NADİR GEZER’LE DOSTÇA
Ş.Akbaba:Yıldırım’dan YANSIMALAR’a hoş geldin sevgili ağabey.Onur ve gurur verdin.Siz hem Bursa’mızın, hem de benim ağabeyimizsiniz. Bu yüzdendir ki ben size hep böyle seslenirim:”Ağabey.” Söyleşimizi de bu seslenişimin anlattığı dostluk ortamında sürdürmek istiyorum. İzninizle...
N. Gezer: Sağ olun,ben de size aynı dost sıcaklığıyla yaklaşırım hep. Dostluklar yürek bağıdır insanda.
Ş. Akbaba: Ben sizi yıllar yıllar önce, Orhaneli’nin Deliballılar ve Eskidanişment köylerinde öğretmenlik yaptığım o eski zamanlarda HANİFE NİNE’DEN ÖYKÜLER adlı öykü kitabınızla tanıdım.1981 “Nevzat Üstün Öykü Ödülü”yle onurlandırılan bir yapıtınızdı o. Bence, ülkemizdeki ”toplumcu gerçekçi” anlayışın kırsal yaşamı anlatan en iyi örneklerinden biri...Aynı zamanda bir öykü klasiğimiz. Bu yapıtınızla ilgili biraz da sizi dinlemek istiyoruz.
N.Gezer:HANİFE NİNE’DEN ÖYKÜLER gerçek insanların gerçeklikle, emekle, insancıl duygularla kuşatılmış öyküleridir.Ben gerçekçi bir yazarım.Gücümü emekten, alınterinden, insancıl duyarlılıklardan alırım. Gerçekçiliğin tabanına oturmamış bir yazının eninde sonunda aşınmaya uğrayacağı inancındayım. Ülkemizin bunca sömürüye dayalı bir yaşama biçimi varken, bir yazar,şair,sanatçı için emekten ve alınterinden uzaklaşmaktan daha korkunç ne olabilir ki...Biz Köy Enstitülüler o emeğin derinlerinden geliyoruz, yaşamımız da işte o insancıl duyarlılıklarla kuşatılmış oluyor.
Ş. Akbaba:Ve okurlarımız adına sizi biraz daha yakından tanımak istiyoruz.
N. Gezer:Nüfus cüzdanımdaki doğum tarihime göre 19 Mayıs 1919 yılında İnegöl’ün Eymir köyünde doğmuşum,ilk ablam Yadigar kızıl sayrılığından (Doğumu: 1926,ölümü:17.01.1929) daha üçüncü yaşının içinde yitiriliverince,ağabeyim Ali doğmuş, onun doğumunu da ben izlemişim,sonra kardeşim Hilmi gelmiş dünyaya, ardından da yine bir kız kardeşimiz doğmuş. Özellikle bir Abaza kökenli olan anacığım Nazik, ilk kızının yürek yangısını bir türlü unutamadığı için yeni kardeşimizin adını da Yadigar koymuş. Buna göre ben ailemin üçüncü çocuğu oluyorum, beş kardeşin tam ortasında bulunuyorum. Ailem bir çiftçi ailesiydi ama, öküz-araba birlikteliği çok azdı diyebilirim. Yaşımın onlarla sınırlandığı yıllarda öküzlerle çiftçilik yaptık,sonrasında toprağımızı başkaları sürdü,tütüncülüğe, kozacılığa yönelik bir çalışma ortamında buldum kendimi.... Daha yaşım ona ulaşmadan kırda bayırda kuzu ve oğlakların peşine düştüm. Aman tanrım o sonsuz gök mavisinin altında, gönül açıcı yeşilin derinlerinde yaşadığım çocuksu coşkuyu nasıl anlatayım sana!... Top top çam yığınları, meşelikler, gürgenlikler, dağlar, bayırlar, korkunç koyaklar ve bir doğa parçasından kuzu ve oğlakların peşinde koşarken binbir renkli çiçekler yüreğimi sarar, çocuksu gönlüm bir seviden ötekine koşardı. Kuzu ve oğlakların o mahsun meleyişleri içimde tanımsız duyarlıklar yaratırdı. Kuş seslerini de alarak içime bin bir duyguyla sarılıp sarmalanır, o sonsuz güzelliğe bırakırdım kendimi. Çocukluğumun kendimi anlama, duyarlılıkların birikimini yeniden anımsama günlerime göre, bizim evimiz “at” düşkünüydü. Mutlaka, evet mutlaka bir at bulunurdu evimizde. kırdan doruya,dorudan ala dek uzanan güzel uysal atların sevinçli kişnemelerini bugün de duyar gibi olurum. Babam İdris bir köylüydü ama çiftçiliğin ardına düşecek bir insan değildi, eli ayağı da yatkın değildi o işlere!... Ailenin üçüncü çocuğuydu, o yüzden tarla-tokat işlerinin dışında kalmış,bir at delisi olup çıkmıştı...Bir de ailedeki insan sayısı arttıkça geçim sorunları da çoğalmış, yoksulluğu yenme yollarını ayıngacılıkta arar olmuştu. Atına kaçak tütünü yükler, gecenin derin karanlığına kendini verir, Afyon, Kütahya gibi illerin köylerine taşırdı tütünü. Bu yüzden evimizde kıyılmış, tavlanmış tütünün kokusu buram buram tüterdi. Yerodamızın bir köşesine kurulmuş havanın bıçağının kırtkurt oluşturduğu sesi şu anda bile duyar gibi oluyorum. Kaçakçılığın acısı ilk kez babamın Bozüyük cezaevine düşmesiyle bir ayrılık yangısı olarak sardı içimi, daha kendimi bulamadan cezaevinin sıkıntısını yaşamaya başladım. Sonra da kolcu, jandarma ikilisinin ikide bir, bir tütün kaçakçısının evini basmaları içimde tanımsız düş kırıklıklarına neden oldu. Bu olay yüzünden babam yedi ay ceza almış, altı ay Orheneli’ne sürgün edilmiş, bunlara bir de 1939 yılının sekiz yüz lirası kadar da para cezası verilmişti.En verimli tarlalarımızdan birini satarak ancak yarısını ödeyebildik bu cezanın. Yıllarca yaptığımız tütünün parası o cezaya kesildi. Yoksulun yoksulu olduk. Bütün bunlar ilk on yaşımda yaşadığım olaylardı. Yüreğimde nasıl korkunç sarsıntılar yarattığını, bu sarsıntıların bir ömür boyu sıkıntısını yaşadığımı nasıl anlatayım bilmem ki... İşte o ilk on yılın yedincisinden başlayan okul yıllarım 1945’e dek sürdü. O yıllardaki köy okulları öğretmensizliğin sıkıntısını yaşardı. İkinci Dünya Savaşı’nın insanlığa verdiği acılar biz çocuklara dek uzandı. Atatürk’ü ilk kez Şevket öğretmenim tanıttı bana.O da O’nu yitirdiğim bir yılda tanıttı. Oysa karşımızdaki O’nun onurlu duruşuna bakıyorduk,adını gözyaşları arasında anıyorduk. O’nun yitikliği bambaşka duyarlıklara sürükledi beni. Gözlerim ikide bir O’nun resmine takılır, bir şeyler duyumsardım. Sevgi duyumsardım,esenlik duyumsardım ve en önemlisi de güven... Üçüncü sınıfta öğretmensiz kalınca,anamın dayısı Necip Dayı’nın köyü olan Mezit’e gönderdi beni.Şimdi de hala bir şaşkı var içimde, neden anam dört kardeşin içinden beni seçti ve öğretmensiz günlerimde öğretmenle buluşturdu.Mezit’te gittiğim dayımın evinde yalnızdım, yaşımın küçüklüğüne karşın bir yandan okula gider, bir yandan da evin her işine koşardım. Ahır temizleme, hayvanların altını kurulama,saman, ot,arpa ve mısır gibi yemlerini verme benim üzerime kaldı.
Okulum ise üç mahallenin ortasında kurulmuştu. Tek öğretmeni vardı:Ali Bey... Birinci, ikinci, üçüncü sınıflar bir derslikte,dörtlerle beşler de bir başka derslikte..... Elimin altında başvuracağım kalemim, defterim yoktu..... Papuçsuz ayaklarım güzün soğuklarına dayanırdı ama, kar diz boyunu geçip de yollar kapanınca benim de önüm kapanırdı,okula gidemez ve müthiş sıkılırdım..... Kafkas geleneğinin her türü taşınmıştı bu köye..... Abaza diline yeni yeni yakınlaşan dilimle Abazaca türküler söylüyor,sevincimi gizliden gizliye keçilerle,koyunlarla paylaşırdım.... Acımı anlayan anam çekip almıştı beni o evden,ama Eymir köyünde dördüncü sınıf yoktu. O yıl evde tütün yaptım..... Üç yıllık okulum, Hasan Ali Yücel’in bakanlığıyla beş yıla çıkarılmış, önüm açılmıştı.... 1937’de başlayan İlköğrenimim sekiz yıl sonra 1945’de son bulmuştu. İlkokul bitip de tütüncü günlerim üstüste binerken Eğitmen Ağabeyim Akif BAŞTÜRK ikide bir Arifiye Köy Enstitüsü’nden söz eder oldu bana! Yeni bir sevda sardı yüreğimi! Gecemi, gündüzümü sardı bu sevda...Ve alıp beni oralara kadar savurdu.
Ş. Akbaba: Dergimizin okurlarının özellikle çocuklar,gençler ve öğretmenler olduğunu söylemeliyim Çünkü siz de öğretmendiniz. Ayrıca ben sizin yazın mutfağınızın zaman zaman konuğu ve tanığı olmak onuruna sahip biriyim. Ne kadar düzenli, yoğun ve disiplinli çalıştığınızı biliyorum. Okurlarımız ve özellikle genç yazın adaylarımız için sizin dilinizden duysunlar diye, kitap, okumak ve yazmak konularıyla ilgili olarak özlü görüşlerinizi almak istiyorum.Ayrıca şu sıralar hangi kitapları okuduğunuzu merak ediyorum.
N.Gezer: Her şeyden önce aydın insan okuyan, araştıran,yazan ve üreten insandır. Ayrıca öğretmen olmak da,öğrenci olmak da insan yaşamının en güzel sürecidir. Öğretmen, adı üzerinde çocukları yönlendiren, onların gelişimini sürekli etkileyen insan!... Öğrenci de bu etkilenmenin kuşaktan kuşağa aktarıcısı.. O bakımdan öğretmen okumayı ve kitabı, çalışmayı seven insan olmalı. Öğrenciler etkilendikleri öğretmeni ömür boyu unutamazlar, onların çeşitli özelliklerini, çeşitli nedenlerle anarlar. Bu yüzden öğretmenin okumaya, kitaba karşı yaklaşımı çok sıcak olmalıdır. Elinin altında sürekli bir kitap bulunmalı, okuduklarıyla çocukları etkilemelidir. Büyük eğitimcimiz İsmail Hakkı Tonguç, öğretmen ve öğrencilerin yılda en az yirmi dört yapıt okumalarını ister. Bunlar mesleki yapıtlar olabilir; roman, öykü, şiir...olabilir. Kendimden örnekleyecek olursam, 2000 yılında 47 yapıt,2001 yılında da 35 yapıt okumuşum. Okumaya karşı tembelliği iş edinmiş olanlar çoğu kez zamansızlıktan yakınır. Çalışkan insanın, okumaya tutkulu insanların, her zaman, evet her zaman kırıntı biçiminde de olsa zamanı vardır okumak için. Atatürk’ümüzün on sekiz yıllık çadır yaşamında (askerlik süresince) kitabı baş ucundan eksik etmediğini, Ulusal Kurtuluş Savaşı’mızın son aşamasında bir yandan savaş planları üzerinde kafa yorarken, bir yandan da Reşat Nuri Güntekin’in Çalıkuşu’nu okuduğunu, o binbir uğraşı içinde kitapla dostluğunu hiç yitirmediğini bilmesini istiyorum öğretmen dostlarımın ve sevgili öğrencilerimizin. Sürekli okuyan insan kendini yeniler, çevrenini genişletir, dünyaya bambaşka gözle bakabilme mutluluğuna ulaşır.Ben bir yandan okuyarak yazma kaynağımı beslerken, bir yandan da yazıyorum. Şu anda İPEK YOLU’nu, Vergilus’un AENA’sını, Patrick White’nin ÇÖL’ünü okumaya çalışıyorum. Elimde yarım kalmış yapıtlar da var,bazen de onlara dönüyorum.
Ş. Akbaba:Sevgili ağabey şimdi gelin yapıtlarınızı bir sıraya koyalım. Dilim döndüğünce birinden ben söz edeyim,birinden siz...Örneğin HANİFE NİNE’DEN ÖYKÜLER’de köy yapılanmasını ve getirdiği sorunları yaşayan köy insanlarını konu edinmiş ve başarılı bir yapıt koymuştunuz ortaya. Ne ki bu size yetmedi ve yine köy insanlarını anlatan bir başka yapıtınızı, YÜRÜYEN GECE(1988)’yi yazdınız. Yıllar önce sizinle yaptığım ve GEMLİK KÖRFEZE BAKIŞ GAZETESİ’nin 4. sayısında yayımlanan bir söyleşimizde, (ki o söyleşiyi sonraları YERODAMDAN NOTLAR I. adlı yapıtınıza aldınız) ”neden ille de kırsal kesim?” diye sorduğumda,”kırsal kesim toprakla boğuşan üreten,ürettiğiyle toplumu besleyen bir kesimdir.... Bir yerde kentsoylunun küçümsediği insanlardır köylüler... Yüreğimdeki birikimler tükeninceye kadar yazacağım onları. Unutmayalım ki, hala nüfusumuzun yüzde ellisi köyde yaşar” diyerek yanıtlamıştınız. Bu yapıtınızın sizin yazın yaşamınızda ayrı bir yeri var mı?
N.Gezer: İlk öykülerimin Türk Dili gibi düzeyli bir dergide yayımlanmış olması, biraz geç başlamış olan yazın yaşamımı çok etkilemişti. Ondan sonraki süreçte HANİFE NİNE’DEN ÖYKÜLER’le yeni bir aşamayı sağladım yazın yaşamımda. Çünkü o öykülerde ve ondan sonraki YÜRÜYEN GECE’de içimdeki birikimlerin, çok yakından tanıdığım bin bir güçlüklerle, binbir sorunlarla kuşatılmış emekçi köylüleri yazdım. Yaşamı yine de güzel bir yanından yakalamaya çalışan, yüzleri gülen ama direngenliklerini hiç mi hiç yitirmeyen o güzel insanları yazmak beni son kerte mutlu etti. Ben emekten, alınterinden yana bir yazarım. İnsanların kafasını karıştıran, ne yazdığı, niçin yazdığı belirsiz “postmodern” anlayışla yazmayı sevmem. Benim bir elim topraktaydı, tütündeydi,kozadaydı... İster roman olsun, ister öykü ben her zaman köylüleri yazdım. Onların ışıltı dolu dünyalarını okuruma ulaştırmak istedim.
Ş.Akbaba:1989’da PUSLU HÜZÜN adlı yapıtınız kitaplaştı.. Bursalı öykülerin yer aldığı üçüncü öykü kitabınızdır o. Bu kez kenti,kentsel yaşamı ve özellikle Bursa’mızın varoşlarındaki sıkıntıyı,hüznü dile getiriyorsunuz. Gurur duyarak söylemeliyim ki, ben sizin bir izleyiciniz ve söyleşiciniz olmak şansını yakalamış biriyim ve bu yapıtınız üzerine de sizinle bir söyleşi yapmışım. Ocak’1990 yılında KIYI DERGİSİ’nde yayımlanan ve yine sizin YERODAMDAN NOTLAR’a aldığınız bu söyleşimizden bazı alıntılar yaparak bu yapıtınızı tanıtmak istiyorum:”PUSLU HÜZÜN’de on bir öykü var” diyorum.”Öykülerin eksenini ezilen sınıf ve onların sorunları oluşturmaktadır. Bununla birlikte öykülerin geçtiği Bursa’nın hava kirliliği,sağlık sorunları,kentsel sıkıntıları da öykülere yansımış.” Öykünün insanı konu edinmesi,sorunlara değinmesi,eleştirmesi, çözüme giden yola döşenen bir taş işlevi görmesi genel “sanat” anlayışları içinde tartışmalı bir konu mudur,ya da siz bu konuda nerede duruyorsunuz?
N.Gezer: Çocukluk yıllarımda köyün sıkıntılı yaşamına katlanamayan çok yakından tanıdığım kimi aileler büyük umutlarla şu anda içinde yaşadığım kente göçtüler. Bu kez de kent onları birer heyula gibi binbir güçlüğüyle kuşatıverdi. Onların çoğu (onlarla ilgimi hiç kesmedim) dokuma tezgahlarının başında ömürlerini tükettiler. Kimileri o eski tükenmişliklerine yeni tükenmişlikler eklediler. Daha sonraki gözlemlerim, gerekli eğitimi veremediğimiz, rahle eğitimine aldığımız bu güzel insanlar bu kez de kentin çok katlı apartmanlarının kalorifercisi, temizlikçisi, kapıcısı oldular... Hani Almanya’ya gönderdiklerimiz nasıl Almanların yapmadıkları işlere koşuldularsa, kente göçen köylüler de kentlilerin “tü kaka” dedikleri işlere koşuldular. Yoksulluklarına yeni yoksulluklar eklediler. Deri üretimlikleri, işlikler, apartmanların bodrum katları, nemli yerler onların yaşamlarının birer parçası oldu. Sevgili Akbaba dostum, bir yazar niçin kalemi eline alıp yazar... Toplumsal sorunları, emeğe yönelmiş sıkıntıları dile getirmeyen, topluma sunmayan bir yazar sorumluluktan kaçan insandır. Kendi içine çekilip kendi iç dünyasını yazan yazar dış dünyasına kapalıdır. Sorunlar ortaya döküldükçe ve insanlar yetişip sorumlu yerlere ulaştıkça sorunlara bakış açısı değişir. İşte o zaman varoşların sıkıntıları giderilir, kentin sorunları çözülür, umutlu yolculukların önü açılır. Sanatta bir kentin varoşunun nasıl olması gerektiği konusunda bir düşün ortaya sürmez yazar. Sorunları insan kafasına işleyerek gelecek kuşakları etkiler ve onların sorunların ardına düşmelerini sağlar. Sanat sanat için midir,yoksa sanat toplum için midir? tartışmasına artık çağımızda yer yok... Hiç kuşku yok ki sanat toplum içindir.
Ş.Akbaba:”Sevgili dost Şaban Akbaba’ya içten sevgilerimle” diyerek 06.04.1990 tarihinde imzaladığınız BOŞLUKTAKİ ADAM’dadır şimdi sıra. İlk roman çalışmanız.Arka kapak tanıtım yazısından bir alıntıyla sürdürmek istiyorum:”İki düzlemde gelişen, ama geleneksel anlamda olay örgüsü içermeyen bir roman BOŞLUKTAKİ ADAM.Türk yazınında köy insanını ilk kez bir “birey olarak ele alıp onun iç dünyasındaki yabanıl çatışmaları sergilerken, aynı zamanda büyük kente uzanıp üniversite gençliğinin gözüyle 12 Mart faşizmini zorluyor.” Bu tanıtım yazısını yazan Nahit Kayabaşı sizin,”kuşatılmış emeğin öykücüsü” olarak tanındığınızı belirtiyor. Ne diyorsunuz?
N.Gezer: O romanım, yani BOŞLUKTAKİ ADAM’da çok yakından tanıdığım, nice sıkıntıları, yoksunlukları aşıp eğitmen olmuş, Köy Enstitüleri pınarının duru suyundan içmiş, kendini geliştirmiş, tam otuz yıl komşu bir köye gidip gelmiş bir güzel insandır anlattığım. Kendisi de, eşi de topraktan kopmamış, bilinçli çocuklar yetiştirmiş o güzel insanı anlatırken bireysellik ağır bastı, ama çocukları hep toplumsallığı yüklendiler omuzlarına. Bunca emekçinin engin güzelliklerinin ortamının derinliklerinden çıkıp gelmiş bir insan, onlardan uzak kalabilir mi?... Ben kendimi yetiştirdikten sonra geldiğim kökene ters düşemem... Onun için “kuşatılmış emeğin öykücüsü” olmanın, yazın dünyamın bu insanlarla kuşatılmış olmasından ayrı bir onur duyuyorum.
Ş.Akbaba: Şimdi sıra sizde ve AYDINLIĞA YÜRÜYENLER diyoruz.Bu sizin beşinci yapıtınız.Altıncı yapıtınız olan KIRILGAN UMUTLAR biçim olarak da sizin farklı bir yapıtınız. Sanıyorum ilk kez şiirsel biçimi,ya da destan yazmayı denediniz bu yapıtınızla. İyi de ettiniz. Çünkü içeriği denli güzel olan biçimi okumayı kolaylaştırıyor ve sevdiriyor. Bu iki yapıtınızla ilgili olarak sizi dinlemek istiyoruz.
N.Gezer: AYDINLIĞA YÜRÜYENLER gözlerini ve uslarını toplumun aydınlığına çeviren insanların romanıdır, Arifiye Köy Enstitüsü’nün romanı... İş içinde işle yoğrulmuş, kendilerini üretime adamış köylülerin ve öğretmenlerin romanı.... KIRILGAN UMUTLAR’da da, AYDINLIĞA YÜRÜYENLER’de de destansı bir anlatım var. Ama bu destansı anlatım KIRILGAN UMUTLAR’da daha bir belirginleşmeye başladı. Zannediyorum ki dilimde şiirsellik ağır basıyor, o tür üretmekten ayrı bir sevinç duyuyorum. 1999’dan bu yana GILGAMIŞ DESTANI’nı, Altay destanı MARADAY KARA’yı, Dante’nin İLAHİ KOMEDYA’sını, Homeros’un İLYADA’sını, ODYSSEEİA’sını, NARTLAR ASETİN HALK DESTANI’nı, MANAS DESTANI’nı, Firdevsi’nin dört ciltlik ŞEHNAME’sini,ayrıca Karacaoğlan’ı, Yunus Emre’yi, Pir Sultan Abdal’ı bütün boyutlarıyla incelediğimi, Ovidius’un DÖNÜŞÜMLER’ini, Fin destanı KALAVELA’yı, bu yöndeki Yunan klasiklerini yeniden, evet yeniden okuduğumu vurgulamak istiyorum. Bu üstün yapıtlar dilimi destan diline çekti,destan türüne yazmaya yatkın dilimi kamçıladı. Dili geliştirmenin tek yolu var! Okumak, okumak, okumak.... Ve usanmadan yazmak!....
Ş.Akbaba: YERODAMDAN NOTLAR I. oldukça ilginç bir yapıtınız. ”Önsözünde şöyle diyorsunuz:”...okur,yazarın düşün dünyasını öğrenmek ister. Kendisiyle yazar arasında bir köprünün oluşmasının arayışı içinde olur.Yazarın,yazarlık serüveni süresince yapmış olduğu mektuplaşmalar, söyleşiler, soyut ve somut temellere dayalı “düşün “ yazıları onun gerçek kimliğinden açılımlar getirir okura.Yazardan beklentilerinin yanıtlarını bulabilir bu yazılarda okur.....1979 yılında başlamış olan yoğun yazarlık yaşantımdan bu yana, benim de bu tür düşün kaynaklı yazılarım oldu. Onların da (çoğu dergilerde yar almış olmalarına karşın) gün yüzüne çıkmasını istedim. YERODAMDAN NOTLAR adı altında bir araya topladım yazılarımı.” Seçtiğiniz konular da çok ilginç doğrusu.Öyle ki tam bir ders kitabı gibi. ”Sanat sanat için midir?”, ”Sanatın toplumsallığı”,”sanat ve insan”, “romanın sorunsalı”,”Reşat Nuri Güntekin’de Bursa”, ”öyküde gerçekçilik”,”kitap sevgisi”,”Bursa cezaevinin Nazım Hikmet üzerindeki yer ve zaman etkisi”,”geçmişten günümüze Bursa’da edebiyat,edebiyatta Bursa”, ”Bursa’da kültür-sanat dergilerinin dünü” gibi. YERODAMDAN NOTLAR II ne zaman geliyor sevgili ağabey?
N.Gezer: Şu anda üzerinde çalıştığım yapıtımdan sonra, zannederim sıra o yapıtın ikincisinde olacak. Usum ve yüreğim öylesine çağıl çağıl ki neye öncelik vereceğimi kimi kez karıştırıyorum doğrusu. YALNIZ ADAMIN DÜŞLERİ’nin ikinci cildi üzerinde çalışıyorum.,onu bitirdikten sonra ona yöneleceğim herhalde.
Ş.Akbaba:MUSTAFA KEMAL /ULUSAL EĞİTİM /KÖY ENSTİTÜLERİ adlı araştırma-inceleme yapıtınızda Köy Enstitüleri hakkında derli toplu bilgiler buluyoruz. MEB Hasan Ali Yücel,onun İlköğretim Genel Müdürü İsmail Hakkı Tonguç ve benzeri ulusal,onurlu, bilinçli, çağdaş aydınların oluşturduğu bir ekibin tarihimizi yeniden ve hatta sil baştan yazdırabilecek nitelikteki savaşımının öyküsüdür bu yapıtınız. Hala evinde kitaplığı kalanlar var mı bilmem,ama yoksa bile, ulusal onurumuz, bağımsızlığımız ve özgürlüğümüz adına bu yapıtı edinip okumalarını öneriyorum insanlarımıza. Böylece,aynı zamanda bugün neredeyse yeniden “cemiyet” v.b gibi çağdışı örgütlenmelerin ulusumuzun başına nasıl bela edildiğini de görme şansına kavuşacaklardır. Özellikle Köy Enstitüleri’yle ilgili görüşlerinizi bir genelleme gibi olsa da almak istiyoruz.
N.Gezer: Ulusal Kurtuluş Savaşı’mız gerçek bir destandır ve pek çok yazarımız bu güzel destanı dillendirmiş, onun büyüklüğüne koşut yapıtlar üretmişlerdir. Bu destanın onca büyüklüğüne karşın Mustafa Kemal kendini asla öne sürmemiş, bütün güzelliğin halkın bitmez tükenmez çabasıyla yüceldiğini dile getirmiştir. “Ben” değil, “biz” demiştir. Bu O’nun çok ayrı bir büyüklüğü ve yüceliğidir. Sonra devrimleri girmiştir devreye. Bu devrimler yeni bir dönüşümün, ulusumuza yakışan yeni bir büyüklüğün ta kendisidir. Pek çok aydınımız bu yolun yolcusu olmuş, kimileri de neredeyse O’nun yarattığı yeni dönüşümleri “yadsıma” yoluna gitmiş, ayrı bir yöntemin, ayrı bir oluşumun özlemini duymuşlardır. İkinci Cumhuriyetçi’ler sözde daha çok özgürlüğe sığınarak Atatürk’ün Cumhuriyetine karşı çıkmışlardır. Dinsel örgütlenmeler desteklenerek ulusumuzu cemiyet tutsaklığına taşımayı amaçlamışlardır. Kimileri de “turancılık” anlayışını benimseyerek bağnazlıklara saplanmışlardır. Bütün bu olumsuzlukların içinde Atatürk’ün devrim anlayışını, Cumhuriyet ilkelerini gerçek boyutlarıyla kavrayan, bu ilkeler doğrultusunda asla sapmadan yürüyen iki insandır Hasan Ali Yücel’le İsmail Hakkı Tonguç. Atatürk’ü geniş anlamda yorumlayabilmiş aydınlarımızdandır bu iki güzel insan. Köye ve köylüye açılan, onlarla birlik olan, onlara güç veren aydınlarımızın birlikteliğinden doğmuştur Köy Enstitüleri. Bu gün hala kitlelerin özlemini duyduğu bu kurumlar Atatürk’ün devrim anlayışından, Cumhuriyet ilkelerinden asla ödün vermeden; devrimleri ve cumhuriyeti ana ilkeler kabul ederek aydınlığa yatkın halkımızın vazgeçilmez kurumları olmuşlardır. Ulusal Kurtuluş Savaşı destanına yönelik yeni bir destandır Köy Enstitüleri. Kendilerini halkla bütünleştirerek yaratmışlardır. Bakınız bir yabancı yazar, Fay Kırby’nin o kurumları “Türkiye’de Köy Enstitüleri” adlı yapıtında nasıl değerlendirdiğine bakalım: “Kemalizmi benimsemiş görünen bir çok kimselerin gösterdikleri kararsızlık, korkaklık veya kendi çıkarını koruma eğilimleri, Türk olan her şeyin EN TÜRKÜ, yerli olan her şeyin EN YERLİSİ bir eseri, kökü dışarıda ve toplum yıkıcısı olarak gösteren hilebazlara müthiş kolaylık hazırlamış, buna bir çok vatandaşların gözü bağlı inanmalarına neden olmuştur.” Dünden bu güne çağıl çağıl büyüyen bir sesle geliyor Köy Enstitüleri, günden güne üzerine yazılmış yapıtların sayısı artıyor ve insanlar toplanarak konuşanları dinliyorlar.Hem de şaşkınlıkla ve hayranlıkla!... Bu bir desten değil de nedir?...
Ş.Akbaba:Dokuzuncu yapıtınız olan YİTİKLER ARASINDA adlı yapıtınız için,dergimizin ikinci sayısında Yıldırım İlçe Milli Eğitim Müdürümüz Zeki BAŞTÜRK’ün yazısından bir alıntı yapmak istiyorum.Şöyle diyor:”Nadir GEZER bu yapıtında büyük kentlerimiz dışında kalmış yazarları tanıtırken üç ana başlık üzerine yoğunlaşmış:Yaşama sevinci,direngenlik ve süreklilik.” Gerçekten de değerlerine sahip çıkma bilincinin,sorumluluğunun onurlu ve dürüst bir yazardaki yansımasıdır YİTİKLER ARASINDA ZAMAN. Nadir Gezer bu yapıtında Güğndoğdu Sanımer, İhsan Üren, Hilmi Haşal, İbrahim Dizman,Yılmaz Akkılıç, Metin Güven,Şaban Akbaba, Dilber Saka,Nahit Kayabaşı, Doğan Soydan gibi yitiklere karışıp yok olmamak için taşra koşullarında sanat üretmeye çalışan yazsıncıları sahiplenmekte, onların dili olmaktadır. Belki sizin de ekleyecekleriniz vardır sevgili ağabey, ne dersiniz?
N.Gezer:Büyük kentlerin dışında odaklanmış yazarlar benim ilgi alanım oldu. Yeterli zamanım olsa, onların yapıtları üzerinde daha çok çalışmak isterdim. O yapıtın önsözünde de belirttiğim gibi Dünya Kitap Yönetmeni sevgili Faruk Şüyün’ün bir önerisiyle çıkmıştım yola. Benim için çok da iyi olmuştu. Pek çok yazarın yazın dünyasına eğilme mutluluğuna ulaşmıştım.
Ş.Akbaba:ŞENLET ÖĞRETMENİN DESTANI tüm öğretmenlerin öncelikle okuması gereken, öğretmenlik mesleğinin gurur duyabileceği bir yapıtınız. Özel bir bilgim nedeniyle sözü size bırakıyorum Nadir Ağabey.Kimdir Şenlet Öğretmen? Bu yapıtınızla toplumumuza ne demek istiyorsunuz?
N.Gezer:Şenlet Öğretmen benim ikinci ve üçüncü sınıflardaki öğretmenimdi. Köyde oturduğu ev hemen koca kapımızın karşısındaydı. Sık sık evimize gelirdi.Anam çok konuk sever bir kadındı. Eşi ve kendisi bizim birer parçamız olmuştu. İlk yıl yalnızdı, ikinci yıl eşiyle birlikteydi. Son kerte Atatürkçü, Cumhuriyetçi bir öğretmendi. Yazgısını bu düşüncelerle bütünleştirmiş, köylülerle haşır neşir olmuş bir güzel insan!... Atatürk’ü bana sevdiren odur. O’nun ölümünde benim öğretmenimdi o. Derslikteki yasla yüklü yüzü hiç gözlerimin önünden gitmez. Öğretmen köy yerinde yalnız adamdır, yalnızlığını kitaplarıyla, çevresiyle paylaşmaya çalışır. Yalnız öğretmenimin yalnızlık düşleridir onlar!.
Ş.Akbaba:YALNIZ ADAMIN DÜŞLERİ yine ödüllü ve farklı bir biçimi olan bir yapıtınız.Yapıtlarınızın onbirincisi. Güzel bir destan örneği. Hem de yalnızca biçemsel değil,aynı zamanda içerik olarak da ilginç ve estetik düzeyi yüksek bir yapıt. İlginç olan şu ki,her biri tam olarak yüz dizeden oluşan elli bölümden oluşmaktadır.Yani böylece tam olarak beş bin dizelik muhteşem bir destan yapıt. Ne büyük bir emek,ne büyük bir başarı!...”Bir köylünün insana yaklaşımını, toprağa bağlılığını; bağla ve arıcılıkla yoğun ilgisini yazdı. Ondaki sevgiyi ve seviyi geniş boyutlarla dile getirdi. Sancılı yılların acılarını sevince dönüştürmeyi bildi.YALNIZ ADAMIN DÜŞLERİ, köylü Mehmet Usta’nın abartılmamış bir destanıdır. Okundukça okuru yeni açılımlara sürükleyen, düşün dünyasını genişleten ve düşündüren bir destandır.” diyor kitabın yayıncısı. Bu yapıtınızla ilgili olarak siz ne diyorsunuz sevgili ağabey?
N.Gezer:Aman Tanrım, bu sorunuz beni coşkulandırdı yeniden!... Çocukluğumda bizden üç ev aşağıda bir ev vardı,bahçesinde arı kovanları,ağaçlar, geniş yapraklı dutlar,çiçekler, çiçekler... Dallar arasından Mehmet Usta’yı gözlerdim.,onun doğa ile bitmez tükenmez savaşımına bakardım. Omuzunda çapayla bağa yönelişini izlerdim. Sanki yalnız bir adammış gibi gelirdi bana! Kahve önüne çıkmaz, kendi kendisiyle, doğayla boğuşup dururdu. Yepyeni, dipdiri bir adamdı o!... Köyümün en uzun ömürlü insanıydı aynı zamanda. Şu anda onu konu edindiğim yapıtımın ikinci cildiyle boğuşuyorum. Bir hayli de yol aldım.
Ş.Akbaba:Ve kitaplaşmış son yapıtınız KARBEYAZI GECELER...Onu da yine bize siz anlatın Nadir Ağabey.
N.Gezer:Şiire tutkun bir insanım. 1966 Kasım’ından 1968 Temmuz’una dek İngiltere’de eğitim gördüm, kendime zaman ayırabildim, düşünebildim, ilk şiir denemelerim orda başladı. Sonraları öykü ve roman çalışmalarım ağır bastı. Son yıllarda şiire meylim daha bir arttı. Bu konuda sürekli düşünüyorum ve okuyorum. Son yazdıklarımla yıllar önce yazdıklarımdan bir demet sundum okurlarıma. YALNIZ ADAM’IN DÜŞLERİ’nde karla örtülmüş doğa çok geçer,biraz da adını oradan aldı.
Ş.Akbaba: Bursalısınız ve Bursa’da yaşıyorsunuz. Bursa yapıtlarınıza girdi mi, nasıl girdi ve yalnızca Bursa’yı konu alan herhangi bir yapıtınız var mı, ya da olacak mı?
N:Gezer: PUSLU HÜZÜN salt Bursa öyküleridir. Şu anda üzerinde çalıştığım YALNIZ ADAM’IN DÜŞLERİ’ nin ikinci cildi büyük oranda Bursa’yı ipekçilik yönünden içerecek... Bu yapıtı yazarken usum yeni üretkenliklere yöneldi. Umut ederim yenileri de gelecek.
Ş.Akbaba: Mutfağınızda bir başınıza kozanızı örüp duruyorsunuz. Tezgahınızda neler var,bizimle paylaşır mısınız?
N.Gezer: Değerli dostum, biliyorsun üç yapıtım var basımı bekleyen,adları şöyle: ULUDAĞ ETEKLERİNDEN SİS DAĞINA (deneme ve gezi), GÜN DOĞARKEN UYUYAMAM (şiir), ÖLÜMÜN DİRİM YANI (destan türü bir roman).
Ş.Akbaba:Beyninize,yüreğinize ve ömrünüze bereket sevgili ağabey.Sizi yorduk, ama umuyorum ki okurlarımız için yararlı bir söyleşi yapmışızdır.Çok Teşekkürler,sağol.
N.Gezer: Ben de bu güzel söyleşi için en içten teşekkürlerimi sunarım size.
Yıldırımdan Yansımalar Dergis,Mayıs 2002, sayı:3
Yıldırım’dan Yansımalar Dergisi Bursa’nın Onuru Dizi Söyleşileri
YILMAZ AKKILIÇ AĞABEYİMLE
Ş.Akbaba:Sevgili ağabey,Bursa’mızın onur ve gurur insanlarından biri de sizsiniz.Yıllarca ülkemize,Bursa’mıza ve insanlarımıza sahip çıktınız,demokrasi için savaşım verdiniz, haksızlıklara karşı çıktınız,ezilenlerin yanında oldunuz.Bu gerçeğin somut bir örneği de benim.1992 yılında Gemlik’in Narlı Köyünden Mustafakemalpaşa’nın Karaköy’üne sürgün edildiğimde ( ki ben bir köy öğretmeniyim ve bir köy öğretmenini bile köyden köye sürgün eden karanlık dönemleri ve o dönemlerin küçük insanlarını birlikte tanıdık, yaşadık) bana etkili biçimde sahip çıkmış ve OLAY Gazetesi’ndeki köşenizde, ”Akıp geçen sulardan köpük toplamaktır işim/kimim ben/ bildiniz mi?/ Öğretmen./Sabırlık çiçeği gibi bakışlarım uzayıp kısalırken yaşım/köprüler kurarım zamandan zamana/” diye şiirler, röportajlar yazan,sendikal çalışmalar yapan bu öğretmen sürüldü,ayıp edildi....” diye yazmıştınız.Belki siz ütün bunları anımsamayacaksınız bile,ama ben sizinle gurur duyuyor ve bu tarihi değeri olan anımıza Dergimizde gururla yer vermek istiyorum.Şimdi duyduğunuzda çağrışımsal da olsa usunuza gelenleri bizimle paylaşmak ister misiniz,ya da neler söylemek istersiniz?
Y.AKKILIÇ:Her şeyden önce şunu belirteyim ki ben sıradan bir insanım. Dolayısiyle sıradan insanın üzerine düşen görevi yapmaya,yerine getirmeye çalışıyorum. Başlangıçta sıraladığın ve iltifat olması gereken sözleri ben üstüme alınmıyorum.Şuna inanıyorum:İnsan yaşadığı ülkenin sorunlarına eğer ciddi biçimde yaklaşmıyorsa yaşamıyor demektir.Hoca eğer ben bir yazarsam ve bir gazetenin köşesinde yazı yazıyorsam,o köşeyi kişilerin kendi istekleri doğrultusunda değil, o köşeyi gerçekleri aydınlatıcı bir araştırma sayfası olarak, bir yazı tahtası gibi kullanmalıyım. O nedenle senin sürgün edilmen olayı, aradan epeyce zaman geçtiği için şimdi o koşulları anımsamıyorum ama,yalnız şunu biliyorum;seninle biz Narlı Köyünde tanıştık.Kısa da olsa birkaç kez söyleştik. Onun ötesinde şiir yazdığını, kitap yazdığını gördüm. Yani okur-yazar olan bir insanı,okur yazar olduğu için suçlamak kadar “eblehçe” bir şey yoktur.O nedenle yazdım o yazıyı.
Ş.Akbaba:Belli ki bu sizin yazarlık ilkelerinizden biridir.O yüzden sizin yalnızca beni değil,ezilen insanı sahiplendiğinizi göstermektedir.Şimdi özgeçmişinize gelelim. Ülkemizin önemli tanıklarından birisiniz.Çok farklı olaylar,olgular yaşamışsınız, engin deneyimleriniz ve birikimleriniz var.Asker olmaktan sivil yaşama, politikadan yazarlığa kadar,eleştirmenliğe,gazeteciliğe kadar geniş bir yelpazede yaşadınız.
Y.AKKILIÇ:İnsanlar bazı dönemlerde, bazen da rastlantısal olarak bazı olayların içinde veya dışında bulunurlar.Bende de bu böyledir.1933 yılında Şanlıurfa’da doğdum.İlköğrenimimi Şanlıurfa, Diyarbakır ve Siverek’te;orta öğrenimimi,Işıklar Askeri Lise de dahil olmak üzere Bursa’da yaptım ve Kara harp Okulu’nu bitirerek subay oldum.”12 Mart Muhtırası” olayından sonra kendi isteğimle askerlikten ayrıldım,Petrol Ofisi genel Müdürlüğü’nde çalıştım.1975’de Cumhuriyet Halk Partisi’ne girdim,CHP ve daha sonra SHP Bursa İl Başkanlığı yaptım.1980’den sonra tarih araştırmalarına yöneldim.Çeşitli dergi ve gazetelerde yazılar yazmaya başladım.Basınla ilişkim 1949 yılında Bursa’da yayımlanan ULUDAĞ Dergisi’yle başaldı. 1951 yılında Gençliğin Sesi adlı bir gazete çıkardım.1973’de YENİ DÖNEM adlı bir dergi çıkardım.ANT,YENİ ANT, BURSA’NIN SESİ,BURSA HAKİMİYET, AY-ILDIZ, İLKADIM, EMEK,DEVRİM,CUMHURİYET, DEMOKRAT, ÇAĞDAŞ, GEMLİK KÖRFEZE BAKIŞ,BURSA HAKİMİYET,OLAY YENİ GÜNAYDIN gazetelerinde köşe yazarlığı yaptım.Şimdilerde BURSA DEFTERİ adlı derginin yayımlanması ve dört cilt olarak tasarladığım BURSA ANSİKLOPEDİSİ’nin hazırlanması ve yayımlanmasıyla ilgileniyorum.Bir süre daha ömrüm varsa,bir şeyler daha üretmek istiyorum.Ansiklopediyi tamamladıktan sonra bir roman yazmak istiyorum.Bu roman, Türkiye’nin benim yaşadığım dönemdeki gelişmesini kapsayacak.Onu da şunun için düşünüyorum,Türkiye toplumu belleksiz bir toplum.Bu toplumun bellek kazanması lazım ve ben buna katkı yapmakistiyorum. Herkesin de kolayca okuyabileceği bir roman olsun istiyorum.
Ş.Akbaba: Yılmaz ağabey, biraz farklı bir soru sormak istiyorum.Bursa bağlamında bir soru. Belki bu bağlamda Bursa’nın kültür-sanat yapısına biraz dokunabilir,eleştiri yapabilir, ya da belki övebiliriz.Bursa’da kültür-sanat oluşum ve etkinliklerini,Bursa kültür-sanat insanlarının kültürel-sanatsal ilişkilerinin düzeyini, ulusal kültüre-sanata katkılarını nasıl değerlendirirsiniz?
Y.AKKILIÇ:Şöyle söyliyeyim.Sanat yapanların düzeylerini saptayacak düzeyde değilim.Herkesin kendine özgü bir görüşü, düşüncesi,kendine biçtiği bir değer vardır.Yıllar önce Bursa’da Bursa Kültür-Sanat-Turizm Vakfı diye bir vakıf kuruldu.Bunun içinde neden turizm var,onu da anlayamadım,ayrı bir konu.Bu Vakıf uzun yıllar bir organizatör gibi çalıştı. Bir de yalnızca Bursa Festivali diye bir festivali organize etti.Buna karşı değilim ama Vakfın görevi yalnızca organizatörlük değildir.Şimdilerde bir genç bayan, Banu DEMİRAĞ vakfa Genel Sekreter oldu.Kendisini tanıyorum. Gazeteceiliğyle, sanatsal niteliğiyle tanıyorum. Yorulacaktır,ama olumlu adımlar atacaktır diye inanıyorum.Başka bir şey daha var.Bundan bir süre önce,Bursa Büyükşehir Belediye Başkanlarından Erdem Saker’in öncülüğünde bir Vakıf daha kuruldu. Bursa Araştırmaları Vakfı.Vakfın oluşum çalışmalarına katıldım.Sonra Vakıf kuruldu.Baktım biz dışında kalmışız.Ne kadar paralı insan varsa toplamışlar.Tabi Vakıf ölü doğdu.Şimdi bu Vakfın ihya edilmeye çalışıldığı söylenmektedir.Bursa’nın önemli eksikliği kültür-sanat etkinliklerini doğru organize edecek kuruluşlarının aksak olması. Bursa Kültür-Sanat Vakfı son yıllarda her yıl Edebiyat Tekinlikleri gibi olumlu çabalar sergilemektedir.Bunlar güzel,ama daha gelişmesi gerektiği kanısındayım.
Ş. Akbaba:Bursa’da yayınlanan dergilere değinelim istiyorum.Bunların bir kısmında sizin emeğiniz de var. Bursa’yı bir de sanat-edebiyat,kültür dergileriyle birlikte anmak gerekirse,diyorum.
Y.AKKILIÇ:Örneğin işte masamın üzerinde AKATALPA...Bursa’da dergi yayınlanıyor,ama zannediyorum ki insanların okuma alışkanlıkları ekonomik olanaksızlıklar dolayısiyle aşınmış durumda.Bu yüzden kolay kolay dergi okunmuyor,basılmıyor,dağıtılamıyor.Yayınlanan dergilerin niteliği konusunda bir şey söylemek durumunda değilim. Örneğin bir zamanlar Nahit Kayabaşı’nın önderliğinde çıkan BİÇEM dergisi,sonra YENİ BİÇEM’e dönüştü. Sonra Nahit’in kendisi DÜŞLEM diye bir dergi çıkardı,sonra bu dergi ÖZ YENİBİÇEM oldu,falan...Bunlar hoş şeylerdi,ama belli bir kısır çevrenin içinde kaldı, dışarıya yansıması az oldu ve de ekonomik olanaksızlıklar ve kişisel kaprisler nedeniyle bu dergiler uzun ömürlü olamadılar.Olmasını isterdim.Gerçi başka uğraş alanlarım nedeniyle Bursa edeb,iyat dergilerini pek izleyemiyorum,ama örneğin bir AKATALPA’ya bakıyorum, çabalıyorlar.Ne kadar sürecek,ne kadar etkili oluyor bunu tartışamayacağım.
Yıldırımdan Yansımalar Dergis,Haziran, 2002, sayı:4
Yıldırım’dan Yansımalar Dergisi Bursa’nın Onuru Dizi Söyleşileri
Dostları ilə paylaş: |