İSLÂm prensipleri ansiklopediSİ



Yüklə 13,72 Mb.
səhifə4/169
tarix15.01.2018
ölçüsü13,72 Mb.
#38491
1   2   3   4   5   6   7   8   9   ...   169

70- “Şirk ve küfür cinayeti, kâinatın bütün kemâlatına ve ulvi hukukla­rına ve kudsi hakikatlarına bir tecavüz olduğu cihetledir ki, ehl-i şirk ve küfre karşı kâinat kızıyor ve semavat ve arz hiddet ediyor ve onların mahvına ana­sır ittifak edip, kavm-i Nuh (Aleyhisselâm) ve Âd ve Semud ve Firavun gibi ehl-i şirki boğuyor, gark ediyor. (67:8) ¬o²[«R²7~ «w¬8 ÇiÅ[«W«# ­…_«U«# âyetinin sırrıyla Ce­hen­nem dahi ehl-i şirk ve küfre öyle kızıyor ve kızışıyor ki, parçalanmak de­re­cesine geliyor.” (Ş.12) (Bak: 3373.p.)

71- Âd kavmine dair âyetlerden birkaç not:

-Kur’anda müteaddid âyetlerde zikredilen Âd kavmi, uzun boylu, iri cüsseli ve kuv­vetli idiler: (41:15) (89:7,8)

-Şiddetli rüzgarla helak edildiler:(46:24,25) (54:19) (69:6)

-Rüzgar azabı günlerine eyyam-ı nasihat denir: (41:16)

-Âd-i ûla (ilk Âd kavmi) ve helaketleri: (53:50)

72-qqÂDAB ~…³~ : Usul, yol yordam. Davranış kaideleri, terbiye. Ahlâk ve ter­biyenin gerektir­diği konuşma ve hareket tarzı. Adaba uymayanlara edebsiz de­nir.(Bak: Ahlâk, Dil, Hecr-i Cemil, Hürmet, İlmiye Kıyafeti, Lisan-ı Hal, Musafaha, Selâm, Ter­biye) (İmam-ı Azam’ın Ebu Yusuf’a vasiyeti, bak: 1610.p.)

73- İslâm âdabının bütününü Peygamberimiz (A.S.M.) sünnetiyle göster­miştir:

«Sünnet-i Seniyyenin meratibi var. Bir kısmı vâcibdir, terkedilmez. O kı­sım, Şe­riat-ı Garra’da tafsilatıyla beyan edilmiş. Onlar muhkemattır. Hiçbir ci­hette tebed­dül etmez. Bir kısmı da nevâfil nevindendir. Nevâfil kısmı da iki kı­sımdır. Bir kısım, ibadete tabi Sünnet-i Seniyye kısımlarıdır. Onlar dahi Şe­riat kitablarında beyan edilmiş. Onların tağyiri bid’attır. Diğer kısmı, “âdab” tabir ediliyor ki, Siyer-i Seniyye kitaplarında zikredilmiş. Onlara muhalefete, bid’a denilmez. Fakat, âdab-ı Nebevî’ye bir nevi muhalefettir ve onların nu­rundan ve o hakiki edebden istifade etmemektir. Bu kısım ise (örf ve âdât), muamelât-ı fıt­riyede Resul-i Ekrem Aleyhissalatü Vesselâm’ın tevatürle mâ­lum olan harekâ­tına ittiba etmektir. Meselâ: Söylemek âdabını gösteren ve yemek ve içmek ve yatmak gibi hâlatın âdabının düsturlarını beyan eden ve muaşerete ta­alluk eden çok Sünnet-i Seniyyeler var. Bu nevi Sünnetlere “âdab” tabir edilir. Fakat o âdaba ittiba eden, âdâtını ibadete çevi­rir. O âdabdan mühim bir feyz alır. En kü­çük bir âdabın müraatı, Resul-i Ekrem Aleyhissalatü Vesselâm’ı ta­hattur ettiri­yor; kalbe bir nur veriyor. Sünnet-i Seniyyenin içinde en mühimmi, İslâmiyet alâmetleri olan ve şeaire de taalluk eden Sünnetlerdir. Şeair, adeta hu­kuk-u umumiye nev’inden cemiyete ait bir ubudiyettir. Birisinin yapmasıyla o cemiyet umumen istifade ettiği gibi, onun terkiyle de umum cemaat mes’ul olur. Bu nevi şeaire riya giremez (Bak: 3113.p.) ve ilan edilir. Nafile nev’inden de olsa, şahsi farzlardan daha ehem­miyetlidir...



74- Sünnet-i Seniye, edebdir. Hiçbir mes’elesi yoktur ki, altında bir nur, bir edeb bulunmasın! Resul-i Ekrem Aleyhissalatü Vesselâm ferman etmiş:

|¬A<¬…Ì_«# «w«K²&«_«4 |¬±"«‡ |¬X«" Å…«~ (5) Yani: “Rabbim bana edebi, güzel bir su­rette ih­san etmiş, edeblendirmiş.” Evet Siyer-i Nebeviyeye dikkat eden ve Sün­net-i Seniyeyi bilen, kat’iyyen anlar ki: Edebin envaını, Cenab-ı Hak Habibinde cem’et-miştir. Onun Sünnet-i Seniyyesini terkeden, edebi terkeder.» (L.53)



75- «Sual: Her şeyi bilen ve gören ve hiçbir şey ondan gizlenemiyen Allam-ul Guyub’a karşı edeb nasıl olur? Sebeb-i hacâlet olan hâletler, Ondan gizlene­mez. Edebin bir nev’i tesettürdür. Mucib-i istikrah hâlatı setretmektir. Allâm-ul Guyub’a karşı tesettür olamaz?

Elcevab: Evvela: Sâni-i Zülcelal, nasılki kemâl-i ehemmiyetle sanatını gü­zel görmek istiyor ve müstekreh şeyleri perdeler altına alıyor ve nimetlerine, o nimetleri süslendirmek cihetiyle nazar-ı dikkati celbediyor. Öyle de: Mah­luka­tını ve ibadını sair zişuurlara güzel göstermek istiyor. Çirkin vaziyetlerde gö­rünmeleri, Cemil ve Müzeyyin ve Latîf ve Hakîm gibi isimlerine karşı bir nevi isyan ve hilaf-ı edeb olu­yor.

İşte, sünnet-i seniyyedeki edeb, o Sani-i Zülcelal’in esmalarının hududları içinde bir mahz-ı edeb vaziyetini takınmaktır.

76- Saniyen: Nasılki bir tabib, doktorluk noktasında bir nâmahremin en nâ­mahrem uzvuna bakar ve zaruret olduğu vakit ona gösterilir. Hilaf-ı edeb de­nilmez. Belki, edeb-i tıb öyle iktiza eder denilir. Fakat o tabib reculiyet ünvanıyla, yahut vaiz ismiyle, yahut hoca sıfatıyla o nâmahremlere bakamaz. Ona gösterilmesi edeb fetva veremez. Ve o cihette ona göstermek, hayasız­lıktır. Öyle de: Sâni-i Zülcelal’in çok esması var. Her bir ismin ayrı bir cilvesi var. Meselâ: “Gaffar” ismi, günahların vü­cudunu ve “Settar” ismi kusuratın bulun­masını iktiza ettikleri gibi; “Cemil” ismi de, çirkinliği göstermek iste­mez. “La­tif, Kerim, Hakîm, Rahim” gibi esma-i cemâliye ve kemâliye, mev­cudatın güzel bir surette ve mümkün vaziyetlerin en iyisinde bulun­malarını iktiza ederler. Ve o esmâ-i cemâliye ve kemâliye ise, melaike ve ruhani ve cin ve insin nazarında güzelliklerini, mevcudatın güzel vaziyetleriyle hüsn-ü edebleriyle göstermek isterler.

İşte Sünnet-i Seniyedeki âdab, bu ulvi âdabın işaretidir ve düsturlarıdır ve nümuneleridir.» (L.54) (Bak:1072/1.p.)



77- «Hem insan hodgâmlık ve zahirperestliğiyle beraber herşeyi kendine bakan yüzüyle muhakeme ettiğinden, pek çok mahz-ı edebî olan şeyleri, hi­laf-ı edeb zan­neder. Meselâ: Alet-i tenasül-i insan, insan nazarında bahsi hacalet-âverdir. Fakat şu perde-i hacalet, insana bakan yüzdedir. Yoksa hil­kate, sanata ve gayat-ı fıtrata bakan yüzler öyle perdelerdir ki, hikmet naza­rıyla bakılsa; ayn-ı edebdir. Hacalet ona hiç temas etmez.

İşte menba-ı edeb olan Kur’an-ı Hakim’in bazı tabiratı, bu yüzler ve perde­lere göredir. Nasılki, bize görünen çirkin mahlukların ve hâdiselerin zahirî yüz­leri al­tında gayet güzel ve hikmetli sanat ve hilkatine bakan güzel yüzler var ki, Sâniine bakar ve çok güzel perdeler var ki, hikmetleri saklar. Ve pek zahiri inti­zamsızlıklar karışıklıklar var ki, pek muntazam bir kitabet-i kudsiyedir.» (S.232) (Bak: 1241/1.p.)

Âdab hakkında büyük hadis kitablarında hayli tafsilat vardır. Ezcümle, Buhari 78, Müslim 38, İbn-i Mace 35, Ebu Davud, Edeb 40. Kitabları örnek ve­rilebilir.

78-qqADALET }7~f2 : Zulüm etmemek. Herkese hakkını vermek ve lâ­yık ol­duğu muameleyi yap­mak. Mahkeme. Hak ve hukuka uygunluk. Hak­sızları terbiye etmek. İnsaf. Ma’delet. Dâd. Cenab-ı Hakk’ın emrini, emrettiği şekilde tatbik et­mek. Suçluya Allah’ın kanununu icra etmek. (Bak: Ceza, Hadd, Hukuk, Teşri)

79- Beşer hayatında, adalet kanunlarına ihtiyaç vardır. Çünkü:

«İnsan, bütün hayvanlardan mümtaz ve müstesna olarak, acib ve latif bir mizac ile yaratılmıştır. O mîzac yüzünden, insanda çeşit çeşit meyiller, arzu­lar meydana gelmiştir. Meselâ: İnsan, en müntehab şeyleri ister; en güzel şeylere meyleder; zînetli şeyleri arzu eder; insaniyete lâyık bir mâişet ve bir şerefle ya­şamak ister.

Şu meyillerin iktizası üzerine, yiyecek, giyecek ve sair hacetlerini istediği gibi güzel bir şekilde tedârikinde çok sanatlara ihtiyacı vardır. O sanatlara vu­kufu olma­dığından, ebna-yı cinsiyle teşrik-i mesai etmeye mecbur olur ki; herbirisi, semere-i sa’yiyle arkadaşına mübadele suretiyle yardımda bulunsun ve bu sayede ihtiyaçlarını tesviye edebilsinler.

Fakat insandaki kuvve-i şeheviye, kuvve-i gadabiye, kuvve-i akliye, Sâni’ tara­fından tahdid edilmediğinden ve insanın cüz-i ihtiyarisiyle terakkisini te­min etmek için bu kuvvetler başıboş bırakıldığından, muamelatta zulüm ve tecavüz­ler vukua gelir. Bu tecavüzleri önlemek için cemaat-i insaniye, çalış­malarının semerelerini mübadele etmekte adalete muhtaçtır. Lakin her ferdin aklı adaleti idrakten âciz ol­duğundan, külli bir akla ihtiyaç vardır ki, ferdler o külli akıldan istifade etsinler. Öyle külli bir akıl da, kanun şeklinde olur. Öyle bir kanun an­cak şeriattır.» (İ.İ.84)

«Adalet iki şıktır. Biri müsbet, diğeri menfidir. Müsbet ise; hak sahibine hakkını vermektir. Şu kısım adalet, bu dünyada bedahet derecesinde ihatası var­dır. Çünkü, her şeyin istidad lisanıyla ve ihtiyac-ı fıtrî lisanıyla ve ıstırar li­sa­nıyla Fâtır-ı Zülce­lal’den istediği bütün matlubatını ve vücud ve hayatına lâzım olan bütün hukukunu mahsus mizanlarla, muayyen ölçülerle bilmüşahede veri­yor. Demek, adaletin şu kısmı, vücud ve hayat derecesinde kat’i vardır.

İkinci kısım menfidir ki: Haksızları terbiye etmektir. Yani, haksızların hak­kını, tazib ve tecziye ile veriyor. Şu şık ise; çendan tamamıyla şu dünyada teza­hür etmi­yor. Fakat, o hakikatın vücudunu ihsas edecek bir suretle hadsiz işarat ve emarat vardır. Ezcümle: Kavm-i Âd ve Semud’dan tut, tâ şu zama­nın mütemerrid kavimle­rine kadar gelen sille-i te’dib ve taziyane-i ta’zib, ga­yet âlî bir adaletin hükümran ol­duğunu hads-i kat’i ile gösteriyor.» (S.85)



80- Hem, zulm-ü beşer içinde kaderin adaleti bulunur. Evet «bazan zu­lüm içinde adalet tecelli eder. Yani insan bir sebeble bir haksızlığa, bir zulme maruz ka­lır; bu sebeb haksız olur. Bu hüküm bir zulüm olur. Fakat bu vakıa, adaletin tecelli­sine bir vesile olur. Kader-i İlahî başka bir sebebten dolayı ce­zaya, mah­kumiyete is­tihkak kesbetmiş olan o kimseyi bu def’a bir zalim eliyle cezaya çarptırır, felakete düşürür. Bu, adalet-i İlahî’nin tecellisidir.» (E.L.II.78)

81- Evet «Kader, hakiki illetlere bakar, adalet eder. İnsanlar, zahirî gör­dük­leri illetlere, hükümlerini bina eder; kaderin aynı adaletinde zulme düşer­ler. Me­selâ: Hâkim seni sirkatle mahkum edip hapsetti. Halbuki, sen sârık değil­sin. Fa­kat, kimse bilmez gizli bir katlin var. İşte, Kader-i İlahî dahi seni o ha­pisle mahkum etmiş. Fa­kat kader, o gizli katlin için mahkum edip adalet etmiş. Hâ­kim ise, sen ondan ma­sum olduğun sirkate binaen mahkum ettiği için zul­met­miştir. İşte şey-i vâhidde iki cihetle kader ve icad-ı İlahînin adaleti ve insan kesbinin zulmü göründüğü gibi, başka şeyleri buna kıyas et. Demek, kader ve icad-ı İlahî; mebde’ ve münteha, asıl ve fer’, illet ve neticeler itiba­riyle şerden ve kubuhtan ve zulümden münezzehtir.» (S.464)

İki atıf notu:

- Adalet-i İlahiye ile Cehennem cezasının muvafakatı, bak: 500-503.p.lar.

- Kaderin adaleti, bak: 126,161.p.sonu, 370, 450, 582, 1196, 3227.p.lar.

82- Hem kâinatı ihata eden İlahî adaletin icrasında manevi bir lezzet ve mem­nuniyet vardır. «Meselâ: adaletperver, ihkak-ı hakkı sever ve ondan zevk alır bir hâ­kim, mazlumların haklarını vermekten ve mazlumların teşek­kürlerin­den ve zalimleri tecziye etmekle mazlumların intikamlarını almaktan nasıl memnun olur, bir zevk alır. İşte Hakim-i Mutlak ve Âdil-i Bilhak ve Kahhar-ı Zülcelal, değil yalnız cin ve inste belki bütün mevcudatta ihkak-ı haktan, yani herşey’e hakk-ı vücudu ve hakk-ı hayatı vermekten ve vücud ve hayatını müte­cavizlerden muhafaza etmekten ve dehşetli mevcudları, teca­vüzlerden tevkif ve durdurmaktan, hususan mahşerde ve dar-ı âhirette cin ve insin muhakemesinden başka bütün zihayata karşı tecelli-i kübrâyı adl ve hikmetten gelen maâni-i mukaddeseyi kıyas edebilirsin.» (S.624)

83- İşte gel, Güneş ile muhtelif oniki seyyarenin müvazenelerine bak. Acaba bu müvazene, Güneş gibi, Adl ve Kadir olan Zat-ı Zülcelal’i göster­miyor mu? Ve bil­hassa seyyarattan olan gemimiz yani Küre-i Arz, bir senede yirmi dört bin senelik bir dairede gezer, seyahat eder. Ve o hârika sür’atiyle beraber zeminin yüzünde di­zilmiş, istif edilmiş eşyayı dağıtmıyor, sarsmıyor, fezaya fırlatmıyor. Eğer sür’ati bir parça tezyid veya tenkis edilseydi, sekene­sini ha­vaya fırlatıp fezada dağıtacaktı. Ve bir dakika, belki bir saniye müvazenesini bozsa, dünyamızı bozacak; belki başka­sıyla çarpışacak, bir kı­yameti koparacak. Ve bilhassa zeminin yüzünde nebatî ve hayvanî dörtyüz bin taifenin tevellüdat ve vefiyatça ve iaşe ve yaşayışca rahimane müvazeneleri; ziya Güneşi göster­diği gibi, bir tek Zat-ı Adl ve Rahim’i gös­teriyor. Ve bilhassa o hadsiz milletle­rin hadsiz efradından bir tek ferdin âzası, cihazatı, duy­guları o derece hassas bir mizanla birbiriyle münasebetdar ve müvazenettedir ki; o tenasüb, o müvazene, bedahet derecesinde bir Sâni-i Adl ü Hakim’i gösteriyor...

Ve İsm-i Adl’in cilve-i âzamından gelen kâinattaki adalet-i tamme, umum eşya­nın müvazenelerini idare ediyor. Ve beşere de adaleti emrediyor. Sure-i Rahman’da

 ¬–~«i[¬W²7~|¬4~²Y«R²B«# Ş«~  «–~«i[¬W²7~ «p«/«—«— _«Z«Q«4«‡ «š_«WÅK7~«—

(55:7,8,9)  «–~«i[¬W²7~ ~—­h¬K²F­# «ž «— ¬n²K¬T²7_¬" «–²ˆ«Y²7~ ­v[¬5«~«—

âyetindeki dört mertebe, dört nevi mizana işaret eden dört defa “mizan” zik­ret­mesi, kâinatta mizanın derece-i azametini ve fevkalâde pek büyük ehem­miyetini gösteriyor. Evet, hiçbir şeyde israf olmadığı gibi, hiçbir şeyde de hakiki zulüm ve mizansızlık yoktur. Ve İsm-i Kuddüs’ün cilve-i âzamından gelen tanzif ve nezafet, bütün kâinatın mevcudatını temizliyor, güzelleştiri­yor. Beşerin bulaşık eli karışma­mak şartıyla, hiçbir şeyde hakiki nezafetsizlik ve çirkinlik görünmü­yor!..

İşte, hakaik-i Kur’aniyeden ve desatir-i İslâmiyeden olan “adalet, iktisad, neza­fet” hayat-ı beşeriyede ne derece esaslı birer düstur olduğunu anla. Ve ah­kâm-ı Kur’aniye ne derece kâinatla alâkadar ve kâinat içine kök salmış ve sar­mış bulundu­ğunu.. ve o hakaikı bozmak, kâinatı bozmak ve suretini de­ğiştirmek gibi mümkün olmadığını bil!..» (L.309) (Bak: Mizan)



Bir atıf notu:

-Adaletle ihkak-ı hak lezzeti, bak: 889.p.

84- Fıtrat âleminde nizamı te’min için adaletin tecellisi lâzım olduğu gibi beşer âleminde de asayişin te’mini için bîtaraf adlî merciler gereklidir. Evet “hükümetin daireleri içinde en ziyade hürriyetini muhafaza etmeye ve te’sirat-ı hariciyeden en ziyade bîtarafane, hissiyatsız bakmakla mükellef olan elbette mahkemedir. Evet her yerde, adliyede mal ve can mes’eleleri var. Eğer hâkim şahsî hiddet edip bir katili katletse, o hâkim katil olur. Demek adliye memurları, hissiyattan ve te’sirat-ı harici­yeden bütün bütün âzade ve serbest olmazsa, sureten adalet içinde müthiş günah­lara girmek ihtimali var. Hem canilerin, kim­sesizlerin ve muhaliflerin dahi bir hakkı var. Ve hakkını aramak için, gayet bîtarafane bir merci isterler.” (T.H.228) (Mah­keme tarafeyni dinlemeli, bak: 215.p.) (Zahire göre hükmetmek: K.H.585. hadis)

85- «Bir zaman bir hâkim, bir hırsızın elini kestiği vakit eser-i hiddet gös­terdiği için, ona dikkat eden âdil âmiri onu o vazifeden azletmiş. Çünki şeriat namına, ka­nun-u İlahî hesabına kesse idi, nefsi ona acıyacak idi. Ve kalbi hid­det etmeyip, fa­kat merhamet de etmiyecek bir tarzda kesecekti. Demek, nefsine o hükümden bir hisse çıkardığı için adaletle iş görmemiştir.» (M.269)

86- «Bir zaman, cerbezeli bir padişah, adalet niyetiyle çok zulüm ediyor­muş. Bir muhakkik âlim ona demiş: “Ey hâkim! Sen raiyetine adalet namıyla zulüm ediyor­sun. Çünki tenkidkârane cerbezeli nazarın, zamanen müteferrik kusuratı birden toplar; bir zamanda tasavvur edip, sahibini şiddetli bir cezaya çarpıyorsun. Hem, bir kavmin müteferrik efradından vücuda gelen kusuratı, o tenkidkâr cerbezeli naza­rında topluyorsun. Sonra o perde ile, o taifenin herbir ferdine karşı bir nefret, bir hiddet size gelir; haksız olarak onlara vu­rursun. Evet senin bir sene zarfında attığın tükürük, bir günde senden çık­mış bulunsa, içinde boğulacaksın. Müteferrik za­manda istimal ettiğin sulfato gibi acı ilaçları, bir günde bir kaç kişi istimal etse, hepsinide öldürebilir.”

...İşte o padişah, o muhakkik âlimin ikazatıyla, adalet namına yaptığı zu­lümden kurtuldu.» (T.H.252)



87- «Hazret-i Ömer, hilafeti zamanında, âdi bir hristiyan ile mahkemede bir­likte muhakeme olundular. Halbuki o hristiyan, İslâm hükümetinin mu­kaddes re­jimlerine, dinlerine, kanunlara muhalif iken, mahkemede onun o hali nazara alın­maması açıkça gösterir ki, adalet müessesesi hiçbir cereyana kapılmaz, hiç­bir taraf­girliğe kaymaz. Bu, din ve vicdan hürriyetinin bir ana umdesidir ki; komünist olmıyan Şarkta, Garbda, bütün dünya adalet müesse­selerinde cari ve hâkimdir.» (T.H.651)

İki atıf notu:

-Hürriyet-i vicdan kaidesi, bak: 1414.p.

-Sultan Fatih’in muhamekesi, bak: 919.p.

88- Kur’anda adaleti emreden âyetlerden biri olan

« >«h²'­~ «‡²ˆ¬— °?«‡¬i7~«— ­‡¬i«# «ž«— (6:164) nass-ı kat’isiyle Kur’anın bir ka­nun-u esasîsi, muhabbet ve uhuvvet-i hakikiyeyi temin eden ve bu millet-i İslâmiyeyi ve memleketi büyük tehlikeden kurtaran bu kanun-u esasî ki: “Bi­ri­sinin hatasıyla baş­kası mes’ul olamaz, kardeşi de olsa, aşireti ve taifesi de olsa, partisi de olsa o cina­yete şerik sayılmaz. Olsa olsa o cinayete bir nevi tarafgir­likle yalnız manevi günah­kâr olup âhirette mes’ul olur; dünyada de­ğil!..” (E.L.II.82)

İşte adalet-i Kur’aniye böyle görür ve böyle hükmeder.

Atıf notları:

-Adalet-i mahza ve izafi, bak: 527,528.p.lar.

-Hak ve gayr-ı hak adlî merciler, bak: 1526.p.

89- Adalet hakkında âyetlerden birkaç not:

-Allah adaletle hükmetmeyi emreder: Kur’an (4:58,105,135) (5:8,42) (6:152) (16:90) (49:9)

-Kelâm-ı İlahî (Kur’an) mahz-ı adalet ve adalet-i tâmmedir: (6:115)

-Allah, cemiyeti ayakta tutan mizan-ı adaletle beraber, mütecavizleri dur­du­ran âlât-ı har­bin kaynağı olan demiri indirdi: (57:25)

90-qqADAVET ?—~f2 : Husumet, düşmanlık. Kin. Buğz. Garaz. (Bak. Gıybet, Uhuvvet)

«Adavet ve muhabbet, nur ve zulmet gibi zıttırlar. İkisi, mânâ-yı hakiki­sinde olarak beraber cem’olmazlar. Eğer muhabbet, kendi esbabının rüçhaniyetine göre bir kalbde hakiki bulunsa, o vakit adavet mecazi olur; acı­mak suretine inkılab eder. Evet mümin, kardeşini sever ve sevmeli. Fakat fena­lığı için yalnız acır. Tahakkümle değil, belki lütufla ıslahına çalışır. Onun için nass-ı hadis ile: “Üç günden fazla, mü’min mü’mine küsüp kat-ı mükâ­leme et­meyecek.” (*) Eğer esbab-ı adavet galebe çalıp, adavet hakikatıyla bir kalbde bulunsa; o vakit muhabbet mecazi olur, tasannu ve temelluk suretine girer.» (M.263) (Bak:2540-2543.p.lar) (Bir seyyie için mü’mine ada­vet etmemek, bak: 129.p.) (Mü’mine adavetin muaccel cezası, bak: 146.p.)



91- «Adavet etmek istersen, kalbindeki adavete adavet et; onun ref’ine çalış. Hem, en ziyade sana zarar veren nefs-i emmarene ve heva-i nefsine adavet et, ısla­hına çalış. O muzır nefsin hatırı için mü’minlere adavet etme. Eğer düşman­lık et­mek istersen; kâfirler, zındıklar çoktur, onlara adavet et. Evet nasılki mu­habbet sı­fatı, muhabbete lâyıktır; öyle de: Adavet hasleti, herşeyden evvel ken­disi adavete lâ­yıktır. Eğer hasmını mağlub etmek ister­sen, fenalığına karşı iyi­likle mukabele et. Çünki eğer fenalıkla mukabele eder­sen, husumet tezayüd eder. Zahiren mağlub bile olsa, kalben kin bağlar, adaveti idame eder. Eğer iyi­likle mukabele etsen, nedamet eder; sana dost olur...» (M.265) (Siyasi adavetler, bak: 3235-3238.p.lar) (Mü’minin ru­hunda adavet yoktur, bak: 2170.p.) (Ada­vetten nasihata davet edenleri dinlemek, Bak:3882.p.)

92- «Hârici düşmanların zuhur ve tehacümünde dahilî adavetleri unut­mak ve bırakmak olan bir maslahat-ı içtimaiyeyi en bedevi kavimler dahi takdir edip yap­tıkları halde, şu cemaat-ı İslâmiyeye hizmet dava edenlere ne olmuş ki; bir­biri arka­sında tehacüm vaziyetini alan hadsiz düşmanlar varken, cüz’i adavetleri unutmayıp, düşmanların hücumuna zemin hazır ediyorlar. Şu hal bir sukuttur, bir vahşettir. Hayat-ı içtimaiye-i İslâmiyeye bir hiyanettir.» (M.269) (İttifak maddesinin parağraflarına da bakınız.)

Atıf notları:

-Şiddetli muhabbetin adavete dönmesi, bak: 2550.p.

-Ehl-i kitaba muhabbet meselesi, bak: 779, 2541 ilâ 2543.p.lar

93- Adavet mevzuu ile alâkalı Kur’an’dan birkaç not:

-Yahudilerin düşmanlık ve ifsadları: (5:64) (Bak: 782.p.)

-İns ve cin şeytanlarının düşmanlığı: (6:112)

-İbrahim (A.S.), babasının Allah’a düşmanlığını anlayınca alâkasını kes­mesi: (9:114)

- Mübareze kanunu mânâsında adavet: (25:31)

- Düşmanlığı dostluğa çeviren hüsn-ü muamele: (41:34)

- Cennet’te mü’minler arasında adavet kalmaz: (15:47)

- Gayr-ı mütecaviz ve mütecaviz düşmana karşı tavır: (60:7,8,9)

-Allah düşmanlarını dost edinmemek: (60:1) (Bak: 2170/1, 2258.p.lar)

94-qqÂDEM •…´~ : İnsan. Âdem kelimesi insan mânâsına geldiği gibi, ilk insan ve ilk peygam­ber olan Âdem (A.S.)’ın da ismidir. S.B.M. 1367. hadisi Âdem’in (A.S.) boyu­nun 60 zira’ olduğunu kaydeder.

Allah, ilk insan olarak Hz. Âdem’i, sonra eşi Havva’yı yaratmıştır. Bütün in­sanlar ikisinden türeyip çoğalmıştır. Dine tabi olmayan bazı insanlar, insa­nın may­mun soyundan bir hayvandan türediğini iddia ederler. Bu iddia ka­sıtlıdır, çünki ilmî isbatı yapılamamıştır. Laboratuarlarda küçük canlılar üze­rinde yapı­lan çalışmalar göstermiştir ki; canlının genetik yapısında meydana gelen deği­şiklik sonucu türeyen yeni canlı, ana-babasından daha mükemmel değil; soy­suzlaşmış, bozuk bir şekil alır. İnsan ise en mükemmel mahluktur. Kaldı ki, bu güne kadar bir canlının değişip başka bir canlı haline geldiğini kimse görme­miştir. Bugünün psikoloji ve felsefî ant­ropolojisi insanın mahi­yetçe, özce hay­vandan farklı olduğunu kabul etmiştir. (Bak: Darwin’cilik) (İrsiyetin nesilden nesile nakline vesile kılınan kaderî program için bak: 1898. p.)



95- Kur’anda Âdem (A.S.) hakkında bahisler vardır. Ezcümle:

Kur’anın (2:31) âyetinde geçen ve Âdem’e (A.S.) ta’lim-i esmayı bildiren

« «š_«W²,«ž²~ «•«…³~ «vÅV«2«— cümlesi, (2:30) «–Y­W«V²Q«# «ž _«8 ­v«V²2«~ |¬±9¬~ cümlesinin mazmununu tahkik ve icmalinin tafsil ve ibhamının tefsiridir. Ve keza Cenab-ı Hakk’ın arzında beşerin halife olması, Allah’ın hükümlerini icra ve kanunlarını tat­bik etmesi içindir. (Bak: 1139.p.) Bu ise, tam bir ilme müte­vakkıftır. Ve keza birinci âyette kelâmın sevkiyatı iktizasınca şöyle bir takdir olacaktır: Âdem’i halketti, tes­viye etti, cesedine nefh-i ruh etti, terbiye etti, sonra esmayı talim etti ve hilafete namzed kıldı. Sonra vaktaki Âdem’i melai­keye tercih etmekle rüchan mes’elesinde ve hilafet istihkakında ilm-i esma ile mümtaz kıldı.» (İ.İ. 209)

«Yani: Cenab-ı Hak, Âdem’i (A.S.) bütün kemâlatın mebadisini tazam­mun eden âlî bir fıtratla tasvir etmiştir ve bütün maalînin tohumlarına mezraa olarak yüksek bir istidad ile halketmiştir ve mevcudatı ihata eden ulvi bir vicdan ve ihatalı on duygu ile techiz etmiştir; ve bu üç meziyet sayesinde, bütün hakaik-ı eşyayı öğ­retmeye hazırlamıştır, sonra bütün esmayı kendisine öğretmiştir.» (İ.İ. 210)

Bu 95. parağraf Hz. Âdemin tekâmül istihalelerine de işaret eder.

96- Hem aynı ta’lim-i esma âyeti, kanun-u küllî cihetiyle şöyle tefsir edi­liyor:

«Hz.Âdem’in melaikelere karşı kabiliyet-i hilafet için bir mu’cizesi olan ta­lim-i esmadır ki, bir hâdise-i cüz’iyedir. Şöyle bir düstur-u küllînin ucudur ki: Nev’-i be­şere camiiyet-i istidad cihetiyle talim olunan hadsiz ulûm ve kâi­natın envaına muhit pek çok fünun ve Hâlik’ın şuunat ve evsafına şamil kes­retli maa­rifin talimidir ki; nev-i beşere, değil yalnız melaikelere, belki Semavat ve Arz ve dağlara karşı emanet-i kübrâyı haml davasında bir rüchaniyet ver­miş ve hey’et-i mecmuasıyla arzın bir ha­life-i manevîsi olduğunu Kur’an ifham ettiği misillü “Melaikelerin Âdem’e secde­siyle beraber, Şeytanın secde etmemesi” olan hâdise-i cüz’iye-i gaybiye, pek geniş bir düstur-u külliye-i meşhudenin ucu olduğu gibi, pek büyük bir hakikatı ihsas edi­yor. Şöyle ki: Kur’an, şahs-ı Âdem’e melaikelerin itaat ve inkıyadını ve Şeytan’ın te­kebbür ve imtinaını zik­retmesiyle; nev-i beşere kâinatın ekser maddi enva’ları ve envaın manevi mü­messilleri ve müekkelleri müsahhar olduklarını ve nev-i beşerin hassalarının bütün istifadelerine müheyya ve münkad olduklarını ifham etmekle be­raber, o nev’in istidadatını bozan ve yanlış yollara sevkeden mevadd-ı şerire ile on­ların mümessilleri ve sekene-i habiseleri o nev-i beşe­rin tarik-ı kemâlatında ne bü­yük bir engel, ne müdhiş bir düşman teşkil etti­ğini ihtar ederek, Kur’an-ı Mu’ciz-ül Beyan, bir tek Âdem’le (A.S.) cüz’î hâ­diseyi konuşurken bütün kâinatla ve bü­tün nev-i beşerle bir mükâleme-i ulviyye ediyor.» (S.246)



Yüklə 13,72 Mb.

Dostları ilə paylaş:
1   2   3   4   5   6   7   8   9   ...   169




Verilənlər bazası müəlliflik hüququ ilə müdafiə olunur ©muhaz.org 2024
rəhbərliyinə müraciət

gir | qeydiyyatdan keç
    Ana səhifə


yükləyin