Örneklerle


Mavinaz’ın, girift ve bir o kadar da çarpık duygularının ütopikleştirdiği, hatta platonikleştirdiği kahramanı da Kerem’dir



Yüklə 5,79 Mb.
səhifə35/58
tarix31.10.2017
ölçüsü5,79 Mb.
#23511
növüYazı
1   ...   31   32   33   34   35   36   37   38   ...   58

Mavinaz’ın, girift ve bir o kadar da çarpık duygularının ütopikleştirdiği, hatta platonikleştirdiği kahramanı da Kerem’dir.

“Hem ruhani, hem de cismani aşkı doruklarda yaşamış olan aşkın pîri Mevlana: “Seni sevmeyene sabır gösterme; dönüp seni yüzsüzlükle suçlayabilir” der. Bunu söyleyen Mevlana ise durup düşünmeli, çok düşünmeli, diye içinden geçirdi Kerem. Birden kendini kötü hissetti. Köze yel değmiş gibi harlandı.”



Çatışmanın, çelişmenin bir ucunda da Edip yer alıyor. O da bir başka tip: “Edip, Suriye’ye gitmemiş miydi? Din adına, hem de “Bir insanı öldürmek, tüm insanlığı öldürmektir” diyen bir dinin adına insanların boğazlandığı Suriye’ye… Yaklaşık olarak yetmiş ülkenin doğrudan ya da dolaylı olarak desteklediği bu saldırı nedeniyle dünyanın birçok ülkesinden, işi gücü insan öldürmek olan gözü dönmüş canilerin doluştuğu Suriye’ye… Dayanamamış, laik ve antiemperyalist cephede yer almak üzere o da gitmişti bu ülkeye. Oradan yazılar ve fotoğraflar gönderiyordu Türkiye’ye.”
Kerem’in aşkından esintilere gelince…

“Çok seviyordu onu. Cam kırığı gibi dolmuştu içine. … o olmayınca, anlamsız bir zaman parçasıydı. Şarkılarda hep o vardı, şiirler hep onaydı. Her şey yalnızca onunla anlamlıydı. Okul koridorları, öğretmen odaları, Amanos’un içi dışından büyük çınarları, Asi’nin alçakgönüllü asma köprüsü, arabadaki müzik, kumsaldaki yürüyüş, bir tekneden denizin sonsuzluğuna dalmak, ancak onunla anlamlıydı. “


Belli ki Kerem bir öğretmendir. Ama omzundaki çantasına dergi, kitap sığmayan, günübirlik yaşayan, bilgi yoksunu, etik, estetik değerleri olmayan, yazına, sanata, doğaya ilgisiz küçük çantalılardan değil; Mavinaz’ın, zaman içinde sahip çıkmasa da, arkasında durmasa da çifte anlam katarak doğru biçimde betimlediği gibi “bilgecan” bir öğretmen.

“İster kalabalık çay bahçeleri olsun, ister sınıf, ister öğretmen odası, ister ıssız dağ yolları, hiç fark etmez. Her yerde yalnızdılar. Herkes ve her şey gri, onlar rengârenktiler. Sanki gökkuşaklı bir yağmur sonrası idiler.

Kimi zaman gülüşler yoğunlaşıyor, kimi zaman umarsız duygular. Gariptir ki bu karşıt insanlık halleri gözyaşında buluşuyordu. Varsın olsun; gözyaşını öpecek kadar, yaralarını öpecek kadar, onu kendisine getiren ayakları öpecek kadar çok seviyordu onu.”
Ulaşamadığı sevgiliden ötürü,“Kerem yeniden, kendine ait olmayan hayata döndü. Baş belası duygularını ruhundaki kara deliğe gömdü.”

Yazma sırası Kerem’e gelmişti. Mavinaz’ına yazmaya koyuldu: Ne Gökkuşağı kaldı geriye, ne Meyve Sepeti, ne Ruhumdaki Boşluğun Karşılığı, ne Gamzelim, ne Hayalim, ne Aşurem, ne Kısrağım, ne de Canımıniçi… Mavinaz adının çağrıştırdığı tüm güzelliklere de o denli uzaksın ki artık…

İlk kez hitapsız başlıyorum bir mektuba… Mektup diyorum ama verip vermeyeceğimden bile emin değilim. Kendimle dertleşme olarak da kalabilir yazdıklarım. Bakalım… “
Mektuptaki nezaketin, saygının, sevginin yakaladığı düzey eritme derecesindedir.

“Her zamanki gibi duygularımla somut gerçekliğimiz arasında bir denge kurarak, kuşbakışıyla bakacağım sana, kendime ve geride kalan ikimize… “


Bir sevda öyküsünde yaşanmış ya da yaşanabilir çelişkilerin, acıların derinlemesine çözümlemesi öyküye psikolojik boyut katarak, okurun kendi içine dönmesini, kendini oralarda bulmasını sağlıyor ve derinden derine sarsıyor.

“İlişkimizin hızlı geliştiğinden duyduğun pişmanlığını dile getirirdin sık sık. Ve şakayla karışık “Altı ay, göz göze bakmalıydık. Sonraki altı ay, elele dolaşmalıydık. Bir sonraki altı ay…” Üç günlük dediğin insanla, “iki hafta” içinde, “Başka sen yok” dediğin insanı silecek bir noktaya geldiysen, bizim bir buçuk yılda geldiğimiz noktayı “hızlı” olarak değerlendirmek biraz haksızlık değil mi? Kaldı ki bizim, uzun yıllara dayanan çok düzeyli bir dostluğumuz da vardı. İnsanı acı acı gülümseten bu gerçekliği ele alış biçimin, çok …(sözcük bulamadım)”


Güvenme” duygusunun çelişkilerle birlikte ama çelişkisiz olabileceğinin ince ipuçları hassas bir terazi mantığıyla irdelenmiş.

“… Senin bana, benim sana söylediğimiz sözler her şeyden daha güvenilirdi. Yalanlarla kazanma yerine, birbirimizi incitme, kırma ve hatta yitirme pahasına bile hep dürüst olduk. (Seni güzel bulmamın nedenlerinden biri de bu özelliğindi.)

Ancak olan bitenler hakkında, önemsenen insana açıklama yapmak, güvenilir olmanın tek ölçütü değildir. Güvenilir olmak, insanın kendini kimi konulara kapatmasını da kapsar. Ama bu kapatma hâli zoraki değil, hapşırırken gözlerimizi kapatmak zorunda kalışımız gibi doğal olmalıdır…

O olayda benim başkasına “açık olma” hâlim seni rahatsız etmişti ve bunu da –senin söyleyişinle- bilgece bana söylemiştin. Olayı ele alış biçiminden dolayı seni o zaman bir kez daha sevmiştim.

Gördüğün gibi, açıklama yapmak, güvenilir olmaya yetmiyor.”

Sevginin gizemli niteliği ve değeri de tartışılıyor öyküde. Vurucu betimlemeler ve ince duygulanımlarla insan ve onun sevgisi hak ettiği biçimde yüceltiliyor. Doğrusu insanlığın bugünkü “hali pür melali” açısından yinelenmesinde yarar var.

“Kendini her şeye kapattığın bir dönemde, sana, sevginin gücünü anlatmaya çalışırken: “Eğer sevgi üretmiyorsa yüreğiniz Başarılı bir üretici değilsiniz” dediğimi anımsıyorum…

Yüreğinin sevgi üretmiş olması değil benim sorunum. Ben ki, insanın en güçlü yanının, sevebilme yeteneği olduğunu düşünürüm. Kanımı yaksa da bu yeteneğin karşısında şapka çıkarıyorum.”
Sır, itiraf, dostluk, sevgide ve aşkta da dürüstlük, pişmanlık ve özür dilemek gibi insanı insan kılan değerlerin tartışılmış olması da öykünün derinliğine katkı yapmış.

“İşe yaramaz(!) bir takım duygular yaşatmış olsam da, doğana uygun bir gelecek vaat edemedim sana. Belki gözyaşlarını öptüm… Belki yaralarını, daha kanarken öptüm… Belki bir başkasının, içine boşalttığı ağuyu gözlerinden süzdüm… Belki yapayalnızlık denizindeyken sen, bir yıl boyunca seninle yüzdüm… Belki filizkıran fırtınalarına rağmen hasat zamanı verimli bir güzdüm… Belki bulutları yastık ettim kızıl saçlı başına… Belki billur bir gözyaşı şişesi oldum gözün yaşına… Belki seni koklarken, yitirilmiş bir yaşamı yeniden doldurmak istedim içime, içine… Belki daha derinlikli bir yaşamın gizlerini fısıldadım kulağına… Belki tutkuların en yoğunlaşmış hâlini kondurdum dudağına… Belki yıldızların ışıltısını doldurdum gözlerine… Belki dünyanın en saygılı kulağı oldum öfkeli sözlerine… Belki şarkılar, belki şiirler, belki, öyküler, romanlar, filmler, fotoğraflar, resimler… Belki, belki, belki…”


Can” imzalı mektupta, çelişkilerle, cilvelerle, yanlış anlaşmalar ve tartışmalarla dolu aşk öyküsü derinlikli çözümlemeler ve bilgece betimlemelerle anlatılıyor.

“Yaşamın anlamsız, derinliksiz yanlarıyla mücadele içinde ömür süren ama şimdi bir sığlığın burgacında debelendiği anlaşılan Çetin Bey’in soylu, umarsız ve (ama) öfkeli çığlıkları dökülüyor mektuptan. Ruhundaki boşluğun karşılığını bulamamış ya da her bulduğunu sandığında, daha büyük boşluklarla kalakalmış bir insanla karşı karşıya olduğumu hissediyorum.

Bu değerlendirmeler, öyküyü tamamlamayla ilgili sorumluluğumu, büyük titizlik gerektiren yaşamsal bir göreve dönüştürüyor.”
Demek ki Çetin Bey’in yazdığı bu öykü ikinci kişi tarafından tamamlanmak üzere…Mavinaz reenkarnasyona uğruyormuş gibi bambaşka özellikleriyle öyküde.

“Eski, daha doğrusu hiç eskimediğini düşündüğü romantik şarkılara özel bir ilgisi vardı Mavinaz’ın. Az önce Oscar Harris’in Alta Gracia’sı çalıyordu. Şimdi de JulioIglesias’ın kadife sesiyle yumuşamıştı oda: Nathalie… Bu şarkıları ne çok dinlemişlerdi birlikte…


Şimdi o mektubu okuyacak Mavinaz.

Yüreği göğsüne sığmıyordu. Kalınlığı nedeniyle zor katlanmış bu uzun mektubu okumak için şu anda en uygun yer mutfaktı. Gamze’nin uyanmasını istemiyordu. Zaten çok zor uyumuştu. Kapıyı usulca kapattı.

Okurken bir gariplik hissetti. Mektubu Kerem’in sesiyle okuyordu. Hüzünlü bölümlerinde ağlamaklı ve çatallanan, öfkeli bölümlerdeyse hiç duymak istemediği sesiyle. Mimikleri de hep gözünün önündeydi. Her öfkelendiğinde, iki kaşının arasında oluşan dikey vadiyi ve alnında uzayıp giden sıradağları görür gibiydi.

Mektubu bitirdiğinde geriye yaslandı…”


Hayli karmaşık… Tıpkı insan gibi… Benin bu öyküde asıl önemsediğim iki unsurdan biri bu işte. İnsani değerlerle, ayrıntılarla, sürprizlerle, çarpıcı metaforlarla, sanrılar ve gerçekliklerle örülü öykü tamamlanıyor ama Çetin Bey’in görme, okuma şansı olmuyor… Her şey ondan geriye kalan küçük bir nottaki gizem içinde.

“Bu duygulardan kurtulma umuduyla, kundura kutusu büyüklüğündeki paketi hızla açıyorum. Kesik uçlu dolma kalemle yazılmış bir not ve hemen altında bir şişe…

“Faruk Bey, sizi yordum. Ama düşündüm de kendi hikâyemi kendim tamamlamalıyım. Yine de yüreğinize, beyninizin kıvrımlarına sağlık. Eminim öyküyü tamamlamak için büyük emek vermişsinizdir. Lütfen emeğinizin karşılığı olarak düşünmeyin; Berç’ten kalan rakıyı size bırakıyorum. Ben kendi hikâyemi tamamlamaya gidiyorum. Sevgiyle kalın… 20.08.2013.”

Yalnızca bazı alıntılarla tanıtmaya çalıştığım Mavinaz adlı öyküyle ilgili son sözlerimdir: Bir aşk acısı böyle öykülenebilir ancak! Bu denli yoğun, çok boyutlu, insanca, dolu dolu. Çehov’un tüfeği böyle patlatılır işte!

Okuyarak yaşamak ya da yaşayarak yazmak güzeldir!

Bir de… kitap beklemek Musa Artar’dan. Öykü kitabı.

Ayazma Fısıltıları XIV, Çinikitap, Eylül-Ekim 2013, sayı:20

ZEYNEP KURADA’DAN

LİLİTH VE ŞEMS

Destansı bir şiirin kitabı Lilith ve Şems. Şems başlıklı otuz iki ve Lilith başlıklı on sekiz olmak üzere elli bölümlük bir bütünlük.

“Şems” bölümü “Gel/ Müjdelensin gelişin/ Ses ver/ Tenimden ince/ yüreğimden fazla kederim” dizelerinden oluşan birinci bölümle başlıyor, “Ol şehir yürüyor/ Yanızlığına/ Biçare yüreğim/ Aramız, nice adımdı/ Dolandın/ Döndün/ Gül kesti/ geçtin gittin bedenden” “Ol ateş aşk’a dair ne dedi/ Bir damla alazdım/ Terledi nefes/ Her daim güneşim/ Bak ki/ Yaktım/ Yandım giderken”(s.27, 28.) dizelerinden oluşan otuzikinci bölümle sonlanıyor.

Mevlana deminde yoğun ama bir o kadar da yalın bir dille Şems’e duyulan aşkın; gönül gözüyle görebilenlerin, aşk ateşiyle yanabilenlerin tanrıya, güneşe, insana, tene, öze ve töze özlemlerinin aşksal anlatımı. Aşkla yanıp tutuşarak beklemenin, dokuz boğumlu neyin tınısınca inim inim inleyerek gecede sese dönüşmenin, gündüzde tükenişe, her tükenişten sonra Anka Kuşu gibi yeniden başlayışa imgesel yaklaşımı: “Gece tükendi sevgili/ Gün benden ötede/ Ney oldum/ Neyzen/ Yanan da ben/ Dönen de”(s.7)

Öz ve töz/gerçek ve ötesi/ değişmezlik ve dönüşüm diyalektiği bağlamında şiirin gücü görkemli bir halaya duruyor Zeynep Kurada’nın dizelerinde: “Olmayan şeylerden/ Söz eder gibi/ Bana kendinden// De ki/ Tozdum/ Kum/ Yandım…//Damla damla/ Dağıldım sularına” (s.13). “Geldiğim Şam-ı diyar/ Gittiğin nar/ Titresin alem/ Dergâh-ı mahşer/ sesim değil gayrı/ Duvarda örümceğim terler.”(s.20)

Değerli birer tasavvuf imgesi olan nar(ateş ve meyve)ın ve gül(ateş ve çiçek)ün Mevlana ve Şems bütünlüğündeki rolünü şiirindeki izleklere imgeden kaftan biçmiş: “Dön ey sevgili/ Bu gidiş gül’e değil/ Gül’den geçip de…”(s.17). “Gel/ Gir dergâha/ Gidişin Şam’a değil/ Nar’a dönüştür.”(s.21)

Lilith; Ademden önce var olan ve Havva’dan önce Adem’e eşlik etmiş, ama ona karşı eşitlik savaşımına durmuş, ne yazık egemeninin önünde yenilmiş ve asla diz çökmeyip dışlanmışların yanında yer almış bir simgedir: “Lilith/ Lambanın Zarafeti/ Sadakatiydi ateşin/ Dokun/ Bir daha yala dudaklarını.”(s.34)

Kitabın Lilith bölümü de “Sesn güzelleştikçe/ O derin uçurum/ İnilmez, çıkılmaz çığlık/ Dokun ey hayat/ Bana dokunduğun gibi, ağlarıma/ Yaramda toz/ Tenim ellerinde,/ Uyudum / Tuzla su arasında// Dokun,/ Dilimde gecenin üzümleri” (s.30) dizeleriyle başlıyor; “LİLİTH/ BANA ANNESİ SÖYLE”(s.48) dizeleriyle bitiyor.

Benim bir türlü yorumlayamadığım kadar girift, karmaşık ve kaotik, anlaşılmaz ve kaçınılmaz olan yaşamın Zeynep Kurada şiirindeki güçlü imgelemi: “Gördüm/ Aç kalan örümcek/ Ağlarından başlıyor yemeğe/ Ezilen başak değirmenleri/…/ Şüphe/ Kemirilip atılan kemikti/ Yalana yalana.”(s.36)

Şiirin destansı yapısı nedeniyle hemen belirtmeliyim ki niteliğinden ödün verilmemiş. Genellikle her bölüm beş ile on beş kısa dizeden oluşuyor. Çok sayıda tek sözcüklü dizeler de var. Bu demektir ki şair şiirin demini kaçırmamak için bu yöntemi izlemiş. Kısacası destansı olanın şiirde imgelenmişliğinin başarılı bir örneği Lilith ve Şems. İlk bölümde “dön”,”dönmek”, yan”, “yanmak, “yak”, “yakmak sözcüklerinin sık yinelenmesinin de bir anlamı var sanıyorum: Din felsefesinin temek kavramları çünkü bunlar. Değil mi ki insan dair izleklerle şiirleştirmiş dizelerini ve öyle sonlandırmış kitabını: “Ne çok gitti gemiler/ Uzun ve suskun/ Ateş… sabır… örümcek/ Aşkın su hali/ Arkamızda büyüyen//LİLİTH/ BANA ANNESİ SÖYLE/”(S.47-48)


Ayazma Fısıltıları 6, Çinikitap, sayı: 12.

GÖKHEN CENGİZHAN’IN “ÇOBAN MATI”

Hemen hemen hepsi denge gözetmiş şiirlerin toplamı çoban matı. Bu yargım, Gökhan Cengizhan’ın şiirlerini seslendirdiği Bursa Kız Lisesi salonunda daha bir pekişti. Özellikle “keder günü”, “serseri aşk”, “med cezir”, “kalp atışları” gibi şiirlerinde bu özellik çok daha belirgin. Gerek içerik biçim, gerek sözcüklerin ritmi açısından… Hem iyi şiir aynı zamanda içsel dinamizmini unsurlarının dengeleri üzerine kurmayı başarmış şiir değil midir? serseri aşk böylesi bir şiir örneğin:” “dokunsak acı, sarsılsak alev, kaçsak çöl…/ önüm handikap, yanım engel, çevrem sur…/ susuz yaz, çorak kış, kurak güz…/…/ ağacına kırılan dal, toprağına darılan kök…”

Somut yaşama ve onu öyle yaşayanlara dair acıları şiirine izlek edinirken estetikle dengelemeyi ve hep alçakgönüllü olmayı da ihmal etmemiş. Devekuşu poetikası ona ait değildir. Dünyanın herhangi bir coğrafyasındaki herhangi bir insanın karnı ağrırken ya da birkaç beyinsiz tarafından linç edilirken o, (şair) bu poetikayı kendine yakıştırmaz. Ancak bu tür şiir yazdığı için de kendisine (şaire) özel paye çıkarılmasını asla istemez. Bu ilke onun şaire ve şiire dair felsefesinin ipuçlarından birini veriyor bize. Hem zaten kendisi de bir yazısında açık ediyor bu ipucunu: “Şaire mutlak bir ayrıcalık, mutlak bir hak tanıyanlar, kendinden menkul ‘sahicilik/sahtecilik’ ayrımı kullanarak, şiir yazmak faaliyetinin çerçevesini, özel bir tür şair lehine daraltıyor, dahası kısıtlıyorlar.” (Çınarlı Kentin Dili)

ulus heykel şiiriyle çocukluğuna yol bulan şair geçmişten geleceğe evrilirken “omzumda eskisin bir elin”(s.7) diyerek insana dair en temel gereksinme, var oluş ve duruş biçemine(üslubuna) dair bir giz veriyor. Benzer bir imge bu umarsızlık adlı (s.8) şiirinde de var: “tanış olsak, sen büyürken ben küçülürüm: bu çocukluk!”

çoban matı şiirlerinin biçim arayışı bağlamında ortak özelliği, pek çoğunun bir ya da iki dizelik bölümle sonlanmasıdır. “hiçbir şeyim, ama öksüzüm!/ omzumda eskisin elin…”(s.7), “ne benimle ol, ne bensiz kal:/ ah, bu şarkı!”(s.8), ağacına kırılan dal, toprağına darılan kök…”(s.9), “gecemde gececi ol, gün ağardığında gündüzüm”(s.11), “mumu yak, taşı dinle!”(s.12), geldin çağrısız/ öyle kal/ kapanmasın bu kılınç yarası”(s.15), “rüzgârgülüm! bitimsiz sen”(s.18), “kalbin ayarı yok/ anladım”(s.19), “bir kez daha teslim…”(s.32), “yıkıl iyiniyet burcum!”(s.36), “son buldu yavru kuşun gurbeti”(s.39), “yaban değil yurtsun Dimeşk!”(s.43), “şimdi susarım sonra hiç konuşmam”(s.50) v.b. gibi. Pek çok şiiri de ikişerli dizelerden oluşan bölümlerle örülmüş. Tümüyle bu yapıda olan şiirleri de şunlardır: keder günü, omzumda bir puhu kuşu, ölüm nereden ve nasıl gelirse gelsin, gözaltında, kuşak tartışmasına bir katkı, biz bize

Şair çok özel anlam yükü ve imge yoğunluğuyla bezediği bu biçimi denemekle iyi etmiş. Çünkü o dizelerdeki şiirsellik çok daha güçlü kılmış şiirini.

Gökhan Cengizhan’ın çoban matı onun şair metafizikleri başlıklı metniyle ve o metnin şu son iki satırıyla bitiyor: “Şiir bir alçakgönüllülük olduğunda, herkes hayatla daha barışık, mutlu, neşeli, ama gene de sorumlu insanlar olacak”(a.g.y).
Eliz Edebiyat

NESRİN KÜLTÜR KİRAZ’DAN “İMLASIZ BAHÇE ŞİİRLERİ”

Adı da şiir gibi bir şey: nesrin kültür kiraz. Üstelik imlasız ve bahçe şiirleri. Bitmesini istemediği hayalinde dünyayı öğrendiği evin ve insanın içine açılan kapılarıyla bir bahçe’de ve belli saatte geçiyor ya da duruyor ya da oluyor her şey. Üstelik nasıl bahçeyse o “00 18//peki//dediğin olsun//bu gece/bahçeyi odamıza alalım//şımartalım”(s.15) diyerek içinin derinindekini dillendiriyor şair. Büyük bir iyiniyet ve büyük bir sevgidir elbet altında yatan.

Şiirlerin başlıkları rakamlardan oluşuyor. Oluşun yaşandığı ya da yazıldığı saat. Küçücük şiirlerle zaman kavramına büyük bir gönderme her şeyden önce. Zamanın anlamını kavrayamayan, zamanı çar çur etmekte üstüne olmayan, sokaklarında saat bulunmayan kültüre baş yaran bir taş gibi her biri. Zaman unsur, tanık, tansık ve evren, aşka dair im ve doğrusu her şey… İyi ki bu kadar önemseyen şiirler var bu kitapta.

Öyledir; “15 32// kapının kulpu/ dilini yutunca/ev bahçeye açılır”(s.17) İnsanın sözü dilini yutunca ne olur? Ev kimdir, bahçe nedir, hangi imge ve izlek başattır? Düşünmek gerek. Belki de bu yüzden “08 17// taşın ağrısını öptü dere// aldı/ uzağa götürdü”(s.20) Ne güzel bir metafor. Şiirlerin en temel sanat tekniği metaforlar. Gerçekten çok da yerli yerinde. Öyle olunca anlam ifade ediyor şiirler. Pardon anlam ifade etmemeli miydi “has şiir” dediğin? Ne yazık (!), şiir has ve anlam ifade ediyor güçlü hem de.Ne yapsın şimdi şair? Bakın işte “21 00” başlıklı şiir de öyle:”kadının eksik tarihiydi/bahçe çiti// tapu kadastrodan önce.”(s.23) Kadına, tapuya, tarihe, bahçe çitine, hatta kadastroya anlam yüklüyor. Yalnızca kadın şair olduğundan da değil, şair olduğundan.

Aşkı da çağrıştırır, saflığı da, doğayı ve hatta doğal olanı da şiirler. Aslolan mıdır şu kavunun yaptığı, yaksa salt kavunca mıdır şairin özlemi? “09 18// soyunup dökünmüş/kavun//toprağa/ uzanmış”(s.39) Nitekim sevmek ve sevişmektir insana dair en güzel eylem: “12 47// yan bahçenin gölgesinde/bir kuru fidan/7 güneş unutmuş olmalı/sevişirken denizle.”(s.61)

Derken gözüm Sina Akyol’un kapak yazısı takıldı. “Bu kitaptaki şiirler, örneğin ülkeyi kurtarmaya filan, katiyen soyunmuyor.” diyor. “Katiyen” sözcüğüne takıldım. Ne kadar iyi ediyor, ne kadar iyi ediyor, Sina Akyol’u ne kadar çok, ne kadar çok sevindiriyor! O geçmişi yaşayanın yüreğinden diken çıkmış gibi. Sakının ha şiirle ülkeyi kurtarmaya kalkmayın ey eş’ar ve şuara! “Diyalektiği özlediğini” belirtiyor sonra ve övgüyle bitiriyor.

Neyse…Oysa… çok şiir var bu kitapta. Olmaması gerekenler de var. Ya da çocuklar için şiirler diye bir bölümde olması gerekenler. “12 34” gibi, “11 20”, “19 35”, “10 37”, “12 50”, “12 20”, “23 00”, 10 56”, “06 17” gibi. Bu bir olumsuzlama değil; çünkü çocuklar için yazmıyor büyükler bu yüzden boşalıyor ora ortaçağ karanlığına ve yeryüzünün en güzel kitaplarını yazanlar gelen zamanlarda okuyan bulamazken bu gün de şiir okunmuyor biraz bu yüzden. Çocuklar için sevgili nesrin!

Ve işte yine şiir gibi bir şiir:”04 30// pencerede/sabah güneşi//yastıkta/geceden kalan/çukur//elmayı/ince soymak//uzun sürer.”(s.85) gibi ya da “08 03//kuruyan otların/dumanı/siyah uçtu/göğe//ölüm/eyvah”(s.78) gibi ya da “12 46// bahçemde açan/ hayret çiçeğine/ dedim ki adın/aşkolusun”(s.138)



ANADOLU’YA VE İNSANA “ISLIK BORCUNU ÖDEYEN ŞAİR:

AHMET GÜNBAŞ

Yıllar önce Bursa’da görüşmüştük. Alnına “Anadolu” yazıyormuş gibi bir duygu geçmişti içimden. Bu yüzden ona “Anadolu” adını yakıştırmıştım. Şiirleriyle yüzünün buluştuğu noktada duruyordu. Öznelliğimde evrensel boyutlarda şiir üretmelerinin yanında ülkemle özdeş birkaç şairimizden biri o. Kitabının adına bakar mısınız? Islık Borcu… Anadolu insanının yalnızlığının, hüznünün en doğal, en insani sazı ıslık izleğinde yalın ve vefalı.

İşte de ilk şiirindeki Anadolu: ”Memelerin pörsüyünceye kadar emzirdiğin /delişmen şarkıların dünyayı dolaşıyor.” (s.4) Verince, iliğine, kemiğine kadar veren… Tıpkı delişmen türkülerimizin dünyayı dolaşması gibi. Sebahat Akkiraz’ın, Arif Sağ’ın sesinden Afrika’da, Berlin Senfoni Orkestarsı eşliğinde Almanya’da çınlaması gibi. Ama yergisi de yanında. “Her gün bir güvercin ölüsü eşiğinde/ sürgit susuluyor, umursanmıyor”(s.5) İki yüzlü, teslimiyetçi, korkak kültürümüzün yüzyıllardan beri süregelen yaşanmışlıklarını imliyor. Bu toprakların insanı olmak aynı zamanda sürüp giden, bir türlü gerçekleşemeyen özlemlerin insanı olmakla özdeş. Ben de örneğin şairin şiirindeki gibi “Eşkin atlarını özlüyorum, toz bulutunu/ gecede çift yürek kükreyerek”(s.4)

Hazin olanlardan biri de insanın, kısacık yaşamında sayısız ve saygısız sınırlamalarla karşı karşıya kalmasıdır. İnsan doğasına, var olmanın gereğine aykırı, dizginlenmiş yaşam şairin sonsuzca özgür doğasının en büyük sorunsallarından biri. Ne ki dünyanın hiçbir yerinde hiçbir zaman suyun yatağını bulması, geçici zamanlar ve koşullar dışında, engellenemedi. “Bir dağın intiharı gecikebilir”(s.6.-7), hepsi bu. Ve şiir biraz da “Dünyanın çitleri sökülsün diye!...”(s.8) yazılır.

Her toplumun, bireyin, her şairin, aslında ve sonunda aynı yere çıkmasına karşın birbirinden özge, büyük ve güzel düşleri var. O düşlerin gerçekleşmemesi için şu dört dizeye palazlananlar ellerinden geleni arkalarına koymayınca (“Suyun sözlüğüne karıştılar, buğdayın cömertliğine/ Ormanın nefti kucağına mevzilendiler, gecenin çatlağına/ Ayın dalgınlığından yararlandılar sinsi ve sapkın/ rüzgârım pışpışlarken düşlerin beşiğini”(s.9)) şiire ne düşer? Biraz da yenilenlerin, canı yananların ve bilenenlerin duygularına tercüman olarak: “Yenilgimi sevmedim bir türlü/ Nasıl da bilenmişim, her yanım kesiyor”(s.9) demek mi, dememek mi? Hem bu ülke, bu ülkenin bireyleri bütün bunları yaşamadı mı?

İnsanlığa, erdeme doğru uzayan yolların hiçbiri dümdüz ve sorunsuz değil ne yazık ki. “Uçurum yola dahil! Uçurum yola dahil!”(s.12)dir. Bu dizedeki izlek, bilincin hep üstünde olunca, yani bu bilinince kimileri yolculuktan vazgeçebilir. Yola ihanettir bu. Yolculara da… Çünkü bir şey daha biliniyordur: ”Onulmaz pençeleri var leşçinin/ linç saatine uyarlı keskin dişleri” (s.15) “Krank Mili bu yüzden yazıldı ve Hırant Dink adlı yırtık ayakkabılı dünyalar güzeli barış oğula adandı: “Bir ceset nasıl ısıtırmış dünyayı/ cıscıbıl gördük!// Issızlığın gök gürültülü gülü de gördü/ Kalktı yürüdü”(s.19) Varsa orta yerde bir haksızlık, Ermeni’yse haksızlığa uğrayan, Kürt’se, Gürcü’yse kim dil olacak ona? Roman olmayacaksa, öykü, şiir, müzik, resim olmayacaksa, şair, yazar, ressam, müzik insanı olmayacaksa, kim olacak? Sanatın kulağı, gözü ve vicdanı yok mu? Onu mu demek istiyorsunuz? Kim bunu diyorsa bilsin ki gözü kör, kulağı sağır ve vicdanı yoktur. Yani sorun sanatta değil, sanatçımsıdadır.



Islık Borcu’nun yaşama ve yaşamın öte yüzüne dair dehlizlerinde dolaşırken, şiirlerin, dizelerin, hatta sözcüklerin her adımda yoğunlaştığını, yüklendikleri anlamlarla derinleştiğini, estetik katkıyla damağımda şiir tadı bıraktığını duyumsadım. İnsanlığın, toplumumuzun ve bireyin içinde debelendiği dehşet durumlarını dehşetli bir sanatsallıkla yoğurarak şiirselleştirdiğini; sık vurguladığım “sanatın içtenliği” sorunsalının da Islık Borcu’nda ödenmeye durduğunu gördüm. Yenikapı Önünde başlıklı “şiir”, ülkem eş’ar’ının kulağına küpe olsun: “…/// Han-ı Yağma’dan beri inim inim/ tuzukuru lapacıların elinden üzüm hoşafına talim//Ezelinden canı ucu, lokması helâl, sütü sebil/ çalakaşık kaymağına saldırılır/ Daha dün kargatulumba derdest eğlenmiştir Taksim’de/ sığınırken Sis’ine ketum İstanbul”(s.28) Bursa’da yaşayan bir Nâzım sevdalısı olarak tarihi haksızlığa ya da bilinçli inkâra dair bir nazire eklemeden yapamayacağım: “Ezelinden arkasız/pilavsızdır bu halk”/ Beş Şehir’den beri inim inim/ sığınırken Bursa’da Zaman’a ketum Bursa.

Körfeneler, Mırılmevsim, Penceresiz, Islık Borcu, Sustuyduk ve Seyranlık olmak üzere altı bölümden oluşan kitabın Körfeneler adlı ilk bölümündeki kılıç keskinliğindeki şiirlerden sonra gelen Mırılmevsim, adındaki çağrışımdan da anlaşılacağı gibi yumuşak başlı, buruk, kırık, ama harika aşk şiirlerine ayrılmış. “Tam ortasından kırgın bir nehir geçiyor coğrafyamın/ Kuşlar bir tarafa sen bir tarafa/ Gecenin atlarıyla birlikte gidiyorsun/ Kirpiğinden doğacak güneşe belli ki ihtiyacım var/ Ayak izlerini öpüyorum delimsek göçünün”(.31) Aşk denen duygu karmaşasının bir yanı bu dizelerde olduğunca evren büyüklüğünde özlem, sevilmek gereksinmesi gibi umsuk duygular; öbür yanı abartı, kutsama ve “Ülkenden çıkılmıyor senin”(s.35) dizesinde olduğu gibi tutsaklık ya da “Sevgilim, erişilmez derinliğim”(s.39) söylemindeki gibi bilinemezlik, ulaşılamazlık… Bu şiirle Ahmet Günbaş’ın aşka dair bir betimlemesine de ulaşıyoruz. Aşk; âşık olunanın kirpiğinden güneş doğacağına inanma ve onun ayak izlerini bile öpme gereksinmesi duyma halidir.

Aşka dairlik Mırılmevsim’den taşarak, aşkın yaşama müdahalesinde nedenli aymaz, utanmaz ve sınır tanımaz olduğunun bir örneğiymiş gibi Penceresiz şiirlere de sızmış. “İnsan aşklardan yapılırmış/ bir de ayrılıklardan/ Durup durup içlenmesi bundan/ bir deri bir kemik kalsa da hayali”(s.47) Demek ki aşka dair olanlar yalnızca insanın biyolojik- fiziki yapısını değil, hayallerini bile bir deri bir kemik haline getirebilecek şeylerdir.

Şair bu bölüme ikisi de son derece yetkin ve etkili iki divan şiiri (gazel) örneği de almış. Her beyti beyt-ül gazel (en güzel beyit) değerinde, matla (uyak ölçüsü aa olan ilk beyit) ve şairin adının geçtiği makta (taç) beyitleri de olan Kalır başlıklı gazelden bir örnek vermek gerekirse:“Kalır elbet, telkâri izlerimin hepsi kalır/ sulara sarmaş dolaş akışkan adresi kalır”(s.51). Issız Hanlar Gazeli başlıklı ikinci divan şiiri kıta türüne örnektir. Yani uyak ölçüsü aa biçiminde olan matla ve şairin adının geçtiği makta beyti yoktur. Bence beyt-ül gazeli de şudur: “Çöle kaptırdığım o son patika/ yitik yıldız ağıtıyla eşdeğer”(s.52). Bu iki dize Ahmet Günbaş şiirinin görsel niteliğinin nedenli güçlü ve büyüleyici olduğunun da kanıtıdır. Kolayca gözümüzde canlandırabiliriz: İncecik bir yolcuk olan patika uzayıp çölün koynuna sokulur ve o büyük gerçekliğin bütünlüğünde kaybolur. Bu bir yok oluş hali değil, yeni oluşumun nicelik ve nitelik olarak var oluşuna katkı yapmak, kendini yeniden var ediş halidir.

Vefa diye bir duygu da vardı değil mi? Eskiler daha iyi bilir. Aşkta, arkadaşlıkta, dostlukta, akrabalıkta vefa, yani bağlılık… Günümüz insanında, teknolojinin yönettiği yaşam ortamında böyle bir değer yargısı yok artık. Para, ego ve egemen ideolojinin kurallar var. Oysa Islık Borcu adlı bölümdeki şiirlerin vefasına bakın ki hem şairin doğduğu sokağa, kente(İzmir), arkadaşlarına adanmış hem de bunu lirizmin en doygun tadıyla sunmuş: “Islık borcum birikmiş, gecikmişim/ sardunya günlüğü bağışlasın artık// sarı sabır tenhalıkta bekliyorum”(s.54) diyor. Kitabın en güzel şiirlerinden biri olan Kastelli’de, şairin üç arkadaşıyla birlikte çıkardığı (1976) Dönemeç adlı dergiye gönderme yapılırken ona emek verenlere vefa borcu ödeniyor. Bu bölümdeki diğer şiirler de İzmir’e vefa borcunun ödendiği şiirler. Ne güzel! Bölümün son şiiri yine bir gazel. İmir’i şiir güzelliği ve varsıllığıyla onore eden bir gazel: “Ancak şiirin ipiyle inilen bir çukurdur İzmir/…/ Aşkın iki yakasına birden tutunur İzmir”(s.67).



Sustuyduk adlı bölümde öbeklenen şiirlerin temel karakteristiği seçilmiş insanlara adanmış olmalarıdır. Sözün bittiği yerde de vefa var, acıların paylaşılmasında da. Örneğin bölüme adını veren Çekirdek adlı şiir “Mehmet H. Doğan’ın anısına” adanmış: “Güzelbahçede ölmek/pek dokundu fıstıkçamlarının şanına// Sustuyduk/ göğü onaran kuşlardan habersiz// Sustuyduk/ Doğan/ın çekirdeğinden uzakta// Sustuyduk/ taş taşa vermiş fısıldaşırken…”(s.79)

Seyranlık bölümündeki şiirler de yine çağrışımının ele verdiği gibi daha çok mekânlara ve yine bazı dostlara adanmış şiirlerdir. Folklorik unsurların, hatta türkülerin şiire başarıyla sindirilebilindiğine, şiiri varsıllaştırdığına örnek sayılabilecek Seyhan gibi şiirlerin yer aldığı bu bölümde güzel şiirler kadar özellikle örneklenmesi gereken güzel dizeler(mısra-i berceste) de var: “Gönlübol renklerin kilimine bağdaş kuran/ alnında kuş biriktirmiş taşbaskısı sokakların/ telkari gölgesi”(s.93), “götürür de kondurur üryan kalesine aşkların”(s.94), “Demirden düdükleri de olsa ayrılığın/ bir kent en güzel şiirle eskitilir”(s.100), “Aynı yağmurdan tanışıyoruz demek/ içimiz dışımız dupduru”(s.103), “Aşk bu kadar yakın olmasaydı dayanmazdım uzağına!”(s.106).

Ahmet Günbaş şiirlerinin temel unsuru insan, doğa, kent; temel izleği de özgürlük ve vefadır. Bu yüzden olacak “rüzgâr”, “dağ”, “at”, “kuş”, özellikle de “aşk” gibi sözcükleri sıklıkla ve açıklıkla kullanmaktan; “ihanet,” “sömürü”, “baskı” gibi insan hallerine aykırı durumları da sezdirmekten geri durmuyor. Ülkemizde yaşanan vahameti, şiddeti, acımasızlıkları ve acılarıysa büyülü ve tatlı bir dille şiirleştiriyor. Kısacası Ahmet Günbaş zoru başarıyor; ne sanatından ödün veriyor ne de sanatçılığından.

Şiiri toplumdan, sınıflardan, kentsoyludan ve insandan soyut şairciklerin birbirine acı çektirmek pahasına, birbirinden etkilenerek iç çatışmalarını, içgüdüsel endişelerini açığa vurdukları oyunsal üretimler olarak değerlendirerek son kertede sömürücü sınıfın değirmenine su taşıyan Harold Bloom’un kemikleri sızlasın ki Islık Borcu, “şiirin meşruiyeti ve vicdanı” bağlamında, son yıllarda okuduğum en iyi kitaplardan biridir.



Yüklə 5,79 Mb.

Dostları ilə paylaş:
1   ...   31   32   33   34   35   36   37   38   ...   58




Verilənlər bazası müəlliflik hüququ ilə müdafiə olunur ©muhaz.org 2024
rəhbərliyinə müraciət

gir | qeydiyyatdan keç
    Ana səhifə


yükləyin