Olgunun bu yönde gelişmesinin birçok nedeni var elbet. Özetlemek gerekirse:
I.Küçülen Ellerim
Çocuklarımızın ve gençlerimizin yanında durup seslenmem gerekiyordu büyüklere: Çocukluğu olmayan yazın ve sanatın büyüklüğü de olmaz! Çünkü hep göz ardı edilenlerimizdi onlar. Hiç değilse ben bunu yapmamalı, yapanları uyarmalıydım. Yoksa ellerim küçülüp küçülüp benim olmaktan çıkacaktı.
II.Büyüyen Midesi Büyüklerin
Çünkü çocuklarımız ve gençlerimiz kendilerine, bize ve en kötüsü de yaşama yancılaşıyorlar. Hızla.
Bugünü, yarını ve öbür günü görmemekte direnen gönül gözü de, yüz gözü de kör; kendisine de toplumuna da yabancılaşmış yazarlar, sanatçılar bundan şu dersi çıkarmalıdırlar: Dünyanın “şaheser”lerini de yaratsalar okurları, dinleyenleri, izleyenleri olmayacak böyle giderse. Öyleyse birbiriyle boğuşmaktan vazgeçip sanatın bu yanına da zaman ayırmaları, kafa yormaları, üretimleriyle katılmalıdırlar. Politikacılara ve ağavari kentsoylumuza (aslında sözcüğün yapısındaki “soylu”luğu hak etmiyorlar) özellikle hiçbir şey demiyorum; onlar ne anlasınlar çocuktan, çocuk yazınından, sanattan, gelecekten… Onların bedenlerinin içinde yalnızca mideleri, bellerinde silahları ve ülkelerinde apaçileri var.
III.Reklamların Nankörlüğü
Reklamlarda rol alan (verilen) çocukların kişiliğinde, rol alamayan milyonlarca çocuğumuzun içgüdüleri, karşılanamamış özlem ve istekleri, yoksullukları, yetenekleri acımasızca sömürülmekte ve bütün bunlar öylesine bilimsel yapılmaktadır ki, bu reklamları izleyen milyonlarcası da yalnızca iyi birer reklam okuru, izleyicisi rolünü oynamaktadırlar. Böyle giderse ülkemizin bağımsızlığına ve özgürlüğüne göz diken iç ve dış (gerici, kafatasçı, feodal, kapitalist, emperyalist) karanlık güçlerin oyunlarına ve hatta işgallerine de yalnızca izleyici olarak katılacaklar. İzlemek hiçbir çabayı gerektirmiyor nasılsa.
IV. Medyanın İhaneti
Reklamlarla birlikte ve yanyana, biribirini destekleyerek çocuklarımızı ve gençlerimizi olağanüstü kötü etkileyen başka izlenceleri de var medyamızın. Onları; ciddiyetten uzak biçimde magazinleşen haberlerin, televole, futbol, biri bizi gözetliyor, ünlüler çiftliği, popstar ve Türkiye kadınlarına göbek attıran, bütün sorunlarını çözmüşçesine, şıkır şıkır oynatan, yarı insan, yarı kadın sunucularının renklendirdiği, yoksullarla, özürlülerle dalga geçen kadının dünyası, kadınlarla başbaşa gibi zaman, beyin, duygu sömürüsünde son derece de başarılı izlencelerin izleyicileri haline getirmektedirler. Memhet Ali Erbil, Kuşum Aydın, Serdar Ortaç, Fatih Ürek, …….. karakteri bir yana; “sanatçılarımız” olarak bildiğimiz Sümer Ezgü’yle, Fatih Kısaparmak’ı ve eşlerini bu bağlamdaki pırıltılı katkılarından ötürü özellikle kutlamak gerekiyor. Utanmak beş para etmiyor herhal.
Kısacası, medya, gücünü kurulu düzen adına etik, estetik ve demokratik olmayan sorumsuzlukla, “ahlaksızca” kullanarak çocukların, gençlerin ve giderek toplumun okuma, daha doğrusu okumama, hatta izlememe alışkanlıklarını da biçimlendirmektedir. Çünkü ülkemizde, yine temelinde medyanın olduğu;
-
Popüler kitle kültürü egemendir yaşama ve
-
İkinci bir din gibidir futbol kültürü.
Kısacası sahibinin sesi rolünü en etkili ve kalıcı sonuçlar doğuracak biçimde oynayan medyamız önce çocuklarımıza, sonra da çocuk yazınına düşmanca davranarak tıpkı siyasal iktidarlar gibi sanat karşıtı olmanın akçeli ödülünü alarak keyfini çıkarmakta, semirdikçe semirerek tekelleşmektedir.
Bunun en somut örneği (kendi yaptığım anket çalışmamın sonucuna göre) ailelerin %52’sinin televizyon izleme alışkanlığının olması, bu alışkanlığın %83 oranında okuma alışkanlığının yerini alması, %72 oranında çocuklarını masal ve müzik dinletmeden büyütmeleri, %66 oranında kent kültürüyle buluşturmamaları, çağdaş, düzeyli, gerçek kültürel-sanatsal etkinliklerle yüzleştirmemeleri; %36’sının Harry Potter okuru olması, % 60’ının da örneğin sinemalarda yalnızca yine Harry Potter ve Yüzüklerin Efendisi gibi filmleri izleyip, örneğin Gemi, Duvara Karşı, Yazı Tura gibi sanatsal filmleri hiç izlememeleri sonucunu doğurmaktadır. Onlar bugünümüzdür evet, ama geleceğimiz gibi görünmüyorlar bu halleriyle.
V. Öğretmenlerin Suçu
Zamanını kahve köşelerinde duamanaltı eden, okumayan öğretmenlerimizin öğrencileridir bunlar. Karabilmez anne, babalara sözüm yok, emeğe saygım sonsuz, emekçinin savaşımı belirledi bütün bir yaşamımı, bu bir yana; öğretmenlerin yüzde yetmişinin diplomasını iptal ederdim yetkim olsaydı. Sınıfta buluştuklarını yalnızca hamur, ya da yalnızca çamur zannediyorlar. Ekmekleri iyi pişmemiş, heykelleri tükürülmeyi hak edecek kadar çapaklı bir ülkenin çocuklarıyız ne de olsa. İyi de öğretmenlerin yüzü de mi duyarlığını yitirdi ne, kızarmıyor bile. Benimki kıpkırmızı bir köz gibi şimdilerde, yanıyor!
Geçtiğimiz günlerde yayımlanan EĞİTİM-SEN kökenli bir araştırmada, kitap okuyanlarımızın toplumumuzdaki oranı yalnızca %4.5. Okuma alışkanlığı sıralamasında dünyadaki 173 ülke arasında 86.yız. Ülkemizde 400 kütüphane, 400 bin kahvehane (ekmeğini okey taşından çıkaranlamızın, özellikle de yalnızca %8’i okuyan öğretmenlerimizin gözü aydın) var. Onlar da onların keni çocukları ve torunlarıyla okey oynayacaklardır yarın. Hiçbir değilse bile yaşam okey oynayacaktır onlarla. Bugünümüz gibi geleceğimiz de kumar masasında!...
VI. Sınavların Yamyamlığı
Ülkemizde OKS, ÖSS, LGS(önceki adı), KPSS, TPCS, MSSSS, ESS, SSS ve bilcümle yılanlı sınavlar için harcanan zaman insan ömrünün dörtte, beşte biri kadardır. Bu süre ne yazık ki tam da insan olabilmenin, kişilik gelişiminin oluştuğu yıllara denk gelmektedir: İlkokul ikinci sınıftan üniversite bitiminin de ötesine kadar. İlköğretim ikinci sınıftan başlayarak, lise bitiminden öteye uzanan LGS, ÖSS, KPS gibi “sınavlara hazırlanma süreci” çocuklarımızın çocukluğunu tüketmekle kalmayıp, gençliğini de tüketinceye kadar süren, onbir ile onbeş yılllık bir zaman dilimini anlatır. Böylesine uzun bir zaman dilimi boyunca çocuklarımız ağırlıklı olarak test kitapları okumak, soru çözmek ve böylece çocukluklarını ve gençliklerini ileride de yaşayamamak, ya da komik, tarjik, hatta tirajikomik yaşantılar sergilemek üzere ertelemek zorunda kalmaktadırlar. Sanıyorum, dünyanın en ilkel ülkeleri bile çocuklarını ve gençlerini böylesine “vahim” biçimde harcamıyorlar. İsteyen istediği kadar darılabilir; darılanlar daha bir yamyamdır.
Ama sevgili çocuklarımız ve gençlerimiz, merak etmeyiniz yakında bir gün OKS,ÖSS ve KPSS’leri kaldıracağım!
VII.Çocuk Dergilerindeki Gecikme
Çocuklar için ilk ciddi çocuk dergilerinden biri Almanya’da 1772’de yayınlanan Leipzig Haftalık Çocuk Dergisi, gazete olarak da İspanya’da 1798’de yayınlanan Çocuk Gazetesi’dir. Ülkemizde de çocuk yazını önem kazanmaya başlamıştır, ama dünyadaki gelişmeleri yüz yıl geriden izleyerek. 1869’da çıkan Mümeyyiz ve 1904’te çıkan Çocuk Bahçesi çocuk yazınına dair ilk dergilerdir. Dergi dediğin nedir ki, yüz değil, iki yüz, üç yüz yıl sonra da çıkarılabilir, hatta hiçbir zaman çıkarılmayabilir de.
Nasılsa matbaayı da üç yüz yıl sonra sokabilmiştik kültürümüze.
VIII. Vehamet=% 95
Bütün bunlardan sonra ve bir kez daha çocuklarımıza geldiğimizde görüyoruz ki “vehamet” bir yamyamlık geleneği olarak sürmektedir. Ülkemiz bağlamında okur diye tanımlanabilecek çocukların oranının %5’i bile bulmadığını da bütün bunlara eklediğimizde sorunun ne kadar ciddi olduğunu çok daha iyi anlarız. 12 000 (Japonya’da 25, Fransa’da 7) kişiye bir kitabın düştüğü (EĞİTİM_SEN), çocuklar ve gençler için yayınlanan kitapların %70’inin çeviri olduğu (Ruhi Şirin) bir ülkede bundan çok daha iyimser bir tablo çıkamazdı elbet ortaya. Hem zaten tablo mablo da tanrıya şirk koşmaktır geleneğimize göre, günahtır. Okumaksa ya “ıkra”, ya da “dokuz ışık”la sınırlıdır. Bu kadar yeter de artar diye düşünülüyor çünkü.
IX.Biçimselliğin Çocukluğu
Onları kendimize benzettik sonunda.Çocuklarımız da biçimselliklerin ardında artık. Ya tamamıyla resimlerle kaplı, az yazılı kitapları okumayı yeğliyorlar, ya da küçücük harçlıklarıyla kalın kitaplar alıp okumuyorlar. Bir de Harry Potter var, yüzlerce sayfalık ciltler halinde. Onu okuyorlar ama, neredeyse yalnızca onu okuyan Harry Potter’cilerimi var. Onun yanında ve dışında hiçbir şey okumuyorlar. Onların da ayakları küçülüyor. Ayakparmakları görüş açımızdan taştı bile.
X. Eğitim Dizgemizin Vebali
Artık bilinsin ki; “okuma”nın bilinen önemine karşın, bilinen sosyo-politik nedenlerle okuma alışkanlığı kazanamayan, bu yüzden de kendini ifade edebilecek, ya da kendini bulabilecek, doyum sağlayabilecek, olumsuz psikolojik yükünü boşaltabilecek kadar kitap okuyamayan; biyolojik olarak da, sosyal olarak da “öğrenci” kavramı içine giren çocuklarımızın dayanma gücü kalmadı. Ezberleyip unutmaktan, öğrendiklerini günlük yaşamlarında aramaktan, ödev yapmaktan, soru (test) çözmekten ciddi biçimde yoruldular.
Eğitim dizgemizi kendisine uyarlayan ve tam anlamıyla bir at yarışı niteliği gösteren bu süreç, çocukların doğru ve yeterli okuma, doğru kültürlenme ve bilinçlenme içgüdü ve isteklerini de yok etmektedir. Yani bütün bu nedenlerin toplamının sonucu olarak çocuklarımız ve gençlerimiz sağlıklı bir okuma alışkanlığı kazanamamaktadırlar, özellikle şiir okumamakta, sanat dergileriyle ilgilenmemekte ve yazmaktan, sözcüğün tam anlamıyla “nefret” etmektedirler. Şiirden yazı yazmaktan nefret etmenin insandan nefret etmek anlamına geleceğini söylemeliyim elbette.
XI.Teknolojinin Hüznü
Bir de “internet cafe”lerimiz var. Adı Avrupalı, işlevi Asyalı. Bilgisayar teknolojisiyle olağanüstü bir düzeye ulaşan bilimi ve bizi hüzünlendiren, üzen ve hatta utandıran bir olgumuzdur bu. Internet olanağını bilimsel, sanatsal araştırmalarda kullanmak yerine oyun ve eğlenceye alet eden, küfür ve uyuşturucu bataklıklarımız!... Bu haliyle çocuklarımızı ve gençlerimizi insanca davranabilme becerisinden, bir şeyler yapabilme yeteneğinden uzaklaştırdığı gibi okuma alışkanlıklarından da uzaklaştırmaktadır. Hem de bilgisayar teknolojisi hızıyla…
XII.Kültürel Kalıtımız:
İneğin, koyunun, kaplanın yavrusunun doğduktan birkaç dakika sonra ayağa kalkmasına karşın insanın yavrusunun birkaç ay, hatta yıl sonra ayağa kalkabildiği bir gerçektir. İnsanoğlu kalıtımsal olarak sahip olduğu geç ayağa kalkma yeteneksizliği yaşamının her alanında ve zaman zaman kendini göstermektedir. Ancak bu kalıt belli ki bizim soyumuzda daha baskın… Değil mi ki; yabancı bir gezgin, “Türkler otururlar, öyle bir otururlar ki, sanırsınız bir daha hiç ayağa kalkmayacaklar” der. Şunu da eklemek gerekir, Türkler kitap satın almazlar, okumazlar; o kadar ki, sanırsınız kitaplar kuş gribi virüsü taşıyor.
XIII.Düzensiz Düzenimiz
Çünkü düzenimiz böyle istiyor:
Önce çocukluklarını hırpalayacak, yaşken eğecek, bükecek…
Sonra gençliklerini çar çur edecek; okula göndermek yerine ayak işlerine koşacak…
Hatta acımasızca sömürecek…
Sonra da büyümüş hallerine uygulayacak bütün bunları.
Dostları ilə paylaş: |