Örneklerle



Yüklə 5,79 Mb.
səhifə39/58
tarix31.10.2017
ölçüsü5,79 Mb.
#23511
növüYazı
1   ...   35   36   37   38   39   40   41   42   ...   58

Yalın dilin ve yaşamdan damıtılarak üretilen imgelerin gücü şiirin dirim yanına götürüyor okuru, orada yaşamla bağını sağlamlaştırıyor ve yaşananların nedenli dillendirilmeye gereksinmesi olduğunu sezdirerek şiirde okurun kendisini bulmasına, şiire ısınmasına, ona sahip çıkmasına yol açıyor. Sanatın sanatsal etkisi dışında; gizemli, güçlü ve işe yarayan yanıdır bu; şiirle bile başarılabilen. Toplumsal bir olgu olarak şiirin ötelenmesindeki öznel nedenlerin içinde vebali olmayan bir şair Özlem Tezcan Dertsiz. Gitsem Güz şiirleri için de geçerliydi bu yargım.

Ondaki bu özellik, erkek egemen emperyalist-kapitalist sistemde “kadın” olgusuna dair duyarlığının da kaynağı oluyor ve bu olgu şiirinin kadına dair enstantanelerinde derin ve acıklı bir sızı olarak duyumsanıyor. “Kalbinden korkan erkekler alkışlıyor/ kozmetik gülüşlü kızlar senfonisini”(s.10). Kitabın en az on noktasından sızan bu acı “tenimin her köşesinde tren rayları”(s.17), “vuruldu, bıçaklandı töre kuşları”(s.18), “bir kadının yalnızlığını gizliyor eldivenleri”(s.23), “güzel kadın adları, vahşet burcunda”(s.24), “taramak, uzun bahar şarkılarıyla,/saçlarını töreye kaptıran kadınları”(s.28), “hiçbir çiçeğimin adını Leyla koymadım”(s.34) gibi dizelerin yanında “kağıt mendilleri ağıdı”(s.25), “yırtık harita”(s.28) ve “kan tınıları”(s.42) başlıklı şiirlerde de bu duyarlığın derin izleri var. Bu son şiirdeki izlek dizelerini alıntılamadan geçemeyeceğim: “yüksükler korurdu hani aşktan, savaştan/ kalbimde bunca iğne dikiş bilmem diye mi?/…/doğulu şimşek törelerle tutuşturmuş ormanı”(s.42), “yara falı”ma bak Zeynep, anlat bana içimi”(s.43) ve “Elsa’ya ne anlatıyor gecelerdir Züleyha”(s.44)

Sömürüye dayanan saltanatlarını sürdürebilmek için evrensel düzlemde suç işleyen toplumsal canilerin cinnetleriyle yanıp yıkılan ülkeler, acı çeken kitleler ve bireyler de onun şiirinde nesnel unsurlar ve yaşamsal imgeler olarak yer almaktadırlar: “Hiroşima’yı ağlayan omzumda, hıçkıran Felluce mi?”(s.7) gibi dizeler ve “ak/asya” başlıklı şiir gibi…

Kitabın üçüncü bölümü olan Ay Tınıları’na gelince… Bu bölümdeki şiirlerin her bölümüne ilginç bir isim vererek hem biçim arayışı anlamında varsıllaştırmış şiirini hem de anlam. Aşk Tınıları başlıklı şiirin bölüm başlıkları; “tan”, “ten”, “tün”, “tin”; Sus Tınıları’nın bölüm başlıkları da “ses”,”söz”, “sis”, “sus” gibi tek heceli, “s” ve “t” harfinin tınılarıyla varsıllaşmış sözcüklerdir. Bu şiirlerin bir diğer biçimsel özelliği de her bölümün dört artı bir dizeden oluşmasıdır. Özellikle son tek dizeler oldukça yoğun ve özge. “biraz daha ‘penceredenayabakançocuk’ kalsaydım”(s.37) gibi. Bu dizelerden birkaç örnek daha vermek gerekirse: “bir gemi gönüllü bağlanır ıssız limana”(s.38), “çat kapı gelen ilkyaz yüzüme yerleşiyor”(s.39), “gülkurusu bir duvar aşk diyen ellerime”(s.40), “serseri bir pıhtı geldi tıkadı nehri”(s.42).

Özlem Tezcan Dertsiz’in dili ve anlatımı dupduru. Şiirleri yalın. Bu iki özellik bir araya getirebildiği için şiirleri zevkle okunuyor. Öte yandan şiirlerinde öyküleme ağır basıyor, ama şiirleri sığlaştırmıyor. Sözcük yükü de fazla… Doğrusu şiirlerinin bu özelliği de şiir sanatından ödün anlamına gelmiyor.

Faili Mecnun, faili meçhul çağrışımıyla bambaşka bir işlev de veriyor kanısındayım. Sürekli kanayan o yaramızı gündemde tutuyor. Bir şiir kitabının böylesi bir nesnelliği şiir öznelliğinde başarmış olması ve bunu adıyla yapması bile başlı başına bir şiirsellik.

Faili Mecnun ilginç bir şiir kitabı.

AFŞAR ÇELİK

EPRİMİŞ HİKÂYELER

“Eprimiş Hikâyeler”, klasik-modern karışımı, her an bir sürprize kapı aralayan, konuşma dilini dil edinmiş ve ona estetik değer katmış sevimli öyküleriyle, öykü sanatı ve yazarı bağlamında iyi bir kazanım.

Kitapta, yazınımızda unutulmaya terkedilmiş ‘gerçek’ insanın, sürekli olarak ona karşı olmuş devlet düzeninin, bu düzenin doğasından gelen bürokrasi oyunlarının derin gizlerini irdelemeye durmuş; sahipsiz, arkasız, tabansız her şeyin ve herkesin dertlerini dert edinmiş; fantastik yapılarla gerçeği, tarihsellikle günceli harmanlayarak yepyeni sonuçlar üretebilmiş; sosyal yaşamdan, politikadan, ekonomiden, psikolojiden haberdar sanat anlayışına doğru evrilen yazınımızdaki toparlanma döneminin, akıcı, içtenlikli öykü örnekleri yer almaktadır.

“Yeni Yolların İzinde” başlıklı öyküde “Sallana sallana şoseyi geçecekken… Memeleri sarkmış, yorgun bir it”in trajik sonu toplumsal cinnetin, sadistik yayılmanın, ego beslemesinin; son tümcesiyse sanatın, dilin anlatım olanaklarının işareti: “Parmağımı kanına batırdım, bir kayanın bağrına o haç gibi işareti çaktım kırmızının en hasıyla! “Can kırmızısıdır bu ağalar, başka şeye benzemez! Alın size yol işareti!” dedim, bastım, gittim.”

Üzümü, “İçinden ışık geçen o nefis şey” olarak betimleyen, Piyanist Yuri’yle, sokak köpeğinin acısını acısı gibi yaşa-t-y-abilen öykücü Afşar Çelik umut veriyor.
(Kurgu Yayaınları’ndan çıkan kitabın arka kapak yazısıdır.)


HAYVANLARIN SESSİZ DÜNYASI
Marian Stamp Dawkins'in, hayvanların zihninde nelerin olup bittiğine ilişkin bir keşif gezisi.

Yazar biyolojinin en heyecan verici girişimlerinden birini üstlenirken, bu alanda bilimsel yaklaşımdan ayrılmadan yol alınabileceğini de gösteriyor.

Vervet maymunlarının özel sesler çıkararak aralarında iletişim kurduklarını; örneğin yılanlar, leoparlar ve avcı kartallar için ayrı ayrı ve herbirine özel uyarı seslerine sahip olduklarını; dört değişik hırlama biçimiyle içinde bulundukları koşulları diğer arkadaşlarına anlatabildiklerini somut örneklerle öğrenebiliyoruz.

Devekuşunun yumurtalarının yerini değiştirsek bile onların her birini tek tek tanıdıklarını, ayırt edebildiklerini; geyiklerin boynuz yapısı dışında böğürme sayısıyla güç gösterisi yaptıklarını ve bunun diğer geyiklerce açık-seçik algılanabildiğini; orman tavuğu dişilerinin erkeklerini önce kavgaya kışkırtarak, sonra da kavgadaki başarısını değerlendirerek seçtiklerini; farelerin kültürel yaratıklar olduğunu, deneyimlerden oldukça yararlandıklarını biliyor muyuz?

Serçelerin, vampir yarasalarının,a tların, zebraların, sırtlanların, şempanzelerin, babunların,arıların, güvercinlerin,Papağan Alex'in ve diğer birçok hayvanın gizli, gizemli dünyasına mı girmek istiyorsunuz; yolculuğunuz ilginçliklerle dolu mu olsun istiyorsunuz bu kitabı okuyun, eğlenin, öğrenin...

Aptal sandığımız hayvanların ne kadar bilinçli,(’’kızdığınız insana “hayvan” diye bağırmanın hayvanlara hakaret) olduğunu anlamak, doğaya bakış açınızı bile değiştirebilir.




Bursa Kültür Bülteni(Dergisi), Kasım 2004, sayı: 9

ALIÇ AĞACI İLE SOHBETLER

Bitki sosyolojisi anabilim dalının ülkemizdekr\ kurucusu olan Prof.Dr. Hikmet Birand'ın yazdığı bu kitabı, bir yolunu bulup bütün Türkiye insanına okutmalı.Çünkü o zaman insanımızın ülkemizin dağlarına, ormanlarına, bitki örtüsüne bakış açısında devrim niteliğinde değişiklikler olabilir. O zaman insanımız ülkemizi çok daha farklı bir gözle görebilir.

İnanılmaz bir doğa zengini, bitki zengini çünkü ülkemiz.

İlk kez 1968 yılında yayınlanan bu kitap bitkilerin yaşadıkları ortam ve birbiriyle olan ilişkilerinin yanında Türkiye'nin bitki örtüsü ve toprak yapısı, erozyon, bitkilerin kara yaşamına geçişi gibi oldukça karışık sayılabilecek konular ilköğretim çağı öğrencilerinin bile anlayabileceği yalın bir dille anlatılmaktadır.

En önemlisi de de alıç ağacı!. Hani Ankara'ya doğru yolunuz düştüğünde; uzak tepelerin başında, boz bir yamaçta, ya da büyük bir tarlanın ortasında, yemyeşil ve bir şemsiye gibi genişleyerek yayılan dallarıyla güzelliğin yalnız simgesi gibi duran, bir ağaç görürsünüz. Soyu tükenmiş alıç ağacıdır o!

Siz solucanların toprak açısından önemini biliyor musunuz? Hem de ne çok önemli olduğunu!... Kaktüs-su ilişkisini? “Beyazların ayak izi” öyküsü ne kadar ilginç bir bitki öyküsüymüş meğer! Devedikeninin kökü sizce kaç metre olabilir? İki, üç,beş?... Sekiz, on iki, on beş? Bilemediniz... Uludağ’ın bitki örtüsüyle ilgili bir soruyla karşılaşsanız ve dişe dokunur bir yanıt veremezseniz, bir Bursalı olarak nasıl duyumsarsınız; yüzünüzün hali ne olur?

İyisi mi;”Alıç Ağacı İle Sohbetler”i okuyun! Hem de hemen!

Bursa Kültür Bülteni(Dergisi), Kasım 2004, sayı: 9

DENEMELER

2006 ÖYKÜ BİLDİRİSİ’NDE

TARIK DURSUN K. ÖYKÜCÜLÜĞÜNÜN İPUÇLARI

Diğer bir deyişle; Tarık Dursun K.’nın öyküye dair altmış yıllık ilkeler bildirisi.

Hikâye denince, aklımıza...

2006 yılındayız ve “Hikâye” diyor Tarık Dursun K. “Öykü” demiyor. Hikâye, öykü ayrımı üzerine yoğun tartışmaların olduğu bir dönemde yazdığı bu bildirisinde bilinçli olarak bu kavramı kullanıyor.

Hikâye denince nedir aklınıza gelen? Yine hikâye, değil mi? Bugün dünyamızda yaşayan ne kadar insan varsa, (yani, milyarlarca insan) bir o kadar da hikâye yaşıyor, birbirine hikâye anlatıyor.” Tarık Dursun K. da öyle yapmaya çalışıyor zaten. Sanki yeryüzündeki insanlarının tümünün öyküsünü yazmak için yazıyor. Bütün kitapları, bütün öyküleri onun bu sözlerinin kanıtıdır.

Evet, fazlası var, eksiği yok, günün yirmi dört saatinde hepimiz hikâye yaşıyoruz ve bunu da her önümüze çıkana, her karşımıza gelene (kimi kez yakınarak, kimi kez acındırarak, kimi kez de hafif kıskandırmalarla) anlatıyoruz.” “Bağrıyanık Ömer ile Güzel Zeynep” yazarın öyküye dair deneyimlerinden damıttığı bu sözlerine en güzel örnektir. Çünkü bu öykü ve daha birçok öyküsü gerçekten de gündelik yaşama dair malzemelerden ve insana dair ayrıntılardan oluşturulmuştur.

Biliyor musun, dün gece eve giderken başıma ne geldi?”

İşte size bir hikâye girişi.... Arkası inanılmaz bir zincirden boşanmışlık içinde gelecektir. Anlatıldığı gibi öylesi bir olay gerçekten anlatanın başına gelmiş midir? Yoksa bir kurgulama, bir yakıştırma mıdır? Ayrıca, kendini önemsetmek için cilalanmış bir balon da olamaz mı?



Şunu demeye getiriyorum; hikâye, doğduğumuzdan ölümümüze dek bizim bir yaşam parçamız.” Tarık Dursun K.’nın bu sözlerini okuduğum an Vasili Şukşin’in sözlerini anımsadım: “Öykü mü yazmak istiyorsunuz? Kaleminizi gerçeğin taa içine batırın.” İnsanoğlu kelimeleri bir bir öğrenerek onları arka arkaya sıralayıp konuşmaya başladığında, ilk kimi bulmuşsa ona hikâye anlatmıştır, eminim.” Tarık Dursun K. demek istiyor ki; çocuklar da öykü yaşar ve yazarlar. Onlar iyi öyküseverlerdir. Onlar için öyküler yazılmalıdır. Nitekim Milliyet Yayınları Çocuk Dizisini yönettiği yıllarda, ünlü yazarları çocuklar için yazmaya davet etmiş, özendirmiştir. Bu yüzden, çocuk yazını bağlamında Tarık Dursun K.’ya minnet borcumuz var. Çünkü çocukluğu olmayan yazın ve sanatın büyüklüğü de olmaz. Kısacası şu ki, yazarlar çocuklar için de yazmazlarsa, en güzel yapıtları üretmiş olsalar bile, gelecekte okur bulamayacaklar. Şayet dinletecek birini bulamamışsa, suda vuran yansımasına konuşmuş, ona hikâye anlatmıştır. Bundan da eminim. Bu sözleriyle Tarık Dursun K.’nın genelde sanatın, özelde de şu andaki ilgi alanımız olan öykünün temel sorunlarından birine vurgu yaptığına inanıyorum: İçtenlik… Sanatın Öyküsü’nün yazarı Gombric, Albrecht Dürer’in “Anne” adlı eskizi için şöyle yazıyor kitabında: “salt yansıttığı içtenliği nedeniyle bile gerçek bir sanat yapıtıdır.” Karanfilli Hikâyeler bir de bu gözle okunmalıdır. O zaman Tarık Dursun K.’nın nasıl içtenlikli bir öykücü olduğu bir kez daha derinliğine algılanmış olur.

Hikâye anlatmak kolaydır. Sizden (anlatırken) hayatın gerçeklerine tanıklık etmiş olmanızı ne ister, ne de bekler.



Her “ şey” hikâye midir? Hikâye olabilir mi?” Hepsi Hikaye diyor ya zaten. Üstelik kitabına da bu adı veriyor. “Ustaların örneklemeleri bunun pekala da olabileceğini göstermez mi bize? Ama, hadi oturun, alın elinize kalemi, yazın bakalım sizce de o “şey” olanın hikâyesini. İnat ve direnme çözüm olmaktan çok uzaktır. Hikâyeyi yazmak, o “şey” i hikâyeye dönüştürmek, ancak hikâyeciye vergidir.

Hikâyeci olmak kolay mı, hikâye yazmak kolay mı?” Hasangiller adlı kitabındaki öykülerini göz önüne alarak onun şu yargısını düşünmenizi isterim: Hikâye yazmak, tıpkı şiir yazmak gibi bireysel bir iştir. Kuşkusuz, kimse hikâyeciye zor kullanarak hikâye yazdırmıyor. Giderek ustalık kazanmış bir hikâyeci, o ustalığın yanı sıra olaylara, eşyaya, dünyaya ve insan kendine özgü bir bakışın sahibidir elbet. ““İmbatla Dol Kalbim’i anlatıyor sanki bu sözleriyle. (kıyı kenti, çocukluk, gençlik, yitik aşklar, güçlü dostluklar…)

Hikâyeci kim için yazar peki? Kendi için. Buna da katılıyorum. Önce kendi, sonra da başkaları için de yazar. Kendimizi, insanları, olayları ortak duygulara sahip olduğunu sandığı okurlar için yazar ve yayınlar. Hikâyeci, okuru kendisiyle ortak duyguların sahibi beller.” Kentlerin, değişik mesleklerden ve sanat alanlarından insanların ve İzmirli gençlik önderlerinin insan olmayı anımsatan ortak paydasıdır Geçti Akşam Suları’ndaki duygular, yaşantılar. Göl Hafif Çalkantılı Olacak adlı yapıtı da yine bu yanıyla öne çıkıyor.

Çünkü o, okuruna karşı ondaki hayat özüne bakışı, duyuşu çoğaltmakla, yaygınlaştırmakla yükümlüdür.” “Evlere Şenlik” bu bağlamda iyi bir örnek. Çünkü bu kitaptaki öykülerinde Tarık Dursun K., gençlik olgusunun özüne inebiliyor, gençlik duyuşunu ve bakış açısını öykülerine içselleştiriyor, gençliğin hayat özüne bakışını en iyi biçimde çözümlüyor.

Bana sorarsanız, hikâyede anlatılan bir “an” dır, bir anıdır, bir hayat gözlemidir. Çünkü kısa hikâye; yaşantıları, yaşanan anları verir okura. İçinde düşler de vardır, düşlemeler de.



Anlatırlar; Çehov, bir gün bana gelip “ şu kül tablası üzerine bir yazı yaz deseler, yazarım” demiş. “

Evet bir kül tablası ve Çehov, bir kül tablasından bir hikâye çıkaracak ya da onu hikâyeleştirecek kadar ustasıydı işinin.



Her şeyden bir hikâye çıkar, tamam, kabul de onu yapacak kişinin hikâye anlatan değil, hikâye yazan olması gerekir.” Yazmak, eni konu dilsel bir eylemdir. Ama en özgün, en estetik ve en doğru haliyle. “Aşk Allahaısmarladık” öyküleri dilimizin nedenli ustalıkla kullanıldığının, dilimize dair gizemli güzelliğin nasıl eşsiz bir lezzete dönüştürüldüğünün en iyi örneklerindendir. “Güzel Avrat Otu”nun tam da bu özelliği nedeniyle1961 TDK Ödülü aldığını da yeri gelmişken belirtmeliyim.

İnsana hayatı boyunca sevincine, kaygısına, sevgisine, düşmanlığına, ezilmesine ve ezdirmesine, hak yemişliğine ve haksızlığa uğramışlığına, mutluluğuna ve mutsuzluğuna hikâye kadar tanıklık etmiş bir edebiyat türü daha yoktur.” Gerçekten de onun öyküleri doğaya, insana, topluma dair sayısız izlek ve imgelerle varsıl öykülerdir. Eşyanın binbir hali, nesnenin olağanüstü kişilik kazanmış tavrı okurunu derin gözlemlerden gelen görkemli, büyüleyici bir atmosfere çekmekte ve gözünü de gönlünü de doyurmaktadır.

Necati Güngör ondaki bu özelliği şu sözlerle betimler: “İnsan ilişkilerine elinde bir demet gülle yaklaşıyor. İnsanın içindeki gizli kalmış sevgi odalarının kapılarını tıkırdatıyor…”

Ben böyle söylüyorum inanın !

Ey hikâye okumaz milletim, “hikâye günü”n kutlu olsun!”

SİBEL NİKSARLI’NIN

LİLY’SİNDEN LİLİTH’E BİR TATLI SERÜVEN


Hüseyin Sümer Kuyumculuk’un Bamboo Park’daki mağaza sorumlusu, sanat dostu Selda Usta’nın “heykel sergisi” haberiyle başladı serüven. Bursa’da, Puca’da…

Lily’miş adı. Heykeltıraşı Sibel Niksarlı öyle demiş. Ama ben, sergi açılışındaki kalabalık katılımdan doğan uğultu nedeniyle “Lilit” olarak algılamış ve “Lilith” olsaydı demişim. İçimdeki sese kulak vermişim o an. İş mi yani? Sanatçının sanatına verdiği adı değiştirmek kimin haddine! Sanatçının hayal gücüne, yaratıcı yeteneğine, kararına saygı duymak gibi çağdaş özgürlüğünüz de var; “öcü, böcü” diyerek üstüne tükürmek gibi çağdışı özgürlüğünüz de… Hangisini isterseniz, kendinize hangisini yakıştırırsanız onu kullanabilirsiniz ama sanatçının kararına karışamazsınız. Ben, evrensel olanın yanındaydım elbet; Sibel Niksarlı’yı kutladım. İlgimi ve heyecanlı sevgimi fark edince Lilith’i sordu.

Genel geçer yaradılış efsanelerinin tersine, başka bir mistik anlayışa göre Adem’le aynı anda yaratılan kadındır Lilith. Bazılarına göre de ilk eşi. Adem’in kaburgasından yaratıldığını kabul etmeyen, ona karşı eşitlik mücadelesi vermiş ilk “femin”dir. Adem’in “kaburga” meselesinde ısrarlı olması üzerine ondan ötelere kaçarak Kızıldeniz’le evlenir ve yüz cin çocuk doğurur. Aracı olarak gelen meleklere, çocuklarını gerekçe göstererek bir daha Adem’e dönemeyeceğini söyler. Bunun üzerine melekler cin çocukları öldürmeye başlarlar. Lilith meleklere karşı çıkar, kendisinin de Adem’in çocuklarını öldüreceğini söyler ve böylece çocuklarının bir kısmının yaşamını kurtarır. Lilith; Adem’le Hava’nın, “yasak elma”yı yedikleri için cennetten kovulmalarından ve böylece ölümsüzlük haklarını da yitirmelerinden çok önce, kendi özgür iradesiyle orayı terk etmiş olduğu için de ölümsüzdür.

“Öyleyse,” dedi Sibel Niksarlı. “Bundan sonraki ilk işim Lilith çalışmak olacak.” Çok sevindim. Sergideki yapıtlarını görünce olağanüstü bir Lilith çalışmasının geleceğine inancım arttı, bekleyeceğim.

İçimdeki Kıta Afrika” adlı sergideki heykellere ilk ve uzak bir bakışla yaklaştım. Biçimsel bir irdelemeydi. Her heykel kendi içinde biçimsel olgunluğun, görsel zenginliğin dinamik ve estetik duruşunu sergiliyordu. Göz doldurarak izleyicisinin heyecanını okşuyor, haz duygusu uyandırıyordu.

Biçim isim diyalektiğinde heykeltıraşın zekice bir araştırma ve çalışma yaptığı izlenimini edindim. Güzel Göz anlamında Maha, aşk anlamında Ewola, ay anlamında Sanda, nehir anlamında Randa, gece doğan Layla, hediye anlamında Neo, güzel görünen Nakawa, çölden gelen Zahara, güzel gülümseyen Tabasamu adlı heykellerindeki isim/ biçim/ anlam bütünlüğünü sevdim.

Bu heykellerin her biri oldukça özgün çizgiler taşıyor. Patine edilmiş kilden veya bronzdan heykellerin her birini şiirsel bir çağrışımla sezdirmeye çalışan dizeler gördüm sergi katalogunda. Orada da estetik bir bütünlük aradım. Güzeldi her biri; heykelini kavrıyor, sahipleniyordu. Örneğin, çölden gelen Zahara’yı; “Varlığım kendini giyen bir çıplaktır/ İçimdeki cama yaslanır/ Çölden gelen ışık, camdan cana yansır” biçiminde betimliyor dizelerin şairi Lalehan Uysal.



Lily’e gelince… Yoğun ve derin sosyopsikolojik iletisi olan, çok özel iki heykel. İki güzel yüzlü, güzel vücutlu bayan. Her biri bir yanda; yan yana ve karşı karşıya. Bir bütün ve paramparça. Herbirinin bir bacağı yerinden kopmuş, daha doğrusu hunharca sökülmüş. Sökülürken de gövdeye bağlantı yerinde parçalanmış. Bacaklar bedenlerde olması gereken yerde ama bedenden ayrı. Üstelik birer bacaklarının yalnızca dizden aşağısı duruyor, “bacak” kısmı yok. Her birinin bir kolu da yarım. Heykelin biri beyaz, diğer siyah. Bayanların ikisinin de yüzü masumiyetin ama aynı zamanda zekânın, düşüncenin ve hayalin bir sentezi. Kısacası Lynn; ataerkil kültüre evrensel ve estetik düzeyi yüksek eleştirisi ve güçlü dramatik yapısıyla çok düşündürücü, çok etkileyici.

Sanatta başarı sayılan nirengi noktası: Biçem(üslup) yaratabilmiş olmaktır. Çünkü biçem yaratabilmek güç başarılandır. Özün öneminin kavranmışlığı, öz/içerik ilişkisi, öz/özne ilişkisi; biçimin sanata katkısının kavranmışlığı, biçim/nesne ilişkisi ve en nihayet öz/biçim diyalektiğinin altın oran derecesinde kaynaştırılarak sanat ürününde somutlaştırılması uzun, kaotik, birikimsel süreçler gerektir ve üstelik her süreç başarıyla sonuçlanmayabilir.



Sibel Niksarlı, sanatında oldukça özgün bir biçem(üslup) yaratmış. Kutluyorum.
Çinikitap Dergisi, Kasım-Aralık 2013, sayı:21

MAHMUT MAKAL’IN TOPLUMSAL İZDÜŞÜMÜ:

BÜYÜK DERS

Mahmut Makal’ı “Yer Altında Bir Anadolu” adlı yapıtıyla tanıdım. Sanki gelip çocukluğumun geçtiği yerleri yazmıştı. Sonra ben de yazmaya başladım ve biraz da onun gibi yazmayı sürdürdüm. Çünkü hala “yeraltında Anadolu”muz ve hem bizim köy, hem de benim köyüm 2006 tarihi itibariyle de toprak damlarının altında yaşamının sürdürüyor. Bazı farklar da yok değil elbet, var; örneğin köyümüzün okulu var, ama okumayı sürdürenlerin oranı otuz yıl öncekinden az. Elektriği var, ama sonsuzca karabilmez, karanlık; yolu var; delik deşik, yürünemiyor… Kısacası hala Mahmut Makalların ülkesi bu ülke. Saplantılı, sapık, bunalımlı ve aymaz yazarların, holdinglerce paçavra niyetine yapılan, yaşamın ve Anadolu’nın dışında sayrı sayıklamalarla dolu, okunmayan kitaplarına karşın Anadolu orada, hala yer altında ve hala “Bizim Köy.” Yeniden yeniden yazılmayı gereksiniyor.



Bizim Köy’ün yazgısı bir garip… Yepyeni yüzyıllarda, yepyeni siyasi anlayışların, demokrasinin ve teknolojinin pazarlandığı en civcivli çağdaşlaşma sürecini eylemli olarak yaşarken beş generalin hışmına uğrayarak faşizme boyun eğebiliyor. Bizim Köy; evinde, okulda, askerde, jandarma ve polis karakollarında dayağa çekilebilen zavallı kalabalıkların ülkesi. Bir yanıyla hala Nazım’ın şiirlerindeki “karıncalar kadar çok koyun, akrep ve bil cümle börtü böcek”, Mahmut makal’ın öykülerindeki kadar yoz, yobaz, karanlık, ama dünyanın en çok cep telefonu tüketicisi olarak, kolayına bulamadığı ekmek parasını çetleşmeye ayırabilecek kadar çağdaş…

Mahmut Makal, Fakir Baykurt, Talip Apaydın ve diğer yazıncılarla birlikte köy yaşamını en iyi anlatan yazarlarımızdandır. Tam da bu yüzden çok sevdiği öğretmenliğinden olduğu yetmiyormuş gibi bir de hapishanelere düşmüş. Bizim köy böyle bir köy işte; onun gerçeğini de yazmayacaksın, hayalini, düşünü de. Çünkü bizim köyün bir devleti var ki, ceberrut. O kadar ki, İç Anadolu köylerinde onu şu özellikleriyle tanımlarlar: ”Devlet tepiği, deve tepiğine benzer, ezer!” Deve işte!... Oysa devlet denen deve, yalnızca Mahmut Makal, Ümit Kaftancıoğlu, Yaşar Kemal, Fikret Otyam gibi yazıncıların, yazarların yazılarını, sözlerini önemseyerek üzerinde kafa yorsaydı, sözü edilen gerçekliklerin içini dolduran sorunları çözmeye yönelseydi bugünkü denli sorunlar yaşamazdık. Ne sürekli olarak göz ardı edilen, inkar edilerek unutturulmaya çalışılan “Kürt sorunu”nu bu denli yaşardık, ne doğu sorununu, ne insan hakları ve demokrasi sorununu, ne IMF, ne de emperyalizme bağımlılığımızdan kaynaklanan utandırıcı, onurumuzu zedeleyen sorunlarımızı…

Bir de devletin borazanları var. Hep olmuştur. Mahmut Makal’ın 1950’de yayımlanan “Bizim Köy” adlı ünlü kitabının içeriği Varlık Dergisi’nde iki ayda bir yayımlanınca Resimli Hayat, Hayat, Ses, Resimli Roman gibi dergilerin sahibi ve yöneticisi olan Şavket Rado’nun çok rahatsız olduğunu söylesem ne düşünür, ne dersiniz? Düşünün ve deyin!

Yalnızca devlet değil, Şevket rado değil; yazın dünyasının nankörlüğünün acısını da çekmiştir Mahmut Makal. “Karanlığı Zorlayanlar” kitabının girişinde, M. Mahzun Doğan’la yaptığı söyleşide şöyle diyor:”Geçtiğimiz yıllarda bize, bu köyden yazanlara karşı bir hava başlatıldı. Atilla İlhan, Ahmet Oktay falan… “bağırsak gurultusundan usandık” dediler…. Yani köylülerin açlığının, sefaletinin anlatılmasından usandık demeye getirdiler…” Sözünün üstüne söz koymuyorum Makal’ın, söylemiş açıkça söylemek istediklerini. Kafatasçılığın, bağnazlığın neredeyse kahramanı ilan ettikleri kimilerinin geçmişinde bunların olduğu da biline!

Önemli olan şu: Mahmut Makal, yazın klasiklerimiz listesine “Bizim Köy”, “Yeraltlında Bir Anadolu” ve “Zulüm Makinesi” gibi yapıtlar eklemiş bir yazarımızdır. “De ki/ ey utanmaz birikim/her şey yerli yerinde/ dikenler, ciletler cam kırıkları/ zulüm yerli yerinde.”(Ş.Akbaba, YÜREĞİM KOYNUNDADIR (1992)’dan)

Makal, 1966 yılında UNESCO'nun; 20. yıldönümü dolayısıyla dünyadaki yüzbinlerce aydın arasından, dünya gençliğine örnek olarak seçtiği “Örnek İnsan”dan biridir. Mahmut Makal’la ilgili bu durum, 1966 yılında Sophie Lannes’in Sante de Monde’deki yazısında şöyle özetlenmektedir: “Unesco'nun 20'inci yıldönümü dolayısıyla Sante de Mon­de, okuyucuları için sarsılmaz bir istemle, gelecek yarışı kazan­mak üzere çaba gösteren dört kişiyi konuşturmuştur. Çeşitli ufuklardan gelen bu kişilerin ortak bir yanlan vardır: Çevrele­rindeki topluma, elde edebildikleri bilgilerle yararlı olmak. Ken­di örnekleri, dünyanın büyük kısmının hala cehalet diktatörlüğü altında yaşadığı ve kadro eksikliğinden kötürüm olduğu bu za­manda, büyük bir anlam taşımaktadır. Sante de Monde okuyu­cularının bildiği bu durum, Dünya Sağlık Örgütüne ayrılan alan­da özellikle hissedilmektedir. Dünyaya örnek seçilen iki Türk, bir Macar ve bir Fransız şahsiyetinden biri M. Makal' dır.”

Konuyla ilgili olarak, Abdi İpekçi’nin Milliyet Gazetesi’nde yayımlanan ve Makal’ın “Karanlığı Zorlayanlar” adlı kitabının kapağına alınan yazısındaki şu bilgiler de çok önemli: ”Uluslararası planda "Örnek insan" gösterilen dört kişiden ikisinin Türk olmasını mutlu bir olay saymış,uzun süredir okuyucularımıza verdiğimiz üzücü haberlerden sonra böyle bir havadisi sevine sevine geniş şekilde sunmuştuk. Politika ile hiçbir ilgisi bulunmayan bu olayın hangi partiden, hangi siyasi eğilimden olursa olsun bütün Türk vatanadaşlarına kıvanç vereceğini sanmıştık. Yanılmışız Ertesi günü her nedense ismini saklamak lüzumunu duyan, fakat kendisini “ilgili makam” olarak tanıdatn bir kaynak olayı yalanlıyor ve haberin “hayal mahsulü” olduğunu iddia ediyor. Bunları, son zamanlarda siyasi iktidarın emrinde bir alet durumuna geldiğini her haliyle belli eden Anadolu Ajansı yayınlıyordu. Dünya Sağlık Teşkilatı'nın organı, UNESCO'nun 20'nci yıldönümü dolayısıyla dünyadaki yüzbinlerce aydın arasından sadece dördünden bahsederse bu "seçim"dir Mesele, örnek gösterilen iki Türk'ten birinin Mahmut Makal olmasından ibarettir. “İlgili makamlarımız”, solcu sayıp Bakanlık emrine aldıkları bir Türk'ün "Örnek İnsan" gösterilmesi karşısında duydukları utancı böyle bir safsata ile örtmek istemişlerdir.”

Bunlar “vatan, millet, Sakarya” hamasetini araç olarak kullanan, şimdilerde “derin” kavramıyla masum gösterilmeye çalışılan despot devleti de yanlarına alarak bir sürü ulusal ve uluslararası pisliklere bulaşmış; kara para, kadın ve uyuşturucu pazarlayan mafya babaları ve onların yardakçılarının soyundandırlar çünkü. “Atları da Vururlar”, Abdi İpekçi gibi dünyaya değer bir Türk’ü de. Orhan Pamuk olayında olduğu gibi sert bir nesneyi bile ısıranlar, yumuşağı ısırmazlar mı?

Mahmut Makal’ın Köy Enstitülü olması da başlıbaşına önemli. O kadar ki artık Türkiye’de Köy Enstitüleri denince akla Hasan Ali Yücel ve İsmail Tonguç’tan sonra, hatta onlardan farklı olarak bir Köy Enstitüsü öğrencisi olduğu için özellikle de Mahmut Makal gelmektedir. Bir simge gibi… Bu da düşünülebilirdi tarihimizin Mahmut Makallı kesitlerinde. Gelecek kestirilebilir, Köy Enstitüleri daha da geliştirilerek ülkemizin eğitim ve hatta önemli sosyal, siyasal ve ekonomik sorunları da çözülebilirdi. İlginçtir ki, bunu düşünmek ve hemen sonrasında vazgeçmek de CHP kadrolarına ve Kurtuluş Savaşı kahramanlarımızdan İsmet İnönü’ye nasip olmuştur.

Mahmut Makal’ın ülkemizdeki toplumsal izdüşümünden çıkarılacak en önemli ders; topluma ve onun çağdaş değerlerine, demokrasi savaşımına sürekli olarak ihanet edildiğine dairdir. Bütün bu aymazlıklar ve ihanetler ülkemizin yazgısı açısından önemliyse ve bu nedenlerle ülkemizin yazgısını doğrudan etkileyenler arasında yargılanması gerekenler olacaksa İsmet İnönü’yü Köy Enstitüleri’ni yıktıkları için, Adnan Menderes’i, ülkemizi petrole ve karayollarına bağımlı kıldığı için, Süleyman Demirel’i kırk yılına sindiği ülkesini en küçük depremlere bile teslim olacak biçimde gecekondulaştırdığı için, Kenan Evren’i demokrasi düşmanı, işkenceci olduğu ve faşizmi kurumlaştırdığı için, Turgut Özal’ı; bütün bu tarihi süreçlerimizin geldiği yeri ve gerçekliğinin bir sonucu da olsa “benim memurum işini bilir” dediği için, Alpaslan Türkeş’i, Türklüğün dünya yüzünde olumsuz (bağnaz, barbar, kafatasçı, demokrasi karşıtı… Mahmut Makal’ın “Yeraltında Bir Anadolu” adlı kitabındaki “Püsküllü Bela” başlıklı yazısı da konunun bir başka boyutuna dairdir.) bir imaj kazanmasına neden olduğu ve Necmettin Erbakan’ı “28 Şubat Kararları”nı imzaladığı, Ecevit’i de Türkiye sol, sosyaldemokrat devinimini başarısızlığa götürdüğü için yargılamak gerekiyor. Ayrıca bütün bu “ekabir”in her birini Mahmut Makal’ı, Yaşar Kemal’i, Nazım Hikmet’i, Enver Gökçe’yi, Hazan İzzettin Dinamo’yu, Haluk Gerger’i, Oral Çalşılar’ı, Yılmaz Odabaşı’yı, Ali Asker Barut’u, Eşber Yağmurdereli’yi ve onlarım kişiliğinde diğer birçok şairi, yazarı, sanatçıyı, işçiyi, öğrenciyi, öğretmeni, memuru işlerinden ettikleri, sürgünlerde ve cezaevlerinde çürümelerine göz yumdukları için; Sabahattin Ali’nin sınırda, Nazım’ın, Yılmaz Güney’in Ahmet Kaya’nın ülke dışında ölmelerine neden oldukları, ya da göz yumdukları ve derin devletin bir olgu haline gelmesindeki bilinçli ve bilinçsiz sorumlulukları için yargılamak gerekiyor.

Sözün özü şu ki, Mahmut Makal yazdıkları, söyledikleriyle yakın tarihimizin yadsınamaz bir tutanakçısı ve yazınımızın klasikleşmiş kalemlerinden biridir. Onu sevmeliyiz. Çok sevmeliyiz. Onu seviyorum, çok seviyorum.

Çinikitap………………………………


Yüklə 5,79 Mb.

Dostları ilə paylaş:
1   ...   35   36   37   38   39   40   41   42   ...   58




Verilənlər bazası müəlliflik hüququ ilə müdafiə olunur ©muhaz.org 2024
rəhbərliyinə müraciət

gir | qeydiyyatdan keç
    Ana səhifə


yükləyin