ŞABAN AKBABA BURSA SURESİ
-çağdaş destan-
SU AYETİ:
Yaşamın başlangıcında SU var
bitişinde de SU !
KORO:
“Su” ayetiyle başlar Bursa Suresi
su gibi akar zamana koşut...
I.
Buruk bir büyüyle canlandı her şey
garip bir efsunla, yıkılınca Atussa1
donunca zaman tek bir solukta
Prusa Bursa oluverdi ansızın.
Gök kubbede duran ışık
çağladı,ağdı Ova’ya
bir damla su daha sızdı
revakta duran kovaya.
Bu yüzdendir belki de toprağındaki bereket
bu yüzdendir gizemindeki soylu kan
ve kutsanmışlığındaki talan
bu yüzdendir mutlaka
“Billur bir avize(dir) Bursa’da zaman.”2
Hannibal’dan3 Hacivat’a
Karagöz’den Mezitler’e
Her mevsim erguvan4
her gün erguvann....
II.
KORO:
İlk suyu Pınarbaşı verdi Bursa’ya
Hisar’da tavlandı demir çeliğe
kalemin yerini kılıç alınca
kılıcın önüne kalkan gelince
Orhan’ı bu görkem çekti Bursa’ya
Susurluk,Adırnaz,Nilüfer derken
Olympos’un göğsü aktı Bursa’ya
Apolyont,İznik,Dalyan gölleri
suyun güvenini sundu Bursa’ya.
III.
Gökyüzünden yeryüzüne
ağıp geçen uygarlıklar
bir böceğe ulaştılar
hükmüne diz çöktüler
gizine secde ettiler
su olup kozanın yüreğine akınca
Bursa çekmesi’ne5 ilmik attılar
İpekçe dokudular tarihi
Bu yüzden ipekçe söyleşir Bursa
ipekçe gülümser ipekçe güler
ipekçe sevişir ipekçe sever.
IV.
“Bursa,sudan ibarettir vesselam!”6
tam da bu yüzden
çok su götürür
o görkemli serüven
ve su
dolaşıp zamanın çıkmaz sokaklarını
bir nokta olur tarihinde Bursa’nın:
“Yeşil” bir nokta:
varsayılan iki dünya
kendini Bursa’dan saymış
bu dünyalar birbirine
yeşil bir yolla kavuşmuş
müziğin mistik yanında
tasavvufa keman olmuş
V.
KORO:
Yaşamın bir rengi de çınarcadır Bursa’da
İnkaya’nın giz yükü canımı çeker alır
seviyi anlatır bana her bahar sevdalanır
her yazın gölge verir, her lodos ırgalanır.
Kule-i Cihan’dan7 bakan görür rüyasını
Sultan Ahmet Camisi’nin altı minaresini
Karcıbaşı kar getirir İstanbul üzre satar
Şeyh Küşteri8 bir oyunla gösterir hünerini.
Kirazlıyayla’ya gittiğim bir gün
ben de içtim badesini sevinin
sevda defterime konan kuşlarla
ben de uçtum Bakacak’tan9 aşağı.
VI.
KORO:
“Su” ayetiyle başlar Bursa Suresi
su gibi aydınlık,su gibi uzun
ta Thedora’nın10 ıslak bedeninden
sağarak şehvetli sıcağını
Pythia’da11 örneğin bir Eski Kaplıca’da
bu kentin ağrısı suya dökülür
acısı,sızısı suyla sökülür
Sarıkız’dan12 alıp esin dilini
bin yıldır sulara türkü yakılır:
“Bursa’nın üçtür kurnası”
Çekirge’den Oylat’a dek
um yerine sular akar
sular cana canlar katar
derince bir felsefedir
sular hep uygarlık kokar.
VII.
KORO:
“Su” ayetiyle başlar Bursa Suresi
akar Marmara’ya suyla buluşur
iyotun gizini söyler tuzlu su
yakamoz gösterisinden alıp fosforu
getirip Bursa’ya bir çeşni sunar:
Suyun büyüsü yayılır
harelenen dalgalarla
deniz kızları oynaşır
ebruli zamanlarla.
VIII.
Ahşap oymanın dili var
minberden mihraba kadar
su gibi konuşur hem de
Ulucami’de kabartmalar.
İznikli çiniler selam alırlar
çininin dilinden selam verirler
İncil’den,İsa’dan,
“yarin yanağından başka
her şeyde hep beraber” diyen
Şeyh Bedrettin ustadan...
gönül alır gönül verirler...
IX.
Beyce’den13 öteye yollar
dağdan dağa ulanırlar
Bursa’nın çağdaşlığınca
onlar çağ dışı kalırlar.
“Sürgün lacivert”in14 yurdu
Harmancık’tan gelir kendi
krom madeninde yazgı
kahredici kara yazgı:
Bindirilir Mudanya’dan gemiye
uzun sürgünlere açılır yolu
denizler aşırı gider
ben de giderim ardından
yüreğim,aklım da gider:
Al olaydı gül olaydı
göllenip bizde kalaydı
bizim olan güzellikler
bizlerden saygı göreydi.
X.
KORO:
En güzel şiirlerini Bursa’nın
Bursalı bıçakçılar
bıçaklarıyla yazdılar
su vererek
zağ zağ ipildeyen mavi çeliğin ağzına
sonu hazin aşklarının
kozmik resmini kazdılar:
İncelttiler çeliğin beğenisini
bir yanı yaralı düşlerini de
katarak ağırbaşlı ellerine
sivrilttiler kınalı hançeri
yalana,dolana,yanlış olana
umuda sevdaya bileyip hıncı
yaşamın kör yanına sundular:
Her gün bir çıban deşilsin diye
sürsün diye suyun hükmü sonsuzca...
XI.
İlk adı Olyımpos,Zeus yaylağı
son adı Uludağ,tanrılar dağı
“gökyüzü senatosu orda toplandı”15
Tazecik gelindir kış boyu beyaz
baharda yeşilli,nazlı,zilli kız
yazın serin yaylasıdır sevdanın
sonbaharda binbir rengin yorumu:
Belki iç yüzü içimin
belki dış yüzü dışımın
bazen yangınıma körük
bazen de tuzu aşımın:
Kırk kat kültür ögesidir
evrensel çağrıya açık
nice bir ulu olsa da
bülbülü güle dolaşık.
XII.
Yüzlerce camisi var
minareden ormanı
yüzlerce meyhanenin
geçer kadeh kervanı
şarabın antik tadında
eder gönül harmanı
Prusa’yı Bursa yapan
bu evrensel çağrısı
özünü,tözünü bilen
bilmez yürek sayrısı.
XIII.
KORO.
Kibele’nin sütlü göğsü Mysius’da16 gül oldu
Süleyman uçarken gökte Keşiş Kayası’na17 kondu
Hannibal’in kaçak sesi boğa kanında boğuldu
İskender’in “büyük” gülü Hisar burcunda soldu
Timur’un hoyrat eli Bizantin’den el aldı
Selçuklu’nun adaleti Bursa’yı ziynet bildi
Yıldırım’ın yarım gözü Şüşter Bağı’nda18 kaldı.
Botanik Parkı’nda şimdi
güller gülleri çağırır
ne o güller antik şimdi
ne de ötüşen bülbüller.
“Misk-i amber diyarında”19
duman,sis,kirli hava
estetiğin divanında da
yargılanır bu dava.
XIV.
“Su” ayetiyle başlar Bursa Suresi
akar gider yüzyıllardır serüven
Arkası gelmeyen kavim kardeş göçünden
ürktü,korktu,kimliğini yitirdi
Hüsn-ü Güzel20 rüyasını bitirdi.
Bitmedi bir türlü kentsel yolcuğu
demir filizleri el açıp göğe
minareler gibi duaya durdu.
Yasak konduların izbelerinde
binlerce ayıbın çığlığı kaldı.
Ovası elmasız,gülsüz, gülşensiz
dağları Hera’sız21,merasız kaldı.
Dutları Çin kumaşı sardı
ipekböcekleri yapraksız kaldı
Duğulu Baba’nın22 türbesi öksüz
tahta kılıçları anlamsız kaldı
En güzel şiirlerin yazıldığı yer
Eski Tutukevi23 sahipsiz kaldı
yıkıldı ne varsa Nâzım’a değgin
Bursa Nâzım’sız,Nâzım Bursa’sız kaldı
Talana uğradı bağı bostanı
kokusu kayboldu, tadı bozuldu
bütün renklerini zamana verdi
yerine hazin bir destansı adlı.
KORO:
Bu kentin yazgısı benim de yazgım
ülkemin aynası, tenimde yangın!...
Artık, sular bile Bursa’ya dargın!
XV.
Şimdi oturup Koza Han’ın kalbine
demli bir çay içesim var dostlarım
içimdeki burukluğu atasım var dostlarım
akşam güneşine göğsümü açıp
nargilemden çekesim var dostlarım
dilimdeki acılardan kaçasım var dostlarım
çıkıp Tophane’ye Bursa’ya karşı
sevdalımı sevesim var dostlarım
Bursa’yı yaşamaya hevesim var dostlarım!
XVI.
KORO:
“Su” ayetiyle başlar Bursa Suresi...
Bursa,2002
EK-F:
YABANCI YAZARLARDAN BURSA’YA DAİR YAZILAR
ANDRE GİDE
BURSA, YEŞİL CAMİ
Huzur, aydınlık, muvazene yeri. Kutsal, kırışıksız bir mavilik; rûhun kemaliyle sağlığı!
Burada nefis bir tanrı sakindir ey cami! Burada nefis bir Tanrı sakindir ey cami!
Orada, şu yaygın taşın kubbe ve kesiği ortasında, işte tam orada, karşılaşması gereken iki eğriltinin keyfettikleri, duraklayıp dinleniyor oldukları, o gizli, etkili yerde, o buluşma ve sevişme yerinde, ruhâni muâllakiyeti öğütliyen ve mümkün kılan odur.
Ey ince gülümseme! Tam hürriyet içinde oynaşma! Ruhumun nezaketini ne de keyfince benimsiyorsun! .
Bu kutsal yerde uzun uzun düşündüm, ve sonunda anladım ki, burası ibadetlerimizi bekliyen tartışma yeridir, ve çağrısı arınma içindir.
..................................................
Çeviren: Akil Koyuncu
HENRİ DE REGNİER
BURSA
Asya topraklarında, beyaz minarelerinin ve daima yeşil selvilerinin yükselişini gördüğüm Bursa...
Emellerine ve elemlerine makes olarak, kalbimin bütün şehirler arasından seçtiği ilâhi şehir.
Manzarası tek bir günde ve ilk bakışta beni gaşyeden ve şimdi uzaklarda kalan güzelliklerin, hâtıramı büyülemektedir.
O günden beri mezarlarının sükununu daha da derinleştiren çeşmelerinin teranesini dinliyorum.
Çeviren: K Sezencan
GEORGES PERROT
………………..
Nikomedia/İzmit karşısında, körfezin güney sahilinde, dağdan geçmek için Paşa'nın ısrar ederek bize vermek istediği altı askeri buluyoruz. Bizi bekliyorlardı. Paşa 'nın iddialarına göre bölgede hırsızlar vardı. Zaten Hüdavendigâr denilen bu vilayet, imparatorluğun en kötü üne sahip vilayetlerinden biridir. İstanbul' a yakın olduğu için, başkentten kaçan tüm haydutların barındığı yerdir. Bu maiyetin eşliğinde İznik'e varmak için geçmek zorunda olduğumuz dağa yaklaşıyoruz. İçine giren bir vadiye ulaşmadan önce, saat bire doğru öğle yemeğimizi yemek için bir derenin kenarında ve ceviz ağaçlarının altında duruyoruz. İlk yaprakları henüz kırmızı, az önce tomurcuk halinde idiler. Sanki bizim gibi bu yumuşak Mayıs güneşinden yararlanıyorlardı. Altı koruyucumuz otlara uzanıp ekmek ve pırasa yiyor. Sonra onlardan biri eşyalarının içinde olan üç telli bir saz alıyor ve şarkı söylemeye başlıyor. Gölgede ve bir pınarın yanında olan bu menzil özellikle benim için ifade edilmesi zor bir zerâfet. Nitekim tekdüze ve medeni üç yıllık bir yaşamdan. sonra açık havada ve özgürlük duygusu içinde yediğim ilk yemek bu. Macera önümde. Kendimi birkaç yıl daha genç hissediyorum. Yunanistan' da yaşadığım tüm güzel günler aklıma geliyor. Ata binerek batıya doğru ilerlediğimizde, İznik yolunun kesiştiği vadinin çıkışında ve patikanın sağ tarafında, harap halde ve dikdörtgen şeklinde olan büyük bir kale görüyoruz. Söz konusu kalede açıkça Yunanlılar'ın askeri ve mimari gelenekleri bulunuyor. Bu yapı, İzmit'in İznik'te bulunan bir düşman tarafından tehdit edildiği devreye aittir. Herhalde Müslümanlar artık İznik'e sahip olduklarından dolayı Bizans İmparatorluğu'nun son saatlerini tehdit ediyorlardı. Bizanslılar sağlam kale yapımını son ana kadar sürdürdüler. Bu kaleler sayesinde imparatorluklarının ömrünü uzatıp çok sayıdaki düşmanlarına direndiler. Kuşkusuz Constantinople, mühendis ve işçilerin pratik sanatına birçok asırlık yaşam borçlu.
Burası vadinin kapısı gibidir. Bu viraneden sonra, tepeler birbirine yaklaşıyor. Oldukça yumuşak eğimli olan yamaçlar zirvelere doğru ağaçlarla dolu. Vadinin dibi işlenmiş. Burada özellikle mısır var. Saat dörde doğru, F. Cooper'in Kızılderililerin köylerinden verdiği betimlere benzeyen bir mezraya yaklaşıyoruz. Burada geceyi geçirmeyi planlıyoruz. Çünkü İznik gölünün kenarına kadar bu köyden başka bir barınak yeri bulunamaz….
ROBERT WALSH
BURSA, ULUDAĞ VE EMİRSULTAN
... Tüm nüfusun geçimini sağlayan ipekböceği yetiştiriciliği için yem sağlamak amacıyla her yere dikilmiş dut ağacının yaprağı kente ayrı bir karakter verir. Bu böceklerin ördüğü ağ çok değerlidir ve Bursa ipeği yalnızca tüm Doğu'da ünlü değil, Asya'ya giden gezginlerin, kendi ülkelerindeki arkadaşlarına gönderdiği, Doğu'ya özgü ilginç şeylerden de biridir.
Ama Bursa'nın en ilginç özelliği eteğine kurulduğu görkemli dağdır. "Hep parlayan" anlamına gelen Olympus sözcüğü eski zamanlarda, dağlar arasında, dikkat çekicilikte daha üstün olan birçok dağa verilmiş bir addır; ama bu devasa ve parlak dağa özellikle tam uyduğu görülmektedir. Bu dağ, çevresi yetmiş millik bir alan üzerinde, ovada tek başına ve tek bir kütleyle yükselir. Truva'nın yakın çevresinde olduğundan, bazıları Homeros'un,
"Zeus' un, gökyüzü senatosunu topladığı yer;" diye nitelediği ve doğasının güzelliği ve görkemiyle ilgili şiirsel kurgular sunduğu yerin burası olduğuna inanırlarım Kentten yukarılara doğru çıkan gezgin, hayret verici büyüklükte ağaçlardan oluşan muazzam bir ormana girer. Orman, dipsiz koyaklarla bölünmüştür ve gezginin yolu hep korkunç derinlikte uçurumların kenarı boyunca gider. Sonunda gezgin, yeşilliğin en zengin olduğu, geniş bir düzlüğe çıkar; bu düzlük, şimdi karşısında devasa bir duvar gibi yükselen karlı dağdan hızla inen, büyükçe nehirlerle bölünmüştür. Bu nehirler Küçük Asya'nın başka hiçbir yerinde bulunmayan besleyici balıklarıyla ünlüdür. Bu bölgenin soğuk sularına özgü bu balıklar akıntıyla aşağıdaki sıcak iklime inince ölürler ve oralarda bulunmazlar. Gözüpek gezgin, önünde uzanan karlı engeli tırmanıp aşınca, sonunda, karlı bölgenin geniş bir kuşak gibi çevrelediği çıplak ve açık bir doruğa çıkar. Bu koninin tepesinde, ova seviyesinden 10.500 ayak yükseklikte, Asya ve Avrupa'nın muhteşem bir manzarasını görür; hemen altında Karadeniz ve Ege, onları birleştiren boğazlar ve denizlerle, nehirler gibi kıvrılmaktadır ve "uzaklan gören Zeus"un, aşağıdaki dünyada olan biteni tepeden görebileceği, bundan daha isabetli bir nokta bulamayacağını hisseder….
POLONYALI SIMEON
VİYANA, 1936
...İstanbul'dan gemi ile hareket ederek ikinci günü, bir iskele olan Mudanya'ya vardık. Burada birkaç hane ermeni ile bir papaz vardı. Fakat kiliseleri yoktu ve bir evin içinde ayin icra ederlerdi. Orada beş gün kalarak, İncilci İoannes'in ve Prokhoron'un çalıştıkları hamamı görmeğe gittik. Bu hamam şimdi câmi'e çevrilmiştir. Mudanya'da pek çok rum vardı.
Mudanya' dan hareket ederek, şimdi Bursa denilen Efesos şehrine kadar olan kara yolunu birbuçuk günde kat ettik. Geniş bir şehir olan Bursa'da üçyüz hane ermeni, beş papaz ve küçük bir ahşab kilise vardı. Burası çok latif ve bol meyvalı bir yer olduğundan bir ay kaldık. Şehrin civarı kâmilen bağ ve bahçelikti; ortasından küçük bir çay akıyordu. Fakat havası çok sert, suları da hastalıklı idi. Orada eski binalar ve büyük yapılar ve cami' e çevrilmiş kubbeli kiliseler vardı. İri taşlarla yapılmış çok büyük bir mescidi Nero'nun yaptırmış olduğunu söylediler.m
Şehir dışında, kral yapısı muazzam, şifa-verici ılıcalar ve kaplıcalar vardı. İçlerinde havuzlar, şadırvanlar bulunan ve müteaddid yerlerden sıcak ve şifalı sular fışkıran bu kaplıcalara bir def'a giren, suyun bolluğundan duyduğu rahatlığa kapılarak bir daha dışarı çıkmak istemez. Kaplıca duvarları kamilen çini ile kaplanmış, zemini mermerle döşenmiş, üstlerine de kilise gibi büyük kubbeler bina edilmişti. Kaplıcaların içi o kadar pak ve berrak tutuluyordu ki bir kıl bile göze çarpmıyordu. Bu büyük binaların biraz ötesinde onu mütecaviz küçük kaplıcalar vardı. Bunların içine girince rahatlıyor ve bütün sıkıntı ve gurbet acılarını unutuyordum.
Şehrin öbür tarafında, Yedi Genc'in ölüm uykusuna daldıktan sonra tekrar dirildikleri ve mezarlarının hala mevcud bulunduğu Keşişdağı denilen Olkos dağı vardır. Dağın zirvesinde halen harap bir kilise vardır. Erciyes' den daha büyük ve yüksek olan bu dağda, yazın ve kışın daima kar bulunur; fakat karın bozulup kurtlanmış olduğu rivayet ediliyor. Kilisenin bulunduğu yere kadar dağa çıktık; fakat daha yukarıya gidemedik, çünkü yaz olmakla beraber şiddetli bir fırtına vardı ve hava çok soğuktu. Oradan, şehrin yarısının Celâliler tarafından yakılmış ve tahrib edilmiş olduğunu müşahede ettik.
Bursa'dan hareket ederek, sahil yolunu takiben Mıhalıç kasabasına geldik. Burada bir ay beş gün kaldık: çünkü orada yüz hane ermeni ve iki papaz vardı. Mıhalıç'tan sonra, bir günlük yolculukla, bir liman şehri olan Bandırma kasabasına vardık...
Tekirdağ'dan Karamürsel İskelesi'ne geldik. Burada az sayıda ermeni ve İhtiyar bir papaz vardı. Böylelikle, gittiğimiz her yerde ermeniye rastlıyorduk; çünkü toz gibi dağılmış ve yer yüzünde serpilmiş bulunuyorduk. Dört gün Karamürsel' de kaldık.
Karamürsel'den Nikya 'ya geldik. Bu şehre şimdi Çinik İznik denir; çünkü burada türlü türlü çini, fincan ve sürahi imal edilir. İznik büyük bir şehirdi; fakat şimdi büyük bir kısmı harab olmuştur; havası da fenadır. Şehrin dışında şayan-ı hayret binalar, yapılar, temel bakıyeleri ve İstanbul'daki gibi bir dikmetaş vardır. Rivâyete göre, şehir vaktiyle bu taşın bulunduğu yere kadar uzanıyordu ve mel 'un Arianos bu sütunun altında can vermişti. Burada onbeş hane ermeni ve iki papaz bulunduğundan oniki gün yanlarında kaldık. Şehrin yanıbaşında büyük bir göl vardır ki Lusavoriç'in oğlu patrik Vırtanes suları öküz ve sapanla sürmüş, gök yüzünü de yarmış ve yağmur yağdırmıştı. Suyun üzerinde sapan izleri hala görülmektedir. 318 aziz patriğin ictima ettiği mevki, şehrin ittisalinde ve gölün kenarında bulunur. Bir az ötede de kubbeli büyük bir kilise vardır. Arianoscular bu kiliseyi bir vakit ortodokslardan gasp etmişlerdi; fakat aziz Basilianos'un duaları sayesinde tekrar ibadete açılmış ve Arianoscular mahçup olmuşlardı. Şimdi çok eskimiş bir halde olan kilise rumların elindedir. Şehrin etrafında büyük surlar ve müteaddid burçlar vardı. Burcların içleri kilisede olduğu gibi, aziz tasvirleri ile süslenmiştir. Girdiğimiz her kulenin de aynı surette tezyin edildiğini gördük; fakat bunlar bugün metruk bir haldedirler. Şehrin kapısında muazzam iki söke taşı vardı. Bunların birisinin üzerinde çok tiksindirici bir vaziyette mel'un Nestor'un, diğerinde de karnı deşik ve eması dışarı sarkmış bir vaziyette Arios 'un resimleri hakkedilmişti. Nestor'un resmi, ağzı açık ve dili boğazına sarkmış olup, korkunç bir manzara arz ediyordu. Şehrin havası çok sert ve fena olduğundan, şehirde gerek yerli ve gerek dışarıdan gelmiş bütün insanların yüzleri sararmıştı. İznik'ten hareket ettikten sonra, otuz hane ermeni ve bir papazları bulunan Sakarya adlı bir köye geldik...
ŞİHABEDDİN EL- ÖMERİ
(XIII - XV YY)
BURSA MEMLEKETİ
Burası ikinci kuşağın üçüncüsüdür. Bunun sahibi,
Orhan bin Tuman (Osman) dır. Buranın merkezi Bursa şehridir. Bunun mevkii Murad'ed-din Hamza İli'nin doğusunda olup Samsun ve Sinop' un biraz batı tarafına düşmektedir. Cebeli Kassis (Kassis Dağı) bunun batısındadır. Bu il sahibinin elli şehri vardır. Kaleleri ise bundan daha çoktur. Askeri kırkbin atlı kadardır. Piyade askeri bilhassa isteyip toplayacak olursa sayılmayacak kadar çoktur. Fakat denilir ki askerlerinin zenginliği azdır, görünüşü kadar heybetli ve azametli değildir.
Adı geçen Orhan kendi komşularıyla ekseriye sulh halirıde yaşar. Kendisirıe yardım eden olursa o da ona yardım eder. Bununla beraber savaştığı hallerde bazen galip geldiği ve bazen de mağlup olduğu anlar olduğu gibi, birçok harblerinde birtakım adamların burunlarını yere sermekte sebat ve azmi vardır. Askerindeki zenginliğin az olması, halkının doğru dürüst insanlar olmaması ona mücavir olan memleketlerin düşman ve asi olmalarından ileri gelmektedir.
Diyorlar ki, bu Orhan'ın idaresi altında yaşayan halkı fena kişilerdir. İçleri hep kin ile doludur. Sarıklarımekir ve desise üzerine sarılarak dolanmıştır. Bu il'in Dirhemi, tam ve bütün dirhemdir. Halis gümüşden dökülmüştür. Muddu Germiyan'ın muddu gibidir. Eşya fiatı çok zaman ucuzdur. Bu memlekette tam üçyüz ılıca vardır ki, bunlardan sıcak su çıkar. Öksürük ve fek hastalıklarına düçar olanlar bu ılıcalara gelerek orada yıkanırlar ve şifa bulurlar. Ben derim ki, bu ılıcalardan dünyanın her yerinde pek çoktur. Fakat bu şehirdeki gibi hepsinin bir yerde toplandığını başka yerde görmedim. Bunun sebebi de bu arazinin kükürtlü ve bataklık olmasından ileri gelmektedir.
Çev. Prof. Dr. Yaşar YÜCEL
EVLİYA ÇELEBİ
(Mehmet Zılli Oğlu)
SEYHATNAME’DEN…
“Bursa sudan ibarettir veselam.”
……………………
Zülâl kurdu suyunun hassası
Bir erkek cima'dan veya bir kadın çocuk yapmaktan kalsa bu kurdu yiyince Allah'ın emriyle döl döker. İktidar sahibi olur. Gayet kuvvetlidir. Gözleri de kuvvetlendirir. Velhasıl, vücutta bulunan çeşitli hastalıkları tedavi edip insanı anasından yeni doğmuş gibi yapar. Bunu bulmak, kimya bulmaktan da güçtür. Meğer padişah istesin... Amma Elbürz dağında köpek kadarı da olur derler. Normal dört ayağı olup, kar içinde yaşar. Dışarıya çıkıp biraz nefeslenir, yine kar içine girermiş. Günahı söyleyenin boynuna.. Ben görmedim.
Keşiş Dağı'nda Süleyman Han Pınarı'ndan yukarısı karsız ve ağaçsız çemenzârdır. Fakat çiçekleri yoktur. Çıplak dağlardır. Oradan tam beş saatte Kule-i Cihan'a vardık. Burası Keşiş Dağı'nın zirvesidir ki, göklere baş kaldırmıştır. Aşağıda, bulutların şehir üzerinden geçtiği görülür. Bursa'dan tam iki günde bu kuleye çıkılır amma çok zordur. Yüksek bir dağ olduğundan kar ve ağaç durmaz. Çıplak, kayalık bir tepedir ki kıble tarafında Kütahiyye Dağı, şark tarafından Söğüt Dağları görünür. Garp tarafından deniz aşırı, Rumeli tarafında Gelibolu Dağları görünür.
Bulutsuz havada güneş, İstanbul Kalesi üzerine vurunca Yedikuleleri, Sultan Ahmet Camii'nin altı adet minareleri ve Ayasofya Camii görünür. Öyle yüksek bir dağdır ki, insan bir kaya arkasına gizlenmese, rüzgâr insanı yorgan pamuğu gibi havaya atar. Çok sert rüzgarı vardır. En tepesinde bir mezarı vardır. Dört tarafının iri taşlarla çevrilmesinden büyük bir adam mezarı olduğu anlaşılır. Bu mezar "Lenduha'nın oğlu Sağdâ'nın mezarıdır." Hz. Hamza'nın korkusundan bu dağda yerleştiği halk arasında söylenir. Bu mezarın yakınında yeraltında bir mağara vardır. Yokuş aşağı hayli gider bir karanlık mağaradır. İçinde yetmiş-seksen kadar mağara vardır. Kefere zamanından İstanbul'da, Ayasofya kubbesinin üstünden papazlar uçarak bu mağaralarda otururlarmış. Bazı kayalarda, ikibin yıllık tarihli hatlar vardır. Teferrüce çıkan erbab-ı maarif'in dahi hüsnü hatları vardır. Seyretmeye değer yüksek bir dağdır.
Bu seyir ve safalardan sonra, yokuş aşağı inerek oniki saatte Kadı Yaylası'na varıp çadırlar dikerek bir gün zevk ve safalar ettik. Oradan aşağı karcılar yoluyla tam on saatte Bursa şehrine geldik, vesselam...
RICAUT
AMSTERDAM, 1686
"Hızreviler hakkında... "
Otuz beş yıl devleti yöneten ve seksen üç yaşında hayata gözlerini kapayan Sultan Orhan'ın devrinde, imparatorluğun merkezi olan Bursa'da Hızır adında çok ünlü bir derviş yaşardı. Çoğu zaman sağa sola gider, kedi ve köpekleri beslemek için koyun, sığır ciğeri alırdı. Fakir bir hayat sürer, oruç tutarak iradesini güçlendirir ve öyle içten ağlardı ki gökteki melekler yeryüzüne inerek ortaya koyduğu nefse eziyeti seyrederlerdi. Ününü duyan Sultan Orhan, kendisini görüp, ağzından hayat hikâyesini dinlemek istemişti. Huzura çıkan Hızır, bir zamanlar Hz. Muhammed'in soyundan gelen bir kral olduğunu, Nil, Fırat ve Dicle'nin suladığı topraklarda adaleti ve kılıcı ile hüküm sürdüğünü, adını duyunca herkesin ürperdiğini anlatmıştı. Fakat dünya nimetlerinin boşluğunu anlayınca bütün servetini, ikbalini terk etmiş ve münzevi bir hayat yaşamaya başlamıştı. Bu hikayeyi duyan Sultan Orhan hayretini gizleyememiş, deli veya garip görünüşlü kimseleri küçümsemenin doğru olmadığını, bu görünüşleri altında büyük bir bilgelik saklı olduğunu belirtmişti. Bu yüzden Türkler delilere ve garip görünüşlü kimselere saygılı davranırlar, onların gökten ilham aldıkları için diğer insanlar gibi olamayacaklarım söylerler. "
"Bu Hızır kimya sanatında çok üstündü, tarikatına girenler akça yerine altın verirdi. Yeşil bir cüppe giyer, gayet kanaatkar bir hayat sürer, elbiselerini kendi onarır ve tekkesi için gerekli eti kendi temin ederdi. Cami kurulması için büyük yardımlarda bulunmuş, Kahire' de, Bağdat'ta imarethaneler kurmuştu. Türbesi Bursa' da bulunur ve her gün büyük bir kalabalık tarafından ziyaret edilir." İşte şeyhlerden öğrendiklerim bundan ibarettir.. .
Çev. M. Reşat UZMEN
MARİE DE LAUNAY
BURSA PAZARLARI
Bursa pazarlarının çoğu, kentin merkezindedir. Bu yapılar çok geniş, uzun ve üzerleri kubbelerle örtülü birtakım sokaklardan oluşmuş olup, küçük bir kent görünümündedir. En ünlüsü İpek Hanı' dır. İpek Hanı çok büyük olup, dörtgen şekildedir. Burada, dükkanlar mestur olup her bir ticaret malı satılır. İpek Hanı'nın ortasında, çevresi bazı kemerler üzerinde, kubbeyle örtülü bir tuhaf yapı vardır. Bu yapının merkezinde, içinde su olan havuz bulunur. Bu yapı, ipek gümrüğü memurlarının kaldığı yerdir. İpek Hanı'nın içine, çok büyük beyaz bir kemer altındaki kapıdan girilir. Bu kemerin çevresi, kırmızı ve mavi renkte çinilerle çok güzel bir şekilde süslenmiştir. Bina, Sultan II. Murat tarafından yaptırılmıştır.
Bursa pazarlarında süsleme ve manifatura eşya ile mallar satılır. Çarşıda koyun etini parça parça kesip, büyük bir şişe geçirerek, herkesin iştahını artıracak şekilde fınl fırıl çeviren kebapçılar vardır. Kasap ve ekmekçinin yanında billur şişelerin içinde kurabiye ve badem ezmesi, kırmızı, beyaz renkte sucuk şekerler, her tür izhar ve ismardan yaptığı reçel ve şurubu satan şekerci dükkanı vardır. Yine aynı sırada asma ve sakız kabağı, domatesten yapılmış süsler, ipliklere diziLmiş bamya, Rum Boynuzu askılar ve karnabaharların garip görünüşü içinde sebzeci dükkanı yer alır. Ayrıca sergisini yaymış bir demirci ve çaycı dükkanı arasında, sırma ve sim işlemeli gün be gün renkli kumaşçı dükkanı vardır. Bu dükkanda pamuk ve ipek ipliğinden üretilmiş çiçek işlemeli kumaşlar bulunur. Bu kumaşlar sürekli yıkandığı halde çekmez, güzelliği ve ucuzluğu başka yerlerle kıyaslanmaz. İşte bu eşya ve mallar, Bursa mağazalarının sermaye ve servetini oluşturur….
KEŞİŞ DAĞI(ULUDAĞ)
Bithynia Hükümeti’nin sultanı olan Prusias’ın devrinde, Yunan ve Roma tarihçileri Olimpos veya Mysie Olimpos’u olarak anmışlardır. Ancak Bithynia Olimpos 'u demek daha uygun olur. Keşiş Dağı adı ise, bu dağı diğer Olimpos Dağları 'ndan net bir şekilde ayırmaktadır. Bu dağın, önceleri tanrıların barındığı yer olduğu ve Zeus 'un karakaşlı yağmur tanrısının, bulutları toplayarak yıldırım yaptığına inanılırdı. Bu tanrıların burada bir tapınak yaptırdığı da söylenir.
Storete, Afrodit veya Venüs adındaki tanrılara özellikle Venüs Olimposu'na ait bir tapınak yaptırdılar ki, daha sonra Hıristiyanlar bu tapınağı Saint Michael Arjanij adına bir kiliseye çevirmiştir. (Herodot'un söylencesi nakledilir.) Sonradan bu dağa Keşiş Dağı denilmiştir. Eskiden Aynaroz' daki gibi burada da çok sayıda keşiş ve manastır vardı.
Osmanlılar Bursa'yı aldıkları zaman Hıristiyan keşişlerin yerini İslam dervişleri almıştır. Bu nedenle dağ eski işlevini sürdürmüştür. Halk da bu dağı eski durumundan dolayı Keşiş Dağı olarak anmaktadır. Sultanlar da burada birçok zaviye ve türbe yaptırmıştır.
İşte bu Keşiş Dağı, ulu tanrılara mesken ve canavarlar ile haydutlara mekan, dervişlerle keşişlere vatan oldu. Selçuklular devrinden itibaren, Karakoyunlu aşireti Türkmenlerine dahi yaylalık yapmıştır. Bu aşiretten her birisinin yaylası vardı. Keçi kılından veya kara yünden yapılan çadırlarında yaşayan Türkmenler, dağın fundalık ile meşelik kısmını tercih ederler.
Yörük Yaylası denilen bu yerlere Bursa'dan üç yolla gidilmektedir. Gaziler Tepesi adı verilen bu yer, Bursa'nın fethi sırasında bir savaş olması nedeniyle bu adı almıştır. Yaylalara Çekirge yoluyla çıkılır. Birinci yol, kestirme giden yoldur. İkinci yol Müslim Köşkü tarafından, Gökdere'nin solundan 'gider. Bu yol pek işlek değildir. Üçüncüsü ise; Elmaçukuru Yaylası'ndan Sobran Yaylası'na çıkan yoldur. Bu vadi geniştir.
Yaylalara gitmek için hangi yolu tercih ederseniz edin, karlar eriyip, kabaran suların taşıdığı taşlı bir yoldan gidilir. Yarım saat kadar yürüdükten sonra büyük meşe ağaçlarının, ulu kestanelerin, çınar ağaçlarının bulunduğu ormanın arasından geçilir. Keşiş Dağı çınarlarının letafeti ve yüksekliği 2000 yıllık bir olayı tespit etmektedir. Çünkü bir söylenceye göre bu dağın çevresinde yerleşen Mysialılar'ın adı çınardan gelmekteymiş.
Ormanın içine girildiği zaman Gökdere Vadisi'nde, suların taşıdığı kayaların oluşturduğu görünüm çok hoştur. Bir saat kadar daha meşeliğin serin gölgeleri içinden geçildikten sonra Gazi Yaylası'na gelinir. Bu
BURHAN CAHİD
NASİHAT HEYETLERİ
Karacabey' deki Karşılama Töreni
Ulubat'dan ayrılırken peşimize Çerkez süvarileri katıldı... Nihayet kadınlı erkekli Türkler ve Rumlar bütün Karacabeylileri yol üzerinde bizi bekler bulduk. Davul her sesi bastıran bir gururla gürlüyor, maniler, dualar birbirine karışıyordu. Biz halkı, halk bizi takip ederek kasabaya yollandık. Karacabey Osmanlı bayraklarına bürünmüştü... Hükümet dairesi önünde öğrenciler marşlar okuyor, halk Padişah duasını gökleri çınlatırcasına tekrarlıyordu. Nihayet sevgili şehzademize hazırlanan konağa vardık. Halk konağın etrafını mahşer gibi çevirmişti. Heyet, yemek yedikten sonra pazar meydanında kurulan kürsüye çıkarak beyannamesini okudu. Sonra müftü efendi etkili bir dua okudu... Gece, Şehzade hazretleri, köy eşrafına mükellef bir ziyafet verdiler ve bizzat katılarak yemeğin sonunda kendilerine gösterilen coşkudan dolayı memnun olduklarını ve teşekkür ettiklerini beyan buyurdular... Karacabey'in havası biraz rutubetli, belediye namına bir eser yok. Hükümet konağı yamru yumru bir ev. Kapısında jandarma durmasa belli olmayacak. Maarifsizlikten halk çok şikayet ediyor. Karacabey' de bütün kasabada 25 bin müslüman, dokuz bin Rum ve 900 Ermeni vardır. RumIarın yaşlılan kesinlikle Rumca bilmiyorlar. Halk Karacabey'de en çok eşkiyadan yılmış... Halkın jandarmaya karşı emniyeti yok. Zaten burada eşkiya kadar halk için jandarma da korkulu görünüyor... Anadolu'nun iki büyük derdi var: Halk bunu istiyor. Biri asayiş, öteki maarif.
Heyet Mustafakemalpaşa'da
"Karacabey' de bir gece geçirdikten sonra sabah hareket ettik. Hanedana ait çiftliklerden geçerken bize tereyağı, süt ve ayran ikram ettiler... Kirmasti'ye geldik, burada askerler ve halk tarafından karşılandık. Kirmasti 'ye (M. Kemal Paşa) girerken şimdiye kadar gördüğümüzün üzerinde bir tezahüratla karşılandık... Belediye dairesine vardık. Şehzade burada eşrafı kabul etti, birlikte öğle yemeğini yedik. Yemekten sonra balkona çıkan Şehzade halka selam-ı şahaneyi tebliğ buyurdular. Heyetten Ali Rıza Paşa beyannameyi okudu. Beyannamenin okunması tamamlanınca "Padişahım Çok Yaşa" duası defalarca tekrarlandı."
Çev. Mevlit ÇELEBİ
İKİNCİ BÖLÜM
“BİR BEN VARDIR BENDE, BENDEN İÇERİ”:BENDEKİ BURSALILAR:
BURSALI SÖYLEŞİLER
MELİH ELAL
İLE İLK KİTAP ÇALIŞMASI “DEDE KORKUT” ÜZERİNE
*Sevgili Melih Elal, “İlköğretim okulları için” DEDE KORKUT adlı (kitap) çalışmanızla, yazın dünyasına farklı bir adım daha atıyorsunuz. DEDE KORKUT üzerine yapılmış, yayımlanmış yüzlerce çalışmayı da göz önüne alarak sormak istiyorum: Neden DEDE KORKUT? Bu çalışmayı hangi amaçla kaleme aldınız.
MELİH ELAL:
Her toplum, çocuklarına ve gençlerine öncelikle kendi klasiklerini okutmak ister. Bu istek, hadi okuyun çocuklar demekle, hiçbir zaman gerçekleşmez. Oysa biz, bugüne değin klasiklerimizi ya olduğu gibi özgün biçimleriyle ya da birkaç sözcüğünü günün konuşma diline uyarlayarak okutmaya çalıştık, okutamadık.
Bu gerçeklerden yola çıkarak, bilimsel verileri de göz önüne alarak Dede Korkut Oğuznameleri’ni çocukların ve gençlerin anlayabileceği şekle dönüştürerek iki ayrı kitap hazırladım. Şimdilik 9-14 yaş grubunun anlayabileceği düzeyde hazırladığım kitap yayınlandı. Gençlik versiyonu ise yayımcısını bekliyor.
*Kitabı okuduğumda “ciddi” bir emek ürünü olduğunu gördüm. Hem kitabın bütünlüğünü, hem de tarihinden gelen özgünlüğünü korumak bağlamında etik değeri olan özgün bir çalışma ortaya koymuşsunuz. Her şeyden önce DEDE KORKUT dili ve bu dilin günümüzün anlaşılır, akıcı Türkçesine dönüştürülmesi üzerine sorumlu bir yazar olarak yoğun bir emek harcamışsınız. İyi de etmişsiniz. Bütün bunlara bir de “ilköğretim” çağı çocuklarını hedef kitle olarak seçmiş olmanızı ekleyince ne büyük ve kutsal bir çalışma sergilediğinizi daha iyi algıladım. Belli ilkeler gözeterek yaptığınız çalışmanın bu anlamdaki özellikleri ve özgünlükleri üzerine söyleyecekleriniz olmalı…
MELİH ELAL:
Öncelikle özgün metnin dil özelliklerini, örneğin sözdizimini, bozmamaya çalıştım. Bilimsel veriler, hedef kitlemin metni anlaması için cümlelerin altı sözcüğü geçmemesi gerektiği yönünde… Bu nedenle cümle kuruluşlarında 5-6 sözcüğü geçmemeye çalıştım ve böylece metni çocuklar için anlaşılır kıldım.
İkinci olarak, çocukların sözcük dağarcığını varsıllaştırmayı, anlam ayrıntılarını fark edip günlük dillerinde de kullanmalarını amaçladım. Bu doğrultuda özgün metinde kullanılan “gövermek”, süsmek” gibi sözcükleri olduğu gibi kullandım ve metnin bitimine ayrıntılı bir sözlük ekledim.
9-14 yaş grubunun bir başka özelliği de soyut anlatımları tam olarak kavrayamamalarıdır. Bu nedenle soyut anlatımları içeren deyim ve anlatımları kullanmamaya çalıştım. Kullanmak zorunda kaldığımda da bu söz kalıplarını sözlüğe ekleyerek, açıklamaya çalıştım.
* “…koyunlardan koç kırdırdık”(s.10), “Gördü kimse gelmez”… “Çok kana bulandı”(s.13), “Elini gününü yağmalattı”(s.17), “Canını çok almışım”(s.21), “Çok doyum oldu”(s.47), gibi; daha çok da destansı bölümlerde görülen “Titredi benim canım”(s.20), “Benim akça göğsüme”(s.23),”Benim tatlı canım”(s.26), “Benim mezarım”(s.27), “Neler geldi benim başıma”(s.66), “Çekerim ben göz acısını”(s.89), “Senin boyun posun yok”(s.121), “Senin gözceğizin… senin alıncağızın” (s.164) gibi asıl metne özgü yapıları olduğu gibi almışsınız. Dilimizin tümce yapısı, güzel anlatım ilkesi ve dilbilgisi açısından sorun gibi gözüken bu yapılarda, hedef kitleye olumlu örnek olması açısından günümüz Türkçesine uygun değişikliler yapmanız daha uygun olmaz mıydı? Ayrıca, sözlüğün metinlerden hemen sonuna konulması ulaşılabilirliği daha da artırmaz mıydı?
MELİH ELAL:
Bu verdiğiniz örneklerin ve benzerlerinin korunması bence işlevsel bir özellik taşıyor. Öncelikle öğrencilere, günümüzden beş altı yüz yıl öncesine ait bir Türkçe metinle karşı karşıya olduklarını duyumsatıyor. Böylece dilin yaşayan bir varlık olduğunu, yüzyıllar içinde değişip gelişerek yaşamını sürdürdüğünü anlatmamızı sağlıyor. “Benim tatlı canım” derken, adıl yüklem bağlantısındaki gelişimi görüyoruz. Günümüzde kişi adılının bu tür anlatımlarda artık kullanılmadığını, yüklemdeki kişiye yönelik iyelik ekinin bu işlevi üstlendiğini anlatmamıza, öğretmemize yardımcı oluyor. “Çekerim ben göz acısını” örneğinde olduğu gibi, devrik cümlenin yanlış bir kuruluş olmadığını, konuşma diline özgü bir anlatım olduğunu, devrik cümle kullanıldığında konuşma diline daha çok yaklaşılacağını gösteriyor. Fark ettirmeden yazma konusunda öğrencilere yardımcı oluyor.
Sözlük konusuna gelince: Her öyküye çocukların ilgisini çekecek bir ad vermiş ve o öyküyle ilgili sözlükçeyi metnin sonuna eklemiştim. Yayımcım, sözlüğü kitabın arkasına eklemeyi uygun gördü.
Burada bir konuyu daha açıklayayım. Aslında her öyküyü bir kitap olarak tasarlamıştım. Sayfanın tamamı resimlenecek, öykü 12 punto harflerle resmin üstüne basılacaktı. Böylece görsel çekicilik de sağlanacaktı; ama olmadı.
*DEDE KORKUT adlı çalışmanız “100 TEMEL ESER”olarak sunulmuş. O diziden bir yapıt çünkü. Bu konuyla ilgili sayısız yazılar yazıldı, tartışmalar yapıldı; böyle bir diziyi olumlu bulanlar da oldu, olumsuz bulanlar da. Orta öğretim kurumlarında ve hatta üniversitede dilimiz ve yazınımızla ilgili dersler vermiş, uzman bir kişi olarak sizin düşüncelerinizi de alabilir miyim?
MELİH ELAL:
Bu tür kısıtlamalara karşıyım. Bizim dilimizde “Vur deyince öldürür” biçiminde bir deyim vardır ve önemli bir özelliğimizi yansıtır. Şimdi 100 eser belirlediğinizde ve temel dediğinizde, bunun dışında hiçbir şey okunmayacak ve okullara sokulmayacak gibi bir algı oluşmaktadır ve bu okuma alışkanlığının kazanılması açısından son derece sakıncalıdır.
Oysa öğrencilerin mutlaka okuması gereken yapıtlar vardı ve olmalıdır da… Siz İngiltere’de Shakespeare’nin, Almanya’da Goethe’nin, Fransa’da Victor Hugo’nun eğitim aşamasındaki çocuklara okutulmadığını düşünebilir misiniz? Ama ne yapıyor onlar: Hangi düzeyde öğrenciye seslenmek istiyorlarsa, konunun uzmanı yazarlara ona göre metinler hazırlatıyorlar. Gerekirse resimlerle, gerekirse çizgi roman biçiminde sunuyorlar. Çocuk severek okuyor. Yaşı ilerlediğinde severek okuduğu o metnin aslını merak ediyor ve okuma gereği duyuyor. Böylece kendi kültürünü, sanatını özümsemiş oluyor. Bizse lise çağındaki gence Namık Kemal’in İntibah adlı romanını aslından okutmaya çalışıyoruz. Genç hiçbir şey anlamıyor, öğretmeni ödev verdiği için zorla okuyor ya da okumuş gibi yapıyor. Daha sonraki yaşamında da edebiyat dendi mi, öcü görmüş gibi kaçıyor.
Bana göre her öğrenci Dede Korkut Oğuznameleri’ni, Kutadgu Bilig’i, Yunus Emre’yi, Karacaoğlan’ı, Pir Sultan Abdal’ı, Halit Ziya Uşaklıgil’i, aklıma geliverenler bunlar, okumalıdır. Ama önce bu yapıtlar, sanatçıların yapıtları, onların algılayabilecekleri düzeye getirilmelidir.
*Bu bağlamda yanıtlamanızı istiyorum: Son yıllarda çocuk yazınına dair bir patlamayla karşı karşıyayız. Bu olgunun nicel ve nitel boyutlarıyla ilgili olarak da söyleyecekleriniz olmalı diye düşünüyorum.
MELİH ELAL:
Eğitim Fakülteleri’nin kurulması, özellikle de Sınıf Öğretmenliği Bölümleri’nin çalışmaları, yetiştirdikleri öğretmenler yoluyla yeni yeni meyvelerini vermeye başladı. Ezber odaklı eğitim yerine, düşünmeye, araştırmaya odaklı eğitim, öğrencileri okuyup araştırmaya yöneltti. Doğaldır ki, bu yönelişten çocuk yazını da payını alacaktı. Öğrencilerde okuma aşkı gelişip talep arttıkça çocuk yazının yönelik gelişmeler de onu izledi.
Burada 80’li yıllarda ortaya çıkan Can ve Gözlem Yayınları’nın nitelikli kitaplarını da göz ardı edemeyiz. Bu yayınevleri güçlü yazarlarımızı çocuk yazınına yöneltti ve nitelik geldi. Günümüzde bu alanda da bir patlama yaşıyoruz. Olumlu yayınların yanında, insanın içini acıtan, bu çocuklara aktardıkları yalanları, sonra nasıl olumluya çevirecekler, yayınlarla da karşılaşıyoruz. Somutlaştırayım: Bir çevirmen Pinokyo’ya dua ettiriyor. Çocuklarımıza ilk öğrettiklerimizden biri de yalan söylememektir. Bu çevirmenin kitabını okuyup dini bilgilerle büyüyen bir çocuk, ergenliğe erişince Pinokyo’nun yazarının kendi dininden olmadığını, çevirinin kimi bölümlerinin yalan olduğunu öğrenince, acaba yetiştiği ortama ne gözle bakacaktır? Ben yalanlarla dolu bir ortamda büyümüşüm demeyecek midir? Burada öğretmenlere büyük görevler düşüyor. Bu tür kitapları ayıklamak ve öğrenciyle buluşmasını önlemek.
*Türk klasikleri bağlamında DEDE KORKUT benzeri başka çalışmalarınız da olacak mı?
MELİH ELAL:
Dede Korkut’un gençlik versiyonu üzerinde çalışıyorum. Bir hayalim de Yusuf Has Hacip’in Kutadgu Bilig’ini çocuklara ve gençliğe kazandırmak.
*Dilimize değgin kaygılarınız, ya da sevinçleriniz var mı? Dilimiz kirleniyor mu, arınıyor mu?
MELİH ELAL:
Sevinç değil kaygılar taşıyorum. 70’li yıllarda Saussaure, Fransızca için “Frangilizce” demişti. Bugün biz de Türkçe için “Türkingilizce” diyebiliriz. Televizyonda, radyoda, çarşıda, pazarda bir yabancı dil merakıdır gidiyor. Toplumun büyük bir bölümü ikinci dil olarak İngilizce bilse gam yemeyeceğim. Ama kazın ayağı hiç de öyle değil. Bir “plaza!”ya gidiyorsunuz, kapının üzerinde “exit” yazıyor. Çevrenize bakıyorsunuz, hiç yabancı yok. Çevirip birkaç kişiyi sorsanız ne anlama geldiğini, bileceklerini sanmıyorum. Bakın “autlet” ne anlama geldiğini Türkiye’de, o mağazaları açanlar da dahil, kaç kişi biliyor acaba? Ben bir türlü öğrenemedim. Anlamını bilmediği yerlere girip çıkanlar, sorgulamayanlar, dogmaların tuzağına da düşmeye mahkumdurlar.
*Son bir soru da AKATALPA Dergisi’yle ilgili… Sahibi ve Sorumlu Yazı İşleri Müdürlüğünü yaptığınız AKATALPA adlı dergiyle ilgili bilgi vermenizi istiyorum. Nasıl bir dergidir, nasıl çıkıyor, yazın dünyamızdaki yeri nedir?
MELİH ELAL:
Akatalpa, şiiri kaygı edinen bir dergi. Radikal bir dergi. Her okura ulaşmayı düşünmüyor ve hiçbir zaman da düşünmedi. Okuru Akatalpa’yı buluyor.
Ramis Dara, Serdar Ünver, Hilmi Haşal, Nuri Demirci ve İhsan Üren’in katkılarıyla ortaklaşa çıkan bir dergi. Ben formalite gereği sahibi ve sorumlusu olarak görünüyorum.
Yazın dünyasındaki yerini ben saptayamam, ama iyi bir yerde olduğumuzu sanıyorum.
NURSEL ARAS’LA İLK ROMANI “AZİZE” ÜZERİNE SÖYLEŞİ
-Sevgili Nursel Aras, bir ilk romanla okur karşısına geldin. Başarı diliyorum. Öncelikle bir roman yazarı olmak algısıyla ilgili neler söylemek istersin?
Nursel Aras: Öncellikle başarı dileğiniz ve söyleşi için verdiğiniz emeğe çok teşekkür ediyorum. Ben “roman yazarı” olarak değil de yazan kişi /daha doğrusu yazabilme çabasını elden bırakmayan biri olarak addetmek istiyorum kendimi. Çünkü; yazınsal türleri çok da önemsediğimi söyleyemem. Edebiyat çok etkileyici ve dönüştürücü bir sanat dalıdır. Toplumsal sorumluluk taşıyorsanız, evrensel dertleriniz varsa ve siz bunları çığlık çığlığa bağırmak istiyorsanız ne fark eder ki… İster şiir yazın, ister öykü, isterse roman…Okuyucunun yüzünde zaman zaman tebessüm yaratabilmek, arada yüreğine korku salmak, umutsuzluğunu umuda dönüştürebilmek, çoğu kez de acıtan sorular sordurabilmek ve o arada okurun damağında güzel bir tad bırakmak değil midir önemli olan?… Bu anlamda yalnızca yazıyor olmak algısını daha çok benimsediğimi söylemek istiyorum.
-Daha önce bir öykü kitabın yayımlanmıştı: “KARA ÜZÜM SALKIMI HÜZÜNLER” Öykü yazmakla roman yazmak arasında; içtepiler, sosyo-kültürel gereksinmeler ve estetik ölçütler bağlamında ne gibi farklar var?
Nursel Aras: Edebi metinler yaratılması açısından, öykü de roman da çok ciddi emek istiyor ve yine ciddi anlamda okumayı gerektiriyor. Öykü; hayatımızın parçalanmış anlarından oluşur, örtüktür, yoğundur. Az sözle çok anlam iletebilmek gibi bir işlevi olduğundan şiire daha yakındır. Bu nedenle her bir öykü, yazarını ayrı ayrı yorar, acıtır… Roman ise; yaygınlık, genişlik, derinlik bakımından insan, imge, mekân, yaşamsal olaylar ve sağlam kurgularla oluşturulan an’lar/hikayeler toplamıdır. Çok katmanlığı, çok yönlülüğü, metinler arası dengesi bakımından çok farklı ilişkiler barındıran bir dünya kurmayı gerektiriyor. Ancak içtepiler, sosyo-kültürel gereksinmeler ve estetik ölçütler bağlamında her ikisi arasında pek bir fark olmadığını düşünüyorum. Mesela ben romanımı öyküler halinde yazıp bütünledim. Kaygılarım yine hep aynıydı…
-Gelelim AZİZE adlı yayımlanmış romanına. Romanını tek bir sözcükle ve bir bayan adıyla adlandırmış olmanın altyapısında neler var? Azize’nin ülkemiz, dünya ve kadınlar dünyasındaki simgesel yeri nedir?
Nursel Aras: Önce, Azize’nin sözlük anlamına bakalım isterseniz. Birincisi; ermiş kadın, iyilik ve günahsızlıkla Tanrı’ya yaklaşmış kadın, ikincisi ise; kadınlar için kullanılan sevgi- saygı bildiren bir seslenmedir. Azize romanı, “baba” imgesinin toplumsal rolünden yola çıkarak aile içi yönelişleri sorgularken, altmış ihtilali ile seksen ihtilalini de kapsayan bir sürecin, bir toplumsal koşullanmanın ve toplumsal değişimin romanı olarak çıkıyor karşımıza. Hem bu süreçte; hem de genel olarak ataerkil toplumda kıstırılmış, bastırılmış, daha başından kabullenmiş, kaderci ama her şeye rağmen dişiyle tırnağıyla yaşama tutunmaya çabalayan dirençli kadınların öykülerine tanık oluyoruz. Bu nedenledir ki, ülkemiz, dünya ve kadınlar dünyasına sevgi- saygı bağlamında AZİZE diye seslenmek istedim.
-Azize’nin iki temel izleklerinden biri “baba.” Romanda, “baba” olgusu bir yandan yüceltilirken, diğer yandan da yerle bir ediliyor. Üstelik baba madalyonunun her iki yüzü de insanın tüylerini diken diken edecek kadar trajik. Erkek egemen toplumun bir kadını olarak egemen ideolojiden ve onun uygulayıcısı olan erkekten her iki durumda da intikam almak gibi bir hesaplaşma mı bu?
Nursel Aras: İntikam sözcüğünü sevmedim. İntikam almak gibi bir duygu da toplumcu gerçekçi biri olarak sosyalist kimliğimin çok uzağında duruyor. Erkek egemen ideoloji ile elbette bir derdim var, ancak bu ideolojiyi yıkabilmek için kadın-erkek birlikte insanlaşmanın savaşını vermek zorundayız.. Birbirimizi dışlamadan, yok saymadan…En azından ben böyle düşünüyorum. Yoksa muhteşem bir babayla büyüyen ben, kendi babamı, canım gibi sevdiğim oğlumu, erkek kardeşlerimi, arkadaşlarımı, dostlarımı nereye koyabilirim ki… Asıl anlatmak istediğim şu: Mesleki yaşamım boyunca (36 okul yılı) , parçalanmış aile çocuklarının ya da babaları varken babasız gibi yaşayan, baba sevgisi görmemiş, sürekli şiddete maruz kalan küçücük çocukların gözlerindeki büyük acıları gördüm. O acılar benim de acılarımdı. Hiç unutmuyorum. Bir okul şenliğinde babalar ve oğulların yarıştığı oyuna gelmişti sıra. Yedi yaşındaki öğrencim Sercan oyuna katılabilmek için annesinin eteklerine yapışmış, “Anne! baba istiyorum ben, baba istiyorum!” diye bağırarak ağlıyordu. Anne çaresiz. Bakışları uzaklarda…Gözleri yaş dolu. Kenarda duran bir babaya koştum ve Sercan için babalığını ödünç aldım. Böyle çocuklar ezik büyüyor. Kişilikleri gelişmiyor, geleceklerini de sağlam temeller üzerine kuramıyorlar. Asıl trajik olan da bunlardır işte. Kısası; intikam değil meselem, belki de babalara aslî görevlerini anımsatmak, yeni baba olmuş ya da baba olacakların bundan bir ders çıkarmalarına aracı olmak…
-Azize’nin diğer temel izleği de “kadın”. Romanda “kadın” ve “anne” olgusu bir önceki sorumda belirttiğim kanımı pekiştirir niteliktedir. Yani sürekli olarak kadınsı bir alt-üst oluş ve yine trajik boyutlara ulaşan bir savaşım söz konusu. Burada madalyonun bir yüzünde “kadın”, diğer yüzünde de “anne” var ve yaşadıkları yine tüyler ürpertici boyutta trajik. Yok mu bütün bunların bir ortalaması? Ya da neden, nasıl?...
Nursel Aras: Türkiye’yi düz bir çizgi, kadını da onun paralelinde bir üst çizgi olarak düşünürsek eğer, kadınlarımız gerçekten uçlarda yaşıyor. Doğu’daki kadın evlat değil, çünkü hâlâ parayla satılıyor. Eş değil, çünkü tek değil, kumalık sistemi işliyor. Bu nedenle anne değil, çünkü çocuklarını üstüne alamıyor. Namusundan başkaları sorumlu. Bu da töre cinayetlerini mubah kılıyor. Batıdaki kadın kimliğini kazanma çabasında ama erkeksi tavırlar ve erkeksi düşünceler maskesi takarak var olmaya çalışıyor. Ortası yok mu diye soruyorsunuz ya ortası da silgiyle silinmiş gibi. Ancak elinizle dokunursanız orada kadın olduğunu anlayabilirsiniz. Bu coğrafya da henüz kadının kimliği yok. Kadınlar mutsuz. Siz söyleyin şimdi, gerçekten ortası var mı?
-Konu sanat olunca, yinelemekten zevk aldığım bir alıntı şudur: Sanatın Öyküsü’nün yazarı Gombrich, Albert Dürer’in “Anne Portresi” adlı tablosu için; “olağanüstü içtenliğiyle görkemli bir yapıt,” diyor. Bugünlerde sanatın en temel sorunudur bundan yoksunluk. Azize’nin temel özelliği de bana göre; toplumsal temele ve insan unsurunun üzerine oturmuş olması ve bu yapının son derece içtenlikli bir anlatımla ete kemiğe büründürülmüş olmasıdır. O kadar ki, romanda, soyut kurguya gereksinme duyulmadan, (hatta kafandaki) yaşamsal kurguların tümüne romanda yer veremediğin halde akıp giden insanlık, erkeklik, kadınlık halleri okura “oh be, benden bir roman, benim için sanat!” dedirtecek, hatta içinin en ince tellerini sızlatacak denli de içtenlikli… Bu bağlamda kendi roman anlayışını kısaca değerlendirir misin?
Nursel Aras: İşte şimdi içtenlikli sözcüğünü çok sevdim. Teşekkür ediyorum. Romanın içtenlikli olması öncelikle benim kendi içtenliğimle ilgili olsa gerek, diye düşünüyorum. Öte yanda da esin kaynaklarımı kendi yaşamımda ve yakın çevremdeki insanlarda aramış olmamadan kaynaklandığını sanıyorum. Çünkü o zaman yazdıklarımla yaşam arasında sık dokunuşlu bağlar kurmam kolaylaşıyor. Sürüp gelen umutsuzluktan, sürüp gidecek umuda doğru açılan kapılar çoğalıyor, ki bu da beni mutlu ediyor diyebilirim.
-Azize’nin alt katmanlarında DNA sarmalı gibi ikili yapılar var. Süleyman ve Kemal; Azize ve Perihan, Şermin ve Yüksel, Rasim Bey ve Hamdi Ağa, Cumhuriyet ve köylülülük felsefesi… Bazı yapılar çelişki, bazı yapılar da uyum üzerine kurulu. Bu yapıların yazarındaki anlamı nedir, işlevi ne olmalı? Yani roman bir sanat dalı mı, öyleyse eğer, nasıl bir yapısı olmalı ve okur cephesinde ne gibi bir etki yapmalı?
Nursel Aras: Çalışmamın özü çelişkiler ve onların ürettiği bütünlüklerdir. Tıpkı yaşamda olduğu gibi, burada da olumlu-olumsuz karakterler, yaşamsal gerçekler, olumlu-olumsuz sonuçlar üretmektedir. Kimi insanlar erdemsel değerleri üretirken, kimileri de bunları hoyratça tüketir. Böyle içsel bir devinim toplum ve birey yapısında hep vardır. Örneğin; Kemal ile Süleyman birlikteliği sürekli olarak çıkarlar ilişkisine dayanırken, Azize ile Yüksel’in ilişkisi hep iyilik, güzellik, dostluk, paylaşım temeline dayanmıştır. Köylülüğün temel felsefesi tutuculuksa, cumhuriyetin temel felsefesi ilericiliktir ve bu iki değer sürekli olarak birbiriyle çelişir. Ne ki, tümüyle bu zıt yapılar, sonuçta birliğe, bütüne ulaşmamızın da yolunu açar.
-Azize; kent, tarih, geleneksel ve çağdaş kültürel değerler, siyasal olaylar ve yapılar, coğrafi özellikler bağlamlarında da eytişimsel ve organik çabaların romanı. Bütünsel… Estetik kalmak çabasıyla, toplumcu işlev vermek çabası arasında dengeler kurmaya çalışan… Bütün bunlar hangi üstbilincin, ya da sanat altbilincinin ürünü?
Nursel Aras: Romanımın izleklerini destekleyen, besleyen iç ve dış, bireysel ve toplumsal koşulların nabzını iyi tutabilmek adına gösterdiğim çabamın romandaki organik yapıyı oluşturduğunu düşünüyorum. Ne ki, romanın bir sanat dalı olduğu gerçeği, onun estetik kurallara göre üretilmesini zorunlu kılar. Öte yandan sanatın insan ve toplum dinamiği içinde bir biçimde etkileyici olduğunu da kabullenmemiz gerekiyor. Sonuç olarak; sanat altbilincimde estetik, toplumsal bir varlık olmamın üstbilincinde de etik değerlerin olduğunu düşünüyorum ve bunlara sahip çıkmak istiyorum.
-Azize, aynı zamanda olağanüstü çarpıcı ve hatta abartılı sayılabilecek olguların da romanı. Örneğin; Kemal’in aldatılma kuşkusuyla Azize’nin rahmine girerek sperm kontrolü yapmaya çalışması; kent yöneticilerinin köye, köy usullerine göre kız istemeye gitmesi; Ayten’in doğum trajedisi ve bebeğinin, teyzesi yani öz babaannesi tarafından gazyağıyla öldürülmesi; Kemal’in vahşi gerdek gecesi... gibi… Bütün bunların maddi temelleri olmakla okuyucu üzerinde haklı ve kalıcı etkiler yapacak diye düşünüyorum. Bu konuda sen neler söylemek istersin?
Nursel Aras: Öyleyse onu da okuyucuya bırakalım ve olası geri bildirimleri alalım…
-Yeni çalışmalar var mı? Onlardan da söz eder misin?
Nursel Aras: Evet var. Öğretmenliğin bana verdiği disiplin ile romana daha yakın ve daha yatkın olduğumu anladım. Dolayısıyla bundan sonra ki çalışmamın da roman olacağını söyleyebilirim ancak konusu şimdilik sürpriz…
-Teşekkürler.
Bursa Kültür Sanat Bülteni(KSB) Dergisi,2008,sayı:19.
ŞAFAK PALA’NIN “SIZI”SI ÜZERİNE
-Sevgili Şafak Pala, SIZI adlı ilk öykü kitabından ötürü seni kutlarken, öncelikle şu “sızı” sözcüğü üzerinde biraz duralım. Sosyolojik, psikolojik ve duygusal çağrışımları bağlamında neden sızı? Hangi sızı?
-Sızı yaşamın her anında var. Çok mutlu bir anınızda, sizi hiçbir şeyin mutsuz edemeyeceğini düşündüğünüz bir anda, yanınızdan geçen bir evsizin gözleriyle, ya da mendil satan bir çocuğun gözleriyle karşılaşınca bile, belli belirsiz bir sızı yalayıp geçiyor içinizi. Mutluluk ve hüzün birbirine ne kadar da akrabadır aslında. Bunun esas sebebi sanırım benim için, yaşamla ölümün iç içe olması.
-SIZI adlı öykü kitabındaki öyküleri iki bölümde sunuyorsun okura. “Bir aileydi belki bütün dünya” ve “bütün dünya bir insan”… İlginç ve anlamlı buldum. Ne dersin?
-Öyküleri yazarken böyle bir bütünlük içinde yer almalarını düşünmemiştim aslında. Fakat öykülerin kitaptaki dizimi ile ilgili düzenleme aşamasına geldiğimde, öyküleri böyle iki bölüme ayırmanın daha hoş olacağını düşündüm. Aile yaşamımızın önemli bir parçası evet, ama sonunda her yol bir insana çıkıyor.
-“Bizim oraların insanları”nı öyküleştiriyorsun. Oysa şimdiki öykülerde “hikaye” yok, ne bizim oralardan, ne de buralardan insan yok; eşyalar ve durumlar var. İnsanı(mızı) ve onun yaşamını önemsiyorsun. Neden ki?
-Bütün dünya bir insan, tümcem aslında sorunuzun cevabı. Benim için yaşamlar önemli. Her insanın yaşamı önemli. Hepimizin hikâyesi var ve bu hikâyeler insanın içine yapacağı yolculuğun esas giriş kapısı bence. Günümüz toplumunun çok kendi içine sıkışmasıyla ilgili, bu durumların, eşyaların öykü olması belki de. Ama bütün bu yalnızlaşmaya karşı direncin bir yolu da insanı merkez alan öykülerin yazılması. Her ne kadar her şey yazıldı bitti dense de yaşam devam ediyor ve yazarların söyleyecek sözleri olmalı insana dair.
-“Unuttu!” başlıklı öykünün Mehmet efendisi, “Şerefe”nin Aysel’i, Sızı’nın şöförü, amcası ya da diğer öykülerin diğer kişileri neden öykülerine kahraman olabilmişler? Kimlerin, nelerin simgesi bunlar?
-Bunun tek cevabı var, insan. Ama sahte insanlar değiller. Her gün sokakta karşılaştığımız ama görmezden geldiğimiz insanlar onlar. Gerçek yaşamın şahidi olan insanlar onlar. Kıyıda kalmış, bir de günümüz yaşamında ayakta kalmaya çalışan insanlar benim öykü kahramanlarım.
-Kırsaldan da kentselden de esintiler var öykülerinde. Tarım ve sanayi toplumları bağlamında öykünün yeri ve işlevi nedir?
-Günümüzde çok tükettiğimiz ama ne yazık ki, tüketirken kendimiz de tükendiğimiz hayatlar yaşıyoruz. Bu tükeniş en fazla da arada kalanları etkiliyor sanırım. En çok canları acıyanlar da onlar. Eşitsizlikler en çok onları yaralıyor. Eşitsizlikler hem tarım toplumlarında, kırsal alanda; hem de sanayi toplumlarında, kentte karşımıza çıkıyor. Yazılması gerekenler de özellikle onlar benim için. Yazabildiğim kadar tabii.
-Öykülerindeki temel izleklerden biri de toplumsal değişim. Özellikle gençlerimizin, hatta orta yaş insanımızın yaşadığı hızlı alt-üst oluş süreçlerinde erdemsel değerlerden nasiplenme ya da çürüme gibi olgulara nasıl bakıyorsun, öykülerinde bu izlekleri neden imliyorsun?
-Toplumsal değişimi bu günlerde çok hızlı yaşıyoruz. Ne kadar farkında olduğumuzu bilmiyorum ama, bu değişim aslında bizim isteğimizle gerçekleşmiyor. Küresel şirketler karar veriyor, hayatlarımızı nasıl yaşamamız gerektiğine. Böyle olunca da, aslında herkes bu değişimden olumlu ve olumsuz yanlarıyla payına düşeni alıyor. Toplumun geniş kesimlerine çoğu zaman acılar, yoksulluk ve değişik sıkıntılar düşüyor. Müdahil olamadıkça, kendi hayatlarımızı özgür yaşayamadıkça bu sıkıntıların süreceğini düşündüğüm için, yazmaya çalışıyorum.
-Ülkemizdeki egemen öykü anlayışıyla senin öykü anlayışının buluştuğu ya da ayrıştığı noktalar var mı?
-Egemen anlayış konusunda çok da fikir yürütmüyorum. Kendimi belli kısıtlamalara, belli kalıplara sokmaya niyetim yok. Özgür olabildiğimce özgür olduğumca yazıyorum ve yazmaya devam edeceğim.
-Kitaptaki özgeçmişinde Bursa’daki Yücel Balku Öykü Atölyesi’ne devam ettiğin yazılı. Gerçekte bu türden yazın atölyeleri bir işe yarıyor mu?
-Yazın atölyelerinin edebiyata yatkınlığı olan kişilere katkısının olduğunu düşünüyorum. İlk önce yazarlarla buluşma şansını yakalıyorsunuz. Onların yazıdaki yolculuklarını dinlemek bile çok önemli aslında. Ayrıca yazıya gönül vermiş insanlarla bir araya gelme şansını da yakalıyorsunuz. Örneğin kendi adıma Yücel Balku Öykü Atölyesi sayesinde yazıyla ilgilenen kendime yakın hissettiğim arkadaşlar, dostlar edindim. Ama şunu da belirtmeliyim ki yazma eylemi yalnızca atölyelerle öğrenilecek bir şey değil. Güzel bir ürün; yetenek, birikim ve çalışmayla ortaya çıkabilir. Atölyeler birikimi arttırma konusunda önemlidir bence. Atölyeler toplumun sanatla buluşması amacıyla bir işlev üslenebilir.
-Sanat,meta,atölye bağlamında bir tehlikeden söz edilebilir mi? Yani sanatı metalaştırılması bağlamında…
Sanatın metalaştırılması tehlikesine gelince, atölyelerin kâr amacı olmayan kurumlar tarafından düzenlenmesi halinde böyle bir tehdidin olmayacağını düşünüyorum. Bu bağlamda, atölyelerin kim tarafından ve nasıl düzenlendiği büyük bir önem taşıyor.
-Bir de yeni çalışmalarına göz atalım isterim. Mutfakta neler var?
-Elimde son düzeltmelerini yaptığım bir öykü dosyam daha var. Bu dosyadaki öyküler birbirine bağlı öyküler. Bir de roman çalışmam var. Romanımda, Kurtuluş Savaşı’nda beş yüz kişilik bir çetesi bulunan Çerkes bir müfreze komutanının yaşamını anlatmaya çalışıyorum.
Dostları ilə paylaş: |