. Hakk’a canını verenler canan alır yerine. Böylece Hakk’ın gizli hazine kapıları o kişiye açılır. Yoksa her kişiye değil. Cenâb-ı Hakk bu âlemde Zât, sıfatları, esmâsı, ef’âli ve eserleri ile kendini sergilediği halde, hicâb perdelerini yırtamayanlara sıfat ve esmâsı ile kendi yüzünü örtmüş ve gizlemiştir. Aslında onu görmemek, kişinin kendi cehâlet perdeleridir. Yoksa, o her şeyde ayan beyan görünmektedir. Noktalardan ‘elif’ meydana gelir. Elif de çeşitli şekillere bürünerek 28 Kur’ân harflerini meydana getirir. Bunun gibi, noktanın tecellî ettiği yerlerde, şekil ve zuhûrâtıyla bu âlemdeki nurunu meydana getirdiğini görmüş oluyoruz. Cenâb-ı Hakk bizlere bu idrakle her şeye bakmayı nasîb etsin. Âmin.

 

CENÂB-I HAKK’I TENZİH VE TEŞBİH NASIL YAPILMALIDIR

Tenzih, hiçbir şeye benzemez demektir. Cenâb-ı Hakk, Zât yönüyle hiçbir şeye benzemez. Cenâb-ı Hakk’ın yanında başka bir varlık olması lâzım ki, mukayese yapılabilsin. O her şeyden münezzehtir denilir.Zira bir âyet-i kerîmede: “Leyse kemislihi şey’ün” “O’nun misli yoktur ve hiçbir şeye benzemez.” buyrulmuştur. Onun için tenzih keyfiyeti kalble bilinir.

Teşbih, benzetmek demektir. Cenâb-ı Hakk’ın isim ve sıfatlarından Cemalini gösteren odur. Her varlık onunla kâim olduğu için, bu isim ve sıfatlardan tecellî eden, Cenâb-ı Hakk’ın Cemalidir. Kur’ân-ı Kerîm’in Şura Sûresi 11.âyette “Leyse kemislihi şey’ün ve hüves-semiy-ul basiyr-u” (O’nun misli yoktur. O hiçbir şeye benzemez ve o her şeyi işiten ve görendir) buyrulmuştur. Burada, ‘O’nun misli yoktur, hiçbir şeye benzemez’kısmı tenzihtir. Allah Zât yönüyle hiçbir şeye benzemez. Âyetin devamındaki ‘O her şeyi işiten ve görendir’ kısmı ise teşbihtir. Cenâb-ı Hakk,tenzih yönüyle yani Zât yönüyle bilinmiyor. Cenâb-ı Hakk’ın künhü Zâtı bilinmez. Fakat,teşbih, yani isim ve sıfatları yönüyle tecellîsi olan Cemalini görmekle bilinir demektir.

Cenâb-ı Hakk Nûr Sûresi 35.âyetde insanın Zâtının nurunu miskat yani  lamba konan yer olarak vasfetmiştir. Bundan maksat da, insanın sadrı yani göğsüdür. Zücac dan maksat kalbdir. Misbah ise insanın sırrıdır. Şecere-i Mübarekeden (mübarek Ağaç) maksat da, insanlardaki îmân ağacıdır. Görüldüğü gibi,Kur’ân-ı Kerîm dahi benzetmek sûretiyle bizlere târifler yapmıştır.

İşte Hakk’a olan îmân, halk sûretinde‘ Hakk olarak ’zuhûr etmesinden ibarettir. Onun için bir kişi Hakk’ı Zât yönünden tenzih eder, teşbih etmezse zındık olur. Yalnız teşbih ederek tenzih etmezse müşrik olur.Bunun her ikisi de yanlıştır.

 

Tevhîd cem’dir fark onun gövdesi

Cem’e ermişse idrâk şirktedir kendisi,

Cem’e varsa da fark etmezse yanılgıdır bilgisi

 Cem farkıyla bilinir gizli hazinesi

 Ahmet mazharıdır Kur’ân okur bendesi

 Mazharında diridir kelâm eder kendisi.

 

Muhyiddîn İbnü’l-Arabî Hz. leri bu mevzuda, “Cenâb-ı Hakk’ı tenzih edecek olursan,onu sınırlamış olursun. Teşbih edecek olursan onu kayıt yapmış olursun. Tenzih ve teşbihi cem ederek, Tevhîd yaparsan gerçeği söylemiş ve Allah'ı bilmede, imam ve seyyid (insanların efendisi) olmuş olursun buyurmuşlardır.



Bir kişi de Cenâb-ı Hakk’ı, his ile teşbih, kalb ile tenzih etmelidir ki Makâm-ı Muhammediyye'ye yükselebilsin. Bizler de Cenâb-ı Hakk’ı, Zât yönüyle tenzih,yani hiçbir şeye benzetmeyerek, kalbimizle onun her isim ve sıfatlarındaki tecellîsi olduğunu tasdik edeceğiz. Hissimizle, bütün isim ve sıfatlarından görünen onun Cemali olduğunu hissederek, tecellî eden ve tecellî olunanı Tevhîd yaparak zevk edeceğiz. Bu zevkimizde, ne zanna ve hayâle çıkacağız, ne de tecellî olunan mazharların gölgesine takılıp kalacağız. Zira zâhir tecellî olan mazharların hepsi Hakk’ın gölgesidir.

İşte kalb ile tenzih, his ile teşbih zevkine sahip olduğumuzda, bunları Tevhîd yaparak seyyidlerden oluruz. Yoksa, tenzih ve teşbihi zevk vâdisinde değil de, ilim vâdisinde mütalaa edenler aldanmışlardır. Her şeyi zâhir olarak ispat etmek her zaman mümkün olmayabilir. Cenâb-ı Allah, Zâtı özellikleri itibariyle eşyadan münezzehtir.Eşya değildir. Eşyanın hakîkati Hakk’tır. Vücûd itibariyle de, Hakk’ın sıfatları ve mazharlarıdır.

İnsan da öyle değil midir? Gölge Zâtı itibarıyle, onun dışındadır. İnsana girmemiştir.İnsan O’nun aynı olmadığı gibi, o gölgeye muhtaç da değildir. İşte gerçekte insan da, Hakk’ın  vücûdu ile kâim olduğu halde gölge gibidir. İnsanın gölgesi de, gölgenin gölgesi olur.

 

CENAZE NAMAZINDAKİ 4 TEKBİR NEYİ İFADE EDER

Cenaze namazı dört tekbirle kılınan bir namazdır. Bütün peygamber ve evliyalar kendi cenaze namazlarını kendileri kılmışlardır. Bizim gibi sâliklerin cenaze namazlarını da Fenâfillâh olmamışlarsa Mürşid-i Kâmilleri kılmakta, Fenâfillâh olmuşlarsa onlar da kendi cenaze namazlarını kendi kılmış olmaktadırlar.

Cenaze tekbirlerinden de anlaşılacağı gibi birincisinde “Allah için sâlata” denmektedir. Yani ‘Allah için namaza’ Namaz ise mü’minin mi’racıdır. Mi’rac ise Allah’la beraber olmak, konuşmak, buluşmaktır. Kul Allah’la nasıl konuşur ve buluşur? Mukayyed olan bu âlemde Zât olan Allah, sıfatı olan kullarından tecellîsini izhâr edince kulun kuvvesinden fiileriyle açığa çıkması, kulundan buluşup konuşması demek olur. İşte bu bütün mazharlarından zuhûra gelmesi, kulların kendi mazharlarından Hakk’ı açığa çıkarmasına sâlat dendi. Onun için “Allah için sâlata” ifadesi kullanıldı.

İkinci tekbir ifadesi de “Resûlullah (S.A.V.) için salâvâta” oldu. Çünkü bu âlemde Zât Allah, sıfat ise Muhammed’dir. Allahü Teala Muhammed’siz bilinemediği için bir Hadis-i Kudsîsinde “Levlake Levlak vema Halaktül eflak” “Habibim sen olmasaydın bu âlemi yaratmazdım ”buyurmuşlardır. Şu halde Muhammed bir ayna, kendisini o aynada seyreden Hakk Teala olmuş oluyor. İşte Resûlullah(S.A.V.)a salâvât,  bu âlemdeki dört tecellî mazharları olan sıfatlardaki (cemâdât-nebâtât-hayvânât ve insanlar) farkıyla her tecellînin mevsûfunun Allah olduğunu idrâk et demektir.

Üçüncü tekbir ifadesinde “Meyyid için duaya” denilmektedir. Yani vücûdun Vücûdullah olduğunu idrâk ederek ölmezden evvel ölmeyi sağlamaktır. Ondan sonra da er kişi niyetine veya hatun kişi niyetine denilmektedir. Bir kişi ‘birliğe’ bu tahsilden sonra erebildiyse‘er kişi’olmuştur. Hayır bu tahsilden sonra ikilikten kurtulamamışsa o kişi erkek de olsa hatun kişi olduğu için hatun kişi niyeti yapılmalıdır.

Bir Mürşid-i Kâmilden bu merâtib tahsilini yapmayanların  cenaze namazları nasıl olmaktadır? Bu anlattıklarım ehl-i Tevhîd içindir,avâmın cenaze namazı için değildir. Onların cenaze namazları da taklîd olarak avâm kâideleri içinde kılınmaktadır.      

Cenaze namazının mânevî irfâniyeti tekbirler alındığında namaz içinde okunan dualarda da görülecektir. Birinci tekbirde ‘Sübhaneke’yi okumaktayız. Sübhanekenin taşıdığı mânâ nedir? Kişinin kendi varlığının olmadığını, bütün varlıkların Hakk’ın olduğunu anlamaktır. İkinci tekbirde “Allahümme Salli” ve “Allahümme Barik” dualarını okuruz. Yani Resûlullah(S.A.V.) Efendimize, ashabına, O’nun yolunda gidenlere, Tevhîd babası İbrahim (A.S.)ve âline övgü ve dualar gönderilmektedir. Allah’ın bu sıfatlardan tecellîsinin övgüsü anlamındadır. Üçüncü tekbirde ise ölü için dua yapılmakta ve Fenâfillâh olması için dua edilmektedir.  Dördüncü tekbirde hiçbir şey okunmadan kişi selamete çıktığı için sağ ve soluna selam vererek namazını tamamlamaktadır. Çünkü selâmete çıkan selâm verebilir. Selâmete çıkmayan selâm veremez…..

Cenaze namazı taklîden kılınıyorsa da aslında bir Mürşid-i Kâmilin tahsilinde merâtib-i fenânın idrâkinden ibaret olduğu anlaşılmalıdır. Allah cümlemize “Mutu kable ente mutu” ölmezden evvel ölmeyi ihsân ederek kendi cenaze namazlarımızı kendimizin kılmasını nasîb etsin.Âmin.


Yüklə 2,44 Mb.

Dostları ilə paylaş:
1   2   3   4   5   6   7   8   9   ...   40




Verilənlər bazası müəlliflik hüququ ilə müdafiə olunur ©muhaz.org 2024
rəhbərliyinə müraciət

gir | qeydiyyatdan keç
    Ana səhifə


yükləyin