Örneklerle



Yüklə 5,79 Mb.
səhifə5/58
tarix31.10.2017
ölçüsü5,79 Mb.
#23511
növüYazı
1   2   3   4   5   6   7   8   9   ...   58

BEHÇET KEMAL ÇAĞLAR

BURSA İÇİN

Farzedin ki Bursa’ya yol alan bir uçaktayız.Uçtu uçtu kuş uçtu, Adapzarı'ndan geçti, şimdi Geyve Boğazı'nı aşıyor. Bursa'ya yolcudur. Sıra tepeler rüzgârında hava kayığına binmiş gibi sallanıyoruz. Birden, köylerle benekli, ağaçlık­larla bezenmiş tabak içi bir ova, aşağıda beliriveriyor. Düzlüğe doğru süzülüyoruz. Topraktaki saban izleri esmer bir alındaki çizgileri andırıyor. Solumuzda benek benek karlı Uludağ, sağı­mızda tümsek tümsek çamlı yaylacıklar, ötede zümrüt düzlükler, aranan bulanık sular, okşıyan rüzgâr, saran sis ve yeşil, yeşil, yeşil!...

Toprağın çok büyük çukuru mavi su ile do­lunca Akdeniz, Karadeniz, denir de toprağın çok büyük düzlügü yeşil nebat seliyle dolunca, neden "Yeşil Deniz" denmez de "Bursa Ovası" denir, aklımız ermez. Kımıl kımıl, pırıl pırıl, dal­ga dalga, fakat durgun ve mahmur bir bahar denizi. Ottan, ekinden başlayıp gülden, asma­dan geçerek kestaneden selviye doğru kat kat yükselen bir yeşillik. Ovaya serilen bu yeşilliğin üstünden göğe dikilmiş bir beyazlığa doğru uçuyoruz. Gökte, Bursa Ovası'ndan Uludağ'a doğru mavinin içinde yeşilden beyaza. İşte Ulu­dağ'a sürtünecek gibiyiz, çamlar altımızda yeşil kevenler. Kar suları gümüş zincirler. Kavaklarla servilerin arasında minarelerin boyatıp kubbe­lerin gelişmesi, tarihin değil baharın, insanın değil de tabiatın eseri gibi. Şimdi uçağı bırak­mak, göğün maviliğini hiçe saymak, çekirge gi­bi ağaçtan ağaca, kubbeden kubbeye sıçrayarak Bursa'yı gezmek hevesinin ruhu deli ettiği za­mandır. Oh işte Bakacak Tepesi. Geceleri ay Bursa'ya Osman’ın ruhu g1bi oradan doğar. Ki­taplar der ki: "Kayıhan kabilesinin Başbuğu Os­man Bey, biraz sonra ordusunun kolları arasın­da alacağı güzel şehri oradan bir zafer kartalı edası ile seyrederken masallarda peri kızlarına aşık olanlar gibi ilk görüşte Bursa'yı öyle be­nimsemiş ki Allah beni buradan ayırmasın de­miş ve güneşte pırıl pırıl yanan bir gümüş küm­beti göstererek oraya gömülmesini istemiş: Ba­kacak'ta Osman'ın ruhu rüzgar olmuş esiyor; ovada ise mazlum cariye, fakat nazlı Sultan Ni­lüfer'in ruhu çay olmuş kıvranıyor. Bizi tarih havaya ulaşıp kucaklamakta, alıp yere bastırmaya çabalamaktadır. Tarih bizi göğün aydınlığından, yeşilin berraklığından çekip mazinin boşluğuna götürmek hevesinde. Bursa’da eskimemiş, yıpranmamış bir eski zaman nefes alıyor. Bursa yukarıda, havadan ince suların gümüş telleri, inişli çıkışlı kocaman göğsüne gerilmiş bir yeşil saz gibi; şırıltıdan, efiltiden nağmelerle kendiliğinden çalınıp duruyor…..

Biraz daha yükselerek Yeşil Caddesi’nin üstüne doğru geldiniz mi bütün Bursa Yeşil Cami’in alt kat namazgâhına, uçsuz bucaksız avlusuna serilmiş bir seccadedir.

………………………….

Aziz okuyucularım, Bursa'da gökten inmeye, yere ayak basmağa, büyülenip kalmaya, tutulup kekelemiye cesaretiniz var mı? Bursa'da ayak bastığınız her taş görünmez mahzenin acemice konmuş kapağı gibidir. Hayalinizin ayağı bir sürçtü mü, o taş altınızdan çekilir ve zaman, taşma vakti bekliyen büyük sular gibi dört bir yanınızdan fışkırıverir. Bursa'da yaslandığınız her sur parçası bir benttir ki, biraz sonra tarihin seli zorlayıp onu yıkacak, gelip sizi suyuna ka­tacaktır.

Bursa'nın rastgele ağacında bütün bahar, ras­gele evinde bütün Bursa barınır. Hangi eve gi­rerseniz orada Bursa'nın bütün semtlerini bezle­re oyalar halinde resmedilmiş olarak bulacaksı­nız. Muradiye'nin çınarları, Emir Sultan'ın ser­vileri, Işıklar'ın pencereleri, şehirde bir semti ve oyada da bir çeşidi gösteren isimlerdir. Mehmet Çelebi çiniden baharının kucağında baygınlaş­mış yatıyor. Cem 'in ruhu türbesinin çinilerinde­ki kırmızı karanfillerde tütüyor. Bursa eski yarat­malarla doludur; yeni yapmaların onları boz­mamalarına, bastırmamalarına elbette dikkat edilecektir. Pek farkında değiliz ama, Bursa'yı sayıklarken zamanımız doluverdi. İyisi mi koca bir divandan yer yer mısralar okuyup da eseri acele ile incelemiş görünür gibi, Bursa'nın bir iki güzelliğine dokunup geçerek değil, taşına, toprağına, ağacına, tapmağına değerek gezmek için gelecek cumamızı ayıralım, Size Gönlüferah'ta sabahı, Muradiye'de öğle sonunu, Ye­şil'de akşamı anlatmazsam neye yarar? Bur­sa'nın sisine bürünmek güzel... Ya havlusuna sarınmak, suyunun şırıltısını dinlemek güzel, ya kaplıcalarının ılıklığına girmek?

Bursa Ovası'nın yeşilinde öyle soğukkanlı ağaç sevgisi duymakla kalamazsınız; dallara ih­tirasla sarılmak arzunuz tutar. Orada ahretlik serviler bile ibadette iken de gözleri ihtirasla parıldıyan azizeler gibi sizi baharın koynuna çağırırlar. Göğüs düşmeleri rüzgârla çözülerek, genç bacakları dikenle çimdiklenerek, bekâretini tabiata vermiş eski Yunan Kızı "Bilitis"in şarkı­larını bilmezsiniz: "Bir yemyeşil ağacın en uç dalındayım; rüzgâr estikçe bu güzel ağacın ya­şadığını duyuyorum. Gövdeyi saran bacaklarımı daha kuvvetle sıkıyor ve aralanan dudaklarımı körpe bir dalın yosunlu kabuğuna yapıştırıyo­rum." Dişi Bilitis'in şarkısını bırakın da genç Bursa aşığının türkünü dinliyelim:



Yar kendimi vermeye istekli işte deyip

Bir mevsim baş ucunda ayrılmadan bekleyip

Gözüm buğulanarak ilk günahı işlemek:

İlk dalında olgunlaşan ilk meyvayı dişlemek!

Bu bahardır dokunan nefes gibi derime;

Akıp omuzlarımdan dökülsün içerime;

Her dal ayrı şadırvan, her çiçek ayrı köpük..



Hâla kuru kalmaktan kollarım yana düşük,

Bilmez ki kök salacak bulmaya toprağımı

Beklerim seve seve daldırıp ayağımı...

1949


YILMAZ AKKILIÇ

SETBAŞI KÖPRÜSÜ

Bursa'nın Yıldırım ve Osmangazi ilçelerini bir­birine bağlayan Setbaşı Köprüsü'nün ne zaman ya­pıldığı ve yaptıranı belli değildir. Ancak kadı sicil­lerine yansıyan onarım kayıtlarından, hiç değilse XV. yüzyıl sonlarından bu yana kullanıldığı anla­şılmaktadır. Bursa araştırmacısı Kamil Kepecioğ­lu, Bursa kadı sicillerinde yaptığı araştırmalar sonun­da, köprünün 1565, 1585, 1680, 1681, 1738 ve 1847 yıllarında onarım gördüğünü belirlemiştir.

XIX. yüzyıl sonlarında çekilmiş fotoğraflarda, ayaklarının kagir, tabliyesinin ise ahşap malzeme­den yapıldığı görülen köprü, 1920'lerin sonlarında taş ayaklar üzerinde beton tabliyeli olarak yenilen­miştir. En son İhsan Sabri Çağlayangil'in valiliği döneminde (1954-1960), iki taraftaki kaldırımları da tabliyesine katılmak ve iki yana doğru askılı kal­dırımlar yapılmak suretiyle genişletilmiştir.

TEFERRÜÇ
Bir zamanlar Bursa' nın gözde mesirelerinden olan Teferrüç, Mollaarap su deposunun 300 met­re doğusundaki büyük bir çınar ağacının bulun­duğu, havaya doğru geniş görüş alanı olan yer­dir. 1960'lı yıllara gelinceye değin çevresi çimen­lik ve ağaçlıktı. Teferrüç, Türkçede "gezinti, gez­me" veya "açılma, ferahlama" anlamlarına ge­len Arapça "teferrüc" sözcüğünden gelmedir. Bursa'nın bu ünlü mesiresi, gerçekten kuzeye ve batıya doğru kuş bakışı Bursa Ovası'yla Gem­lik ve Mudanya sırtlarına değin alabildiğine ge­niş manzaralı bir mesire idi. Çevresinde yerleş­me yoktu. En yakın binalar Işıklar Askeri Lise­si ile batısındaki Yenimahalle'nin iki katlı evle­riydi.

Alanın kuzeyindeki bir çeşmeden ünlü Dev­rengeç suyu akardı. ….


HACI TONAK

BURSA'NIN DOĞU YÜZÜ

Yıldırım;

Bursa'nın doğu yüzü, doğulu yüzü!

Bileşenleri: Horasan, Belh, Buhara'dan soluksuz bir koşu içinde bin yaşında yağmurcular; Kafkas, Kırım, Balkan, Arap ve Acem'den bin yaşında yol yordam sa­hipleri; Luvi, Hatti, Hitit, Frig, Bityn ve Roma...

Uçup gelip konup pürüzsüz katıksız şaman, pürüz­süz katıksız tarikat, pürüzsüz katıksız imaret, medre­se, cami, türbe, sultan, han ve halis muhlis ipek, koza, çelebi ve ahi olup Uludağ'ın kayaçlarına tutunup kök salıp yoksul evlerinde zengin gönüllerle, biraz ham, bi­raz dışlanmış, biraz itilmiş: Sultan Yıldırım'ın mirasçı­ları...

İsmi mi kaderini belirliyor, kaderi mi ismini?

Sorumlu olduğu dağınık, hırçın, sakin, eski, yeni, kimi durumda eciş bücüş, kimi durumda şaşılacak ka­dar düzenli yüzü, onun ruhuyla da "o" olmasından ne kadar sorumlu?

Yıldırım özge isim, biliniyor.

Bayezit ise Aramnca kökenli. Ermenice üzerinden ve tasavvufun içinden geçip yunup arınıp Türkçenin ha­zinesine isim olarak giriyor. Ardıl, mirasçı anlamında.

Birincisi: yol açmanın büyük ustasına; ikincisi, eren­ler bağının sularını bir büyük nehirde toplayıp bilimin, siyasanın ve erkin içinden geçirip arıtıp akıtan birikime tekabül ediyor.

Hükümdar'ın, Yıldırım'a adını veren ve dağı, ovayı ve şehri bir bakışta görebilen "makam"ını seçtiğinde, en yalın dileğinin unutulmamak olduğu söylenebilir.

Unutulmamak, hatırlanmayı gerektirir.

Bunun pek çok yolundan birden yürüdüğü inkar götürmez, ama o tepeden baktığında gördüğü, belki en bel bağladığıydı:

Şehrinin, bir hayalde yüzen yeni yüzü!..



***

Abdal Musa'nın dediği gibi "Kader okundan gizli yaydan"..

Ne var ki araya nice afet girecek, Sultan'ın Bursa için hep hatırlanmak üzere tasarladığı çehre bulanık­laşıp bozulacaktır.

Bir intikam selinden başka şey olan, ama hep öyle gelen Timur, ardından Fetret ve ardından Karamanoğ­lu ve ardından başkaları gelecek, bu çehreyi ve tasa­rımı, atların ayakları altında çiğneyecektir.

Timur'un askerleri, Ulu camiyi süvarilerinin ahırı ya­pacak, bununla da kalmayıp ateşe vereceklerdir; Yıl­dırım Camisi, imareti ve darüşşifası da yakılıp yıkıla­caktı r.

Musa Çelebi, cansız bedenini şehrine getirdiğinde, nereye defnedeceğini bilemeyecektir bir süre.

Bursa kuşatmasında, İvaz Paşa'nın inatçı direnişi­ne çarpar Karamanoğlu, kemiklerirni çıkarıp ateşe ve­recek, Musa’nın kaygısının yersiz olmadığını kanıtlayacaktır.

………….­


MUSTAFA ARMAĞAN

ŞEHİR ASLA UNUTMAZ

İktidarların ellerinden alınmasına nasıl bir tepki gösterir şehirler? diye sorsam, eminim ki, çoğunuz benim şehri bir organizma, kanlı-canlı bir mahlük telakki etme yanılgısına düştüğüme hükmedeceksiniz, Ne var ki, bir gerçeğin altını çizmek bana önemli görünüyor: şehir asla unutmaz!

Tabii, bunu farketmenin yolu, şehrin hafıza­sının karanlık labirentlerinde ter döküp ilerle­meye çalışmaktan geçiyor. İlam medeniyetinin de içinde yer aldığı Doğu bilgeliği, ısrarla şehir­lerin ruhundan bahseder. Kuruluşundaki tılsım­dan nasıl yok olacağına kadar şehirlerin hayatları tıpkı bir insan hayatı gibi bir kader zinciri içersinde tasvir edilir. Şehirlerin hakikaten bir ruhu, aklı ve hafızası olduğuna inanlardan ise­niz, Sultanahmet Meydanı'nda araba yarışçıla­rının canhıraş feryatlarının yeniçerilerin "iste­mezük"lerine karışıp dalgalar halinde içinizde kırıldığını, Davutpaşa Kışlası'nda taç giyen Bi­zans İmparatorlarına yapılan tezahüratın aynı yerden Şumnu'ya sefere çıkan Osmanlı askerle­rinin hüzünlü gurbet türküleriyle sarmaş dolaş kulağınızda yankılandığını mutlaka hissetmiş ve mekanların karakterinin, üzerinde dolaşan insanlara ne kadar kuvvetle tesir ettiğin duymuş olmalısınız.

Baştaki soruya dönelim: Payitahtlığın kudret ve saadetini bir defa tadan eski başkentler, aca­ba ellerinden bu kudretin alınışına karşı bir ta­vır takınmışlar mıdır, yoksa boyunlarını büküp olan bitene razı mı olmuşlardır?

Bu soruya verilen cevaplar çoğunlukla eski başkentlerin bir maddi inkıraza paralel olarak bir moral çöküşe de uğradığı, servet ve kudretin merkezi olan yeni başkentin eskilerce kemal-i suhuletle baştacı edildiği yolunda olmuştur. Bir örnek vermek gerekirse, İtanbul'un başkent ya­pılışının, eski Osmanlı başkenti Bursa açısından bir nöbet devir-teslimi gibi idrak edildiği söyle­nir genellikle. Acaba hakikat bu merkezde mi­dir'?

……………….


Bütün bu örneklerin de gösterdiği gibi, başkentler hiçbir zaman kimliklerini unutmuyor, kendilerine yaklaşan veya kendilerine yakın buldukları insanlar vasıtasıyla bu taleplerini zaman zaman dışarı vuruyorlar. Ve tıpkı Bursa gibi, birbuçuk asırlık bir şevket devrinin moral üstünlüğünü her fırsatta dile getiriyorlar. Üstad Tanpınar ne demişti: “Bir başkent daima beşkenttir. Ne kadar susturulursa susturulsun yine konuşur.”

……………………


EK-C:

CUMHURİYET ÖNCESİ BURSA DOĞUMLU ŞAİRLER


Ruşeni

(15.yy.) :
Her yere Bursa'dan iner behre,

Güvenayın bunun gibi şehre

Gün gibi ademisi ruşen-dil,

Dil-rübâsı kamu Kamer-çehre

Kendu Firdevs bağına benzer,

Cuyu Bağ-ı Irem'deki nehre.

Ab-ı hayvana benzeten suyunu,

Çeşme-i Hızr'ı benzedir zehre.

Zühre hoş-hanlarının âvâzın

İşüdüp gökte cûş eder Zühre,

Ruşeni'nin duası bu her dem,

Verdiğünce Hüda şeref dehre

Ya latif, eyle lütfunu izhâr

Bursa'yı mazhar eyleme kahre.

(Bursa Medhiyesi)


Eşrefoğlu Rûmi

(15.yy.):
“…..

Çok yiyendir doğru yola gitmeyen

Çok yiyendir bir işi başarmayan

……………….


Çok yiyenlerin olur teni ağır

Çok yiyenlerin kulakları sağır

Çok yiyenler gaflete dalmış durur

Çok yiyenler dünya dalmış durur

………………………

Çok yiyenlerin gözü görmez yolu

Çok yiyenlerin zikir etmez dili

Çok yemeklik ki ulu mihnetdürür”


“……………..

Az yiyenlerin olur nefsi hâlim

Az yiyenlerin olur kalbi selim

Az yiyenler söylese hikmetdürür

Az yiyenin baktığı ibretdürür

……….


Kim ki az yer az söyler az uyur

Eylüge yavuzluğu devşirilir

…………”
Abdurrahim Tırsi(16.yy.):
“Yücelerden döndüreyim

Alçaklara gönül seni

Alçaklardan alçaklara

İnidreyim gönül seni.


Yürüyeyim yane yane

Aşk odun urayım cane

Bakmayayım mâsiveye

Geçireyim gönül seni.”



Âşık Halil

(18-19.yy.):
“Yine nefr-am oldu uzun saçlılar

Arkası feraceli koynu taşlılar

Yüzleri yaşmaklı yaprak başlılar

Vurun aslanlarım erlik sizdedir.

……………….

Okkayla terazi kalktı pazardan



Bezirgânlar gelmez oldu dışardan

Gayr-i din-ü iman gitti kibardan

Vurun aslanlarım beylik sizdedir.
Hatt-ı şerif geldi Sultan Selim’den

Hiç bilmez mi Bursalının halinden

Heman dua size Aşık Halil’den

Vurun aslanlarım daylık sizdedir.”



Hengâmi

(19.yy.):
“Bir gemi yaptırdım ayrık kökiyle

Bin pare top dizdim taze sovanı

Mısır darısından hesapsız gülle

Niyetim fethetmek Firengistan’ı.


Bin karga götürdüm gemiye bekçi

Örümcek ağası bile yedekçi

Yüzbin serçe yazdım tüfekçi

Sivrisinek oynar kılıç-kalkanı.

…………..

Hengâmi bu cengin methin eyledim



Hayfâ deryasını gezip belledim

Yalan yanlış bu destanı söyledim

Ömrümde demedim böyle yalanı.

EK- D:

CUMHURİYETTEN SONRA YAŞAMIŞ

YAŞAMAKTA OLAN BURSALI YAZINCILAR




NADİR GEZER

SÜRTÜK TEYZE

öykü

Göz ucunda/Yar burcunda /Konup kalkan /Kırlangıcım/ /Parlak kara / Bakışına /Rengim ala /Gönül yara/Cıvıl cıvıl /Ötüşüne /Sesin taşır /Taşır beni /Yalnızlığın/ Ateşine /Sevgi özüm /Kırlangıcım

Kentle içten içe dost olmuş bir çift kırlangıç her yıl boğucu sıcak ülkelerden göçer gelir; kentin üzerinde uçar da uçar, ardından da yorgun argın konarlardı eski yuvalarına... Kentin en işlek anayoluna çıkış sokağının üç katlı kırık dökük yapısının ikinci kat çıkışındaki yuvalarına dala çıka, çatalkuyruklarını titreştire titreştire, ince uzun kanatlarını çırpa çırpa, geniş gagalarını çıtırdata çıtırdata, birer kara boncuğu andıran gözlerini ışıldata ışıldata kentin üzerinde sevinçle dönerek gelip giderlerdi... Sanki kent insanına "Sizi özledik!", dercesine sevinç yüklü seslerini büyütürlerdi... İçten mi içten bir cıvıltı, bir çığırtı sunarlardı.


O yuvanın bulunduğu yol da yoldu işte! Kentin en işleği, anayolunu, çarşı pazarına bağlayan bir çıkış yolu… Bir yanı Ahmet Vefik Paşa Tiyatrosu'nun yüksek duvarıyla sınırlanmıştı; öbür yanı da yedi basamaklı bir ayakçakla yükseltilmiş üç katlı yapılarla… İlginç mi ilginç bir yoldu bu işte! Ayakçağın son basamağından sonra birbirine yaslanmış iki ahşap yapı vardı. Sonra da ötekiler gelirdi. Sağlı sollu bu yapılarla yol daraldıkça daralır, bir boğazı andırırdı! Anayolun araba gürültüleri bu sokakta yansır, yankılanır, büyüdükçe büyürdü. Sabahın körüyle başlardı bu gürültü, günün geç saatlerine dek sürerdi...


Boğazlaşmış bu çıkış yolu yaşlı bir çınar ağacı gibi dal budak olmuş, sokak içinde sokaklarla çarşı pazarı anayola bağlayıverirdi. Bütün bu sokaklar tarihsel geçmişlerinin yükünü taşıyan eğri büğrü, eski püskü yapıların sınırları arasından kurtulur; bir uçlarıyla tarihi Okçular Çarşısı'yla, bu çarşının uzantısı olan Tuzpazarı Anayolu'yla bütünleşirdi. Birbirinin içine girmiş bu iki eklenti, bir yanlarıyla Okçular-Kayhan Altgeçiti'yle, Kayhan'la Bitpazarı'na uzanır; o iki kalabalık bölgenin insan selini çekerdi içine. Öbür yanlarıyla da Uzunçarşı'dan Kapalıçarşı'ya dek uzanırdı. Bu yüzden de bu iki çarşının insan kalabalığı arttıkça artardı. Bu çarşılar dizgesi kadının kızın, gencin yaşlının, oğulların babaların alışveriş için koşuşturduğu bir alandı. Onun için günün her saatinde kıpır kıpırdı. Her yaşa uygun her tür giysinin, her tür pabucun alınıp satıldığı yerdi burası. Bu yoğun kalabalığa bir de satıcıların bağırtısı çağırtısı ekleniverdi mi çekilmez olurdu bu çarşılar. Bunalırdı kalabalık, soluklanacak bir yer arardı. Bu çarşıların bir başka ilginç yanı da insanların bunca bunaltılarına karşın ayaküstü atıştırabilecekleri ne bir "üç köfte, dört köfte" gibi anılan yerler vardı, ne camı çerçevesi parlatılmış tatlıcı dükkânları. Bunalan kalabalık bir süre sonra o ara sokaklara atıverirdi kendini. Bu sokakların bütününü kendine çeken, genişçe bir yay çizerek anayola taşıyan Tuzpazarı Sokağıydı. Bu sokak, Tek, Okul, Hamam ve Nalıncılar sokaklarının yükünü yüklenir, sanki derinden derine soluklanırcasına kırlangıçların cıvıltılarıyla anayola boşaltıverirdi. İşte o boğazlaşmış dar sokak bütün bu korkunç kalabalığın can simidi gibiydi. Çıkışa otuzbeş kırk metre kala bu eski iki köhne yapıyı sevimli kılan da kırlangıçların yuvasıydı. Her yıl yenilenen bu yuvanın cıvıltısı ve çığırtısı bambaşka olurdu. Hele bir de külrengi yavrular başlarını yuvanın dışına uzatıverdiler mi gelen geçen bir an için duraksar, o cıvıltı yüklü yavrulara bakar, sonra da sürdürürdü yürüyüşlerini...
O yuvanın altındaki kapı eşiğinin uzantısında oturmuş, kirlibeyaz giysili, üstü başı bakımlı bir kadın gelir görünürdü, günün belli saatlerinde. Neredeyse ellisinin üzerinde, ilginç bir kadın... Yüzü belli belirsiz makyajlı, ince dudakları da rujlu olurdu! Kısa kesilmiş kestane rengi saçları taranmış, makyajlı yüzü yaşını gizlemeye çalışsa da ellinin üstünü gösterirdi. Kırlangıçların kente gelişleriyle birlikte o da gelir, kırlangıç yuvasının altındaki kapının eşiğine otururdu. Çay ocağına çayını söyler, bir yandan yudumlarken, bir yandan da yüz kırışıklarındaki sıkıntılı izi büyüterek ''Samsun'' sigarasını tüttürürdü.
Kadının dıştan görünüşüne kızan, öfkelenen kimileri, ona "Sürtük Kumru" derlerdi. Sürtük Kumru! Onun içsel yapısını en güzel oturduğu eşiğin bir yapı ötesindeki Duygum Kasetçilik’in CD'sinden dışa taşan, Gülşen Kutlu'nun sesinde büyüyen "Yüce Dağ Başında" türküsü vuruyordu dışa: "Yüce dağ başında kar katar katar/Eşinden ayrılmış bir keklik öter/Yarimin üstünde bir karış otlar/ Otlar solmayınca gönül mü geçer" diyen sanatçıyla gelen geçenin ve Kumru Teyze'nin duyarlılığı aynı potada birleşir, onun kaygılı duyarlığını çocuklarla birlikte kimi büyükler de benimseyiverirlerdi... Daralan sokakta yankılanan türkü durmadan büyür, insanların yüreklerini hoplatıverirdi. Gelen geçenler bir Kumru Teyze'ye bakarlardı, bir kırlangıçlarla. Onu onların yuvalarıyla bütünleştirir, daha bir içten yaklaşırlardı Kumru Teyze'ye. Kumru Teyze'nin önüne serilmiş mendil bozuk paraların tıkırtısını çekerdi üstüne. Çocuklar ona yardım etmeleri için ana babalarını zorlarlardı. Kendi ceplerini de boşaltırlardı o mendilin üzerine. Bir yanda daralmış sokakta türkü büyür, bir yanda da mendildeki bozuk paralar.
Kumru Teyze genç sayılır yaşında kocasını kanserden yitirmiş, biricik kızını evermiş, ama tam da mutlandığının en güzel evresinde bu kez de kızı eşini aynı sayrılıkla yitirmiş, iki çocuğuyla ana evine sığınıvermişti. Bak şu kör talihe ki kızı da kendisi gibi sıkıntılar içine düşüvermişti! O andan sonra da biri kız, öteki erkek iki çocuğun yükü Kumru Teyze'nin omuzlarına yüklenivermişti! Sabahları erken kalkar, ev temizliğine gider, işini bitirdikten sonra da buraya gelirdi. Torunlarının eksiği gereği İçin yapardı bunu. Onlar için katlanırdı kimi aşağılayıcı bakışlara. Ona en yakın şu önünden geçen, sevimli yüzleriyle ona gülümseyen çocuklar olmuştu. Onların sevimli güler yüzleri yaşama sımsıkı bağlardı onu. Onlardan aldığı güçle kendi torunları gözlerinin önüne gelir, daha bir sevecenlikle kucaklardı onları. Böyle anlarda sanki onun iç duyarlığını anlamışlar gibi kırlangıçlar döner de dönerdi insanların başları üzerinde! Bu dönüşlerle o kalabalık duyarlaştıkça duyarlaşır, kuşların çığırtısına, yavruların vıcırtısına daha da verirlerdi kendilerini. O çarşılar ortamından kopup gelen kalabalık akar da akardı anayola doğru. İşte o an, evet o an umudun umuda eklendiği andı!
Gerçek sevginin tomurcuğu o daralan yolda oluşur, büyür, kırlangıçlarla kentin köşe bucağına dağılıverirdi... Yaşamının tanımsız ince dokulu sevinci büyürdü de büyürdü orada...

Bursa Kültür Bülteni, 2008, sayı:16


CEYHUN ERİM

BURSA EDEBİYAT GÜNLERİ

NASIL “ULUSLARARASI” OLDU

Ekim ayının sonlarına doğru tanıdık bir arkadaş cep telefonumdan aradı. Bursa Kültür A.Ş. adına aracı olarak aradığını söyleyerek beni görevli bir bayana devretti. Telefondaki bayan, 3 – 4 Kasım tarihlerinde yapılacak Edebiyat Günleri için “mümkünse” BURSA YAZIN VE SANAT DERNEĞİ’(BUYAZ)ne kayıtlı edebiyatçıların isim, adres, e-posta ya da telefonlarını göndermemi rica ediyordu. Daha önceki yıllarda bu organizasyonun içinde bulunan, dernek üyesi bir iki arkadaşa telefon ettim. Evet, bu arkadaşlar da aynı kuruluştan davet telefonu aldıklarını - Hilmi Haşal’ın dışında -katılmayı düşünmediklerini söylediler. Ben yine de Bursa’da yaşayan edebiyatçıların e- posta adreslerini gönderdim.

“Bursa Edebiyat Günleri”nin Ramis Dara öncülüğünde gerçekleştirilen gönüllü bir “Edebiyat Şöleni” olduğunu Türkiye’deki tüm edebiyat çevreleri bilir. İlki 1996 yılında Nahit Kayabaşı, İhsan Üren, Hilmi Haşal, Mustafa Durak, Nadir Gezer, Ali Özçelebi ve Ali Aksoy’un katkılarıyla yapıldı. Daha sonra Melih Elal, Serdar Ünver, Nuri Demirci’nin de katılımıyla ve maddi bir karşılık beklenmeksizin 9 yıl sürdü. Türkiye’deki edebiyat çevrelerinde ciddi bir organizasyon olarak haklı bir yer edindi. Türk Edebiyatının ünlü romancıları, şairleri, eleştirmen ve denemecileri bu şölene katıldılar. Konuşmaları, o yılın edebiyat günleri kitabında basıldı ve edebiyat tarihimize birer belge olarak kaldı.

Edebiyat günlerinin çalışması aylar öncesinden başlar, o yılın konusu, çağrılacak konuklara bildirilir, konuşma metinleri önceden istenir, editoryal çalışması da yapılarak kitap halinde Bursa Edebiyat Günlerinin ilk gününde konuklara dağıtılırdı. Bursa Edebiyat Günlerine ait en son 9.Edebiyat Günlerinin kitabı da yayınlandı.

2005 yılı (10.) Edebiyat Günlerinin yapılacağı sırada Bursa Kültür Ve Sanat Vakfına yeni bir sekreter atandı. Edebiyat ile uzak yakın ilişkisi olmayan bu arkadaş, geçmişte 9 kez Edebiyat Günlerini düzenleyen arkadaşlardan, edebiyatçı olduklarına ilişkin, bağlı bulundukları edebiyat kurumlarından belge isteme komikliğinde bulundu. Nuri Demirci Pen Yazarlar Derneğinden, Hilmi Haşal Türkiye Yazarlar Sendikasından, Şaban Akbaba Türkiye Edebiyatçılar Derneğinden, Melih Elal Bursa Yazın Sanat Derneğinden temsilcilik belgelerini Vakıfa verdiler.

Ne var ki, Kasım ayının ilk haftasında, temsilci arkadaşların haberi olmaksızın 10.Edebiyat Günleri yapıldı. Türkiye’nin çeşitli yerlerinden gelen edebiyatçılar Bursa’daki edebiyatçıların neden katılmadığını soruyorlardı. Katılımcılardan Şair İlhan Berk, Bursa’daki arkadaşları da aralarında görmek istediğini bildirince Bursa Kültür Sanat Vakfınca araya aracılar konuldu ve birkaç arkadaş - İlhan Berk’e saygısından- istemeyerek de olsa yemeğe katılmak zorunda kaldılar.

2006 yılında ise geçmişteki düzenleme kurulunda bulunan arkadaşlara sanki 11.Edebiyat Günleri’ne katılmışlar gibi birer katılım plaketi verilmesi komikliği yaşandı.

Bu yılki (2007) Edebiyat Günlerinin konusu “Günümüz Edebiyatında İnsan ve Özgürlük” tü. Litvanya ve KKTC’den de birer kişi katılınca, adı da -sıkı durunuz!- “ 12. Uluslararası Bursa Edebiyat Günleri” ne dönüşüvermişti. Yani Bursa’da 12 yıldır “Uluslararası” edebiyat günleri yapılıyormuş da bizim haberimiz yokmuş!

Edebiyat Günlerinin ikinci gün oturumlarından birinin konusu da ‘Bursa’da Edebiyat ve Özgürlük’tü. Konuşmacı olarak Bursa Gazeteciler Cemiyeti Başkanı, Uludağ Üniversitesinden bir İstatistik profesörü, İlahiyat Fakültesinden bir doçent ile - yine Ramis Dara’nın bir dönem yayın yönetmenliğini yaptığı- Bursa Defteri Yayın Kurulundan, tanıdık bir dostumuz Hacı Tonak katıldı. Hacı Tonak’ın, ne edebiyat günlerine emeği geçen Ramis Dara, Nahit Kayabaşı, İhsan Üren, Hilmi Haşal, Ali Aksoy ve diğer arkadaşların adını anarak, kadirbilirlik örneği göstermesi ne de Melih Elal’ın rahatsızlığından dolayı sağlık dileği oturumu kurtarmaya yetmedi.

Edebiyat ciddi bir iştir, edebiyat günleri de! Yoksa gitar, armonika eşliğinde şiirler okumak, bir iki popüler şair dostumuzu ortaya koyarak göz boyamak, vakfın bu iş için ayrılan bütçesini de paralı danışmanlarla “uluslararası” adı altında heba etmek Bursa’ya yakışmadı. Aynı şeyleri Bursa Yazın ve Sanat Derneği (BUYAZ) çok mütevazı bir bütçeyle gerçekleştiriyor. 12.Edebiyat Günlerinin başına yazılan ‘uluslararası’ sözcüğü, geçmişteki edebiyat günlerinin ışıltısı yanında çok gölgede kaldı maalesef.



Yüklə 5,79 Mb.

Dostları ilə paylaş:
1   2   3   4   5   6   7   8   9   ...   58




Verilənlər bazası müəlliflik hüququ ilə müdafiə olunur ©muhaz.org 2024
rəhbərliyinə müraciət

gir | qeydiyyatdan keç
    Ana səhifə


yükləyin