i. Salâh-Aslah
Salâh fayda, lezzet ve sürür anlamlarına gelir. Lezzet, insanın arzuladığı şeyi idrak etmesidir. Buna bedenimizde duyduğumuz lezzet dahil olduğu gibi dış dünyada hissettiğimiz zevkler de dahildir. Sürür ise lezzet duyulan şeylerin tasavvurudur. Allah şehvetten münezzeh olduğu için her türlü lezzet ve sürûrdan da münezzehtir. 702 Fayda kavramı da bazan lezzet ve sürür anlamına geldiği, bazan da onlara ulaştıran bir vasıta olduğu için lezzet ve sürûrla ilişkilidir. Taatler her ne kadar kısa vadede nefse meşakkatli gelmekte ise de uzun vadede onu lezzet ve sürura ulaştırır. Bu yönüyle de menfaati içerirler. Sonuç olarak salâh mefhumu fayda anlamına gelmekte olup ondan faydalanacak kişiye nisbet edilir. Dolayısıyla kendisine fayda nisbeti muhal olana salâh nisbeti de muhaldir. Bu nedenle ölü ve cansızlara salâh nisbet edilemediği gibi Allah'a da nisbet edilemez. 703
Mu'tezile'ye göre, insana fayda sağlama anlamında salâh, adaletin gereği olarak Allah'a vaciptir. Bu nedenle salâh meselesi, Allah Teala’nın ilminde salâh olduğu tespit edilen adl meselelerindendir. Yani Allah salâh olan fiili, ezelî ilminde salâh olduğunu bildiği için yapmaktadır. Aksi takdirde üzerine vacip olanı ihlâl edici olur. 704 Mu'tezile kul için salâh olanı yaratmanın Allah üzerine vacip olduğunda birleşmekte, aslah olan konusunda ise ihtilâf etmektedir. Bişr b. el-Mu'temir, Allah Teala’nın insanlar için dinleri açısından salâh olanı yaptığını fakat aslah olanın ona gerekmediğini, hatta muhal olduğunu çünkü akıl yönünden her aslah olanın daha da aslah olanı gerekli kılacağı ve böylece aslahların sonsuz olacağı gerekçesiyle vücub alellah görüşünü reddetmektedir. 705 Cafer b. Harb de aslah görüşünü reddederek, “Allah yanında birçok çeşit lütuf vardır. Eğer Allah onları kafire verecek olsa, küfrü bırakıp iman etmesi gerekir. Ancak bu Allah'a vacip değildir. O, insana kudret vererek ve önündeki engelleri kaldırarak lütûfta bulunur.” 706 demektedir. Diğer Mu'tezilîler ise aslah olanın Allah'a vacip olduğunda ittifak ettikleri halde onun alan ve sınırı konusunda yani Allah'ın hem din hem de dünyada aslah olanı mı yoksa sadece dinle ilgili olarak aslah olanı mı yarattığı konusunda ihtilafa düştüler. Bağdat Mu'tezilileri hem din hem de dünya ile ilgili aslah olanın yaratılmasının vacip olduğunu söylemişler ve bunu daha da ileri götürerek âlemi yaratmayı Allah Teâlâ için vacip görmüşlerdir. Çünkü yaratıcının bilinmesinin ancak teklifle tamamlanacağını, dolayısıyla âlemin yaratılmasının vacip olduğunu söylemişlerdir. Allah'ın âlemi yaratması kendisine vaciptir çünkü bu âlemde kulların maslahatı söz konusudur. Bu husustaki menfaat Allah'ı bilme, ona ibadet etme ve bunun sonucunda da ebedî nimet ve sevaba ulaşma şeklindedir. Allah bu âlemi olabilenin en mükemmeli olarak yarattığı için ona ne bir ilave ne de eksiltme söz konusu değildir. 707 Bağdat Mu'tezilileri ayrıca âsî ve kâfirlerin günahları sebebiyle cehennemde ebedî kalmalarının kendileri için aslah olduğunu savunmuşlardır. 708 Basralılar ise bu görüşleri reddederek sadece dinle ilgili konularda aslah olanı Allah'a vacip görmüşlerdir. Aslah kavramını mübalağa anlamında değil, mükellefin yapması daha uygun olan fiil yerine kullanan 709 Kadı Abdülcebbar da sadece din alanında aslah olanı Allah'a vacip görmeyi teklifle sınırlandırmakta 710 ve Bağdatlıların aksine âlemin yaratılışı, teklif gibi konuları Allah'a vacip olan aslah konusunun dışında tutmaktadır.
Eğer Allah bunları yaparsa bir lütuf olarak yapar.
Basra Mu'tezilîleri Bağdat Mu'tezilîlerine cevap verirken şu argümanları kullanmaktadır:
Bağdatlıların dediği şekilde aslah olanı yaratmak Allah'a vacip olsaydı, kula sevap vermesi de vacip olurdu. Çünkü bütün dinî davranışların amacı sevap kazanmaktır ve sevap kul için aslah olan bir şeydir. Madem ki sevap aslahtır, öyleyse Allah'a vaciptir. Aksi takdirde teklif Allah için kabih olurdu. Çünkü teklif sevaba vesile olması yönüyle hasen olduğu gibi, ikaba sebep olması açısından da kabih olmaktadır. Şüphesiz teklifin kabih olduğunu hiçbir akıl sahibi söylemez. Kadı Abdülcebbâr, Ebû Hâşim'e uyarak bu görüşü reddetmiştir.
Bağdatlıların iddia ettiği gibi aslah olanı yaratmak Allah'a vacip olsaydı, cezayı hak edeni affetmek ve ona nimetlerini lütfetmek de Allah'a vacip olurdu. Çünkü bu, kul için daimî azaptan aslahtır. Halbuki Allah Teâlâ kafir ve fasıkları cezalandıracağını haber vermektedir. 711
Ebu Ali el-Cübbâî, Bağdatlılara karşı Bişr b. el-Mu'temir'in aslahı reddeden görüşünü kullanarak, daha başkaları da mümkünken bir aslah Allah'a vacip olsaydı, ona sonsuz aslahlar vacip olurdu. Bu ise Allah'a, yapması sahih olmayan bir fiilin vacip kılınması, demektedir. 712
Görülüyor ki Bağdatlılar konuya birey açısından değil kamu düzeni açısından bakmaktadırlar. Basralılar ise fert açısından yaklaşmayı öncelikli görmektedirler. Bağdat Mu'tezilîlerinden Ebü'l-Kasım el-Belhî'ye göre Allah, umûmun iman edeceğini bildiğinde, iman etmeyeceğini bilse bile Zeyd'i mükellef tutması hasendir. Kadı Abdülcebbâr, faydası ne kadar olursa olsun, başkasının faydası için birini mükellef tutmanın zulüm olduğunu söylemekte ve Bağdatlıların görüşünü reddetmektedir. 713
j. Lütüf
Nimet, hediye, yardım, hibe anlamlarına gelen lütûf, Allah Teala’nın insanları iyiliklere yaklaştıran ve kötülüklerden koruyan fiilleri için kullanılan bir terimdir. Tevfîk, hidayet, istikamet kavramları gibi lütuf kavramı da ilâhî kudret ve adalet çerçevesinde ele alınması gereken bir terimdir. Eş'ârîler, Allah'ın kudretini esas alarak O'nun fiillerinin, hiçbir şarta bağlı olmadan vuku bulduğunu söylerken; Mu'tezile konuya ilâhî adalet açısından yaklaşıp insanın hürriyeti ile irtibatlandırmakta, problemi insan eksenli hâle getirmektedir.
Mu'tezile'ye göre Lütüf, kulu itaate yaklaştıran ve masiyetten uzaklaştıran şeydir. Mükellef onunla itaati seçmeye ve masiyetten uzaklaşmaya daha yakındır. 714 Kadı Abdülcebbâr Lütüf karşılığı ayrıca tevfik, ismet ve itaati tercih etmesine mani olan illetlerin ortadan kaldırılması (izahatü'1-ilel) terimlerini de kullanmaktadır. 715 Lütuf, insana doğrudan doğruya değil, bazı tercih edici faktörler dolayısıyla verilen bîr nimettir. İnsanın, ona nail olmak için bir şeyler yapması gerekir. Lütuf mukarrib ve muhassıl olmak üzere iki kısma ayrılır; İnsanı bir fiili işlemeye yaklaştıran veya onu kötülük işlemekten uzaklaştıran lütfe “Mukarrib lütüf”; ecel, rızık, kudret, akıl, organ gibi kendileri ile güzel işler yapılan veya yapılması kendilerine bağlı olan lütfe ise “Muhassıl lütüf” denilir. Buradaki “Yaklaştırma” veya “Manileri ortadan kaldırma” Allah'ın fiili ile olabileceği gibi, insanın kendisinin veya başkalarının fiilleri ile de olabilir
Mu'tezile; adalet prensipleri gereği hûsûn-kubuh, salah-aslah, ivaz, peygamber gönderilmesi konularında olduğu gibi lütuf meselesinde de aklî bir temellendirmeye giderek Cenab-ı Hakk'ın bütün fiillerinde bir maksat ve gayenin bulunduğunu, gayesiz iş yapmanın abes ve sefeh olduğunu, kulları ile ilgili olarak yaptıklarının onların yararına olması gerektiğini, onlara adaletle muamele ettiğini, adaleti gereği de kullarına farklı fırsatlar vermediğini, herkes için geçerli olan bir lütûfta bulunduğunu ve bunun kendisine vacip olduğunu iddia etmişlerdir. Ehl-i Sünnet'in aksine Allah'ın kudretinin, kafirleri imana getirecek bir lütfa taalluk etmediğini; çünkü O'nda böyle bir kudret olduğu halde, bunu kullarından esirgeyecek olsa cimri, cahil ve zalim olacağını, halbuki O'nun yaptıklarının tümünün bir hikmete dayandığını ve hikmetin olduğu yerde de sefehin olmayacağını söylemektedir.
Kadı Abdülcebbâr'a göre lütuf, Eş'ârîlerin dediği gibi “Salih fiili işleme kudretini yaratma” gibi belirli bir fiil değil, 716 kulu tâata yaklaştıran ve masiyetten uzaklaştıran her türlü fiildir. Başka bir ifade ile Allah'ın ilminde kulun salahına olan her şeydir. İnsan, bugünkü konumunu (teklifi) bu sayede kazanmıştır. 717 Salih kullara isabet eden tevfik, peygamberlere verilen ismet ve tâatın işlenmesine mani olan engellerin kaldırılması da bu çerçevede mütalaa edilmelidir. 718 Teklifle irtibatlı olduğu için, lütfün bütün sonuçlarının cebre düşmeden gerçekleşmesi gerekir; aksi takdirde söz konusu lütfe terettüp edecek sevap ihtiyarî olarak kazanılmış olmaz. 719
Eş'ârî, Makalâtü'l-İslâmiyyîn'de Mu'tezilî alimlerin lütuf konusunda dört farklı görüşe ayrıldıklarını kaydettikten sonra bunları: Bişr b. el-Mu'temir ve takipçileri, Cafer b. Harb, Cumhur-i Mu'tezile, Muhammed b. Abdülvehhab el-Cübbâî şeklinde sıralar. 720 Mu'tezile'nin cumhuru aslah prensibi gibi lutfun da Allah'a vacip olduğunu söylemekle beraber Dırar b. Amr, Hafs el-Ferd, Bişr b. el-Mu'temir ve onlara tabi olanlar buna karşı çıkarlar. Dırar, Eş'ârîler gibi düşünürken Bişr Allah'ın, kulları için mefsedet olan şeyleri yaratmasının caiz olmadığını, maslahat konusunda ise O'na aslahın değil, salâh olanın vacip olduğunu; çünkü O'nun kudreti dahilindeki maslahat ve lütfün sonu bulunmadığını, halbuki aslahın Allah'a vacip olduğu görüşünü benimsemenin O'nun kudretinin sınırlı olduğunu kabule götüreceğini, bunun ise Allah için muhal olduğunu söyler. Allah yanında, kafirlere kendi istekleri ile cennette devamlı kalmayı sağlayan bir lütfün mevcut olduğunu, fakat onlardan bunu esirgediğini, insanlar için hem âsî ve kafirlerin hem de itaatkâr ve mümin olanların bulunması O'nun herkese lütfuyla muamele etmediğini, bunun kudretinde bulunmakla beraber vacip olmadığını gösterir demektedir. Lütfü Allah'ın kudreti ile değil, ilmi ile irtibatlandıran ve Allah Teâlâ'nın bütün insanlara lütfü ile davrandığını söyleyen Kadı Abdülcebbar, Bişr ve ashabının görüşünü reddederek “Allah'ın vacip olanı seçeceğini, kabîh olandan da uzak duracağını bilmesine ne mani vardır?” demektedir. Mu'tezile, Bişr b. el-Mu'temir ve taraftarlarını bu görüşleri sebebiyle “Ashabu'l-lütûf” diye isimlendirir. 721 Şu da var ki başta Ka'bî olmak üzere Mu'tezililer, Bişr'in bu görüşünden döndüğünü ve Mutezile'nin genel kanaatini paylaştığını söylemektedirler. Kadı Abdülcebbar Ehl-i adl'in (Mu'tezile'nin) lütfün Allah'a vacip olduğu görüşünü paylaştığını ve buna kimsenin karşı çıkmadığını kaydetmektedir. 722 Cafer b. Harb ise Allah'ın lütfü ile iman edenlerin, bu lütûfa mazhar olmadan iman edenler kadar sevabı hak etmediklerini söylemekte, sevabın daha çok olması için Allah'ın onlara lütûfta bulunmadığını iddia etmektedir. 723 Kadı Abdülcebbar, Cafer b. Harb'in de bu görüşünden döndüğünü ve Dırar b. Amr dışında bütün Mu'tezililerin lütuf konusunda aynı şekilde düşündüklerini kaydetmektedir. Muhammed b. Abdülvehhab el-Cübbâî ise Allah Teâlâ'nın, inanmayacağını bildiği bir kimseyi imana getirecek bir lütfa sahip olmadığını, böyle bir şey olsaydı aslah prensibi gereği bunu onlara vermesi gerekeceğini, kulların sevabını arttıracak şeyleri yapmasının kendisine vacip olmadığını, lütfü terk ederek onları imana çağırmasının ise kendisini abesle iştigal eder duruma sokmayacağını iddia etmektedir. 724
Mu'tezilî alimler, lûtfun vacip olduğu üzerinde ittifak etmekle beraber, bunun keyfiyeti konusunda ihtilaf etmişlerdir. Bağdat Mu'tezilîlerine göre lütfün vacip olmasının sebebi aslah olmasıdır. Basra Mutezilîlerine göre ise Allah, mutlak mânada lütuf ile değil, rahmet ve ihsanı olarak lütûfta bulunduğunda kul için aslah olanı gözetmesi vacip olur. Ayrıca Bağdat Mu'tezilîlerinin aksine Basra Mu'tezililerine göre lütfün vücubunun illeti tekliftir. Basra Mu'tezilîlerinden olan Kadı Abdülcebbâr bu farkı şöyle dile getirmektedir: “Lütuf konusunda aslah olana riayetin vacip olduğunu söyleyenlerle aramızdaki ihtilaf, görüşün kendi ile değil, illeti ile ilgilidir. Çünkü onlar lütfün vacip olmasının sebebini aslah olmasına bağlıyorlar, teklif ve yaratmayı da böyle görüyorlar, biz ise onun vacip olmasının sebebini teklifin kendi veya benzeri ile değil, kulun mükellef tutulduğu konuda lütuf olması ile sınırlandırıyoruz.” 725 Basra Mu'tezililerine göre lütuf adalet esası ile ilgilidir. Allah kullarını mükellef kıldığı zaman, adaletinin gereği olarak onlara lütûfta bulunur. Binaenaleyh O, insanları yaratıp mükellef kıldığı zaman tâat türünden fiilleri yapmaları ve masiyetlerden de kaçınmaları için onlara lütûfta bulunması ve yardım etmesi onların kendi üzerinde bir hakkıdır. Bağdat Mu'tezilîlerine göre ise lütuf Allah'ın adaletinden daha çok rahmet ve fazlına yakındır. Bu iki görüşün arasını bulmak isteyenler ise aslında Bağdatlıların da lütfü adaletle irtibatlandırdıklarını ancak bunu ilahi hikmeti koruyarak yaptıklarını söylemektedirler.
Kadı Abdülcebbâr lütfü Allah'ın fiili, mükellefin fiili ve bu ikisi dışında birinin fiili olmak üzere üçe ayırır. Basra Mu'tezililerine göre Allah'ın fiili olan lütuf, teklifle birlikte bulunduğunda Allah'a vacip olmaz ve bu şekilde de nitelendirilemez; tekliften sonra olduğunda ise Allah'a vacip olur. 726 Mükellefin fiili olan lütuf onu ibadetlere ve marifetullaha götüren düşüncelerden oluşur ve fiillerin durumuna göre vacip, nafile gibi kısımlara ayrılır. Eğer fiil vacipse lütuf da vacip, nafile ise lütuf müstehap olur. Başkalarının fiilleri ile meydana gelen lütuf ise temkin şeklinde vuku bulan lütfe benzetmekte 727 ve bir mükellefin bir başka mükellefe lütfü şeklindedir. Bir mükellefin, yükümlülüklerini yapması için bir başkasına uygun ortam, âlet vb. imkânlar sağlaması örnek olarak gösterilebilir. 728 Mu'tezil'nin çoğunluğu lütfün Allah'a vacip olduğunu söylerken, Dırar b. Amr ve Bişr b. el-Mu'temir Eş'ârîler gibi düşünerek onun Allah'a vacip olmadığını savunmaktadırlar. 729 Bunlara göre eğer lütuf vacip olsaydı, âlemde âsî ve kâfir hiç kimse bulunmazdı ve herkes itaatkâr olurdu. Halbuki realite öyle değildir. 730 Kadı Abdülcebbâr bu görüşü benimsemez. Ona göre lütuf kudret sıfatı değil, ilim sıfatı ile ilgilidir. 731 Cafer b. Harb ise lütfün vücubunu kabul ile inkâr arasında orta bir yerde durmakta ve insanların Allah'ın lütfü ile, bu lütûfa mazhar olmadan inananlar kadar sevaba nail olmadıklarını söylemekte, inananlar için aslah olanın, kendilerine lütûfta bulunulmaması olduğunu kaydetmektedir. 732 Basra Mu'tezililerine göre lütuf, adaletle ilgilidir. Yani Allah kullarını mükellef tutunca adaleti gereği lütûfta da bulunur. Bu, kulların Allah'tan alacakları bir hakkıdır. Bağdatlılara göre ise lütuf, adaletten daha çok rahmet ve tefaddula daha yakın bir kavramdır. Binaenaleyh onun Allah'a vücubu söz konusu olamaz.
Sonuç olarak, lütuf meselesine her mezhebin kendi penceresinden baktığı ve genel esasları çerçevesinde yaklaştığı görülmektedir. Eş'ârîler lütfü, kula ait fiillerin oluşması için gerekli gördükleri “Halk” ve “Kesb” aşamalarından Allah'a ait olan “Halk” aşaması içinde değerlendirerek bunun hiçbir sınırlandırma söz konusu olmaksızın Allah'ın irade ve kudretinde bulunduğunu söylerlerken, Mu'tezile Allah'ı muhtar kılan bu anlayışın, kulun iradesini ortadan kaldırdığını ve cebri çağrıştırdığını iddia etmekte; konunun kulun hürriyeti ve Allah Teala’nın adaleti kapsamında ele alınması gerektiğini savunmaktadır.
Lütuf meselesi, ilâhî adaleti temellendiren meselelerden biri olduğu için Kadı Abdülcebbâr el-Muğni’nin on üçüncü cildini bu konuya ayırmıştır. 733
Dostları ilə paylaş: |