İnanılmaz bir ölüm soğukluğu var orada. Sonra kalkıp bu anıtı yaptım. Kocaman bir anıt. Bir başkası Başöğretmen Anıtı... Meşale ve kitap simgesiyle onları tutan ruhun Atatürk olduğunu anlatmak istedim. Bayan öğretmen, üniversiteli öğrenci ve köylü figürleri var. O zamanın M.E.B. Haşan SAĞLAM, itiraz etti, bu köylünün ne işi var burada dedi. Ben de, bu köylü Milli Eğitimin ulaşamadığı kesimi gösteriyor dedim. Bunu buraya koydurmam dedi ve konu Sayın Evren'e kadar gitti. Evren, beni dinledikten sonra, doğru söylüyor çocuk, koysun, dedi. Bu benim sanatçı özgürlüğüm...
nedenlerle onlara para ödeyecek.
Onlarca muhabbet kuşu, onlarca güvercin ve bu güzel günün heyecanıyla pır pır eden yüreğimle ayrılıyorum T.ÖKTEM' den
ŞABAN AKBABA’YLA
YAZINA(EDEBİYAT)A DAİR…
Söyleşen: Lacivert Dergisi
Bilim ve teknolojideki gelişmeler, edebiyat eserlerini nasıl etkileyecek
Bilimin gelişmesi, bilinmeyenlerin bilinenlerden çok daha fazla olduğu bilincini doğurmuştur. Bu gelişme, yazında (edebiyatta), bilinmeyenlere, oradan yola çıkarak mistisizme, metafiziğe, genel olarak da hayali olanlara yolculuğu arttırmak eğilimindedir. İdeolojiler ve teknolojiyse bu yolculuğu daha çok kendine doğru çekmeye, içerik ve sanat bağlamından kopararak yozlaştırmaya çalışmaktadır. Sosyal iletişim ağlarında ürün yayımlayan şairlere, yazarlara acıyorum. Anlık etki ve duygulanımlarla, ivedi ulaşma ve çözüm yolları üretme derdiyle iyi bir şairin kötü şiirler, iyi bir öykücünün kısa ve kötü öyküler yazdığına sıkça tanık oluyoruz. İnternet şiirleri, öyküleri, yazıları yazıncının ağzının, üslubunun bozulduğuna dair kanıtlarla doludur. Bu olgular, teknolojinin sanata ve sanatçıya attığı kazıktır.
Ama en kötüsü bu ağların okurlar, özellikle de çocuk ve genç okurlar üzerindeki etkisidir. Örneğin herhangi bir konuda, özel ilgisi ya da ödevi nedeniyle şiirlere, öykülere ulaşan bu kesim karşısına çıkan binlerce şiirimsiyi şiir, öykümsüyü öykü sanarak yanlış örneklerle yanlışa yönelmekte, yanlışı benimsemektedir.
Kısacası bilimin gelişmesi sanat ve yazın bağlamında da elbette çok önemlidir. Ancak özellikle, geri kalmış ülkelerde teknolojinin hızlı baskı, hızlı iletişim, ulaşım v.b. olanaklar sunması, hızına ve nicel varlığına oranla daha nitelikli ürünlerin ortaya çıkması sonucunu getirmiyor.
Bilim kurguya olan eğilim artacak mı?
Bilim, sürekli olarak insanın bir şey bilmediğini yüzüne vurmaktadır. “Bir şey biliyorum, o da hiçbir şey bilmediğimdir,” diyen düşünür; bilim havuzuna her gün yüzlerce, binlerce bilginin aktığının bilincinde olandır. Bilim geliştikçe, bilinmeyenin bilineceği kanısı ve duygusu gelişir. Ancak hâlâ bilinmeyen çok şey vardır. O bilinmeyenlere ulaşmak da hayalin ve duygunun işidir. Bu yüzden bilgiyle hayal sürekli olarak işbirliği içinde olacaktır. Fantastiği, bilim kurguyu üreten kaynak buradır. Bilimin gelişmesine, bilginin çığ gibi büyümesine ve bilinmeyenlerin bilinmesi gerektiği bilincinin oluşmasına koşut olarak bilim kurguya gereksinme ve eğilim artmaktadır. İnsan beyninin sürekli olarak gelişmeye koşulu ve zorunlu olduğunu, bu nedenle hayal yeteneğinin sürekli olarak genişlediğini; psiyonik, nanoteknoloji ve distopya gibi tekniklerin ve disiplinlerin ortaya çıkmasını da bu etkenler arasına katmalıyız. Yazında fantastik ve bilimkurgu ürünlerinin, sinemada bilimkurgu filmlerinin, sanal dünyada bilgisayar oyunlarının çığ gibi büyümesi, olgunun somut kanıtlarıdır.
Bazı örnekler verebilir miyiz?
Elbette… Örneğin; çocuk yazınındaki “masalöykü” ya da “öykümasal” diyebileceğimiz, daha çok büyü ve mitolojiden beslenen fantastik romanlar, öyküler…Rowling’in Harry Potter’ı, Roger Stern’in Süperman’ı, Stan Lee’nin Örümcek Adam’ı… Belki gerçekleşebilir ögeler taşıyan bilimkurgunun ilk örneği Jules Verne’nin Denizler Altında Bin Fersah’ı, daha sonra Isaac Asimov’un Nightfall’ı, Mary Shelley’in Frankenstein’i…Tiyatyroda bizden bir örnek, Uğur Uludağ’ın Üçüncü Türden Yakın İlişkiler adlı oyunu… Sinemada Georges Melies’in Aya Seyahat(1902) adlı fotoğraflardan oluşan ilk filmi, Stanley Kubrick’in 2001 Bir Uzay Destanı(1968) ve daha sonraları Yıldız savaşları, E:T.,v.b… Bilgisayar oyunlarıysa, çocuklarımız ve gençlerimiz aracılığıyla yaşamımıza en çok sokulabilmiş yapıtlardır. Bu yapıtlar, Charly Adams’ın Zıplayan Top’la (1949) başlayıp William Higinbotam’ın İki Kişilik Tenis’iyle (1958), Spacewar(1961), Space Travel(1969)v.b oyunlar ve atari(1971), konsol(1972) gibi elektronik araç oyunlarıyla sürüp gitmektedir. Kapitalist-emperyalist kültür saldırısının yoğun olduğu bilgisayar oyunları “internetkafe”, “playstation” v.b denen mekânlar aracılığıyla, toplumsal belleğimize, kültürlenme sürecimize ve günlük yaşamımıza kolayca sızmaktadır. Bu olgunun bilimsel araştırmalarla değerlendirilmesi gerektiğine inanıyorum.
Edebiyat-felsefe etkileşiminin geleceği üzerine neler söylenebilir?
İyi bir yazıncı, aynı zamanda iyi bir felsefe okuru olmak zorundadır. “Önce hayal vardır,” diyen Picasso; sanatın temel ilkelerinden birini dillendirmektedir. Hayalin sınır tanımadığını, dogma tanımadığını, hatta kural tanımadığını bildiğimize göre; hayalleri sınırlayan dogmaların belirlediği alanlar içinde devinerek yol almaya çalışan yazıncı, felsefesi olmayan yazıncıdır.Yaşama çok yönlü bakamayan, nitelikli bir bakış açısı geliştiremeyen edebiyatçının günübirlik heveslere, geçici duygulara seslenen yapıtlar üretebileceğini ama asla kalıcı olamayacağını, yapıtının klasikleşme şansının olamayacağını bilmek gerekiyor.
Felsefenin, sorguladığı ve yeni bakış açıları önerdiği için aforoz edildiği, sürekli olarak ötelendiği, eğitim kurumlarından kovulduğu, süreçleri yaşıyoruz. Bu devinim başarılı olduğu sürece yazın, hatta sanat başarısız olacaktır. Gidiş de o yöndedir.
Edebiyatta anlatım, üretim ve tüketim hızı artacaksa; kısa öyküler, aforizmalar vb. daha çok yazılacak ve okunacak mıdır? Böyle bir beklenti varsa, okurun geçmişe göre daha çok romana yönelmesini (ki öyle söylenmekte) nasıl açıklamak gerekir?
Çoğu zaman insanın kişilik biçimlenmesi, algı kapasitesi, uyum yeteneği ve verili koşulların fazlasıyla etkili olduğu istekleri üretim ve tüketim ilişkilerine koşut gelişmemektedir. Ayrıca yazın alanındaki üretim ve tüketim hemen hemen her zaman görecedir. Hızı artsa bile, oranı fazlaca değişmemektedir. Hız ideolojisine önem verenler yazın ve sanatın özgün yapılanmasını, üretim ve tüketim biçimlerini, insanın karmaşık yapısını göz ardı etmektedirler. Üstelik bütün bunları belirleyen; teknoloji, ekonomi, sosyoloji ve hatta psikoloji gibi çok daha güçlü kurumlar vardır. İnsanı bir bilgisayar gibi düşünemeyiz. O, bilgisayar mantığıyla programlayamıyor kendini. Programladıklarının arasına bin bir çeşit etken girerek programını sıklıkla aksatabiliyor. Öykünün yapısı ve yanıt olduğu gereksinmelerle, romanın yapısıyla yanıt olduğu gereksinmeler her zaman aynı değildir, benzemeyebilir, örtüşmeyebilir. Kaldı ki insan iştahı, dürtüleri ve psikolojisi sürekli doyurulmayı gereksinir. Sürekliliği gereksinir. Mal mülk konusunda da bu böyledir, cinsel dürtülerin tatmininde de. Roman bir anlamda sürekliliği imlediği, doyum sağladığı için, insanın, yazın türleri içinde kendine en yakın bulduğudur.
Edebiyatta, kolay okunan eserlere doğru (popüler) bir yönelim mi olacaktır? Kolay okunan eserler tercih edilecekse, edebiyatta bir yüzeyselleşme mi söz konusu olacaktır?
Almanya öğretmenliğim süresince yaptığım gözlemlerimden birini hiç unutmam. Aslında bilinendir o; Avrupalı insan okur. Gerçekten de Avrupalılar okuyorlar. Her yerde; trende, otobüste, tatilde, evde, parkta, bahçede, ayakta ya da oturarak… Ellerinde mutlaka gazete, dergi, kitap görülür. En çok da kitap okuyorlar. Hepsi de kalın kalın… Ama kesin bir şey daha var; o kitapların çok büyük çoğunluğu çok nitelikli kitaplar değildir. Pek çoğunun, toplumsal kaygısı olmadığı gibi sanatsal kaygısı da yoktur. İnsanların günü birlik duygularına, macera heveslerine, daha çok da cinsel duygularına ve gereksinmelerine teorik yanıt verirler, geçici doyum ve boşalma sağlarlar. Olgunun diğer boyutuysa romanın metalaştırılmasıyla ilgilidir. Yazar ve yayıncı için rant kapısı olan “tırı vırı” romanların yayımlanması artarak sürecektir. Kapitalizmin istediğidir bu ve bu isteğini başarıyla yaşama geçirmektedir.
Şaşırtıcılığın, çarpıcılığın popülerleşmesine paralel olarak gündelik hayatın dışına çıkan, çarpıcı, uç konular ve uç kahramanlar içeren, fantastik öğelere daha çok yer veren, şiddet unsurlarının yoğun olduğu edebiyat eserlerine bir yönelme mi söz konusu olacaktır?
Aslında “halkın motiflerinden yararlanan” anlamındaki “pop” sözcüğüyle, “halkın beğenisine uygun” anlamına gelen “popüler” sözcüğünün, “insanoğlunun yarattığı her şey” anlamındaki “kültür” (Türkçesi “ekin”) sözcüğüyle birleşmesinden oluşan bir kavramdır “popüler kültür.” Klasik anlamda halka dair olanları anlatır.
Ancak ileri emperyalizm çağını yaşayan kapitalizm, daha başından itibaren “yabancılaştırma programı”nın ilk maddesine kültürü almış, ürettiği “tüketim toplumu modeli”ne uyumlu hale getirebilmek amacıyla içini boşaltmış, klasik anlamını sulandırmış, toplumların gerici birikimlerinin de desteğiyle, halka (halkın kendi gücüne inancını ve güvenini kırmak amacıyla) günübirlik tüketilen bir tür uyuşturucu gibi sunmuştur.
Bu olgunun kültürel adı “küresel kültür”, ideolojik adı da “modernite”dir.
Ülkemiz modernitesinin karakteri öz itibariyle klasik anlamına uygun biçimde yürümekle birlikte içerik “dinci”leştirilmeye çalışıldığı için ortaya tam olarak bir “kültürel-politik ucube” biçemi çıkmaktadır. Bu ucubenin erki, “ne candan ne de yardan” vazgeçmek istemeyen yapısı/biçemi gereği ve çağdaş yaşamın gereksinmelerine yanıt veremediği için yöntem olarak (ona nasip olan) “tarihsel zor”u(!) kullanmak eğilimindedir.
Bu ideolojinin yazındaki sonuçları önce dayatmalarla kendini gösteriyor. Örneğin bir çeviri yapıtında tanrı, Allah oluyor. Erkek sürekli dışarıdaki işleri yapan baskıcı ve buyurgandır; kızlar ve kadınlar da ev işleriyle ve çocuk doğurmakla görevli buyruk alan, boyun eğenlerdir. Sonra tanrısal buyruklar ve yerine getirmeyenlere ”kabir azabı”, “cahennem” ve “ateş” sunuluyor. Günlük yaşamda buyrukları yerine getirmeyenler ya da din dışı yaşamı tercih edenler de Sivas’ta, Suriye’de, Sudan’da, Afganistan’da ve hatta dünyanın hemen hemen her ülkesinde yakılıyorlar. Modernite din diyalektiği yazın ürünlerinin de yönlendiricisidir artık; diğer birçok sosyo-kültürel, sosyo-ekonomik nedenlerin de yangına benzinle koşması nedeniyle şiddetin boyutları yazının, sanatın hoşgörüsünü hızla tüketmektedir. Harry Potter’ler, polisiyeler v.b ürünler bu gidişin somut sonuçlarıdır.
Tüketim toplumunun en çok yararlandığı kitle olan çocuklara hitap eden “Çocuk Edebiyatı”, gelecekte daha mı çok yükselişe geçecektir ve ana ekseni ne yönde olacaktır?
“Okur” diye tanımlanabilecek çocukların oranı %5. Bu çocuklar için yayımlanan kitaplar içinde çevirinin oranı da %70. Üstüne üstlük bir de çocuk kitaplarını yasaklama ya da karalama kampanyaları var. Bu ülke bizim ülkemiz ve görüldüğü gibi tablo karamsar.
“Üstün ve özel yetenekli” (oldukları belli süreçlerle tanımlanmış) 75 öğrenciyle yaptığım öznel bir çalışmanın bazı sonuçlarını alt alta yazarak baktığımda “vahim” bir tabloyla karşılaştım: Bu öğrencilerin yalnızca %5 kadarı iyi kitap okurudur.
Kitap okuyanların % 99’u şiir kitabı okumuyor. Bunun önemli bir nedeni de, yayımlanan “çocuk kitapları”nın içinde “şiir kitapları” oranının çok düşük olmasıdır. 1910’lu yıllarda Darülmuallimin Mektebi (Öğretmen Okulu) Müdürü olanSatı Bey’inin çağrısı hala geçerlidir. Şair ve yazarları toplayarak, onlara; “çocuk şiirleri yazın,” ricasında bulunmuştu. O çağrıya katılıyor ve ben de ekliyorum:”Küçüklüğü olmayan yazın ve sanatın büyüklüğü de olmaz!”Büyükler için yazan şair ve yazarlar bir yandan da çocuklar için şiirler üretmeli, yayımlamalıdırlar.
Bu çocuklarımızın % 36’sı Harry Potter okuyor, % 97’si yazmayı sevmiyor, % 44’i bilgisayarla oynamaktan hoşlanıyor. %71’i kitap okumaktan, %81’i resim yapmaktan, %93’ü de tiyatroya gitmekten hoşlanmıyor. % 48’i Harry Potter filmleri izliyor.
Bir o kadar daha önemli ve vahim olan da, çocuklarımızın % 97’sinin, yazmaktan kendi sözcükleriyle “nefret” etmesidir.
İlköğretim ikinci sınıftan başlayarak, lise bitiminden öteye uzanan, “sınavlara hazırlanma süreci”; çocuklarımızı ve gençlerimizi kitap okumaktan uzak tutmak için tasarlanmış, çocuklarımızı sürekli olarak test kitapları okumaya ve soru çözmeye koşullayan, böylece kitap okumalarını önleyen, o arada çocukluğunu ve hatta gençliğini tüketen, geleceğini çürüten akıllı bir projedir.
Bunda temel olarak ülkemizin, kapitalizm- emperyalizm patentlisosyo-politik-kültürel projelerinin birincil rolü yadsınamaz, ama bu dizgenin ürettiği, ileride kendi hizmetine koşturacağı çocukları ve gençleri insan yerine koymayan eğitim dizgemizin rolü çok daha büyüktür. Ezberci, testçi, ödevci eğitim dizgesi sahibinin sesi olmayı öylesine başarmış ki, çocuklar ve gençler şiir okumaktan, yazı yazmaktan nefret eden içi boş kuklalar olarak yetişmektedirler.
Tuzaklardan biride çocuk yazını alanında bile kurumlaşmış “bestseller” furyasıdır.
“Çok satan” kavramının iki önemli çağrışımı var elbet. Bir, emperyalist kültür politikası; iki, sanat ve yazındadüzeysizlik, niteliksizlik. Etik ve estetik kaygısı olmayan,sermaye ve medya destekli,bugünkü anlamıyla “popüler” yapıtlardır bunlar.
Ülkemize de yansıyan en yakın ve somut örneği Harry Potter fırtınasıdır. Konuyla ilgili yaptığım bazı inceleme ve gözlemlerimden de bir hayli farklı, dikkat çekici, düşündürücü sonuçlar elde ettim.
Harry Potter okumanın, çocukların ve gençlerin okuma alışkanlığına, giderek “okuma kültürü”ne bir katkısı yok mu? Elbette var, ama hangi koşullarla?
Her Harry Potter okuru kendisini iyi bir okur sanıyor. Hatta dışarıdan bakanlar da öyle olduğunu düşünüyor. Bu sanı ve düşünce tamamen yersiz de değil hani. Öyle ya, her Harry Potter kitabı yüzlerce sayfadır. Hatta son kitabın bin sayfa olduğunu da belirtmeliyim. Bu durumda dizinin bütün kitaplarını okuyan, binlerce sayfa okumuş olacağından, iyi bir okur gibi gözükmek durumundadır. Ülkemizde hızla yaygınlaşan kalın çocuk kitapları olgusu da buralardan kaynaklanıyor olsa gerek. Kitap fuarlarında, 1 lira ile gelerek kalın kitap almak istediğini söyleyen onlarca çocuk gördüm.
Gerçek durum nedir, nasıldır? Binlerce sayfa da olsa yalnızca Harry Potter okumanın “okuma kültürü” davranışı olarak tanımlanması doğru olabilir mi? Ya da Harry Potter okurları gerçekten yalnızca Harry Potter mı okurlar?
Bunun için siz okurlarımı önce Gölcük’e götüreceğim. Belediye Kongre Salonu’na... Karşımda üç yüz kadar ilköğretim ve lise öğrencisi var. Bir yanımda 16 kitabın yazarı Nadir Gezer, öte yanımda da yine bir o kadar kitabın yazarı, gazeteci, şair Ruşen Hakkı.
Salonu dolduran dinleyicilerime Harry Potter okurlarını sordum, yarısından fazlası elini kaldırdı. Aynı okurlara Nadir Gezer’i sordum ikisi elini kaldırdı. Ruşen Hakkı’yı sorduğumda biri elini kaldırdı. NâzımHikmet?diye sordum; Can Yücel, Necip Fazıl, hatta Yaşar Kemal? diye sordum. Toplamına gelen yanıt on biri geçmedi. Çünkü kitaplarıyla reklâmlarıyla, filmleriyle, tişörtleri, çıkartmaları, dosyaları, şapkaları, çay-kahve fincanları ve diğerleriyle; okur (hedef) kitlesinin duygularını ve hayallerini sömüren güçlü, tekelci, uyuşturucu, özdeşleştirici, kendine yabancılaştırıcı bir “Harry Potter Kültürü” oluşturulmuştur. Her şey soyut, metafizik, mistik öğelerle idealize edilmiş yaşamın parçaları olarak sunuluyor. Gerçeklik kavramı ve algı biçimi yıpratılıyor. Çocuk yazınındaki “çocuğa görelik” ilkesi sömürülerek metalaştırılıyor.
On üç Harry Potter okuru ve hatta hayranıyla şöyle bir çalışma yaptım. Harry Potter kitaplarının içine serpiştirilmiş ürkütücü, korkutucu, heyecan yaratıcı, masalsı tümcelerdan oluşturduğum yarım sayfalık bir metni onlara okudum ve duygularını tek sözcükle söylemelerini istedim. Dokuzu korktuğunu, üçü hem korktuğunu hem olumlu bir heyecan duyduğunu, üçü önemli bir duygulanım içine girmediğini söyledi. Biri çekimser kaldı. Ama birinin (ki, o tam anlamıyla Harry Potter tutkunuydu) söylediği hepsinin tuzu biberi oldu: “Kafam karıştı,” dedi. Harry Potter dizisinin birinci kitabındaki bir tümcenin tıpkısıydı. Belki de salt bu işlevini en iyi biçimde verebilsin diye, yazarı İngiliz Rowling, kitabının filmini yapan Hollywood firmasına oyuncularından teknik ekibine kadar herkesin İngiliz olması koşulunu koymuş ve kabul ettirmişti.
Bu kitap diğer bazı nedenlerle de önemli bir kitaptır. Girişi, tıpkı konforlu bir oda gibi albenili, rahat ve gizemlidir. Girer, dilediğiniz biçimde oturur, dinlenir, gevşer, rahatlar, hatta konfora alışırsınız. Otuzlu sayfalardan sonra ve ansızın etkili saldırılar başlar. Öylesine etkili, yapışkan, tutucu ve hızlıdır ki üstünüze gelenler; yerinizden doğruluncaya kadar elinizi, kolunuzu bağlar, beyninizi tutsak düşürür, bedeninizi felç eder. Bir daha da içine düştüğünüz durumdan kurtulamaz, tıpkı o kurbağa gibi sessizce, tepkisizce haşlanırsınız. Hangi kurbağa mı?
Haşlanması istenen, zıplama rekortmeni olduğu için ele avuca sığmayan, sağlıklı ve çevik olduğu için bir türlü dize getirilemeyen o kurbağa. Ama her hedefe giden bir yol vardır elbet. Tıpkı bu romanda olduğu gibi; Kurbağayı tutup tenceredeki soğuk suyun içine koyar, altından yavaş yavaş ısıtırsınız. Başlangıçta her şey doğal olduğu için kurbağanın herhangi bir derdi, tasası yoktur. Su yavaş yavaş ısındığı için sinir sistemi herhangi ani bir tepki vermeye gerek duymaksızın suya alışır. Hatta önce ılıklık, sonra biraz sıcaklık hoşuna gider; mayışır, yayılır, dinlenir, gevşer, dağılır. Sinir sistemi laçkalaşır. Bir süre sonra tehlikeyi duyumsamaya durur, ama tam olarak emin olmadığı için herhangi bir devinim göstermez; biraz daha zaman geçince tehlikeyi duyumsar, devinmek, kalkmak, zıplayıp kaçmak ister ama çok geç kalmıştır, istenci sinir sistemine söz geçiremez. Umarsız, haşlanır.
Sonuç olarak, çocuk yazını, çocukların algı, duygu ve hayal düzeyleriyle ilgili olmak durumundadır. Ayrıca çocuğun ilgileri yaşamın çeşitli uyaranları ve sorunları tarafından fazlaca dağıtılmamıştır. Yani çocuklar, büyüklere göre daha çok kitap okumaktadırlar. Onun bu iki temel özelliği metalaştırılmak istendiğinden çocuk edebiyatının yükselişi nicelik olarak sürmekle birlikte nitelik olarak düşme eğilimindedir.
ALİ İPEK’LE
ÇOK BİLİNMEYENLİ DENKLEMLER KİTABI “RUHSATSIZ DÜŞLER “Ç”” ÜZERİNE
Yepyeni bir öykücü Ali İpek.Yirmibir öykü var “Ruhsatsız Düşler “Ç” adlı kitabında. Yirmibir muamma. Neredeyse her tümcesine bir, bazen iki, hatta üç öykünün yüklendiği öyküler. Şehla bakışlı genç, bakışındaki özgün derinliği öykülerine de yansıtmış. Farklı bakıyor, farklı görüyor, farklı algılıyor ve farklı yazıyor. Yazın kimliğine damgasını vuran üç kültürel unsurdan her biri başka bir tat katmış öykülerine, başka bir renk, başka bir koku, başka bir nakış. Kendi deyimiyle “hanede Kürtçe, sokakta Arapça ve okulda Türkçenin konuşulduğu” bir toprağın, Mardin’in öykü yüzü o. Toplumsal yaşamın hırpaladığı, yaraladığı, hata yaptırdığı, kusurlu hale getirdiği bireyin; modern ahlaksızlığın çürüttüğü kültürün derininde saklı çıbanları neşterliyor. Kan ve irin yüzeye çıkmıyor ama, çok daha derinlere sızarak, öykünün bedeni tarafından emiliyor ve tekrar bedenine dönüyor panzehir olarak. Yaşamın ve ruhsal dehlizlerin görünmeyenlerindeki gizemli, içsel yolculuklara okur yolcularını da yoldaş ediyor. Sürprizleri de yok değil elbet öykülerinin; çok. Ancak klasik anlamda sürprizler genellikle öykünün sonunda olmasına karşın Ali İpek öykülerinin hepsinin her yerinde çıkıyor karşımıza. Bazen öykünün, en başında, bazen de tümcelerin ortasında ya da her ikisinin de sondan bir önceki bölümünde. Onu biraz da kendi dilinden konuşturmak istedim. Sorular sordum, yanıtlarını aldım. Bir de bu yönden yaklaştım Ali İpek öykücülüğüne:
“Parantez dahi parantez içinde” (s.8) tümcesini senin öykü biçemine(üslubuna) bir gönderme olarak düşünebilir miyiz?
Biçemsel olarak evet kimsede pek göremediğim bir durum bu. Üzerime yapıştı ve ben pek de rahatsız değilim bu tür derinliklerden. Buradaki ehemmiyet şu aslında; parantezin oluşması için malumunuz bir durumun ya da açıklamanın yapılması gerekir. Açıklamayı yapacağımızın yerin dahi sınırlı olmasını dile getirmek istedim parantez içinde…
Hurufuliğin harflerle bir ilgisi var mı? Senin harflerinle, senin harflerinden oluşan “Ruhsatsız Düşler “Ç”” başlıklı öykünle bir bağı var mı? “Ç” kimdir, nasıl yaşıyor, ne yapmak istiyor?
Öykücüler arasında şöyle bir gönderme var aslında. Yazar ne yazdıysa sanki kendini yazıyormuş gibi algılanmıştır bugüne değin fakat esas olan yazarın anlam yüklediği, beslediği büyüttüğü ya da büyütemediği kahramanları ile özdeşleştirme durumunun olmaması kanaatindeyim. Ç’nin öyküsü başlı başına bir serüven. Ben bile onunla beraber görmediğim yerleri dolaştım. Gayesi her ne kadar ün gibi gözükse de Ç arayış içinde herkes gibi. Ben de onu çok aradım kaç senemi aldı bir bilseniz…
“Olduğu yere yığıldı. Birden yığılmıştı.”(s.50)Zaman kavramının senin için anlamı nedir? Bir tümcede ya da paragrafta zamanları iç içe kullanmak gerekir mi?
Zaman, yer, mekân iç içe olabilir bazen tek cümlede. Bazen vakit geçmek nedir bilmezken, bazen de suya yazılan takvimlerle karşılaşmamız doğal değil midir?
Kâğıt neden kötü kokar?(s.9)
Her kâğıt değil. Orada, içinde bulunduğu kâğıt olabilir mesela. Ya da şöyle söyleyeyim. Üç kağıtçı dendiğinde aklımıza gelen dalavereci, düzenbaz…vs. nedendir? Belki üç adet kâğıt vardır elinde. Ya da durup dururken hatta ortada hiçbir şey yokken Burnuma kötü kokular geliyor demek gibi bir şey.
“Geldiğin kitapta soldan sağa gitmek”(s.11.) ve sonrası?
İbranice ve Arapça da sağdan yazılma söz konusu. O konu da ilginç gerçekten. Çivi yazısı dediğimiz yukarıdan aşağıya yazılıyordu. İnsanlık tarihine bakıldığında, Latin harflerini kullanan Batı kültürleri yazı yazarken yağlı leke bırakan ve çabuk kurumayan bir çeşit mürekkep kullanıyorlardı.Sağ elini kullanan biri sağdan sola doğru yazmaya başladığında kalem tutan eli daha önce yazmış olduğu satırların üzerine basmak zorunda kalıyordu.Bu durumda ya yazının kuruması beklenecekti yada mürekkep ele buluşacak ve yazı okunmaz hale gelecekti.Sol eli ile yazanlar için sorun yoktu. Bu zorunluluktan dolayı insanlar soldan sağa yazma tekniğini geliştirdi. Ç ise aradığı harfleri satır aralarından takip ettiği için yazılış şekline göre ilerledi.
“Onu şifreli satırlarla yazdırılan bölüme götürün ve ayılmasını bekleyin”(s.11)?
Şifreli satırlarda gönderme de söz konusu keşke bu soruyu ç ye sorsaydım ama o da pek anlamaz galiba. Ebced hesabına gönderme olabilir.
“bana ateş vermeyin, beni ateşe verin”(s.13) felsefesi?
Zerdüştlüğün doğuşunda da yangınlar, etkiliydi elbette. Ç deki felsefesi ya da derinliğidir önemli olan. Arayıştaki biri aradığı bilinmezliğin kendisine gelmesini beklemez.
“Ayn”(s.14) harfinin bireysel ve toplumsal anlamı?
Türkçede karşılığı yok olarak bilinen bir harftir. Arap alfabesinin on sekizinci harfidir. İbranice ayin olan karşılığı da vardır. Ses telleri sıkıştırılarak gırtlaktan çıkar. Âlemde var olan maddi şeyler işte…
“Kitabın içine girmek, dışına çıkmak?” (s.16)
Kitaba bakarken aslında içine gireriz ister istemez. Buna kapak da dahildir.
“Ney’e üflenmiş “Ç” ve ney’den çıkan nefese yazılmış “Elif”(s.17)?
Ney çalınırken, çalan kişinin nefesi ile alakalı soğuk üflemesi gerekir. Bu zor bir tekniktir. Çünkü insanın içinden gelen nefes sıcaktır fakat yine de soğuk üflendiğinde ses çıkar. Çıkan ses ise yeterince sıcak mıdır bilemem. Kişiden kişiye hatta kulaktan kulağa değişebilir.
Aşkın adresini sana sorsam?
Hangi muhitte oturduğunu bilmiyorum gerçekten ama şu da bir gerçektir ki kime sorsan gösterir.
“Babamın elleri de o kadar büyük değildi.”(s.26)
Boyama kitabı adlı öyküde çocuğun gözünden algılanan bir durumu anlattım. Çocukken her şey kocaman gelir ama büyüdüğümüzde asıl kocaman olanın kendimiz olduğunu algıladığımızda durum değişir.
“CER(E) YAN(s.27)’ın sürprizi nedir?
Sürpriz bugüne kadar açıklanmadığı için bana da düşmez sanırım.
“IŞIKSIZ SONBAHAR”(s.32)da, “On yedi antibiyotik” iki kez kullanılınca otuz dört mü oluyor?
Rakamlarla aram iyi değildir. Gördüğümü yazdım. Öldürecek kadar mı deseydim?
MOR SARMAŞIK:(s.42) Ölü bir baba neden ve nasıl düş görebilir ki?
Bu soruyu Ali İpek yanıtsız bıraktı. Bence de kitabı okuyanlar yanıtlasın.
“Aşkıma kan lazım?”(s.45.) mı?
Aşkta kanama var ise takviye gerekir sanırım ama bu takviye aynı değerdeki başka bir kan ünitesi değil. Sadece üzeri tozlanmış duyguları tekrar açığa çıkarmak olabilir.
“HAZİRAN DERESİ”(s.51): Bir dede hem düşte hem gerçekte nasıl ölebilir ki?
Dedem öldüğünde yazmıştım bu öyküyü. Çok yaşlıydı. Her gün gözlerimizin önünde ölüyorken, gerçekte öldüğünü duyduk. Bir daha öldü ama bu son ölüm farklıydı. Düşlerimizde olacağından emindik. Bir daha göremeyeceğimize ağladık gerçekte.
Neyin “2 LEM” ?(s.57)i ve neden
Ayrılık nedir? Gitmek mi gitmemek mi? Ya da görmek mi görememek mi? Bazen bir anne karnında olduğu halde çocuğundan ayrı kalabilir. 2 lem öyküsü, terk etmekle etmemek arasında. Kahramanımız gidemiyor. İkilemin nedenselliği de şu galiba; iki şık arasında kalmak… eğer sunulan iki seçenek eşdeğer ise ikilem olur. Asıl düşündüren şu belki cennet ile cehennem neden ikilem?
SEREXWAZ(s.60)’ı da sen anlatır mısın bize?
Serexwaz, fide anlamına gelen yöresel bir sözcük. Çoğu kimse kullanmaz bilen bilir sanırım. Fidye üzerine yazılmış tanrı ile uğraşan ermiş birinin öyküsü.
Evlerin çatılarıyla, katlarıyla (s.74.,82.,84) ilgileniyor musun?
Sanırım damları ile meşhur bir coğrafyadan gelmenin etkisi bu. Çatı katı adlı öyküdeki çatıya çıkan kadın ile onu ikna etmeye çalışan adam arasında. Bir insan neden çatıdan ya da damdan ya da yüksek bir yerden atlar? Düşmek için mi? Düşüp ölmek için mi? Sanırım benim nazarımda çatıya çıkan kişi bir şeylere tutunamadan düşüp ölmeyen kişidir.
SAKSIDAKİ BEKLEYİŞ(S.93):Saksıda kim, neyi bekler ki?
Bitkisel hayata giren birinin saksı ile eşdeğer görülmesi söz konusu. Gözler önünde olan çiçekleri gün geldiğinde bitkisel hayata girmiş birini duyduğumuzda ya da göz teması ettiğimizde benzetiriz. Belki çiçek de benzetilme takviminin yapraklarını döküyordur.
Umut veren bir öykücü Ali İpek. Öykücülüğümüze katkı yapacağına içtenlikle inanıyor, “Ruhsatsız Düşler “Ç” adlı bu ilk öykü kitabından “Çatı Katı” adlı öyküsünü paylaşıyorum.
Eliz Edebiyat,A/7 Deftyerimden:16, Haziran 2012, sayı:42
KEKİL ŞİMŞEK'LE BİR PATİKA'DA
MUSTAFAKEMALPAŞA'NIN IŞIĞI ÜZERİNE
Sevgili Keldi Şimşek, kısa da olsa okurlarımız için özgeçmişinden söz eder misin?
1950 yılında Bingöl ili Karlıova ilçesinde dünya il< tanıştım. İlkokulu ilçemde ve öğretmen okulunu Erzurun Yavuzselim İlköğretmen Okulu'nda okuyarak 1969 yılındı öğretmen olarak göreve başladım. 29 yıl çalıştıktan sonra 199( yılında Mustafakemalpaşa ilçesinin Atatürk İlköğretim oklund; emekli oldum.
Ayrıca ülkemizin tiyatro-sinema sanatına Olgun ŞİMŞEK gibi (Antalya Film Festivali Altın Portakal EN İYİ ERKEK OYUNCU -2004- Ödülü sahibi) nitelikli bir oğul armağan etmiş baba olarak da bu konuyla ilgili duygularını merak ediyoruz, paylaşır mısın?
Olgun altm portakalı 2004 yılında aldı. Tarihini anımsa¬mıyorum ama Yılmaz Güney'in ödül aldığı gün, evet o gün içime bir sevinç girdi ve benim oğlum da bir gün bu ödülü alacak dedim ve oldu. Sevindim, çok sevindim, mutlu oldum.
Evlat(çocuk-genç) yetiştirmek bağlamında aile¬nin etkisi” varsayımının altım bir kez daha çizmek için sormak istiyorum: Sence Olgun Şimşek'in “OLGUN ŞİMŞEK” olmasında senin hangi alışkanlık ve davranışlarının katkısı olmuştur? Söyle toplum olarak dersimiz alalım.
Evlat yetiştirmekte ailenin etkisi tabiî ki çok önemli. Ben biı baba olarak oğluma yapacağı iş ne olursa olsun doğru dürüst insar olan, sevgiden, emekten, ezilenden yana olmasını öğütledim. Br öğüdü de babamdan almıştım ve ona aktardım.Tabi ki öğütleme! yetmiyor, bunları yaşaması için ona hep güvendim ve yaşamasını yardımcı oldum belli bir yaşa kadar. Sonra aldığı maya ile de bunı kendisi devam ettirdi. Tabi ki sizin gibi dostların da büyük destekler oldu. Yani yetiştiği çevre ve arkadaşlarımın da desteği ile bunt başardık ve kendisiyle hep gurur duyuyorum Birey olunurken toplumsal sorumluluklarının bilinciyle harekel etmek çok önemli. Olgun ilkokuldan itibaren hem oyun oynadı herr de kendince çalıştı sorumluluk aldı ve ailesine katkı yapmanın hazzını tattı. Gözlerindeki pırıltıdan bunu seziyordum, Her şeyi benden ve benim çevremdeki siz sevgili dostlarımdan öğrendi ve yaşadı.Ondan dostlarımı esirgemedim çünkü. Buna sen de şahitsin.
Çok iyi bir okur olduğunu biliyorum.
Çocuklarımız, gençlerimiz ve hatta okumayan büyüklerimiz için söyler misin; okumak nasıl bir edimdir, seni nerelere taşıdı? Bu derse de gereksinmemiz var çünkü.
Evet. Sizin de bildiğiniz gibi ben çok okumaya çalışan biriyim. Hatta öldüğümde suyumun o kitaplarla ısıtılacağım bilirsin. Şaka bir tarafa ben Öğretmen okulundaki öğretmenlerimden ve arkadaşlarım¬dan bu alışkanlığı aldım ve devam ettiriyorum. Ama okuma olayı ülkemizde çok yaygın değildir.Bizler daha çok dinlemeyi yeğleriz. Yani birisi okusun ve bize anlatsın.Emek harcamadan sonuca varmak istiyoruz. Bu da bizi birilerine bağımlı kılıyor ve o egemen oluyor. Gelsin bizi kurtarsın gibi.Bir de yapılan yasaklar, kitap yakmalar, okuyana biraz ters bakmak vs. böylece olunca okuyamn sayısı az oluyor. Ama istenirse aile bunu verebiliyor. Ben torunuma her güne bir masal kitabı aldım. Ona her akşam bir masal okunuyor. Sonuçta o da kitap okumaya başladı. Son olarak Sunay Akm'ı dinleyince daha çok okuyup araştırma heveslisi oldu. Yani örnekleri sağlam. Tabiî ki okuldaki öğretmenlerinin de bunda payları çok. Okumak beni önce insan soma birey ve de bağımlılıktan kurtardı. Evrensel düşünmeme neden oldu. Hoşgörülü bakmama ve içimdeki sevgiyi herkesle paylaşmama neden oldu. Bunlar da insanın gelişimi için yeterlidir bence.Ondan sorası kendiliğinde oluşur.
Nadir ve olağanüstü (hatta rüya gibi) bir gerçeklik olarak var olan dansı diğer ilçelerimizin ve hatta illerimizin başına- Bursa Mustafakemalpaşa Kültür ve Sanat Derneği'nin Başkamsın. Derneğin kuruluş öyküsünü anlatır mısın? Kimler yanında oldu, hangi güzel insanlar, hangi düş ustaları?
Mustafakemalpaşa ya Orhaneli'nden siyasi nedenler bahane edilerek sürüldüm. İyi ki sürülmüşüm. Bu güzel ilçede 1984 yılından beridir çalışıyorum. Emekli olmama rağmen hala çalışıyorum. Gördük ki bu güzel ilçenin bazı eksiklikleri var. Kültürel çalışmalar yok dene-cek kadar az ve bazı yıllar hiç yok. Araştırdık baktık bu ilçede yıllar önce hakevleri vasıtasıyla çok çeşitli kültürel etkinlikler yapıl-mış ve başarılmıştır. Yani ilçemizde bir çekirdek var. Biz buradan hareketle yola çıktık ve kolları sıvadık. 1997 yılının 12 Nisanında bir avuç insanla demeğimizi kurduk, ilçemiz insanına tanıttık. Yolculuk Hülya Aksu, Yücel Kaydı, Aysel Pmar, Muhterem Gümüş, Halil Değer, Hanife Yılmaz'la başladı ve onuncu yıla ulaştı. Bu yıl içinde 10. yılı-mızı kutladık ve bir dergi (Patikalar) ile taçlandırdık.
Bu dernek aracılığıyla yıllardır Mustafakemalpaşa'ya gerçek anlamda ve küçümsenemeyecek düzeyde ışık taşıyorsun(uz).
On yıldır böyle. Bu süre içinde hangi alanlarda kıvılcımlar çaktın(ız), hangi mumları yaktın(ız)?
Geniş yelpazedeki çalışmalarınızın altım çizmek için sorduğum bu sorumu Mustafakemalpaşa tarihi, folklörü ve edebiyat, resim, müzik, söyleşi, tiyatro, sinema, kitap imzası gibi başlıklar altında sınıflandırarak verirsen daha görsel olur...
Demek aracılığı ile 10 yıl içinde ilçemizde kültürel alanda elimizden gelinin en iyisini yapmaya çalıştık. 10 yıl içinde her yıl düzenli olarak Türk halk müziği konseri düzenledik. Yine her yıl kendi bünyemizde hazırladığımız tiyatro eserlerini ilçe halkına sunduk.(yirmi tiyatro eseri) Bir araştırma kitabı hazırladık (İsmail Hakkı Şenpamukçu). Patikalar dergisini çıkardık. Resim sergileri düzenledik. Türkiye nin tanınmış tiyatro gruplarım ve oyuncularını ilçemizde ağırlayarak onların M.K.Paşa halkı ile buluşmasını sağla-dık. Kitap imza günleri düzenleyerek sizin de içinde bulunduğunuz bir çok şair ve yazarı ilçe okurları ile buluşturduk. Halk Müziği dalında çalışmalar yaptık. Erkan Oğur-İsmail Hakkı Demircioğlu, Sabahat Akkiraz gibi isimleri ilçemize taşıdık. Türk Pop müziğinden Feridun Düzağaç ve Murat Yılmaz Yıldırım gibi sanatçıları sevenleri ile buluşturduk.
Olağanüstü bir çaba ve kutsal bir ürün daha:PATİKALAR. Bir düş gibi, ama düş değil! Derginizin adı bu ve 10. yılınızda ilk sayısını yayımladınız. Ne güzel!... Ah şu Mustafakemalpaşa gerçekten çok şanslı! Koskocaman Bursa'da bile yalnızca iki-üç yazm- sanat dergisi çıkarken... Patikalar'la ilgili olarak da bilgi vermeni istiyorum.
Patikalar dergisi hem bizim için hem de ilçemiz için çok önemli bir kültür sanat olayıdır. Bu dergiyi çıkarırken bu kadar ilgi göreceğini ve sevileceğini ummuyorduk. Amacımıza ulaştık. Tabiî ki dergiyi çıkarmadan önce neler yapabileceğimizi ve derginin içeriği hakkında nasıl bir yol izleyeceğimizi arkadaşlarımızla uzun uzun tartıştık. Dergi formatmı çerçeve olarak çizdik. Derginin içeriğini; ilçemizdeki sanat olayları, yazılıp çizilip gün ışığına çıkmayan yazılar, ilçemizde kültüre gönül vermiş kişilerin, köylerimizin tanıtımı ve her ay bir söyleşinin yayımlanması olarak belirledik. Bundan sonrası okurların işi, eleştirileriyle yolumuzu daha iyi görmemizi sağlayabilirler.
Mustafakemalpaşa'da yaşayanlar siz ve derneğiniz sayesinde ne kadar şanslı olduklarını biliyorlar mı? Biliyorlarsa bunu size nasıl yansıtıyorlar?
İlçemiz halkı bize ellerinden gelen desteği veriyor, çalışmalarımızı takdir ediyorlar. Bu on yıl içende birçok konuda olumlu gelişmeler sergilediler. Tiyatro seyircisinin nasıl olması gerektiğini çok iyi algıladılar ve bunu yaşıyorlar. Gelen tüm konuklarımız bunu hem izleyenlere, hem de bize söylüyorlar. Demeğimiz sayesinde İlçemiz dışardan özelikle kültür merkezi olan İstanbul da çok konuşuluyor. Mustafakemalpaşa denince hemen olumlu görüş belirtip geliyorlar.. Buda bizi etkiliyor. Mustafakemalpaşalı dostlarımız hep yanımızda oldular, onlara teşekkür ediyomm.
Derneğin 10. yıl etkinliklerinde (ki gerçek bir sanat şöleniydi) ben de tanık oldum ki, kutsal ve olağanüstü özverilerinizle hem Mustafakemalpaşa, hem Bursa, hem de ülkemiz adına nitelik ve nicelik olarak çok ciddi çalışmalara imza atmış, neredeyse bir kültür oluşturmuşsunuz. Bunun anlamı nedir sence?
Bunun anlamı şudur: İnsanımıza doğru, içten hilesiz, güvenerek yaklaşıldığında, nitelikli ürünler sunulduğunda kabul ediyorlar. Biz bunu ilçemizde yaşayanlarla birlikte yaşadık ve onların sayesinde başardık. Bence bu çok anlamlı. On yıl önce bu yolculuğa çıkarken bize başaramazsınız diyenler olmuştu... Oysa bugün bütün bu çabalarımızın başarısını yaşıyor, gururunu duyuyoruz.
Bundan sonra neler var amaçladığınız ve planladığınız?
İçimde ukte olan iki şeyi başarmak istiyoruz. Bunlardan biri ilçemizin ve çevresinin tanıtımını amaçlı bilimsel bir çalışma yapmak; diğeri de, yine ilçemizi tanıtıcı bir kitap hazırlamaktır. Bunların dışmda ilçemizi bir kültür şehri yapmak, bunun için gerekli altyapının oluşması için çaba harcamak ve sonuçlandırmak istiyoruz. Bu bağlamda,kültürel ve sanatsal çalışmalarımız her zamanki gibi devam edecektir.
Işığınız bol olsun sevgili Kekil Şimşek ve sevginin sevgili havarileri!
Çok teşekkür ediyorum bana bu imkanı verdiğiniz için. Bu çalışmalarımızda sizin gibi dostlan hep yanımızda gördük ve desteklerinizi aldık.onun içinde sonsuz teşekkürler.
Bursa Kültür Bülteni(Dergisi), Haziran-Temmuz 2007, sayı:13
Bursa Tüyap Söyleşileri 1.
CEMİL KAVUKÇU’YLA
ÖYKÜ TADINDA...
Uzun yıllar boyunca Bursa’nın en uzak köyleri de dahil olmak üzere,özellikle Uludağ seddinin arkasındaki Orhaneli köylerinde öğretmenlik yapmış, Bursa’nın soluğunu oralarda da duymuş,almış, vermiş; kokusunu uzak da olsa oralardan da solumuş bir öğretmen olarak; o yıllardan beri; beş yıllık yurtdışı görevimin dışında, hep Bursa’da yaşadım, Bursa’da yazdım, Bursa’yı yazdım. Bursalı olmak, ya da Bursa’da yaşamak gerçekten bir ayrıcalık. Hele de Bursa’yı yazmak... Böylesi yazarlarımızdan biri de “gerçek bir Bursalı” olan Cemil Kavukçu’dur.
Cemil Kavukçu, son dönem öykü sanatımızın tahtına hakkıyla oturmuş, ürettiği sekiz kitabından yedisini öykü sanatına ayırmış, Bursa’mızın gururu, onuru ve ülkemiz öykücülüğünün de temel yapı taşlarından birisidir.
Ş. AKBABA: Sevgili Cemil Kavukçu İnegöl’den başlayarak yazın serüveninizden söz eder misiniz biraz?
C.KAVUKÇU:İnsanlar çocukken, ya da gençliklerinde ileride ne olacaklarına pek karar veremezler. Ben de hiçbir zaman yazar olacağım diye hayata başlamadım. Hatta çocukken “şoför” olmak istemiştim. Çünkü babam şofördü ve şoförlerin kullandıkları araca hakim olduklarını görüyordum. Ama şoför olamadım. Daha sonra bir sinema merakı başladı. Belki de öykücülüğümün ilk temeli buradan geliyordur. Lisedeyken ressam olmak düşümdü. Daha sonra hiç aklımda olmayan bir meslek sahibi oldum:Jeofizik Mühendisi. Tamamen tesadüftü. Buraya kadar edebiyat yok. Yalnız ben çocukluğumdan beri iyi bir okurum. Roman okumayı severdim. Çeviri romanları okurdum. Üniversite yıllarıydı, Oğuz Atay’ın “Tutunamayanlar”ını okumuştum. Beni çok etkilemişti. Bunun üzerine ben de bir şeyler yazmak istedim. Roman yazmayı denedim. Olmadı, öykü yazmaya başladım. Yazıyorum da, nasıl kitaplaşacağını bilmiyorum. O arada Yaba Yayınları’nın sahibi Aydın Doğan’ın kitap yayımladığını duydum.Gittim, “basarız, ama masraflarını siz karşılayacaksınız,”dedi. Kabul ettim, taksit yaptık. Kapağını da arkadaşım yaptı. Tek renk kapaklı, tipo baskı... İlk kitabım böyle çıktı...1987 yılında “PATİKA” isimli bir dosyamla Yaşar Nabi Nayır Öykü Ödülü yarışmasına katıldım. O dosyam ödül aldı.
Ş.AKBABA: Okuyucularınızla paylaşalım. Bu ödülü ve kitabıyla Cemil Kavukçu öykücülüğünü onaylatmış oluyor...
C.KAVUKÇU:Ama ne bu ödül de bu kitap şansımı değiştirmedi. Yıllardır Varlık Dergisi’nde yazıyordum, kitabımı da yayımlatmak istiyordum,ama olmuyordu. Ödülü alınca hem benimle bir söyleşi yaptılar, hem de kitabımı yayımladılar. Artık dedim herhalde makus talihim değişti. Kitabım artık oralarda, İstanbul’da... Ama öyle olmadı. Okurun ilgisi sağlanamadı. “TEMMUZ SUÇLU dosyamı hazırladım, Varlık’a gittim, “öykü satmıyor”, diyerek geri çevirdiler.
Ş.AKBABA:YAZIT diye bir dergi çıkarmaya durdunuz, ama bir süre sonra oldukça ağır bir yazı yayımlayarak Yazıt’tan da ayrıldınız ve uzun bir süre yazmadınız, ortalarda görünmediniz. Yazıya küstünüz.
C.KAVUKÇU: Hem de kitapçılara bile gitmemecesine. Ama çok okuyorum. Bir de şu var: Ne kadar “bıraktım” deseniz de, bırakamıyorsunuz. O arada öyküler geliyor, birikiyor. UZAK NOKTALARA DOĞRU böyle oluştu. Oluştu ama ben bunu ne yapacağım. Kendim de yayımlamam. En iyisi İstanbul’u denemek. Dosyamı Yapı Kredi, İletişim, Metis ve Can Yayınları’na gönderdim. Hepsi de, acele etme, elimizde çok dosya var, okunacak diye yazıyor. İlk üçünden olumsuz yanıtlar geldi, Can’ı bekliyorum, ama umudum da yok.
Ş.AKBABA:Rus ruleti gibi bir durum mu?
C.KAVUKÇU: Evet, ilk üç tetik çekildi, boş. Namluda tek kurşun kaldı. O zaman Can’da Özdemir İnce yetkili. “Önce Türkçe öğren!” diye yazıyormuş dosya sahiplerine. Hasan Ali Toptaş da böyle demez mi?... Telefonunu verdi,ara dedi. Aradım. Haa okudum” dedi. Ardından da “beğenmedim” diyecek diye düşündüm. “Beğendim,” demiş, ama ben yine de onu “beğenmedim” diye anlamışım. Uzak Noktalara Doğru’yu da göndermiştim, onu da beğenmiş. “İkisini de Erdal Öz’e gönderiyorum, yayımlanacak” dedi. Çok sevindim. Kitaplarım oradan çıkınca öykü hayatım değişti. O arada “Sait Faik Öykü Ödülü”nü de aldım.
Ş.AKBABA.Evet, Uzak Dünyalara Doğru’yla 1996 Sait Faik Öykü Ödülü... Ki bu önemli bir ödül. Bu kez Cemil kavukçu yazın dünyasından ikinci onayını almış oluyor.
C.KAVUKÇU:Çok hoş tabii. Çünkü beni okuduğum öyküleriyle öyküye özendiren yazardır Sait Faik. Ondan sonrası zaten geldi.
Ş.AKBABA: Sırasıyla tanıtalım mı?
C.KAVUKÇU: Sonra YALNIZ UYUYANLAR İÇİN. Dördüncü kitabım ve üçüncü baskısı... BİLİNEN BİR SOKAKTA KAYBOLMAK;yine Can’dan ikinci baskısı... Sonra araya bir roman girdi:DÖNÜŞ. İlk romanım,altıcı kitabım. Sonra DÖRT DUVAR BEŞ PENCERE:Yine Can’dan ikici baskısı ve yedinci kitabım... Sekizincisi:GEMİLER DE AĞLARMIŞ.
Ş.AKBABA: Fethi Naci, “cemil Kavukçu neye dokunsa öykü oluyor” mu demişti?... Öyleyse öykünün ne olup olmadığını anlatır mısınız biraz?
C.KAVUKÇU: Öykü yaşamla çok içiçe bir yazınsal tür. Çünkü hayattan bir kesit alıyorsunuz.Onu yeniden kurmuyorsunuz, dönüştürüyorsunuz. Romandan farkı da sanıyorum bu. Öyküde bir trajik yan, insanın içini cızırtadacak bir şey olmalı diye düşünüyorum. Romanda böyle değil, her şeyi baştan belirliyorsunuz. Bu bana pek heyecan vermiyor. Bilmeden keyifli çalışmak ancak öyküde mümkün. Bütün bu nedenlerden olacak bu kadar çok öykü be bir tanecik roman var.
Ş.AKBABA: Vasili Şukşin diyor ki, “öykü mü yazıyorsunuz, kaleminizi mutlaka gerçeğin içine batırın.” Çehov’un öyküyle ilgili bir sözü de çok ünlüdür:” Öykünüzde bir tüfek varsa, mutlaka patlamalı.” Siz bunlara katılıyor musunuz? Bu yaklaşımların sizin öykü anlayışınızla bir bağı var mı?
C.KAVUKÇU: Öyküde ayrıntı seçimi çok önemlidir. İşlevsel olmayan bir ayrıntıyı öyküye koyduğunuz zaman,öyküye yük olabiliyor. Şöyle düşünüyorum; öyküden bir cümleyi çekip alsak, o cümle olmadan okusak, anlam değişmiyorsa, o orada fazlalıktır; değişiyorsa o cümle orada olmalıdır. Çehov’un söylediğine gelince, yazar duvarda asılı bir tüfekten söz etmişse, o tüfeğe dönmelidir. Çehov öykücülerin başöğretmenidir. Benim için öyledir. Ondan çok şey öğrendim.
Ş.AKBABA:Sanatın, özelde de öykünün yaşamla bağı nedir, nasıldır? Sanat yaşama müdahele eder mi, etmeli mi?
C.KAVUKÇU: Ben yaşama müdahele etmeyi hiçbir zaman düşünmedim. Böyle bir şey de yapamam zaten. Yaşama müdahele edemem. Kendi yaşamıma bile müdahele edemem.Çünkü ben sadece yaşamın içinden algıladıklarımı edebiyatın potası içinde yeniden üreterek dışa vurabilirim. Bu da yaşamın kendisidir aslında.
Ş.AKBABA: Yapıtlarınızın Bursa’yla bağı üzerinde de biraz duralım mı?
C.KAVUKÇU: İnegöl ve Uludağ yapıtlarımda yer alıyor ellbet, ama Bursa’yla ilgili yalnızca Patika’da değini var. Yani Bursa baskın değil. “Yalnız Uyuyanlar”,”Patika” ve “Gemiler De Ağlarmış” dışındaki diğer kitaplarımın hemen hepsinde İnegöl var.
Ş.AKBABA:Birazcık da “Dönüş” adlı romanınıza değinelim mi?
C.KAVUKÇU: 12 Eylül sonrasında bilinçli olarak yapılan “depolitizasyon” dönemi önemli. O dönemin meyveleri şimdilerde toplanıyor. Bu kuşak çocuklardır her şeyden kopuk yaşıyorlar. Asıl bu dönemde aydınların, sanatçıların, düşünürlerin dikkatli biçimde bu olgunun üzerine gitmesi, toplumu bu çürümüşlükten kurtarması gerekiyor. Bir biçimde bu bataklıktan çıkmalıyız artık. Televizyonları görüyorsunuz. Televolelerden dizilere; müthiş bir basitlik... O hale getirilmiş. “Dönüş” romanı, kasaba yoğun bir romandır. Vedat’ın özellikle bir yenilginin ardından kendini toparlamaya çalışmasını konu alır. Yani konu, dönem değil, dönemim kişi üzerindeki tahribatıdır. Dönem arka plandadır.
Ş.AKBABA:Teşekkürler Cemil kavukçu, öykülerinize bereket.
C.KAVUKÇU:Ben de teşekkür ederim.
Bursa Kültür Bülteni(Dergisi)